KIŞ GÜNDÖNÜMÜ

By -zehradogan

786K 50.5K 56.8K

Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike... More

GİRİŞ
1 - GÜNDÖNÜMÜ FESTİVALİ
2 - YENİLİKÇİ DÜZEN
3 - EĞİTİM GÜNLERİ
4 - ASKERİ DİKTATÖRLÜK
5 - TEHLİKENİN ÇAĞRISI
6 - KAL YA DA KAÇ
7 - KADERİN İZLERİ
8 - GÖZLER ÖNÜNDE
9 - KÖR BAŞLANGIÇ
10 - SIRLAR DENİZİ
11 - KAYIP RUHLAR
12 - KORKU TOHUMLARI
13 - TUTSAK ÖZGÜRLÜK
14 - AÇIK TEHDİT
15 - YARDIM ELİ
16 - KUŞKUNUN ZEHRİ
17 - GÜNÜN SİSLİ YÜZÜ
18 - KONTROLÜN SINIRLARI
19 - KARŞI KARŞIYA
20 - KAOTİK SAVUNMA
22 - CESARETİN SINAVI
23 - SAVAŞ HÜKMÜ -1
23 - SAVAŞ HÜKMÜ - 2
24 - TOPRAKLARIN KANI
25 - ONURLU MÜCADELE
26 - GECE YARISI İLLÜZYONU
27 - BÜYÜCÜLER VE TILSIMLARI
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 1
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 2
29 - ZOR TERCİH - 1
29 - ZOR TERCİH - 2
30 - SON SÖZ
31 - AY KARANLIĞI
32 - STRATEJİK TAKİP - 1
32 - STRATEJİK TAKİP - 2
33 - GERÇEĞE SARIL
34 - METAL GÜNBATIMI
35 - GECEYE AĞLAYAN
36 - İNTİKAM FIRSATI
37 - KANLI YÜZLEŞME
38 - SİNSİ MASKELER
39 - YİTİK VİCDAN - 1
39 - YİTİK VİCDAN - 2
40 - ÇİRKİN ISRAR
41 - ARENA

21 - GÜRÜLTÜLÜ ZİHİNLER

11.9K 1K 1.6K
By -zehradogan

Merhabalar... Belki bilmeyenleriniz vardır diye söylüyorum. Ben bu kitabı iki seri olarak düşündüm. Bana mutlu son mu, mutsuz son mu olacağı soruluyor. Artık bu sorulara bir cevap vermem gerekiyordu.

Evet. İlk kitabımızın son bölümlerine artık çok yakınız. Kurguladığım gibi giderse 25. bölümde finali yapacağız. Daha sonra ikinci kitap başlayacak ve o da 25 bölüm sürecek. Şu an için fikrim bu yönde. Yani Kış Gündönümü 50 bölümün sonunda bitecek arkadaşlar.

Biz şu an birinci kitabımıza odaklanalım. 25. bölümde sizleri çok mutlu bir son beklemeyebilir. Önümüzde büyük bir savaş var. Bu savaş bize uzun bölümler okutacak gibi duruyor. Savaştan sonraki hayatlarının ise tahminlerinizin dışında olacağını düşünüyorum.

Bu bölüm karakterlerin iç dünyası konuşacak. Bazen onların genç, tecrübesiz ve insan olduğunu unutuyorsunuz. Çok sert yorumlar okuduğum oluyor. Açıkçası üzülüyorum çünkü ben bir karakteri olabildiğince gerçekçi yazmaya çalışıyorum.

Yaşadıkları hayat, ellerindeki şartlar normal değil. Hiçbiri normal bir süreçten geçmedi bu yüzden aldıkları kararlar hatalı olabilir. Yanlış da olabilir. Bu yüzden onların gözünden okuyalım. Bu kitapta en kötü karakterden en iyisine kadar hepsine hak verdiğim yerler var. Psikolojik bir savaş da veriliyor aslında. Zaten bölümü okuyunca anlayacaksınız. Bütün duygular birbirine karışacak... Bölüm sonu sorularına da kendinizi hazırlayın.

Oy ve yorum yapmayı unutmayalım. Neler düşündüğünüzü okumak istiyorum. Lütfen 500 yorumun altına düşmeyelim. Siz bu sayıyı kolayca yapabiliyorsunuz. O halde başlayalım. Keyifli okumalar... 

"Gizleyemediğin ne varsa, her adımında izini bırakır."

2 Saat Önce...

Nefesim daralıyordu. Kalabalığın ayak sesleri kalbimi çiğniyordu. Huzursuzluk bütün kanıma işlemişti. "Kardeşlerimin yaşadığını biliyordun. Seninle defalarca göreve çıktık Matteo. En azından bana onların yaşıyor olduğunu söyleyemez miydin?" Kwang'ın soğuk ses tonunun altında bariz duyulan bir öfke vardı. Matteo onun tersine oldukça rahat bir tavırla, "Ben kimseyle duygusal bir bağ kurmam Kwang Jee. Kimsenin aile bireyi umurumda değil. Ben işime bakarım," dedi. Kwang, diline gelen sözcükleri yutarak onu kâle almaz bir gülüşle yanıtladı. Bunun ardından Matteo'nun üzerine yürüyen Jonah oldu. "Bencilliğinden ödün vermemiş gibi duruyorsun Matteo!" Bu cüretkar sözün sahibini öldürmek ister gibi bakan Matteo belinden çıkardığı silahını Jonah'a doğrulttu. Silahı çıkarır çıkarmaz tehditvari ses tonu herkesin hedefi olmuştu. "Ödün vermediğim başka alışkanlıklarım da var. Görmek ister misin?" Matteo'nun sözü ve Jonah'ın kafasına doğru bastırdığı silah üzerine Boris ve Bartu, Jonah'ın önüne geçti.

Bartu, "Ağır ol Matteo! İndir silahını," diyerek Matteo'nun göğsünü eliyle bastırdı. Bir adım daha yaklaşmasına fırsat vermeyen bir güçle onu durdurdu. Burun buruna birbirine kilitlenen gözler nefret doluydu. Matteo ise göğsüne dokunan ele bakarak öfkeli bir surat takınmasına rağmen gülümsüyordu. Jonah'a çektiği silahın namlusunu ondan alarak hızla Bartu'nun kafasına geçirdi. Başı aldığı darbenin yönüne doğru savrulan Bartu'ya, "Yeterince ağır mıydı?" diyen Matteo beraberinde araya Diego ve Ethan'ın girmesine sebep olmuştu. Matteo dövüşürken sanki başka birine dönüşmüştü. Birdenbire ne olduğunu kavrayamadan herkes kavgaya tutuldu. Matteo delirmiş gibi kendine dokunulmaya fırsat vermeden dövüşüyordu. Bu duruma Lee kardeşler karışmadı. Ahsen, Medusa ve Çağan da bir an da ne olduğunu anlamaz bakışlarla onları izliyordu. Gözlerim Doğa'yı aradı. Yere düşen bir silahı eline alan Doğa'nın havaya bir kurşun sıkmasıyla bütün hareketler durdu. "Yeter!" Sesi öyle yankılanmıştı ki bu saçmalığı izlemeye tahammülü kalmamış gibi Matteo'ya baktı. "Matteo!"

İkisinin gözleri de birbiriyle buluştuğunda o gözlerde gördüğüm tek şey nefretti. Matteo'nun bakışlarında hiçbir incelik yoktu. Doğa ise ona iğrenir gibi bakarak konuştu. "Gittiğin her yerde herkesin nefretini kazanıyorsun. İstemediğin bir şey duyduğunda yaptığın şu halta bak. Kendine gel artık! Kimse senin tatmin edilemez egonun kurbanı olmayacak!" Kimse konuşmadı. Kimse kımıldamadı da... Bu sözler üzerine Matteo, gerilen yüz ifadesiyle Doğa'ya doğru yürüdü. Ağır adımları ona doğru yaklaştığında Doğa silahını Matteo'ya doğrulttu. Silahın üzerine doğru yürümeye devam eden Matteo, Doğa'nın gözlerine çözülemeyen bir ifadeyle bakıyordu. "Yaklaşma bana! Vururum," diyen Doğa'nın sözlerine aldırmayan Matteo mesafeyi kapatmıştı. Aralarında öyle bir enerji vardı ki burayı yakıp kavurmaya yeter nitelikteydi. Karşılıklı bir nefret görüyordum. Birbirlerinden ziyade kendilerine kızıyor gibiydiler. İkisinde de bir kabullenememe hali vardı. Bir öldürme arzusu seziyordum. Birinden biri ölse diğeri rahat edecekti.

Matteo, Doğa'nın karşısında durduğunda silah karnına değiyordu. Sımsıkı silaha tutunan Doğa'nın ellerine dokundu. İkisinin de bakışları birbirinin aynası gibiydi. Üzülüyordum... Bir çocuğun eline silah vermek gibi bir şeydi bu. Çocuk silahtan anlamazdı. Ya onunla oynar ya da beceriksiz bir dokunuşla ateşlerdi. Kurşunun nereye geldiğini düşünemeyerek... Onlarda gördüğüm şey buydu. İkisi de eline silah verilen çocuk misali birbiriyle ne yapacağını bilemiyordu. Doğa'nın yeşil gözleri çatılan kaşları arasında öfkeden alev gibi parlıyordu. Gözleri dolmuştu fakat sinirinden böyle olduğu belliydi. Matteo ise onu dalgasında boğmaya niyetlenen mavi gözlerle izliyordu. Herkes nefesini tutmuş ikiliden gelecek bir hamleye hazır bekliyordu. Silahı kavrayan parmakları çözerek eline alan Matteo, Doğa'nın yüzüne doğru soğuk bir ses tonuyla fısıldadı. "Sen o silahı bana ver küçüğüm. Eline yakışmıyor."

Aldığı silahla uzaklaşan Matteo bir savaş aracına doğru yürüdü. Doğa ortada tuttuğu nefesiyle kalakalmıştı. Yumruklarını sıkıyordu. Ona doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Ben karşısına geçtiğimde Kwang da, "Hadi! Gidelim buradan!" diye topluluğa bağırdı. Bizi izleyen gözlerin çekilmesini sağladı. Herkes odağını bizden aldığında Doğa'ya dikkatle baktım. Elimi bir yanağı üzerine koyarak donuk gözlerinin bana bakmasını sağladım. "Doğa?" Gerilen yüzünden çenesini kastığı belliydi. Sıktığı dişleri arasından konuşmak ister gibi oldu ama beceremedi. "Hadi, seni araca bindirelim," diyerek onu omuzlarından tuttum. Hemen yanında beraberinde yürüdüm. Benim yönlendirmemle hiçbir şey demeden sadece bana uyum sağlamıştı. Matteo maalesef ki fiziksel olarak da Doğa'nın babasına benziyordu. O her zaman babasını sevmek ve nefret etmek arasında kalmıştı. Her zaman onun mavi gözlerinden kan aktığını görmek istediğini söylerdi. Göz çukurlarına sapladığı bıçağın arasında kalan o gözleri, babasının eline vermeyi de istemişti. Fakat bunu yapan annesi oldu...

Doğa'nın yanına oturmak istediğimde bunu reddetti. Onun başını göğsüm üzerine koyup yolculuğa devam etmek istemiştim. Bu şefkati görmek istemediğini anlıyordum. Bundan güç alıp herkesin içinde ağlamak istemiyor olmalıydı. Onu böyle görmek beni hasta ediyordu. İstemeyerek de olsa onu arkada bizimkilerle bırakarak Kwang'ın yanına gittim. Şoför koltuğuna geçen Kwang'ın yanında yerimi aldığımda aracımız dolduğu için harekete geçtik. Peşimizden gelen iki araçla birlikte hızla askeriyeye doğru yol aldık. Kalbim göğsüme sığmıyordu. Ara ara vuran baş ağrım bazen beni gerçekten uyuşturuyor ve acısına alıştırıyordu. Fakat bu görmezden gelebileceğim bir ağrı olmaktan çıktı. Artık bir doktora görünmeliydim. Bu baş ağrısı normal değildi. Baş ağrısıyla süren yolun sonunda ne kadar zaman geçtiğinin farkında olmayarak araçtan indim. Bütün algılarım birbirine karışmışken bir de karşılaştığım insanlar zihnimi bulandırıyordu. 971 mi? O kadın mı?

***

Tekrar karşılaşacağımızı biliyordum. Cümlenin rahatsız edici tınısına karşılık olarak, "Kiminle karşılaştığının farkında değilsin," dedim. Tek kaşımı kaldırarak söylediğim keskin cümlemin ardından bana doğru bir adım attı. O günden bugüne çok şey değişmişti. "Farkındayım," dedi ve hastalıklı bir gülüşle ekledi. "Sen, dördün kurucusu Kwang Jee ile evlenen Hesna değil misin?" Duyduğum soru üzerine kaşlarımı anlamamış gibi çattığımda sinirden gelen gülmemi bastırmak için dudağımı ısırdım. Medusa, "Dördün kurucusu ne demek?" diye öne doğru atıldı. Kwang'a bakmadım ama üzerimdeki bakışlarını hissediyordum. Doğrudan karşımdaki kadından duyacaklarıma odakladım kendimi. Bir Kwang'a bir de bana bakarak, "Duyduğuma göre Akhar'ın ölümcül oyunlarından biri olan dört kasalı odada neredeyse boğuluyormuşsun. O odayı Kwang Jee'nin yaptırdığını sana kimse söylemedi mi?" dedi. Dördün kurusucu... Kwang Jee'nin yaptırdığı oda... 

O güne gittim. Boğulmak üzere olduğum o güne... Kwang'ın sözleri zihnimde dolaşmaya başladı. Sen dördü nereden biliyorsun? Sana dördü düşündüren neydi? Dört bazı rütbeli askerlerin ortak sırrıdır... Dert etme. Denklem olayının gerçek olduğunu düşünmüyorum. Akhar'ın saçmalığı. Bence oradan sadece dört rakamı çıkartıyor. Aklınca bana ceza aldıracak öyle mi? Büyük bir ceza kesemezler... Kwang'a baktım. Kendi kendime gülümsedim. Aslında bunun önüme geleceğini biliyordum. Bu konu hakkında ne kadar düşündüğümü hatırladım. Şüphelerimi dağıtmak için ne kadar da çabalamıştım. O bana öyle günahsız geliyordu ki onun da bir insan olduğunu neredeyse unutmuştum. Bunu bana neden söylemedi? Eksik anlattığı bir şeyler olduğunu sezmiştim. Kendi kendime kurduğum cümleler aklıma geldi. Eğer bir yalanın içindeysem çekeceğim acıdan ben sorumlu olurum.

Kwang'ın gözlerinden bir şeyler anlamayı umdum. Fakat o kararlı duruyordu. Üzgün olmaktan ziyade öfkeliydi. 971 yine konuştu. "Aslında orası bir nevi intihar odasıdır. Oyun denilmesinin sebebi de Akhar'ın hayatı kumar gibi görmesindendir. Yalnız tek fark, orada oynama şansının olmaması. Akhar seçkin askerlerinden bu oyun odasını kurmasını istemişti. Bir tanesi de Kwang'ın fikriydi. Ondan bir oda istendi, o da yaptı. Fakat ben şuna şaşırdım. O odanın bir denklemi olmadığını bütün seçkin askerler bilir. Her oyun odasının tek bir şifresi vardır. Bunu da oyun kurucuları bilir. Başka yolu yok diye biliyorum ama sen oradan çıktın. Bu da seni kahraman yaptı. Bu bizim şubemizde de duyuldu. Akhar bu oyunların şifresini kuruculara bıraktı. Ben de bir oda imar etmiştim. Yoksa Hesna Kaner, oradan şans eseri mi çıktı?" Duyduklarım doğru muydu? Bu yüzden mi bu kadar korkmuştu? Askerinden bir daha faydalanamayacağı için miydi tüm o endişesi?

Kwang'a bakıyordum. 971 konuşmasına devam etti. "Tabi Akhar kontrolün kendisinde olmasını seviyor. Bu yüzden önlemini almış olmalı. Eğer o oda izinsiz erişimle açıldıysa en sonunda bloke olur ve ölüm gerçekleşmez. Her şeyi dört açar deyimimiz aslında bir yanıltmacadır. O rakam her yerde yardım edemez." Daha fazla konuşmasına tahammülü yok gibi duran Kwang, "Yeter!" diyerek büyük bir sessizliğe sebep oldu. Gerçekten bana şu an çok farklı görünüyordu. Duygularını anlayamıyordum. Sanki etrafına görünmez duvarlar örülmüştü. Tekrar bağırarak konuştu. "Herkes Salon A'ya geçsin! Transfer olacak kişileri orada konuşacağız!" Bu haykırışı üzerine Çağan herkesi yönlendirmeye başladı. Doğa giderken bana merak dolu gözlerle bakıyordu. Medusa ve Ahsen de gidene kadar gözlerini benden ayırmamıştı. 971 de dahil hepsi alanı terk etti. Kwang'la karşı karşıya kalmıştım.

Bir şey soramadım. Normalde neler olduğunun açıklanması için sinir krizleri yaşayabilirdim. Fevri ve inatçı Hesna'nın beklenen tavrı bu olurdu. Fakat soğukkanlı yönüm şu an daha ağır basıyordu. İstemeden suçlayıcı bakışlarımı üzerine dikiyordum. İlk konuşan o oldu. "Bu çok önceden kurulan bir şey Hesna. Bu askeriyeye vermek zorunda olduğum bir şey." Dudağımın bir yanı bu cümleler üzerine kıvrıldığında bilmiş bir gülümseme takındım. Ellerimi ceplerime sokup başımı gökyüzüne kaldırdım. Derin bir nefes aldım. Soğuğu içime çektim. Tekrar ona baktığımda, "Elbette zorundasındır," dedim. Herkes bir şeylere zorunda bırakılmıyor muydu? Ölmemek için boyun eğilen kurallar, sessiz kalınan gerçekler... Elbette vardır açıklaması, elbette zorunda kalmıştır. Elbette her şey mümkün. Fakat benim boğazımı sıkan bu gerçeğin varlığı değil. Bu gerçeğin bana söylenmemiş olması... "Neden bekledin?" dedim. Dikkatle gözlerime bakıyordu. "Neden daha önce söylemedin?"

Ona bu durumu yakıştıramamıştım. Onun üzerine değecek asılsız bir söylentiye bile açık değildim. Neden şimdi kalbim canımı yakıyordu? Onunla tanıştığın günden beri bunu beklemiyor muydun Hesna? Seni kullandığını söyleyip durmuyor muydun kendine? Al işte. Rahatlayabilirsin. Neden acı çekiyorsun? Oysa sadece küçücük bir gerçeği gizledi değil mi?  "Bana güvenmiyordun," dedi. Sanki şimdi güvendiğimden çok eminmiş gibi... Sahi, ne komiktir ki bu doğru. Ona güvendim. Alıştım. Hatta... Hatta sevdim belki de. Bir eşyayı sahiplenir gibi hoşuma gidiyordu. Hesna! Kimi kandırıyorsun? Sadece hoşuna gitse bu kadar etkiler miydi seni? Neden acıtmasına izin veriyorsun? Bana bir adım yaklaşarak konuştu. Aramızda birkaç adımlık bir mesafe vardı. "Anlamazdın. Benden kolayca kurtulmanın yollarını arıyordun. Bu kendini benden uzak tutman için yeterli bir sebepti. Sana yakın olmak için ne kadar çabaladığımı hatırla. Bunu mahvedemezdim." Anlamazdım... Doğru. Çok isabetli bir yorum oldu bu. Gözlerim dolmak ister gibi bir buğu katıyordu görüşüme. "Peki şimdi mahvetmediğini sana düşündüren ne?" dedim. 

Şu an bu durumun içinde olmaktan ne kadar rahatsızlık duyduğunu görebiliyordum. "Hesna..." dedi. Bir şey demedim. Sessizliğim onu konuşturmaya başladı. "Bu askeriyenin ilk zamanları bizden istenen bir talepti. Akhar'a ve onun kurallarına yakın olmak için buna girmeliydim. Evet, şifre bendim. Başkası bilmiyorken senin oradan çıkmış olmana bu yüzden şaşırmıştım. Şifreyi bulacak kadar uzun bir zamanın olmadığını biliyordum. Dört ise aslında sadece bir söylentiden ibaretti. Sonra araştırdım. Nasıl çıktığını anlamak için iletişim odasından Akhar'a bir mesaj gönderdim. Geri cevap geldiğinde izinsiz erişim olduğundan odanın bloke edildiği söylendi. Aslında dördün bir anlamı olduğu için değil." Güldüm. Anlattıkları kulağıma uğultu gibi çarpıyordu. Akın, bu kadar önemli olmayan bir rakam için mi benim oraya hapsedilmeme izin vermişti? Ne cahil bir düşünce. Başından beri boş bir yardım beklentisiymiş bu bilgi. Ya Beril? Neye göre, ne güvenceyle girmişti bu işe? Giriş iznini oluşturmuş olsalardı? Körü körüne ölecekmişim...

Başta sorduğum sorumu yineledim. Bu sefer üzerine bastırarak sormuştum. "Bana bunu söyleyecek miydin?" Hiç düşünmeden cevapladı. "Hayır. Bilmen gerekmiyordu. Seni o odaya sokan ben değilim Hesna. İyi düşün." Mesele bu değildi ki. İçimde karışan duyguları ifade edebilmek içi uğraştım. "Peki söyler misin? Bana başka bilmem gerekmeyen şeyler olduğunu düşünmemi engelleyecek ne sebebin var? Bay Lee'nin bana söylemeye gerek görmediği, zorunda bırakıldığı şeyler neler acaba? Bütün dürüstlüğünle önümde durmalıydın. Zor bir yokuş çıkardık ama sonunda rahatlardık. Ben şimdi acaba Kwang Jee bana başka neler söylememiş olabilir diye düşünmek zorunda kalmazdım! Öğrenemedin mi beni? Bilmiyor musun? Nasıl zorlandım ben? Şu hayatta birine güvenmek kadar korktuğum bir şey yok. Senin bana bu hissi yaşatmayacağına emin olmuştum. Son zamanlarda ne kadar suçladım kendimi biliyor musun? Çok sert davrandığımı, tavırlarımı hak etmediğini düşünüp durdum. Bana o odayı açıklarken bile sana güvenmediğim için içimde barınan düşüncelerden utandım. Akın beni seninle tehdit ettiğinde bir yolunu bulabilmek için kıvrandım. Çözümler sunmaya çalıştım. Sen ise karşımda rahat rahat oturdun mu?"

Çok mu hassas davranıyordum? Tamam, o zamanlar çok sivriydim. Belki de onun canını okurdum. Belki de yanıma hiç yaklaştırmazdım. En azından kendi söyleseydi. Bu şekilde mi duymalıydım? Bilmen gerekmiyordu sözünün altında daha bilmediğim neler vardı? İşte bu düşünce beni yoruyordu. Aslında yormamalıydı hatta umurumda da olmamalıydı! Tamam ama ona sarıldım ben... Elimi tutmasına izin verdim. Onunla uyudum. Neden yaptım bunları? Daha önce tecrübe etmediğim bir şeydi bu. Onunlayken iyi şeyler hissettiğimi, asla hata yapmaz dediğimi kendime söylediğimi biliyorum. Neden hata yapmasın ki? Onu nasıl bir çember içine almıştım ki o her insan gibi hata yapamasın? Farkında olmadan, nasıl da farklı kılmışım onu... Ona dokunmadan uyuyamaz hale nasıl gelmişim? Düşüncelerimde çok fazla yer verdiğimi nasıl da anlayamadım? Peki şimdi ona bu bilgiyi bile konduramamam da neyin nesiydi? Aslında bu soruların cevabı belliydi. Canımın neden yandığını anlıyordum. Ben... Ben ona aşık olmuştum... 

"Anne, bir gün aşık olduğumu nasıl anlayacağım?" Gülümseyerek cevap verdi. "Çok acıtacaktır." Kaşlarımı çatarak ona baktım. "Seni bulutların üzerinde gibi hissettirmesi gerekmiyor muydu?" dedim. Bana küçük bir kahkaha atarak konuştu. "Bunu hangi masal kitabından okudun?" Bozulmuş gibi suratımı buruşturup ona baktığımda gülmeyi bıraktı. "Ciddi mi soruyorsun bu soruyu?" dediğinde başımla onayladım. Konuşmaya devam etti. "Kalbin kaburgalarına sığmayacak. Bakacaksın, nefes alıyorum diyeceksin. Hayatta olduğunu söyleyeceksin kendine ama içeride bir şeyler seni sıkıştırmaya devam edecek. O duru zihnin karışacak. Daha önce yaşadığın bir şeye benzemeyecek. Bu yüzden merak etme. Başına geldiğinde bunu hemen anlayacaksın."

Peki o? O da aşık mıydı? Yoksa işleri halledebilecek bir enayi bulmak mıydı amacı? Başımı öne eğdim. Yumruklarımı sıkıyordum. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Başka bir şey söylemek istemiyordum. Bu kadarını bile söylemek istememiştim ama dayanamadım işte... Bana doğru yürüdü. Tam karşımda durduğunda ise ona bakmadım. Elini yüzüme yaklaştırdı ve çenemi hafif bir dokunuşla ona bakmam için kaldırdı. "Hesna... Beni iyi dinle." Gözleri kızarmıştı. "Senin cesaretine hayrandım ben. Seninle karşılaşmadan önce bu kısa zamanda bu kadar ilerleyebileceğimizi asla düşünmedim. Benim tek başıma yıllardır ulaşamadığım bilgilere seninle aylar içinde ulaştım. Sonra zekana hayran kaldım. Mücadelene, inancına... Öyle nettin ki bana karşı bir milim yanıma yaklaşacağını düşünmüyordum. O odadan çıktığında evet çok korktum. Anlatmak istedim. Anlatmak istedim ama sonra beni yanına çağırdın Hesna. Benimle uyumak istedin... Bunu bozacak olmama dayanamadım."

Kaşları çaresizce gerilirken göz bebekleri hiç olmadığı kadar masum bakıyordu bana. Anlatmaya devam etti. "Sonra yakın olmaya başladık. Yüzüne alıştım," derken yanağıma parmak uçlarıyla  dokundu. "Saçlarına alıştım," dedi sonra ve önüme düşen saçları yavaşça arkaya attı. "Sesini duymaya alıştım." Sustu. Konuşmamalıydı. Konuşmamalıydık. Yalnız kalmak istiyordum. İhtimaller canımı sıkıyordu. Başka gizlediği bir şeyler olduğunu düşünmek canımı sıkıyordu.  Gözlerini uzunca kapattıktan sonra tekrar bana baktı. Düşüncelerim sarmaşık gibi birbirine dolanmıştı. O kahve gözler bu düşüncelerin her birini okur gibi bakıyordu bana. O da biliyordu... Ne kadar kırıldığımı. "Sana alıştım Hesna. Anlamaya başladım," dedi. Hüzünlü bir şekilde bakıyordum ona. "Neyi?" dedim. Yutkundu. Kısık bir sesle sorduğum sorumu fısıltıyla yanıtladı. "Sana aşık olduğumu..."

Kalbim bu sözle ne yapacağını bilmez bir şekilde sesini duyurmaya başladı. Yüzüm yanıyordu. Hem seviniyordum hem de kızıyordum. Hiçbir şey demedim. Düşünmeye ihtiyacım vardı. Uzaklaşmak istedim. Gözlerimi ondan kaçırdım. Bir şey duymayı bekliyordu. Küçücük bir şey. Yapamadım. Ona istediği cümleleri veremedim. Arkamı dönerek uzaklaştığımda binanın içine doğru girdim. Arkamdan gelmedi. İyi ki de gelmedi. İhtiyacım olan biraz zamandı. Ona aşık olduğum gerçeğini kabullenebilmem için bana biraz zaman lazımdı. Salon A'ya gitmeyecektim. Herkesi yerleştirebilirdi, görevlendirirdi. Sistem odasına yürüdüm. Kendi işime bakmalıydım. Şubelere mesaj gönderimini gizli yapabilmek adına daha çok çalışmalıydım. Yeni programlar öğrenmeli ve kod yazılımları için elimi hızlandırmalıydım. Kafamda planlar kurdum. Hiç kimseyi görmek istemiyordum. Koridor boyu yürüdüm. Sistem odası için asansöre binmeye hazırdım ki arkamdan gelen ses beni durdurdu. "Hesna!" 

Yanıma koşar adımlarla gelen kişiye döndüm. Hiç kimseyi görmek istemediğimi söylediğimde bunun başında kesinlikle Akın vardı. Akın ise karşımdaydı. Sinirlerimi bozacaktı. Karşımda durduğunda konuşmaya başladı. "Şimdi anladın mı beni? Onunla birlikte olman hatadan başka bir şey değil," dedi. 971'in söylediklerini duymuş olmalıydı. Onu önemsemeyerek tekrar asansöre döndüm. Onu dinleyecek halim yoktu. Asansöre dönmemle kolumdan tuttuğunda, "Ne yapmayı düşünüyorsun?" dedi. Beni delirtmek mi istiyordu? "Rahat bırak artık Akın! Ne yapacağım seni ilgilendirmez!" Kolumu ondan kurtardığımda bana afallamış gibi baktığında, "Gerçekten mi? Bu tepkiyi göstereceğin kişi ben miyim? Ben de bir şeyler yapmaya zorlanmıştım Hesna. Defalarca af diledim senden. Söylesene hala onun benden bir farkı mı var?" Şaşkınlık, öfke, şimdi her duygu içimde kaynıyordu. "Akın, ne kadar oynarsan oyna sen ve ben asla birlikte olmayacağız. Aferin sana! Gerçekten iyi oynadın."

Ellerimi alkış yapar gibi birbirine vurduğumda konuşmaya devam ettim. "Sen de seçkin askerlerdendin. O odayı Kwang'ın yaptırdığını biliyordun. Bu evlilik söylentilerinden daha en başında haberin vardı çünkü hükümetin her haltını yaptın! Her haber sana öncesinde geliyordu! Duyar duymaz koşarak geldin askeriyeye. Bana dörtten bahsettin. Daha o zaman başladı planın. Seni benimle asla evlendirmeyeceklerini biliyordun. Hükümetin seni bana vermeyeceğini de biliyordun. Biri olacaktı ama değil mi? O birinin Kwang olacağını da hemen düşündün. Kullanacaktın, kullandın da. Beni ölüm pahasına da olsa o şüphe çukuruna soktuğunda ne olacak sanıyordun? Sana geri döneceğimi mi?" Hızlı konuştuğumdan dolayı biraz nefes aldım. Bana şaşkın bir ifadeyle bakıyordu. Devam ettim. "Kendi hatalarını bastırmak için sürekli birilerini önüne katıyorsun. Ben yapmak zorunda olduğun şeyler için bırakmadım seni! Bana defalarca yalan söylediğin için bıraktım! Korkak davrandığın için! Senden bir açıklama duymak istediğimde beni elinin tersiyle ittiğin için! Seni dinlemeye belki de affetmeye hazır olduğumda bana ne dediğini hatırla!" 

İşaret parmağımı ona doğrultarak konuşuyordum. "Aşka zaman yok! Böyle dedin bana. O zaman aşka vakti olmayan adamın şimdi burnumun dibinde işi ne? Çık git hayatımdan!" Hızlı hızlı nefes alışverişlerim göğsümü de beraberinde hareket ettiriyordu. Öfkeliydim. Her şeye öfkeliydim şu an... Konuşmaya başladı. "Ben sandım ki, başkalarında da hata gördüğünde beni anlarsın." Sesi öyle kırılgan çıkmıştı ki yüküme yük eklemişti. Gözlerimi uzunca kapattım. Cümlelerimi içimde tarttığımda konuşmaya başladım. Sakin davranmak istiyordum. Ona bakarak, "Herkes hata yapar Akın. Ben seni anlıyorum," dediğimde öne eğik olan başını kaldırdı. "Anlıyor musun?" dedi inanamaz bir yüzle. "Evet, hepimiz çok zorlandık. Karakterlerimiz, tavırlarımız, tepkilerimiz değişti. Katlanmaya çalıştığımız şeyler altında ezildik. Seni bunun için anlayabiliyorum. Fakat zorlama. Ben öyle kuvvetli sarıldım ki bu davaya, dinimi özgürce yaşayabilmek için hala direniyorum. İnancımı korumaya çalışıyorum. Bırak artık Akın..." 

Artık benimle savaşmasını istemiyordum. Buna gerek yoktu. Herkes zor zamanlardan geçiyordu. Üstelik savaş anında herkesin kimliği belli olacaktı. Daha iyi görecektik bir şeyleri. Sonra Akın, "Onu seviyor musun?" dedi. Artık benden bir karşılık göremeyeceğini anlar gibi sormuştu bunu. Durdum biraz. Bu soruya vereceğim cevabımın artık hazır olması tuhafıma gitmişti. Başımı onaylar gibi salladım. "Seviyorum." Ellerini beline koydu. Bir iki adım kendi etrafında dolaştı. Cümlelerini toparlamaya çalışır gibiydi. "Tamam," dedi sonra... Tamam mıydı gerçekten? Devam etti. "Bundan sonra karşına çıkmayacağım. Zorlamayacağım. Bırakacağım. Benim bu dünyadan senin kadar büyük umutlarım yok. Sen ise özgürce yaşayabileceğin yarınların hayaliyle yaşıyorsun. Bu saatten sonra senden isteyebileceğim tek şey de bu olur. Yaşaman..." Gözlerim yerde bir noktaya takılı kalmıştı. O da zaten bana değil, boş duvarlara bakıyordu. 

Sonra bana döndü ve, "Kwang da bu yolda yaşaman için elinden geleni yapacaktır. Onun bir suçu yok. O odayı nasıl da istemeyerek yaptırdığını hatırlıyorum. Seni ondan soğutacak tek şeyimin bu olması da beni üzüyordu. Başka onda bulabildiğim bir açık yoktu. Şimdi senin aklına gelir, ona karşı bir güven muhasebesi kurulmuştur içine..." diyerek gülümsedi. Anlatmaya devam etti. "Yapma. Bir şey aramana gerek yok. Kafanı karıştırmak için onun hakkında konuşup durdum. Senin gibi şüpheci birinin bile kalbini kazandıysa bu seni hak etmiş demektir. Mutlu olmanı dilemekten başka yapabileceğim bir şey yok. Son kez, bana söylediğin bir şeyi yapmak için yaşayacağım. İşe yarar bir şey olacak ve sen beni son defa göreceksin," dedi. Ona ne söylediğimi hatırlamaya çalıştım. Sinirle bağırarak söylediğim birçok şey olmuştu. Arkasını dönerek uzaklaştı. Koridor boyu gidişini izledim. İçime biriken nefesimi dışarı verdim. Başımın ağrısı şiddetini katlıyordu...

Sistem odasına girmek için asansöre doğru yürüdüm. Sonra bu asansöre her gün saatini hiç kaçırmadan binmeye devam ettim. Sistem odasında robot üretimi hızlandırılmaya başlanmıştı. Günler geçti, haftaları takip etti. Kimseyle konuşmuyor sadece çalışıyordum. Ethan sağlık sektöründe çalışan askerlere ihtiyaç olduğu için oraya alındı. Bana da neler yapmam gerektiğini anlatıyordu fakat Akhar her şeyi yeniden uçtan uca şifrelemelerle doldurduğu için civar şubelere mesaj gönderim işimiz suya düşmüştü. Diğerlerini takip edememiştim. Herkes görev yerlerine alışmıştı. Akın'ı çok nadir görüyordum. Beril de bazen karşıma çıkıyordu ama bana bakmıyordu bile. Doğa, Ahsen ve Medusa'nın sorularını sessiz bırakıyordum. Kwang'la da iş dışında konuştuğumuz bir konu yoktu. Başka bir şeye konu geldiğinde ya baş ağrımı bahane ediyor ya da erkenden yatıyordum. Onunla konuşacak cesarete henüz sahip değildim. Gün içinde ise toplu dersler dışında onu uzaktan uzağa görmek dışında karşılaşmıyordum. Kendimi yemek yemek için zorluyordum. Öğünleri atlamamak da başka bir gayretimdi.

Savaşın yaklaştığı söylentileri konuşulmaya başlamıştı. Akhar yakında ülke önüne çıkacağını da duyurmuştu. Önümüzdeki 2 ay içinde bu savaş olacaktı. Robot tasarımları neredeyse bitmek üzereydi. Civar şubelere sesimizi duyuramamıştık. Bu yönde yapabileceğimiz bütün imkanlar elimizden alındı. Artık herkesin odaklandığı tek şey savaştı. Son zamanlarda dövüş ve silah eğitimleri ders sayısı arttırıldı. Sistem odası saatlerim böylece düşmüş oldu. Leyan'a gelince... Çok zor olsa da insan deneylerini yalanlamayı başarmıştık. Çağan bunun için fazlasıyla uğraşmıştı. Çocuklar için bir oda ayarlandı. Hepsinin bakımı ve eğitimleriyle de ilgilenildi. Çağan her gün kardeşini görebiliyordu. Fakat bu yalnızca bizim şubemizin bir sırrıydı. Diğer şubelerde, en azından mesajlarımızı ilettiklerimiz dışında kalanlar bu deneylere devam ediyordu. Savaş zamanı bu çocuklar geride kalacaktı. Hepimiz deli gibi korkmaya başlamıştık. 

Her denilene sadık kalıp çalışmalara devam ettiğimiz için düşman gözlerinin dikkatini çekemiyorduk. Her şey sessiz bir şekilde ilerliyordu. Doğa'yı koruyan kadınla asla konuşma şansımız olmadı. Yanına her yaklaşmaya çalıştığımda başka askerler tarafından ondan uzaklaştırılıyordum. Buna artık daha fazla tahammül edebileceğimi de sanmıyordum. O kadını yalnız bir yerde sıkıştırıp sorguya çekecektik. Hükümetin içinden biri olduğu belliydi. Biz ise ondan bilgi almaya kararlıydık. Hatta kadın ona her yaklaştığımızda Matteo'ya uyarılarda bulunmuş. Bizi üzerinden çekmesi gerektiğini aksi takdirde onun sırrını açıklayacağını söylemiş. Matteo da o kadından uzak durmamız gerektiğini bize söylese de bunu yapmadık. Matteo hakkında öğreneceğimiz hiçbir şey umurumuzda değildi. Bizim bilmek istediğimiz Doğa'nın içeriden korunmasının ne sebebi olduğuydu? Adalet örgütünün birçok saklı belgesi olduğunu duydum. Fakat Doğa'nın her şeyi bize anlatmadığını da bir yerde yakalamıştım.

Herkesten çok o korkuyordu. Savaşta hiç şansımız olmayacağına o kadar inanıyordu ki bunun sebebini anlamıyordum. O örgütün içinde neler dönüyordu? Doğa korunduğu için bize bir şey anlatsa da ona zarar gelmezdi. Yine de bizimle her şeyi paylaşmıyordu. Savaş herkesi hasta etmişti. Herkes ölü gibi davranmaya başladı. Makine gibi verilen iş dışında yaptığımız başka bir şey yoktu. Akhar şubeler arasında 3 tane askeriyede duyuru yapmak için görünecekmiş. İçlerinden biri de bizim askeriyemiz. Savaşın nasıl olacağı hakkında her şey anlatılacak. Kwang'la bu konuda biraz konuştuk. Akhar her şeyi anlattığında onu öldürmemiz gerekebilirdi. Bu zor olacaktı çünkü beraberinde danıştığı diğer yöneticilerinden olan korumalarla birlikte gelecekti. Hatta tasarımı biten birkaç robotla da geleceği söyleniyordu. Yani yanına yaklaşmamız imkansız olacaktı. Konuşma yapılan salonda herkes içeriye silahsız alınacak ve Akhar belli bir mesafeden dinlenilecekti.

Şubeye geri geldiğimizden bugüne neredeyse bir ay olmuştu. Bir aydır Kwang'la konuşamaz olmuştum. Üstelik bana aşık olduğunu bilerek, daha da önemlisi benim ona aşık olmama rağmen yaklaşamıyor oluşum canımı yakıyordu. Kurduğu oda hakkında da bir şey duymaya kendimi kapatmıştım. Sanki ikimizi de cezalandırıyordum. Elimde değildi. Savaş beni de etkiliyordu ve herkesten kaçıyordum. Kayıplar olacaktı. Bunun düşüncesi bile korkunçtu. Kendimi dostlarımın ölümüne hazırlıyordum. Herkes dağılabilir, birbirimizin yüzünü unutabilirdik. Ayrılıklar yaşanabilirdi. Bu yüzden çok büyük bir acıdan kendimi kurtarmak için aklımca onlardan uzak duruyordum. Bunun ne kadar faydası olacaksa? Kwang'la aramıza yakın davranmasını engelleyecek bir duvar örmüştüm. Onu özlüyordum. Ona dokunmak istiyordum. Ona sarılmak ve öpmek de istiyordum. Bunlardan o kadar uzaktık ki... Kokusunu içime çekmeye, saçlarımı taramasına ihtiyacım vardı. 

Yine toplu derslerden birinin vakti gelmişti. Dövüş dersi olacaktı. Asker üniformaları yerine eşofman giymiştim. Ardından salona girdim. Herkes serbest çalışmalarına başlamıştı. İki buçuk saat sürecek bir çalışma olacaktı. Doğa, Ahsen ve Medusa bir tarafta dövüş teknikleri adına çalışıyordu. Kendimi onlardan uzak tuttuğum için beni suçluyor olmalıydılar. Salona girdiğimde beni fark etmeleri üzerine sadece uzaktan uzağa bakıştık. Yanlarına gitmedim. Bir köşede ısınma hareketlerine başladım. Onlar da dövüşmeye devam ettiler. Vücudumu esnetip ağırlık kaldırmaya başlayacaktım. Hiç iştahım yoktu ama savaş için zayıf düşmemeliydim. Bu yüzden kendimi yemek için öyle zorluyordum ki yediklerimi geri kusmamak için de ayrı bir çabam vardı. Güçlenmeliydim. Zaman geçti. Yeterince terlediğimde önce dambıldan başladım. Çoğu kişi dövüş sırasında, dar ya da açık kıyafetler giyse de ben eşofmanlarımı bol ve uzun seçiyordum. Askeriyenin siyah olarak tasarlanmış, kısa ya da uzun eşofman seçenekleri vardı. Bu durumdan nefret ediyordum. Yıllarca tesettürümü zorla da olsa korumuştum. Şimdi ise böyle olmaya asla alışmamıştım.

"Biraz konuşabilir miyiz?" sesi üzerine başımı sesin sahibine çevirdim. Matının üzerine sırtüstü uzanmış olarak ellerime aldığım birer dambılla çalışıyordum. Beril'in sesine aldırış etmeden göğüs ve kol kaslarımı çalıştırmaya devam ettim. Bu sefer Beril daha da yaklaşarak, "Lütfen," dedi. Aldığım nefesi can sıkıntısıyla geri vererek doğruldum. Dambılları iki yanıma bırakarak, "Bir aydır konuşmuyoruz. Şimdi ne var?" dedim. O da yakınıma oturarak, "Konuşabileceğim bir tek sen varsın. Herkes benden nefret ediyor," dedi. Doğa'nın olduğu tarafa baktım. Buraya bakmıyorlardı. Kendileriyle epey meşgullerdi. Tekrar Beril'e döndüm. Nereden başlayacağını bilemez bir şekilde elleriyle oynuyordu. "Vaktim yok, anlat," dediğimde ne kadar farklı göründüğünü düşündüm. O iğneleyici ses tonu ya da ukala bakışları yoktu. Sakin ve başka biri gibi görünüyordu. Konuşmaya başladı. "Bir aydır tedavi görüyorum. Tavırlarım, her gün değişen ruh halim beni çok yormaya başlayınca askeriyenin ruh sağlığı bölümüne gittim. Zaten orada da bir doktor var. Sakinleştirici ilaçlar verir gönderir sandım ama birkaç test yaptı." Sabırsız bir tavırla, "Neyin varmış?" dedim.

Hızla konuştu. "Doktor, Borderline kişilik bozukluğu teşhisi koydu. Ben her şeyi uçlarda yaşıyormuşum. Depresyon, anlık ruh hali değişimleri, uykusuzluk ve yeme problemleri. Dengesiz ve abartılı hareketlerimin bir sonu yok. Ne zaman sonu olur onu da bilmiyorum." Anlattıkları üzerine bir şey demedim. Onun hareketlerini incelemeye devam ettim. "Ben gidiyorum," dedi. Elleriyle oynamayı bırakarak bana baktı. "Nereye gidiyorsun?" demem üzerine gülümsedi. Uzun zamandır onda alışık olmadığım bir sakinlikle konuşuyordu. "Bir ay önce askeriyeyi değiştirmek için talepte bulunmuştum. Nihayet bugün kabul edilmiş. Yarın başka bir şubeye gideceğim. Artık size zarar vermeyeceğim." Sözleri üzerine donuk ifadem yerine üzgün bir hal aldı. Konuşmaya devam etti. "Her şeyi mahvettiğimi biliyorum. Telafi de edemem. Savaşta da muhtemelen öleceğim. Bunu bir veda say." Dikkatle ona bakıyordum. İçimden bir şey demek gelmiyordu.

"Biliyor musun?" dedi birden. Kaşlarımı istemsiz çatarak, "Neyi?" dediğimde yine gülümsedi. "Aramızda en şanslı olan sendin." Ne diyorsun der gibi baktım ona. "Aile açısından," dedi ve ekledi. "Doğa en berbat olanımızdı. Babası zorba, alkolik, şiddet yanlısı, katilin tekiydi. Annesini hırpalardı. Doğa her zaman babasını öldürmek istediğini söylüyordu. Annesinin rahat bir yaşam sürmesi için o adamın ölümünü dilerdi ama bir anne kızının hapse girmesine göz yumamazdı. Doğa'nın babasını öldüreceğine emindi bu yüzden ondan önce davrandı. İşin sonunda anne cezaevine, baba da mezara girdi. Ortada da küçük bir kız kaldı." Doğa'dan bahsetmesi beni hüzünlendiriyordu. Gözlerim artık dolmuyor, kupkuru kesiliyordu. Son zamanlarda sanki göz yaşım tükenmişti. "Ben ise garibanın tekiydim. Babamın hayal kırıklığıydım. Ne yapsam beğenmez, takdir etmez, aşağılardı. Beni ailem bile sevmedi. Başkalarından da sevgi görmedim..."

Ellerimi yüzüme kapattım. Gözlerimi ovuşturdum. Sonra da aynısını şakaklarıma yaptım. Bunları duymaktan nefret ediyordum. Beceriksiz ebeveynlerden ve onların inşa ettiği travmalarla dolu çocukluktan... Nefret ediyordum. "Sen," dedi. Gözleri parladı. Konuşmaya devam etti. "Senin harika bir ailen vardı. Seni seven, seni destekleyen, seni koruyan... Biz bir şey kaybetmedik Hesna. Hani ailemin ölümüne üzülmediğim için beni garipsiyordun ya," diyerek yaklaştı. Fısıltı gibi çıkan bir sesle gülerek, "Gerçekten üzülmemiştim," dedi. "Senin nasıl delirmediğine şaşırıyorum aslında. Şansın, en büyük şanssızlığın oldu. Onları kaybetmek bütün ruhunu acıtmış olmalı." Tuhaf bir şekilde gülümsüyordu. Hastalıklı duruyordu biraz da... "Bunları anlatmana gerek yoktu Beril," dedim. Artık bir şey hissedecek halim kalmamıştı. Aslında çok üzülüyordum ama bunu yansıtacak gücüm yoktu. "Bir şeyler anlatmam gerekiyordu. Seninle konuşmayı özlemişim. Bu arada hastalığımı kimseye söyleme olur mu? Zaten kimse sormaz ama..."

Sonra arkamdan duyduğum Medusa'nın sesi ile Beril yerinden sıçrar gibi olmuştu. "Katil! Hesna'nın yanında ne işin var?" diyerek Beril'in yakasından tuttuğu gibi kaldırdı. Medusa, Beril'i her gördüğü yerde öldürürcesine dövüyordu. Ablasını öldüren birinin serbest bir şekilde gezdiğini görmek onu delirtiyordu. "Seni bir daha görürsem öldürürüm demedim mi?" diye bağıran Medusa, elini Beril'in yakasına geçirmişti ve adeta yüzüne kükrüyordu. Beril, "Merak etme. Bir daha görmeyeceksin," dediğinde Medusa'nın eli gevşedi. Bakışlarında ise bir değişim olmadı. "Nasıl görmeyeceğim? Yoksa bu sefer intihar etmeyi başaracak mısın?" Bu söz üzerine Doğa ve Ahsen'le bakıştık. Sessizlik olmuştu. Beril'i Medusa'nın elinden alarak hızla kolunu kavradım. "Bana bırak," diyerek sürükler gibi salonun dışına götürdüm. Bunu yapmasam Medusa yine Beril'i dövecekti. Bu zamana kadar karşılaştığımda hiç karışmamıştım. Şimdi onun da daha fazla acı çekmesini istemiyordum. Onu kapıdan fırlatır gibi attığımda kapının dışında kaldı. Eminim Medusa hala izliyordu. Beril, "Teşekkür ederim," dedi.

Bizi bu hale getiren bu yönetimdi. Herkesin aklıyla oynamışlardı! Herkes öyle çaresiz ve öyle hastaydı ki kimse kimseden biraz bile iyi değildi. Hızla konuştu. "Muhtemelen bir daha yanına gelemem." Gözleri doldu. Sarılmak ister gibiydi ama yapmadı. "Çok özür dilerim Hesna. Her şey için çok üzgünüm," dedi ve koşar adımlarla uzaklaştı. Yine öylece ortada kalmıştım. Bütün sinirlerim alt üst olmuştu. Hayatımıza giren herkes ziyaretçiydi. İnsanlar istediği kadar hayatımıza dahil oluyor, sonra da bir sebepten ötürü gidiyorlardı. Geri döndüm. Salonun içine doğru yürüdüm. Medusa, Doğa ve Ahsen aynı yerde beni bekliyordu. Onları görmezden gelerek matının üzerine tekrar yattım. Elime aldığım dambıllarla da hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam ettim. Medusa kaldırdığım dambıllardan birine vurarak yere düşürdüğünde, "Daha ne kadar kendini bizden uzak tutacaksın?" dedi. Onun bu hareketiyle yerimden doğrularak. "İşine bak Medusa!" dedim. Salonda yanımıza yakın olan herkes uzaklaşmaya başladı. 

Doğa yanıma yaklaşarak elini omzuma koydu. "Artık konuşmalıyız." Ahsen de önümde durup eğildiğinde, "Daha fazla böyle gidemez Hesna," dedi. Onlara baktım. Oldukça kederli bir yüze sahip olduğuma emindim. Onlardan uzak durmayı ben de istemiyordum ama buna mecburmuşum gibi geliyordu. Kalbim soğusun, herkesi her şeyi unutayım istiyordum. Savaş ölüm getirecekti ve ben bir kişinin daha yasını tutacak güçte değildim. Doğa ellerimi tuttu. "Bak Hesna. Sana ihtiyacım var. Biliyorum bana kızgınsın. Anlatmadığım şeyler olduğu için belki öfkelisin de ama susuyorsam bu hepimizin iyiliği için..." Nasıl da bu durumun içine düşmüştük? Başımı ellerim arasına aldım. Biraz düşündüm. Bir an önce bu kafadan çıkmalıydım. Sonra Matteo'nun sesi bizi dağıttı. "Doğa! Dediğim gibi çalıştın mı?" Biraz uzağımızda olduğundan sesini duyurmak için bağırmıştı. Yanımıza yaklaştığında Doğa ona doğru dönüp, "Hayır, henüz başlamadım." dedi. Bunun üzerine Matteo, "Ders bitmeden başlayalım o zaman, benimle gel," diyerek Doğa'yı kolundan tutup beraberinde götürdü.

Üçümüz de onlara baktığında Medusa, "Bu ikisinin ilişkisini anlamıyorum," dedi. Ahsen de peşine, "En azından normal insanlar gibi konuşmaya başladılar. Bırak çalışsınlar," diye cevap verdi. Bir aydır Doğa ve Matteo'nun sürtüşmeli diyaloglarına şahit olmuştuk. Çok kavga etmişlerdi. Doğa hükümete her hafta boşanma talebi gönderdi ama kabul edilmedi. En sonunda ortak bir kararla birbirlerine her şeyi daha fazla zehir etmemek adına anlaştıklarını duydum. Ahsen, "Tekrar sana gelecek olursak Hesna, artık seni muayene etmeliyim," dedi. Ethan sağlık sektörüne geçtiğinden laboratuvarda olmasa da Ahsen'le bazen ortak çalışıyordu. Zannımca Ahsen'e benim hakkımda bir şey söylemişti ama ben hiç ilgilenmemiştim. "Ne muayenesi bu?" dediğimde her gün düzenli olarak sorduğu sorusunu artık kabul eder gibi karşılamıştım. "Ders bitsin, sana bir bakayım. O zaman anlatırım," dediğinde üstelemedim. Çalışmalara devam ettik.

İyice terleyip geberircesine yorulduk. Serbest dövüş ve silah eğitiminde sonra duşa girdik. Ahsen, molamızda beni muayene etmek için epey hızlı davranmıştı. Geçen dakikaların ardından beni revire soktu. Medusa ve Doğa da yanımızdaydı. Ahsen beni hasta yatağına oturttuğunda bir makineyi yaklaştırıp konuşmaya başladı. "Kwang'ın abileriyle karşılaştığınız gün Ethan seni hologramla kontrol etmiş. Hologramda bir şeyler görmüş ama her şeyi anlatmamış. Benden sana bakmamı istedi," dediğinde hologramı da açmıştı. "Ne görmüş? O gün neden söylememiş?" demem üzerine omuz silkti. "Bana da söylemedi. Şimdi anlayacağız." Bir aydır bu muayene işini reddediyordum. Ahsen de onlardan uzak durduğum için yanıma yaklaşamamıştı. Sadece aldığım darbeler yüzünden ciddi bir hasar olabileceğini söyleyip duruyordu. Her gün ağrı kesici aldığımdan bütün vücudum genelde uyuşuk olurdu. Ahsen hologramı ayaklarımdan başlatarak yavaşça bacaklarıma doğru çıktı. Doğa ve Medusa da ayakta durmuş, Ahsen'in elindeki hologramdan bir şeyler anlamaya çalışır gibi bakıyorlardı.

Can sıkıntısıyla Ahsen'i izledim. Dikkatle holograma çıkan bütün detayları kontrol ediyordu. Kasıklarıma doğru geldiğinde ise uzun süre orada kaldı. Kaşlarını çatmıştı. Doğa ve Medusa da anlamaz bakışlarla birbirine bakıyordu. Gergin bir nefes boşaltarak, "Ne buldun acaba Doktor Hanım?" dediğimde hologramı geri çekerek eğildiği yerden doğruldu. Omzumu tutup beni yatağa doğru yatırmaya çalışarak, "Uzanır mısın?" dedi. Çok ciddi duruyordu. Bir şey demeden yatağa yattım. Hologramı kasıklarım üzerine tutarak karşısına bir pano daha çıkardı ve ekranda bir şeylere girmeye başladı. Kimse bir şey soramıyordu çünkü Ahsen'in yüzü şu an bir şey sorulmasına asla müsait değildi.  Dakikalarca kendi kendine ekran üzerinde işlemler yaptıktan sonra, "Seni odaya alacağım," dedi. "Neden?" diye sormam üzerine beni öldürecekmiş gibi sorular sormaya başladı. "Hiç ağrı çekmedin mi?" Vücudum çoğu zaman aldığım ağrı kesiciler yüzünden acıyı çok fazla hissettirmiyordu. "Genelde baş ağrım için ilaç alıyorum," cevabım üzerine Ahsen derin bir nefes aldı.

"Ne aralıkla ilaç alıyorsun? Hangi ilaç? Kim verdi?" Soruları peş peşe gelirken hepimiz birbirimize tuhaf tuhaf bakmaya başladık. "Ben kendim aldım. Normal bir ağrı kesici işte. Her gün bir hap alıyorum. Çok baş ağrım olursa bazen ikiye çıkabiliyor," demem üzerine sesini yükselterek konuştu. "Hangi ilaç bu?" Onun bu tepkisini şu an anlamamıştım. "Adını unuttum," demem üzerine aceleyle ekrandan bir şeylere girdi. Sonra ekranı önüme çevirerek, "Hangisi?" dedi. Bir kaç ilaç, fotoğraflarla alt alta sıralanmış olarak önümde duruyordu. İncelediğimde ise, "Şu," demem üzerine Ahsen'in sesiyle irkildim. Doğa ve Medusa da yerinde fark edilir bir şekilde sıçramıştı. "Bu çok tehlikeli bir ilaç! Kendi kafana göre bunu nasıl alırsın? Yan etkilerinden haberin var mı? Her gün almak ne demek? Ne zamandır kullanıyorsun bu ilacı?" Yatağın içine gömüldüğümü fark ettim. Biraz düşündüm. Askeriyeye geldiğimizden beri bu ilacı kullanıyordum. Bu da bir kaç ay yapıyordu ve Ahsen bu cevaptan hiç hoşlanmayacak gibi duruyordu. 

"Askeriyeye ilk geldiğimiz zamanlarda kullanmaya başlamıştım," demem üzerine Ahsen hologramı bir hışımla kapatarak makineyi savurur gibi yataktan uzaklaştırdı. Sonra bana kadın hastalıklarından birçok özel soru sormaya başladı. Her şeyi cevapladığımda ise ellerini şakaklarına götürerek sakinleşmeye çalıştı. Ahsen, "Bu ilaç yüzünden vücudunu tamamen uyuşturmuşsun. Yumurtalıklarında çok sayıda kist oluşmuş. Aylar önce tedavisine başlanılması gerekiyordu. Bunun ağrısı çok kötü olur ama sen aptal bir ilaç aldığın için hiçbir şey hissetmedin. Hiç vücudunda farklı bir belirti görmedin mi?" dedi. Anlattıkları üzerine yerimden doğruldum. Oturur pozisyona geldiğimde ciddiyetle, "Hayır," dedim. Bunun üzerine Doğa, "Hemen şimdi tedaviye başlanılsın o zaman, gelişen teknoloji sayesinde elimizde her imkan var. Kısa süre içinde düzeleceğine eminim," dese de Ahsen başını olumsuz anlamda salladı. Medusa, "Şu an bir tanı koyabiliyor musun?" dediğinde Ahsen konuşmaya başladı. "Evet! Kendi kafamda çok net kurdum o tanıyı merak etme. Şimdi emin olmak için bir çok test yapmalıyım."

Ahsen beni hiç dinlemeden oradan oraya testlere sokmaya başladığında söylenmekten de geri durmuyordu. Bu dünya insanların hormonlarına kadar bütün kimyaları bozmuştu. Nüfusun çoğu basit hastalıklara ya da kansere yakalanarak yok olmuştu. Genetik olarak ya da çevre faktörlerden bir şekilde etkilenmiş olmalıydım. Ahsen bu testleri tamamlayıp en hızlı şekilde sonuçlara ulaştığında beni tekrar revire götürdü. Doğa ve Medusa da merakla bizden haber bekliyordu. Onların meraklı soruları ardından Ahsen bazı açıklamalar yapmaya başladı. Bana dönerek, "Savaşa kadar çok hızlı bir şekilde kontrollerinle ilgileneceğim. Sana yeni ilaçlar veriyorum. Hepsini düzenli bir şekilde kullandığından emin ol," dedi. Savaştan sonra ne olacaktı? Savaş nedense bana bir son gibi geliyordu. Şubelere de ulaşamadığımızdan dolayı sanki bundan sonra yapacağımız her şey faydasızdı. Gerçek bir dünyada yaşama hayallerim son günlerde tükenmeye başlamıştı.

Ahsen onun anlattıklarını hiç umursamamışım gibi bir tavır takındığımdan dolayı bana bağırmaya başladı. "Bunu biraz ciddiye alamaz mısın Hesna? Sağlığın söz konusu. İleride çocuk sahibi olamayabilirsin," demesiyle ona yine boş gözlerle baktım. Aklımdakini dilime vurmaktan kendimi alıkoyamadım. "Merak etme Ahsen. Bu dünyaya bir çocuk getirme niyetinde değilim. O yüzden önemi yok. Bana, bu tehlikeli bir boyuta dönüşmeden önce ölmemek için ilaç vermen yeterli. Savaşa kadar idare etsin," dedim. Bu gamsızlığıma öyle öfkeli bakıyordu ki o tatlı kızın kükremesi gecikmemişti. "İdare mi etsin? Tedavi olmazsan ikincil bir hastalıkla karşılaşabilirsin. Mesele sadece çocuk değil. Neden herkes savaşta öleceğine bu kadar emin konuşuyor? Kendinize gelin artık! Biri ablasının katilini öldürme pahasına her gün olay çıkarır. Biri savaşta karşılaşacağımız şeyleri bizden saklar. Biri öleceğiz diye kendini herkesten soyutlar. Yeter! Gerçekten çocuk gibisiniz!" Sözleri üzerine kısa bir sessizlik olsa da elbette Medusa'nın cevabı gecikmedi. "Yalnız, benim sebebim gayet haklı." 

Doğa, "Ayrıca ben korunuyor olsam da sizinle tehdit ediliyorum. Adalet örgütündeki hiçbir şeyi anlatamam. Gizli kelimeler var," diyerek kolunu uzattı. Kolunda kelepçe gibi duran metalik bilekliğini göstererek, "Bu bileklik yasaklı kelimeleri algılıyor ve konuşmam halinde beni hain ilan ediyor. Aynı şekilde yazamam ya da fiziksel olarak da anlatamam. Hükümet askeriyeye geldiğinde gereken her şeyi anlatacak." diye o da açıklamasını yaptığında gözler bana döndü. Gergin bir yüz ifadesiyle cevap verdim. "Ben de... Biraz yalnız kalmak istedim," dediğimde hepsi yüzüme beni gebertmek ister gibi bakıyordu. Yine sessizlik hakim olduğunda Doğa, "Kwang'la hala barışmadın mı?" dedi. Durgun bir şekilde suratlarına bakarak, "Konuşuyoruz işte," dedim. Bunun üzerine Medusa, "Fazla uzamadı mı Hesna? Adam her türlü açıklamayı yaptı. Bize ayrı anlattı sana ayrı anlattı. Evet söyleyebilirdi ama geçmişte yaptığı bir şey için daha ne kadar ondan uzak duracaksın?" dediğinde kendimi yükselmemek için tuttum. "Kırgınım Medusa. Benim duygularım ne olacak? Hissettiğim gibi davranıyorum. Elimde değil."

Medusa karşıma geçerek elini bir omzum üzerine koydu ve, "Ne hissediyorsun?" dedi. Gözlerimi uzunca kapattım. Derin bir nefes alarak ona baktım. "Karışığım," demekle yetindiğimde elini yüzüme koydu. "Yalnız değilsin Hesna. Hepimiz bu durumdayız ve aşık olmak o kadar da kötü bir şey değil," dediğinde gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Bu halime kaşlarını çattı. "Hiç boşuna şaşırma. Deli gibi aşıksın ona. Bunu kabul et ve kocanın karşısına çık artık!" Duyduklarımla ayağa kalktım. Bunu onlara hiç sesli dile getirmemiştim. Böyle bağırması da beni utandırmıştı. Bir yerden Kwang'ın çıkmamasını umdum. "Medusa susar mısın?" demem üzerine o daha da üzerime geldi. "Herkes hata yapar. Onun yaptığına ise hata denemez. Tek kusuru sana bunu ilk başta söylememiş oluşu. Onu da arıza çıkarmaman için anlatamadığı belli. Yeter ama (!) adam her gün sana mahcup bir halde karşında duruyor. Kendini affettirmek için ne cümleler kuruyor biz duyuyoruz," dediğinde Medusa'yı önümden alan Doğa oldu. 

"Hesna tepkisini göstermekte haklı. Güvenini kıracak küçük bir şey bile duyması travması haline geldi. Kwang da kabahatini biliyor. Biraz uzak kalmalıydılar," dedi. Zaten Doğa bu konularda sertti. Benim gibi Kwang'a ilk başlarda bunu o da yakıştıramamıştı. Asıl derdi en yakın arkadaşını üzgün görmesiydi. Buna dayanamadığı için tepkilerime sonuna kadar hak veriyordu. Doğa'ya da cevap veren Ahsen oldu. "Bence yeterli bir zaman geçti. Kwang'dan bahsediyoruz. Sebepleri ortada. Bu adam yüz kızartıcı bir suç işlemedi ya. Savaş kapıda, artık barışan barışsın. Bunlar rahat zamanlarımız kıymetini bilemeden yitip gidecek." Medusa bu sözlere güldü. "Komik bir şey mi var?" diye soran Ahsen, hala bana sinirli olduğu için Medusa'ya patlayabilirdi. Medusa, "Yok canım. Zamanın kıymetini en iyi bilen sensin de ondan güldüm." Ahsen kollarını göğsünde birleştirerek, "O ne demek?" dedi. Medusa kaşlarını kaldırarak, "Ethan ve sen... Maşallah birlikte iyi vakit geçiriyorsunuz," dediğinde Ahsen ona kızar gibi konuştu.

"Sadece çalışıyoruz. Bazı çalışmalarımız birlikte olmak zorunda oluyor," dediğinde artık utancını mı gizlemeye çalıştı yoksa neyin nesi anlayamamıştım. Medusa da, "Tabi canım. Yoksa hiç yan yana gelir misiniz?" dediğinde Ahsen'in cevap vermesine vakit kalmadan Çağan'ın sesi duyuldu. "Sevgilim? Nerelerdesin seni arıyorum." Medusa, Çağan'ın sesini duymasıyla, "Neyse sizi toksik ilişkilerinizle baş başa bırakıyorum ve hayatımın anlamının yanına gidiyorum," diyerek Çağan'a doğru koştu. "Geldim aşkım!" diyerek Çağan'ın boynuna atladı. Medusa'nın beline kollarını dolayan Çağan ona sarıldığında birlikte dışarı çıktılar. Bu yüzümüzde bir gülümsemeye sebep olmuştu. En azından birilerinin mutlu olduğunu görmek iyi hissettiriyordu. Onların ardından üçümüz de derin bir iç çektik. Sonra Ahsen neler yapmam gerektiğini, kontrollerin nasıl olacağından bahsedip durdu. Uzunca anlattığı terimlerle birlikte revirden çıktık.

Ayrıldığımızda herkes yine kendi işine döndü. Saatler süren çalışmaların ardından artık akşam olduğunda şubeden çıkmak için koridorları geçtim. Gözlerim Kwang'ı arıyordu ama hiçbir yerde görememiştim. Kendi binamıza doğru yürümeye devam ettiğimde Kwang'ı en sonunda binaya girerken gördüm. Son günlerde hep böyle oluyordu. Ayrı ayrı giriyorduk binaya. Kimin işi bittiyse evine gidiyordu işte. Bunda rolüm büyüktü. Arkamdan Doğa ve Matteo'nun da belli bir mesafe içinde geldiğini gördüm. İkisinin de sırları olması ne tuhaftı. Binanın asansörüne bindim. Çıktığımda ise dairenin kapısına doğru yürüdüm. Şifreyi girerek içeri girdiğimde Kwang içeride yoktu. Banyodan gelen su sesiyle duşa girmiş olduğunu anladığımda üzerimi değiştirmeye başladım. Siyah pijama takımımı giydiğimde topuz yaptığım saçlarımı da açtım. Ellerimle tarar gibi düzelttikten sonra yatağa oturdum. Ne yapacaktım? Yine iki yabancı gibi birbirimize sırtımızı dönüp uyuyacak mıydık? İçten içe bugün bunun olmasını istemedim. 

Normalde hemen uyurdum ama bu sefer onu beklemek istedim. Dakikalar çok yavaş ilerliyordu. Pencereden dışarıyı izlemeye başladım. Kendime oyalanacak bir şeyler buldum. Bugün uzun zaman sonra kar dışında yağmur yağmaya başlamıştı. Yağmur sesini ne kadar özlediğimi düşündüm. Arada duyulan gök gürültüsü de hoşuma gidiyordu. Kitaplıktan kitapları elime almaya başladım. Yazmaya bir türlü cesaret edememiştim. Bir gün yazmaya devam edecektim ama bunun zamanı ne zaman gelir bilmiyordum. Kitaplık önünde biraz zaman geçirdim. "Uyumamışsın..." Kwang'ın sesini duymam üzerine bir süre arkamı dönmedim. Elimdeki kitabı yavaşça rafa geri bıraktım. Bana doğru gelen adım seslerini duyduğumda da arkamı dönememiştim. 

"Yağmur sesi mi rahatsız etti?" dediğinde tam arkamda duruyordu. Yutkundum. Artık ona dönmeliydim. En azından yağmuru ne kadar sevdiğimi söylemeliydim. Ona doğru döndüm. Evet... Döndüm fakat onu üstsüz bir şekilde göreceğimi tahmin etmemiştim! Boynuna bıraktığı havlunun uçları göğsüne kadar onu örtse de bu kesinlikle yeterli değildi. Nereye bakacağımı bilemedim. Onu ilk defa üstünde bir şey olmadan görüyordum. Neyse ki altında eşofmanı vardı. Sonra boynundaki havluyu da alarak başının arkasını kurulamaya başladı. Evet! Şimdi önü tamamen çıplaktı. Islak saçları su damlalarını göğsüne döküyordu. Her zaman saçlarını iyi kurulamıyor ve tişörtünü ıslatıyordu. Artık sessizliğimin yanlış anlaşılmaması adına, "Yağmuru seviyorum," dedim. Bunun üzerine dolabının önüne yürüdü. Çekingen tavrım onu bu şekilde görmemden rahatsız olduğumu düşündürmüş olmalıydı. Üzerine beyaz bir tişört geçirdikten sonra yine havluyu saçlarında gezdirdi. "O zaman neden uyanıksın?" diyerek tekrar karşıma geldi. Onunla doğru düzgün konuşmadığım için o da çok gergin davranıyordu. 

Sonra sanki dünyanın en sihirli sözcüklerini söylemişim gibi hissettim. "Seni bekledim." Bu cümlem üzerine bakışları yumuşadı. Bunu söylememi hiç beklemediği ortadaydı. Gözlerinin içi güldüğünde, "Beni mi bekledin?" dedi. Sanki yanlış duymamış olmayı diliyordu. Başımı onaylar şekilde salladım. Sonra neden gözlerindeki gülümseme soldu? Tedirgin olmuş gibiydi. "Bir şey mi konuşacaktın?" demesi üzerine şaşkın bir ifadeyle ona baktım. Sessizliğim yüzünden cümlelerine devam etti. "Bak Hesna. Ciddi bir karar vermeden önce konuşalım. Niyetin benden ayrılmaksa bunu bana doğrudan söyle. Seni incitmemek, yalnız kalmak kararına saygı duyduğum için hiçbir şey demedim. Ben bunu halledebilmeyi umuyorum." İçten içe bu söylediklerinden dolayı gülümsememek için kendimi zorladım. Ondan ayrılacağımı mı zannetmişti? Konuşmaya devam ediyordu. "İstediğin kadar da beklerim yine sorun değil. Bana karşı içinde bir öfke taşımanı istemiyorum." 

O telaşlı bir şekilde gözlerini benden kaçırarak konuşuyordu. Ondan ayrılmak istediğimi düşünecek kadar kötü mü davranmıştım ona? Uzun uzun anlatmaya devam etti. O günü, o odayı... Sanki her gün açıklama yapmıyormuş gibi tekrar tekrar nasıl zorunda olduğunu anlatıp durdu. Bunu sonradan bana neden söyleyemediğini hatta ne kadar beni sevdiğinden bahsetti. "Hesna ben..." diye devam ettiği cümlelerine odaklanamıyordum. Çünkü odaklandığım şey artık dudakları olmuştu. Onun ıslak saçlarından dökülen damlalar tişörtünü ıslatmaya başlamıştı. Konuşuyordu ama benim gözlerim onun yüzünde geziyordu. Sonra bu güzel yüze çok uzun zamandır yakından bakmadığım için kendimi azarladım. Nasıl dayandım ki buna? Kokusu burnuma çarpmaya başladı. Bu ise onu daha fazla dinlememe engel olmaya yetmişti. Artık bu durumu erteleyemeyeceğimi anladım. 

Sesi çok güzeldi fakat şimdilik susması gerekiyordu. Çünkü onu fazlasıyla özlemiştim. Boynuna götürdüğüm ellerim ensesinin etrafına dokunduğunda avuçlarım ıslandı. Yüzümü ona yaklaştırdığımda ise son cümlesini duyabilmiş olmama sevindim. Artık yüzüm tüm sıcaklığını ona sunuyordu. "Seni seviyorum," demişti ve ben bu zihnimde yankılanan sözle onu öpmeye devam ettim. Gözlerimi kapattım ve onu böyle yakından hissetmenin verdiği huzurla vücudumu ona yaklaştırdım. Kalbimi hızlandıran varlığı beni kendimden geçirirken, ondan uzak durduğum günler için tekrar kızdım. Kafasızlık ediyorduk. Nasıl da hiç birbirimize dokunmadan durmuştuk? Nefes almak için ondan ayrıldım. Oldukça beceriksiz göründüğümün farkındaydım. Bunu yapanın ilk ben olmuş olması da beni ayrı utandırmıştı. Elleri belime çoktan ulaştığında gözlerine değil gülümsemesine bakıyordum. Parmak uçlarımla ona ulaşmak için uğraşma çabam karşısında o da başını bana epey eğmişti. 

"Seni özledim..." Sessiz söylediğim bu cümle karşısında gülümsemesi yüzünde yayıldı. Nihayet gözlerim onun bakışlarıyla buluştu. Öyle büyülü bakıyordu ki bana düşüp bayılabilirdim. Yüzüme daha da yaklaştığında ise, "Ben de seni özledim," dedi. Bunu söylemesiyle bu sefer bana yaklaşan o oldu. Kendimi bu anın büyüsüne bıraktım. Elleri belimi kavrarken onun ıslak boynu artık avuç içlerimi yakıyordu. Ayrılmak mı? Bunu düşünmemiştim bile. Zaten bu düşünce de artık imkansız gelmeye başladı. Bir yandan yağan yağmur gök gürültüsüyle kulaklarımızı dolduruyordu. Gerçekten ona ne kadar da kapıldığımı anladım. Onun olmak istiyordum. Bana bıraktığı hislerle nefes alışverişlerim ona da aynı heyecanı sunuyordu. Ondan uzak durduğum günlerin acısını çıkarmalıydım. Sonra heyecandan daralan nefesim yüzünden ondan ayrıldım. "Kwang..." diye fısıldadığımda gülümsedi. Yumuşak bir sesle, "Efendim," dediğinde ne söyleyeceğimin merakını da sezmiştim. Sonra beni tüm bedeniyle kucaklamasına sebep olan o cümleyi söyledim. "Ayçiçeğin olmak istiyorum..."

Bölüm Sonu...

Bölümü nasıl buldunuz canlarım?

Duygularınızı tarumar ettiğime eminim jfşadnvşjnvljsdb

Öncelikle son sahneyi yazarken çok zorlandığımı bilmenizi isterim.

İlk olarak bölüm başından konuşalım. Matteo ve Doğa gerilimleri devam ediyor ancak onların hikayesi birbirine karışmaya devam edecek. Başta Matteo hakkında gerçekten kötü düşünüyordum fakat o benden bağımsız kendine bir karakter oluşturmaya başladı. Onun ileride yapacaklarına karşı heyecanlıyım doğrusu.

Kwang'ın Hesna'ya odadan bahsetmemiş olması hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Hesna evet baş ağrılarını dindirmek için kendine göre ağrı kesici alıyordu. Onun hastalığı başına bela olur mu dersiniz?

Akın ve Beril ile yollarımızı uzun süre ayırdık gibi duruyor. İkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Artık hikayede onları görür müsünüz bilemem.

Ethan ve Ahsen'de henüz çok gelişmeler olmadı ama birlikte çalışmaya başladılar. Artık savaş günlerine kadar bakalım bizlere neler okutacaklar...

Sırlar gizliliğini koruyor arkadaşlar. Doğa'nın üzerindeki koruma büyük bir patlak verecek. Akhar askeriyeye geldiğinde artık nasıl bir şeyle karşılaşacağınızı da okumanız çok yakın.

Aklıma daha bir şey gelmedi sorularınız var ise siz sorun. Oy vermeyi unutmayalım. Gelecek bölümde görüşmek üzere.





Continue Reading

You'll Also Like

786K 50.5K 47
Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike getiren icatları, dünyaya sunulması konu...
237K 28.8K 47
Geçmiş ve gelecekten ortak istila! Satın alınan bedenler, bir sokağa sıkıştırılan yüzlerce insan, acımasız bir sistem ve yüzyılın en büyük icadı. Ha...
39.4K 2K 17
Bazen zincirler sadece onların bedenlerini değil, ruhlarını ve kalplerini de esir alırdı. Bazen istilaların sonuçları sadece yıkılan ve yok edilen ye...
1.3K 198 20
Tek kurtuluş yolu ölüm olan bu oyuna hazır mısınız? Ölüm bir nefes kadar yakın. Yaptığınız hareketler, Verdiğiniz nefesler, Yediğiniz veya içtiğiniz...