AZİZE (TAMAMLANDI)

By Fatma_Zehra446

53.9K 4.7K 1.4K

Azize başka toprakta yetiştirilmiş bir çiçek. Karadeniz'in yağmurlarına emanet şimdilerde. #roman 1 More

RÜZGAR MEVSİMİ -1
BİR IŞIK LAZIMDI -2
ÇİMLERİN KOKUSU- 3
EVLAT PRANGASI -4
HIRÇIN VEDALAR - 5
SOLMUŞ ÇİÇEKLER TOPRAĞI-6
HAYAL ROTASI - 7
KAFES ANAHTARI - 8
MAHREM SEVDA - 9
VEDA TADI- 10
ZAMAN KÖPRÜSÜ - 11
KUPONLA MUTLULUK - 12
KOZALAK ŞİFASI - 13
KAYA YEŞİLİ - 14
ANNESİZDİR BALIKLAR - 15
YOL HEYECANLARI - 16
ADI: YAŞAMAK - 17
KRAL KIZININ İĞNELERİ - 18
ŞEHRİN AVARESİ - 19
UZUNGÖL'ÜN REHBERİ - 20
BUZ MAVİSİ- 22
YABANCI UYKULAR -23
SEBEPSİZ DANS -24
ÇİÇEK KADIN- 25
GÜL BAHÇESİ- 26
ABLA KUCAĞI- 27
GÜNAH SIZISI- 28
ADİL MAHKEME- 29
HAYAT VE OKUL- 30
CAN SUYU- 31
AĞACA DOĞRU- 32
PERVANE MASALI - 33
SADAKAT VE UMUT- 34
YÜCE DAĞLAR - 35
"BEN VARIM" -36
ZAMANIN HİKÂYESİ - 37
EKMEK KOKUSU - 38
DAĞ, ÇİÇEK, DEVA - 39
DENİZ KABUKLARI - 40
MÜPHEM ATEŞ - 41
BASİT ŞİİR - 42
BOZUK ASANSÖR - 43
SABAH ÇİĞİ - 44
ON SEKİZ AY - 45
NİSAN KELEBEĞİ - 46
ÖZLEMEK OYUNU - 47
ÇİÇEKLİ SEPET - 48
YANMIŞ GEMİLER - 49
KAÇAK İNEKLER - 50
KOMŞU KIZI - 51
SÖZ DÜĞÜMÜ - 52
KÂĞITTAN GEMİ - 53
SARI KURABİYE - 54
DEVA NİYETİNE - 55
CEVİZİN ÜSTÜNDEKİ KARGA - 56
AZİZE ZELZELESİ - 57
ÜÇ MANDALİNA - 58
FERAH PENCERE - 59
GÖNÜL ÜLKESİ - 60
MİSKET KESESİ - 61
BAHARIN GÜNEŞİ - 62
FİNALDEN SONRA OLMAZSA OLMAZ KONUŞMA

LACİVERT İMZA -21

1K 82 27
By Fatma_Zehra446

Konuşulanlar, elbet duyulur. Niyeti unutan insanların sözleri kara bulutlara dönüşür. Gölgeler en güzel günleri bile. Kaçanın ayağını tökezleten korkular hazırdır daima. Susmak bir dakikalığına da olsa, ne güzel olurdu tüm dünyada.

"Dolu dolu beş yıl... Hem seninle bir ömür gibi hem de doyamadığım saatler gibi. Hastalığım sağlığım, yazım kışım, akşamım sabahım, uyandığımda gördüğüm ilk yüzsün sen. Yanımda heyecanla, muhabbetle çırpınan yüreğiyle bir sıcaklıksın. Geç buldum seni, kaybolmuşken gördüm. Belki yaralıydım, belki cahil. Sevmenin usulü varmış, yumuşak ve merhametli olmak lazımmış. Yavaş yavaş öğrendim senden. Zar zor uyuyordum geceleri, ciğerlerimde bir yangın vardı. Çekingen parmakların geziniyordu saçlarımda. Huzurdan başka bir şey değildin. İlaçtı varlığın, nasiptin bana.

Taze bahar kokulu saçların, kara gözlerinle gurbete bile memleket götürdüm. İlk kez oldu ama ben sevdiklerimi geride bırakmaktan korktum. Kafesinden kurtarmaya çalıştım bir kuşu, ellerimde can verecek diye ödüm koptu. O ise babasız kalmasından korktuğum kızım için bile yaralı yüreğimden öptü. Merhem gibiydi nefesi, konuşsaydı bir ömür dinlerdim. Işıl ışıl umutlarla iyileştim.

Eskisinden daha çok seviyorum seni. Gözlerinde yaylalar görüyorum, konuştukça. Güzel kelimelerin kaynağı, sana olan muhabbetimdir. Artsın, konuşayım. Artsın, sen biraz daha gülümse. Evimize şenlik gelsin. Tanıdıkça seni, yaklaştıkça yanına elini bir an bile bırakmanın ıstırap vereceğini biliyorum. Güzel Zeynep, kara gözlü komşu kızı. Varlığın yakınımdaydı, geç kaldım. Adım avuçlarındaydı, dualarını kabul edenedir şükranım."

Mehmet dili döndüğünce, tüm samimiyetiyle konuştuktan sonra göğsü inip kalktı. Sevmenin acemiliğini atlattığını zannediyordu. Oysa hâlâ ellerinin arasındaki hanımın parmakları, tatlı bir heyecan yayıyordu bedenine. Her gün tazelenmek, merakla tanımak isteyerek birinin gözlerine bakmak sevdaydı. Beş yıl hem beş dakika hem beş yüz yıldı. Tarifi mümkün olsa, biraz daha anlatmak isterdi. Fakat Zeynep usul usul akıtınca gözyaşlarını sustu. Ne muammaydı, hem tebessüm ediyordu hem ağlıyordu. Şimdi bu halde ağlatmak olmazdı. 

Sandığın üzerindeki fotoğraflara uzanıp aldı Mehmet. Yatağın üstüne yayıp hepsine tek tek baktı. "Bak" dedi "burada hastaneden dönerken parka gitmiştik. O pembe şekerlerden almıştık." Bir diğerini gösterdi. "Kardan adam yapmıştık." Diğerini kaldırdı havaya. "Fotoğraf stüdyosuna gitmiştik düğün fotoğrafımız yok diye." Zeynep hiç yaşlanmayışlarına, hatta gözlerindeki yorgun kederin yok olup gitmesine gülümsedi. "Burada da Azizem'i almışız aramıza..." Bir nefes alıp heyecanla Zeynep'e baktı. "Yeniden baba olacağım, o zaman da fotoğraf çekileceğiz. Yaşlanınca da çocuklarımızla beraber bakacağız."

"İnşallah de" diye söylendi Zeynep. Sonra elini uzatıp Mehmet'in yanağına koydu. Öyle sevinçliydi ki günlerdir. Yerinde duramıyordu neşesinden. Yüreğinde korkusu, endişesi, bir güvensizliği yoktu. Gurbette değildi yüreği, bir kadının şefkatli eliyle çekip çevirdiği evde yaşıyordu. İstekleriyle insanı zora sokan, adamın boğazını sıkan bir kadın değildi. Aksine destekti. "Sen hep konuşsan dinlerim, hiç konuşmasan anlarım. Seni hep tanıyor gibiyim. Her bakışına aşinayım. Aslında öyle saf bir yüreğin var ki. İçindeki yaralardan çevrendekileri korumak için kaçışında bir garaz olmadığını biliyorum. Tek başına bir evlat büyütmenin zorluğuna direnmeni, onun ihtiyacını karşılayamadığın zaman alıp buraya getirmeni merhametine delil sayıyorum. Bir zindandaydım, elimden tutup kaldırdığın günü unutmuyorum. Beni yüreğine aldığını söylediğin günü hâlâ anımsayıp gülümsüyorum. Ama bir şey var..."

Omuzlarını dikleştirip elini geriye çekti. Mehmet de meraklandı ufacık fasılayla. Dışarıda çocukların gürültüsü varken Zeynep'ten dingin cümleler dinlemek hayatın sefasıydı, dinlerdi. "Kendine haksızlık ettiğini söylemiştim. Bazen bu konuda kendini geliştiremediğini düşünüyorum. Sevilmeyecek adam değilsin ki sen."

"Öyle mi deyisun, tatli kız?"

"Alay etma!"

"Ben öyle bir şey eder miyum?"Ufak şiveli halleriyle aklınca eğleniyordu Mehmet. Zeynep kalkıp sandığın önüne geçti. Hatıralar çıkınca oda dağılmıştı. Gözüne bir tülbent takıldı. Eline alıp havaya kaldırdı. Göz göze geldiler. Büyük bir kavga sonrası Mehmet almıştı. Bir iç geçirip örtüyü sandığa geri koydu Zeynep. "Örtsen ya başına" dedi sakince. Sonra kalkıp karısını beklemeden saçlarına attı tülbendi.

Köyden çıkmamış Zeynep için Ankara, kocaman bir muammaydı. İnsanlara, apartmanlara, farklı kültürlere sırf bir tedavi için katlanıyordu. Kıyafetinden konuşmasına kadar buraya ait olmadığını belli ediyordu. Yeni taşındıkları apartmanda, komşularıyla tanıştığı gün ürkekti gözleri. Oturmaları kalkmaları başkaydı. Kendi aralarında fısıldaşıp gülüşüyorlar, Zeynep'e alakasız sorular soruyorlardı. Kırk dakika oturdular ama kırk sene gibi geçti. O günün huzursuzluğunu iki gün üstünden atamadı Zeynep.

Hastaneye gittiklerinde ya da markette hep Mehmet'i izledi. Hem kıyafetiyle hem de konuşmasıyla ayak uydurabiliyordu şehre. Canı sıkıldı. Adam içeride muayene olurken karşısındaki kadınların kendisine bakarak güldüklerini gördü. Bir önceki gün yağmur yağmıştı ve ayakkabıları su içinde kalmıştı. Henüz kurumadıkları için hastaneye gelirken de kara lastiklerini giymişti. Ona gülüyor olmalıydılar. Etekle kapatmaya çalıştı ayaklarını. Bu da bardağa eklendi.

Eve dönerken yol boyu konuşmadı. Sadece düşündü, sevdiği adam hastalıkla boğuşurken içerlediklerine kızdı. Alman kadın geldi gözünün önüne. Mehmet onu koluna takmışken ne de gururlu yürüyordu. Tabi şimdi değişmeye, özüne dönmeye çalışıyordu ama karısının bu haline bakıp bir şey der miydi? İçten içe uzaklaşır mıydı? Aklına annesiyle babası geliyordu, ne yapsa kocasına yaranamayan kadının işittikleri yankılanıyordu zihninde. Öyle olurlar mıydı? Sonra kızıyordu kendine. Mehmet öyle biri değildi ki! Birkaç komşunun ya da kibirlinin bakışlarını kafaya takıp kendisine daima merhametle yaklaşan adamı itham ediyordu.

Kapıda karı koca bir çiftle karşılaştılar. Mehmet farkındaydı Zeynep'in üstüne çöken durgunluğun ve bir sıkıntısı olduğunun. Evde oturup konuşacaklardı artık. Yeterdi günlerdir süren bu huzursuz suskunluk. Ama önce komşulara selam vermek lazımdı. Dördüncü katta oturan ve yaşıtı olan bu adam muhasebeciydi. Mehmet'le tanışalı kısa zaman olmuştu ama ayaküstü dostça sohbet etmekten keyif alıyordu.

Karısı Mehmet'in elini sıktıktan sonra, ağır ağır geride duan Zeynep'in yanına geldi. Komşu ziyaretine gelip, fısır fısır konuşanlardan biriydi o da. Henüz yirmi birinde olan bir genç kıza tepeden bakanlardandı. "Nasılsın canım? Nerden böyle?" Dışarıdan fazla kibar gözükürdü. Fakat Zeynep, kadını yeterince tanıdığını düşünüyordu.

"Hastaneden."

"Hm, geçmiş olsun. Çabucak iyileşir inşallah Mehmet bey. Dua ediyorum biliyor musun? Verem falan olmasın Allah korusun. Allah ömür versin tabi ama sen de genceciksin. Bu yaşta kocasız kalsan... Vah vah!" Elini yapmacık bir samimiyetle Zeynep'in omzuna koyduğunda, kızın gözleri dehşetle açılmıştı. O hiç düşünmezken böyle ihtimalleri, elin yedi kat yabancısına ne oluyordu? "Aman canım bakma öyle. Dağ gibi adam, iyileşir merak etme. Hali vakti yerinde, sen de yaşı benden büyük dememişsin kapmışsın adamı! Maddi durumu da iyi belli ki. Para hallediyor her müşkülü."

"Yeter!" Sonunda öyle bir bağırdı ki Zeynep, Mehmet irkildi olduğu yerde. Dönüp baktı sinirden titreyen karısına. Bir şey diyemeden, müdahale edemeden gözünün önünden fırtına gibi geçişini seyretti. Kadın böyle bir çıkış beklemiyordu. Önüne düşen bir parça saçı geriye atıp şaşkınlıkla kocasına döndü.

"Ne oldu anlamadım. Yıprandı herhalde hastalık falan." Mehmet adamın yanından ayrılacaktı ki onu da durdurdu. "Yaşı küçük, belli ki biraz da cahil. Varma üstüne, ben alınmam unuturum." Kadına cevap vermeden koşar adım apartmana girdi ve birinci kata çıktı. Evin kapısı açıktı. Zeynep odadaydı ve kendini içeriye kilitlemişti.

"Zeynep, ne oldu? Zeynep aç kapıyı." Önce sakindi. Sonra içeriden ağlama sesi duyunca dayanamadı. Bir fevrilikle kapıya hızlıca vurmaya başladı. Bir sıkıntı vardı, yok deyince, yorgunum deyince geçmiyordu demek ki. Doluyordu insan, taşıyordu. "Zeynep, duymuyor musun sana söylüyorum! Aç kapıyı, kırılacak cam. Elim paramparça olacak ve suçlusu da sensin." Sonunda kapı açıldı usul usul. Kızarmış gözler kaçtı kutu gibi odanın köşelerine. "Ne yapıyorsun sen? Niye korkutuyorsun beni? Ne olduğunu anlat bana! Niye bağırdın aşağıda?" O kadar hızlı ve yüksek sesle soruyordu ki Zeynep geriye doğru çekildiğini hiç fark etmedi.

Mehmet'in kendine gelmesi geç olmadı. Aşağıdaki kadının söylediklerine sinirlenmişti. Zeynep'in kendini odaya kapatmasına da korkmuştu. Ağlamasının, içinde dert biriktirmesinin sebebini öğrenmek istiyordu ve bir anda allak bullak olmuştu kafası. Ellerini uzatıp karısının omuzlarından tuttu. Ağlamaya devam ediyordu ve teselli etmek için bu kadarının yeterli olmayacağını bilerek usul usul yaklaşıp sarıldı. Gümbür gümbürdü kalbi.

"Özür dilerim, öyle bağırmak istemedim. Çok korktum sadece. Bir şey oldu sandım, kapı da kitlenince... Elini yüzünü yıkayalım mı Zeynep'im?"

"Olmaz, bu öyle geçmez."

"Nasıl geçer? Ne iyi gelir derdine?" Sonra geriye çekilip Zeynep'in yüzüne baktı. "Derdin ne, anlat bana." Tek kelimeyle anlatılabilseydi anlatırdı Zeynep. Dili dönmedi o an. Damla damla biriken yetersizlik hissini içine tohum gibi ekenleri söyleyemedi. "Ben mi bir şey ettum sana?" Sabırla, hatta ortam yumuşasın diye şiveyle sordu yine Mehmet.

"Öyle konuşma" diye çıkıştı Zeynep.

"Nasıl konuşayım? Ne diyeyim sana? Ne yapmam lazım anlatman için?"

"Hiçbir şey yapma Mehmet, istemiyorum!"

"Yapamıyorum zaten, elimi kolumu bağlıyorsun! Kaç kez sordum sana, anlat dedim. Yorgun olduğunu söyledin hak verdim. Ama bu gün olanlar normal değil farkında mısın? Takside de konuşmadın benimle. Komşuya da bağırdın öylece çekip gittin! Üstelik burada seni suçlamak yerine o davranışın nedenini soruyorum, hâlâ soruyorum Zeynep ve susuyorsun! Evlendin benimle, aynı evde ortak bir hayatı paylaşıyoruz. Kocaman insanlarız anladın mı? Çocuklar gibi küsemeyiz, sıkıntılarımızı saklayamayız!"

Aslında Zeynep'in o anki tüm problemi kendisiyleydi. Büyüdüğü ev, düştüğü ümitsizlikler, geldiği yeni ortam, Mehmet'in yanına yakıştırılmayışı onu kötü bir buhranın içine itiyordu ve ne kadar iyimser olmaya çalışırsa çalışsın bir girdapta boğulacak gibi hissediyordu. Oysa evlendikten sonra birçok şeyin daha iyi olacağını düşünmüştü. Köylünün dedikodularının; yaş, maddiyat, kültür farklılıklarının bu evliliğe zarar veremeyeceğinden emindi. Şimdi Mehmet'in hayal kırıklıklarıyla dolu bakışlarının karşısında, kalbi gücünü yitiriyor ve zafiyete uğruyordu.

Odadan çıktı banyoya girdi. Elini yüzünü yıkadı. Çocuk değildi o, bir evin hanımıydı. Bu odaların sorumluluğu vardı üzerinde. Annesi her yeni güne nasıl güçlü uyanıyorsa, o da öyle yapabilirdi. Hem daha öncesinde hiç mi sıkıntısı olmamıştı? Büyüdüğü ev cehennem gibiydi. Hep bir kaçışı vardı, yine bulurdu. Mutfağa girip dolaptan sebzeleri çıkardı, akşama yemek hazırlamak lazımdı. Sessiz ve gergin birkaç saatin ardından sofra kuruldu. Boğazlardan zar zor geçti lokmalar.

Mehmet söylediklerinden çok, Zeynep'in sıkıntısını düşünüyordu. Bu haline sebep olan her neyse büyük bir problem olmalıydı ve bir türlü öğrenemiyordu. Sofrada defalarca yüzüne baktı. İlk günlerde karşısına çıkan o ürkek ve çekingen simadan başkasını göremedi. Oysa çok iyi anlaşıyorlardı evlendiklerinden bu yana geçen zamanda. Zeynep yumuşak kalpli, güler yüzlü biriydi Mehmet'in yanında. Çalışkandı, kimse söylemeden yapılması gerekeni yapardı. Sohbet etmekten çok dinlemeyi severdi. Anılarından bahsetmek hoşuna gitmezdi. Güzel şeyleri anlatanların gözünün içine bakardı. Bir eli çenesinde sakince otururdu ve Mehmet bir resme bakar gibi dakikalarca seyrederdi bu saf manzarayı.

Zeynep bir huzursuzluk sürdürecek kadın değildi. İyi biliyordu Mehmet. Öylesini de tanımıştı. Bu işte başka bir iş vardı ve ne yazık ki bu akşam öğrenemeyecekti. Gece sabaha erdi. Daha sakinlerdi, kahvaltı esnasında havadan sudan konuştular hatta. Öğle vakti Mehmet işi olduğunu söyleyerek dışarıya çıktı. O sıra Zeynep işini bitirmiş oturuyordu. Dün olanları düşünüyordu. Bir çocuk gibi mi davranmıştı? Mehmet de diğerleri gibi mi düşünüyordu? Hep böyle mi olacaktı?

Zil çalınca düşünceleri dağıldı. Mehmet gelmiş olmalıydı. Kalkıp kapıyı açtı. Elinde siyah bir poşetle gelen eşinin selamını aldı. Sobanın yaydığı sıcaklık, adamın bedenini bir anne şefkatiyle sarmaladı. "Hadi gel, otur Zeynep." Oturduğu yere hâlâ durgun olan hanımını çağırdı. "Epey sakinleştik değil mi? Gel bu gün halledelim şu aramızdaki meseleyi."

"Evet, sakinleştik. Ben düşündüm de mevzu benimle alakalı. Yani, benim içimde bir sıkıntı vardı... Halledeceğim yani..."

"Senin içindeki sıkıntıyı geçirmeyeceksem niye buradayım Zeynep? Söz vermedik mi birbirimize? Sen benim her sıkıntımı biliyorsun, daha evlenmemişken anlatıyordum sana. Şimdi söyle, ettiğin haksızlık değil mi? Yakışıyor mu beni hep çok sevmiş o kıza?"

"Doğru, ben seni çok sevdim ama bu yetmiyormuş demek ki." Koltuğun kenarına oturup elleriyle oynamaya başladı.

"O ne demek?" Mehmet o an gerçekten bu söylenene anlam veremedi.

"Sen Almanya'dayken Mehmet bir köylü Zeynep için dönmez dediler. Çocuklu adamla evleniyormuşum, konuştular. Burada, herkes çok farklı. Kadınlar, konuşmaları... O komşular..."

"Sana bir şey mi söylediler burada? O kadına da o yüzden mi bağırdın?"

"Birinin bir şey söylemesine gerek yok. Ben gördüm bazı şeyleri. Sen çok farklısın benden. Seni görünce kimse gülmüyor, saygılı oluyor. Ben aynı değilim." Nihayet sıkıntı ortaya döküldü, ikisi de rahatladı. Zeynep'in yüzü kucağına bakıyordu. Kaldırsa, görecekti yanındaki, onu bu haliyle çok seven adamı. Mehmet kalktı kanepeden, kızın dizlerinin önüne çöktü. Şimdi göz göze gelebilirlerdi.

"Günahkâr ve yaşlı bir adam boynunu büküp senden bir sevda istedi. Sıcak bir yuva istedi. Gözlerinin içine yalvararak baktı. Namlunun ucunda durmayı göze aldı. Almanya'da duygulardan uzak, sürgün cezasından kurtuldu. Dünyanın bütün saygıları önüme serilse Zeynep'im, senin bir sevdalı bakışın etmez. Medeniyet sandıkları, gencecik bir kızın kalbini kırmaksa en aşağıdadır onlar. Âlem konuştu belki, sen yine bana geldin. Kaldırıp başımı bakacak halde değilim hiç kimseye. Baktığım yerde olan ve daima gülümseyen birinin varlığıyla şenleniyor hayatım. Bir kızım vardı içimi sıcacık eden, bir de sen geldin." Ağlamakla karışık bir iç çekti Zeynep. Yalan işitmediğini biliyordu.

"Ben gezdim dolaştım. Evet, senden daha fazla şey gördüm. Ama nihayet sana döndüm. Hiçbir dünya rengine hevesim yok. Keşfedilmemiş gözlerinden başkasını görmek istemiyorum. Belki zamanım çok, belki az. Gençlik hevesiyle arkamda bıraktığım ailemi özlüyorum." Başını Zeynep'in dizine koydu.

"Altmış yaşında değilsin Mehmet. Şöyle konuşup üzme beni. Madem dünya arkamızda kaldı, ben kimseyi duymamayı öğreneceğim sen de yaşlı bir dede gibi konuşmayı bırakacaksın."

"Güzel anlaşma, birlikte büyüyeceğiz. Ya da dur, büyümeyelim. Otuz yaşındayım. Bir kız babası olabilirim ama ruhumuzla, ömür boyu böyle kalalım." Kocaman bir gülümsemeyle kalkıp Zeynep'in yanına oturdu. "Anlaştık mı?"

"Anlaştık."

"O zaman..." Parmağıyla yanağını gösterdi. Fakat Zeynep'in buna hiç niyeti yoktu. Elini açıp poşeti işaret etti. Böylece lacivert tülbent sahibine kavuştu. Aile içindeki bir anlaşmanın imzası oldu.

Mehmet, Zeynep'i seyrederken aklından o günler geçti. Zordu ama ilkti. En güzeli de büyümemişlerdi. Ruhlarıyla ömür boyu öyle kalmanın beşinci yılındaydılar. Kuşların cıvıltıları doluyordu odaya. Bir çocuk düşmüş, bağırdı. "Keratalar, beş dakika susmadılar!" Mehmet dönüp pencereden dışarıya baktı. "Ula susun oğlum!"

"Mehmet, elleme çocuklara. Bırak oynasınlar. Bizimki yaramazlık ettiğinde ne yapacaksın?" Mehmet dönüp gururla gülümsedi.

"Kızımı görüyorsun değil mi? Nasıl güzel yetişmiş, uslu bir kız. Benim çocuklarım öyle yaramazlık etmez." Sonra durdu, bir an düşündü. "Aslında edebilir, yani ben öyle uslu bir çocuk değildim. Azize de kafasına esti mi dağ bayıra tırmanmaya alıştı. E çocuk dediğin oynayacak. Burası köy, tabi oynayacaklar." Dönüp pencereden baktı yine. "Oynayın oğlum, bakmayın kimseye!" Zeynep güldü adamın bu haline. Ne yapacaktı başka?

***

Hasan bey bir kahveye oturup dinlenmek istedi. Saatlerdir hastanede sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Cılız floresan ışığın altında, ayakta durmaktan şekeri düşmüştü. Yaşlandıkça bedeninde çıkan arızalar artıyordu. "Gencecik adamdım, ne zaman bu yaşa geldim?" diye sorguluyordu. Son senelerde içine atmaktan, gizli sıkıntılar çekmekten iyice harap etmişti kendini. Önüne bırakılan bir bardak demli çayı aldı. Doktorun söylediğine göre bu da yasaktı. Sigara içmezdi, içiyor olsa da bırakabilirdi ama çayı bırakamazdı. "Varsın sebebim olsun" diye söylenirdi.

"Oo Hasan abim, ne yapayisun buralara?"

"Mesut, ne yapalum oğlum. İlaç bitmiş idi, oni alduk."

"İyi bulabildun, geçen anam gitti ilaç bitmiş. Kari geri döndi."

"Düzenleme yapacaklarmış, radyoda dinledum geçen gün." Mesut sırtını sandalyeye yaslarken elini havada salladı.

"İnsanlar ölsün, düzenleme yaparız diye açıklama yapsınlar. Aman abi, bir ileri bir geri gidiyoruz. Kuyruk beklemekten yaşlanduk, düzenleme beklerken de ölürüz." Hasan bey güldü ağır ağır. Bu ülkenin siyasetini konuşmaktan yoruluyordu. Yorumsuz kaldı. Düzenin kurulması alsa yılları, yıkılması bir geceye bakardı. Yaşlı haliyle dünyanın çabucak dönmesine yetişemiyordu artık. "Abi seni görduğum da iyi oldi. Bizum bacanağın oğlu İstanbul'da bir fabrikada. Geçen köye geldiler, laf arasında Çiçek diye bir kızın adı geçti." Mesut zor olanı anlatınca canlandı Hasan bey. Dikleşti oturduğu yerde.

"Senun kızi ben tanirum, o uşak bilmez. Çiçek diye bir kız var, hemşerim dedi. Aklıma sen geldun. Ben diyeyim sana, gitmek görmek istersen adresini bil. Bi bakarsun, eğer bizum Çiçek ise konuşursun." Hasan bey fabrikanın adını ve nerede olduğunu öğrendi. Belki oradaki kendi Çiçek'iydi. Bulurdu, karşısına çıkardı eve götürürdü. Çayı buz gibi olmuştu. Parasını bardağın kenarına bırakıp kalktı.

***

Rahime hanım üst kata çıktı elindeki ufak keseyle. Kilitli kapıların önünden geçti. Kızıl ikindi güneşi pencereden içeriye süzülüp halılara desen yapıyordu. Ev sessizdi. "Zeynep" diye seslendi. Mehmet'in caminin bahçesinde oturup çay içtiğini biliyordu ama gelininin evden çıktığını görmemişti.

"Odadayım ana, gel!" Katladığı çamaşırları dolaba koyarken bağırdı Zeynep. Gündelik işlerinden birini yapıyordu yine. Çay döneminde çok kıyafet kirleniyordu. Öyle ki yıkanmaktan yıpranıyorlardı. Rahime hanım içeriye girip sandığın yanındaki ahşap sandalyeye oturdu. "Bitti sayılır aşağıya geliyordum ben de. Bir şey mi diyecektin ana?"

"Diyecektum, benum gelmem da iyi oldi. Otur bakayım karşıma." Zeynep dolabın kapağını kapatıp oturdu yatağın ucuna. "Allah'ıma şükür bir evlat daha nasip etti Mehmet'ime. Sağlukla kucağunuza alursunuz inşallah. Evimiz şenlensun, sayımız artsun." Parmaklarının arasında tuttuğu keseyi açtı ve bir altın bilezik çıkartıp Zeynep'in koluna taktı.

"Ne gerek vardı" dedi kız mahcup bir halde.

"Bütün torunlarımın analarına bir bilezik ettum. Bir tek o kari var ya..." Gözlerini kısıp başını salladı. Azize'nin annesini ima ediyordu. "Onun yerine torunuma takacağum. O bana teselli oldu, giden kızımın yerine geldi." Elini dizine sürtüp diğer konuşacaklarını içine attı. Zeynep'in karşısına tebrik için çıkmıştı, derdini anlatmak için değil. Kalkıp kızın başından öptü. "Oğlum evinde mutlu, Allah senden razı olsun" dedi.

***

Hasan bey eve vardığında Mehmet'i bekledi sabırsızca. Geldiğinde de hemen odaya çekti. İstanbul'a gitmeleri gerektiğini ve bunun da aralarında sır olarak kalacağını söyledi. Evden birine söyleseler ve Çiçek'i bulamadan gelseler problem olurdu. Durduk yere herkes sıkıntıya düşerdi. Mehmet'in sorgusuz sualsiz geleceğini bildiğinden yarın öğle vaktine iki kişilik bilet almıştı Hasan bey.

Hanımlar bu acil yolculuğun sebebini bilmiyordular ve öğrenemediler. Bir iki günlük kıyafetin olduğu çanta hazırladılar. "Mehmet inat ettin söylemiyorsun, bari çabuk gelin. Dikkat edin kendinize oralarda." Sürekli telkinde bulundu Zeynep. "Babam bir şey saklıyor, sen de sırrına ortak oluyorsun ama inşallah kötü bir şey yoktur."

"Zeynep'im kötü bir şey olsa ben böyle rahat olur muyum? Sen de sakin ol, yorma kendini. Düşünme bu kadar. İki gün benden ayrı kalacaksın diye üzülüyorsun anlıyorum ama dayanıver biraz hasretime."

"Gülüyorsun halime, ayıp ediyorsun. Hiç anlamıyorsun beni." Çantanın fermuarını kapatıp kenara koydu Zeynep. Sonra da arkasını dönüp kendini bir işle meşgul etmeye çalıştı. Hislerinde ciddiydi, Mehmet'in hâlâ şaka yapıyor oluşu şu anda hiç hoşuna gitmiyordu.

"Ben seni anlamaz olur muyum? Tamam, bir bak bana. Güzel bir iş için gidiyorum. Sadece bunu bil, geri döneceğim kısa zamanda."

"İnşallah de."

"İnşallah Zeynep'im."

***

Azize sabah erkenden kalkıp, herkes uyuyorken mutfağa gitti. Unu çıkartıp hamur yoğurdu. Babaannesinden öğrenmişti ve iyi yapıyordu. Hamuru mayalanmaya bıraktı, gidip sobayı yaktı. Babası yolculuğa çıkacaktı. Niye gittiğini bilmiyordu ama bir terslik sezmemişti halinde. Otobüste yemesi için poğaça yapacaktı. Ankara'ya giderken babaannesi hep çantasına poğaça, börek koyardı. Mola verildiğinde, özellikle de geceleri, çayla beraber çok lezzetli olurlardı.

Ev ahalisi uyandığında poğaçaları fırına vermişti. Ateşin başında terliyordu biraz ama buna değeceğini düşündü. İlk önce dedesi girdi odaya. Torununu koşuştururken görünce şaşırdı. "Hayırdur?"

"Günaydın dede" elindeki bezi bırakmadan gidip dedesine sarıldı. Sonra da mutfaktan çaydanlığı su doldurup getirdi. "Bu gün kahvaltı hazırlamakta yengeme yardım etmeye karar verdim. Poğaça da yaptım. Pişiyorlar, çantanıza koyacağım."

"Ha bu saatte? Aferun sana. Sobayi da mi sen yaktun?" Etrafta başka kimse yoktu gerçi ama adam gayriihtiyari sordu.

"Tabi, hepsini ben yaptım. Yumurtaları da alacaktım ama o işi yapmayı Hüseyin çok seviyor. Ona bıraktım. Uyansa da yumurta getirse, haşlayacağım." Azize etrafta dolanmaya devam etti. Dedesi dikkatli olmasını söyledi. Büyüklerinin yanında ufak tefek işleri yapıyordu, hevesliydi de. Ama tek başına, ateşin yanında dedesini tedirgin ediyordu. Rahime hanıma göre bu yaşa gelince birçok şey yapılabilirdi. Bu sebeple iş öğretirken hiç çekingen davranmıyordu. Azize de bir adanmışlıkla çabucak öğreniyordu.

Selvi uyanıp geldiğinde hazır olmuş çayı, haşlanan yumurtaları, tabağa konmuş peyniri gördü. Üstünde pijamalarıyla dolanan Azize'nin marifetiydi bu. Mis gibi bir koku geliyordu burnuna. "Periler mi gelmiş buraya?" diye sordu hayretle.

"Ben peri oldum yenge!" Azize neşeyle döndü kendi etrafında. On beş dakika içinde sofra tamamen hazır oldu ve herkes kahvaltı için toplandı. Mehmet, dere kenarındaki pikniği anımsadı Azize'yi görünce. Küsmeden hemen öncesinde keyifli vakit geçirmişlerdi. Sandalyesinin başında oturmadan beklerken kızına baktı. Araları iyiydi ve belki de habersiz barışmışlardı.

"Kocaman oldi benum kızum. Oy maşallah!" Rahime hanım sık sık yapmasa da bu sabah sulu bir öpücük kondurdu kızın suratına. Arkasını döndüğünde Azize yanağını sildi. Mustafa kıkır kıkır gülüyordu. Gülcan sofradan kalktı. Aç olmadığını söyledi.

Saat on bir gibi kapıya araba geldi. Çantayı koydular, bir iki günlük muamma yolculuktan önce vedalaştılar. Rahime hanım kocasına, dönerken Sürmene'den bıçak almasını tembihledi. Hasan bey ise Çiçek'i getirmeyi hayal ediyordu. Mehmet Zeynep'e kendisine dikkat etmesini söyledi. Bir ihtiyacı olursa evdekilerden hiç çekinmeden yardım istemesini hatırlattı. Azize arabanın yanında bekliyordu. Elindeki poşette poğaçaları vardı. Bir tane Hüseyin'e vermişti. Mustafa doymak bilmiyordu, hepsini yer diye korktuğundan ondan kaçırmıştı tepsiyi.

Mehmet Azize'nin yanına gitti gülümseyerek. "Kısa zamanda döneceğim" dedi. "Belki sana güzel haberler getiririm."

"Nasıl haberler?"

"Şimdilik söyleyemem. Gel bakayım, sarıl babaya." Kollarını açıp Azize'yi sarmaladı. "Boyun gün geçtikçe uzuyor" diye söylendi. 

"Hep merak edeceğim."

"Sır tutabilecek kadar büyüdün mü sen?" Mehmet geriye çekilip süzdü kızını. Gözlerinde gördüğü sadakate gülümsedi. Eskisi gibiydi. O anın hatırına eğilip kulağına yaklaştı. "Çok sessiz olacaksın tamam mı? Sadece sana söylüyorum, büyük bir sır bu. Halanı aramaya gidiyoruz." Azize sevinç çığlığı atmamak için kendini zor tuttu. nefesini hapsetti yanaklarının içine. 

"Tamam, çabuk gidin gelin o zaman." Ellerini çırpmak istedi ama poğaçaları hatırladı. Babasına uzattı torbayı. "Poğaça yaptım, yolda yemesi zevkli oluyor."

Mehmet keyifle güldü. İçi içine sığmıyordu zaten. Biraz da işittirmek ister gibi yüksek sesle konuştu. "Ah benim kızım, görüyorsun ya senden başkası düşünmüyor beni. Ne demiştim sana hatırlıyor musun? Yaşlanınca sen bakacaktın bana. Eline sağlık, teşekkür ederim." Torbanın ağzını açıp poğaçaların kokusunu içine çekti. Bu geçen yıllarda konuşmayı, sevinmeyi, gönül almayı öğrenmişti Mehmet. Gitmeden evvel de kızını memnun etti.

Çiçek'i bulabileceklerine dair inancı vardı. Koca İstanbul'da bir fabrikada duymuştu adını. Trabzonluysa o kız, kardeşi de olabilirdi bittabi. Kimse kızmayacaktı ona, yadırgamayacaktı. Bulsalar, sarılıp sahip çıksalar yeterdi. Yerini bilseler, bu endişeli hasret sona ererdi.

***

Umarım eksikliklerin birazını tamamladığımız bir bölüm olmuştur. (Bir anda aklıma Tarık ve Sahra geldi, konuşmamın arasına giriyor ama duygulandım.)
Sizce o Çiçek bizim Çiçek mi? Güzel olurdu bulup eve geri getirsek. Bulamazlarsa da büyük hayal kırıklığı... 

Yakın zamanda benim için bir yolculuk var nasip olursa. Ve yanımda bilgisayar olmayacak. Yazamayacağım... On beş yirmi gün kadar bölüm de atamayacağım haliyle. Birikmiş bölümümüz de yok elimde.
Azize sizi özler, siz Azize'yi ben de hepinizi. Buralar size siz de Allah'a emanetsiniz. Umarım yeniden, güzel vakitlerdi hikâyemizi yayınlamaya devam ederim. 

Selam ve dua ile...

Continue Reading

You'll Also Like

Gökçe By Tugba46

General Fiction

15.2K 1.5K 15
Ben Gökçe, yetim ve öksüz büyümüş hayatta kimsesiz olan Gökçe... Hayatımın baharında kimsem olmadığı için ateşlere atılan Gökçe... Ya bu ateşte yanac...
25.3K 1.7K 11
Bir adam, çok sevdi o kadar çok sevdi ki , sevgisi kara sevdaya, özlemi acıların en büyüğüne dönüştü. O kadar çok sevdi ki ? Sevdası yüreğin de bir...
30.5K 2.4K 18
"Yani bu gece gerçekten öleceğim." "Üzgünüm Öksüz." "Gerçekten mi?" "Gerçekten. Ölümüne üzülemeyeceğim için çok üzgünüm."
39.6K 3.7K 34
Rüzgar... Yıllar önce yaptığı bir yanlış yüzünden başına bela almış ve bu beladan kurtulmak için çok yanlış bir yol seçmiş adam. İpek... Canından ço...