Aşka Tapanlar

By SadeceYildizlar

1.1M 30.5K 3K

Kadın ölümdü, Adam ise ölü. • • • NOT: Olaylar ve kişiler tamamen hayal ürünü olup bir distopya kaleme... More

Okumadan Önce;
Önemli gibi gibi!
A.T.▪ 00: Önsöz
A.T.▪ 01 : Sırça Kader
A.T.▪ 02 : Tanrı Parçacıkları Ve Polemos
A.T.▪ 03:"Vah Vah! O Da Mı Öğrenciymiş?"
A.T.▪ 04: "Asla Pes Etmez."
A.T.▪ 05: Ivan Androviç
A.T.▪ 06: Ivan Androviç'in Evinde
A.T.▪ 07 : Ölmek Zamanı
A.T.▪ 08 : SIFIR (The Zero)
A.T.▪ 09 : Savaş Ve Adras'ın Hikayesi
A.T.▪ 10 : Güvercin
A.T.▪ 11 : Kırılmaz Duvarlar
A.T.▪ 12 : Sizden Biri
A.T.▪ 13 : Yalnız
A.T.▪ 14 : Onlar
A.T.▪ 15 : Konuşma
A.T.▪ 16 : Tehdit Unsuru
A.T.▪ 17 : "Sessizlik Ve Çığlık. Susmak Ve Küfretmek."
A.T.▪ 18 : "İyi Uykular Tanrım."
A.T.▪ 19 :Güneşe Gömülenler, Ayı Selamlarlar.
A.T.▪ 20 :"Onlar, Fırtınayla Savaştılar, Eşit Olmayan Savaşta!"
A.T.▪ 21 :"Savaş ve Soykırım"
A.T.▪ 22 : Arka Perde
A.T.▪ 23 : "Trajikomedi Müptelası"
A.T.▪ 24 : Günlükler - Savaş York
A.T.▪ 25 : Günlükler - Arda Boğan
A.T.▪ 26: "Yanan Kar Kristalleri"
A.T.▪ 27 : "Sonsuza dek yoldaş"
A.T.▪ 28 : EAS
A.T.▪ 29 : Erkek Kadına Dedi Ki
A.T.▪ 30 : Amen
A.T.▪ 31 : "Hayalet"
A.T.▪ 32:"Ey Özgürlük!"
A.T.▪ 33: "Edamızdaki dünya."
A.T.▪ 34 : "İşbirliği"
A.T.▪ 36:"Nefes Molası-Milattan Önce"
A.T.▪ 37:"Milat"
A.T.▪ 38:"Milattan Sonra"
A.T.▪ 39:"Son Darbe"
A.T.▪ 40: Dünyayı Güzellik Kurtacak
- Son Söz -
|Teşekkür|

A.T.▪ 35: "Kan Kokan Hayaller Havuzu"

7.5K 358 37
By SadeceYildizlar


BÖLÜM 35- "Kan Kokan Hayaller Havuzu"

Odada ki bu ölüm sessizliği, kulaklarımı sağır ediyordu sanki. Her bir nefes alış sesi, bir diğerine haberciydi. Bunca insanın, tek bir sırrı saklaması ne kadar zor olabilirdi? Ki, o sır, tüylerimi diken diken eden, beni başka bir boyuta taşıyan, kanla, acıyla, göz yaşı ile dolu bir video ise...

Sanırım herkes şaşkındı; bende dahil.

Kimse bir şey söylemiyordu; bende dahil. Ne söyleyebilirdim ki?

Bir şey söylemek için açtığım ağzımı kaç defa kapatmıştım, kim bilir.

Ne söyleyebilirdim ki, ne söyleyebilirdim bilmiyordum ki!

"Pekala," diye soluyan, Amar'a döndü tüm gözler bir anda. "Sanırım, artık bir şeyleri saklamamız gerekmiyor. Ona anlatmak isteyen var mı?" Savaş, Amar'a 'ciddi misin?' içerikli kısa bir bakış attıktan sonra, Amar, ellerini iki yana açtı. "Evet, neden soruyorum ki, elbette bunu Savaş yapacak." Amar, etrafa kısa bir bakış attı. "Değil mi, Savaş?" Savaş, ellerini saçlarının içerisinden geçirip, Amar'a bakarak Yunanca olduğunu tahmin ettiğim bir dilde bir şeyler homurdandı, ardından çevreye göz attı. Gerilimini hissedebiliyordum. Oktan, başını hafifçe yana eğerek şöyle bir etrafı süzdü, ardından homurdanarak oturduğu sandalyeden kalkıp odadan çıktı. Savaş'a baktığımda, çekinerek bana baktığını gördüm. Derin, bıkkın bir nefes alarak Oktan'ın kalktığı sandalyeye oturarak onlara bakmaya devam ettim. Bir süre bekledim; fakat kimseden ses çıkmadı. Yutkunarak televizyona baktım; Çağan'ın yere düştüğü yerde video durdurulmuştu.

Başımın döndüğünü, midemin bulandığını hissediyordum. Onu, bunca zaman aklıma getirmediğimin acısı, işte şimdi çıkıyordu. Başımı yana eğerek gözlerimi bir süre kırpmadım; doluşan göz yaşlarımın çekilmesini bekledim ve sonunda çekildiğinde, tekrar onlara döndüm.

"Bana neden hiçbir şey söylemediniz?" Gibi klasik bir giriş yaparak, tepkilerini ölçtüm önce. Savaş, ellerini tekrar o kuzguni buklelerden geçirdiğinde, sonunda bakabilmişti bana. "Söylemeli miydik?"

"Elbette!" Diye bağırdım, kendime engel olamayarak. "Ne düşündünüz ki, Tanrı Aşkına! Neden benden sürekli bir şeyleri gizlemek zorundasınız? Neden ben sürekli bunları kendi başıma öğrenmek zorundayım? Bir açıklama bekliyorum. Hemen, şimdi. Ben yokken neler olduğunu bilmek istiyorum. Tek tek, her bir dakikasını; her bir detayını." Savaş, bana baktığında, gözlerindeki yorgunluğu gördüm.

"Sanırım tutuklanmanın sabahıydı; bir gazetede bir makale yayımlandı." Dedi, Savaş. Makalede, benim tutuklandığımın yazdığını söyledi. Bunu hiç kimse bilmezken, o adamın bilmesini şüpheli bulan kişi, Amar'dı. Adamı araştırmış ve kolayca numarasını almıştı. Oktan tarafından oynanan sesi ile adamla konuşup, sonuçta adamın da tutuklanmasına neden olmuşlardı. Söylediklerine göre; benim ordunun elinde olduğumu, bu adam söylemişti onlara fakat bu adamın kim olduğu hala sırdı. Ardından, Amar, banka hesabına yüklü bir miktar para yatırıldığını fark etmişti; bu uzun sürmemişti çünkü yeni bir karargah için –buraya karargah diyorlardı- bankaya ismini aldığı adamın emekli maaşını çekmeye gidiyordu. Bunu, diğer tüm birikimi ile birleştirecekti fakat tabii ki yeterli olmayacaktı.

Bu para, yeni bir karargah bulmasına yetmişti. Amar, eski fakat çok dökük olmayan bu binayı tekrar canlandırmıştı. Onlara, buraları geçmelerini söyledim. Benim asıl merak ettiğim, neden bu kadar büyük bir yere ihtiyaç duyulduğuydu.

Amar, Oktan ve Alkan'dan, bir site oluşturmalarını istemişti. Bu site aracılığıyla, Elit Ajun Sağanak'ın tutuklu olduğu ve onun savaştığı düşünce uğruna savaşabilecek 'yoldaşlarımızın' toplanması gerektiği düşüncesi yayılmıştı. Amar, bundan ilk başarısı olarak söz ediyordu çünkü gerçekten çok kısa bir zamanda; bir çok kişi bu siteye tıklamış ve mesaja geri dönmüştü.

Şu an sayımız, sadece İstanbul'da iki yüzü geçiyordu ve söylediğine göre; Türkiye genelinde EAS grupları artış gösteriyordu. Bu garipti, her şeyin bu kadar kusursuz yürümesi garip gelmişti. Bunca harekete kayıtsız kalacaklarını düşünmediğimden, bu bana bir başarı gibi gelmiyordu. Birkaç defa, EAS grupları sokaklara dökülmüş ve şiddetle karşılanmışlardı.

Ölümler olmuştu.

İlk kaybın hemen ardından, Kayseri, Sivas, İzmir illerindeki EAS grupları, silahlanmaya başlamışlardı. Duyduklarıma inanamıyordum. Tüm bunların benim ülkemde olduğuna, sadece bir ay içerisinde yaşandığına inanamıyordum. Tanrıya şükürler olsundu ki, henüz hiçbir EAS grubu, karşı atakta bulunmamıştı ve bu içimi rahatlatıyordu. Karşılık vermelerini istemiyordum; onların karşılığı sadece kalemle olmalıydı, silah ve kan ile değil.

Onlara, Asel'i sordum. Savaş, "hala hayatta olmamı sağlayan kişi." Diye yanıt verdi bana. Nedense, pek haz etmediğim bu kadına, minnet borçlu olması beni rahatsız etmişti. Detaylarını öğrenmek istemiştim fakat bunun zamanı olmadığını biliyordum. Ne yeriydi; ne de zamanı. Savaş'ın telefonunun alarmı ötmeye başladığında irkilerek ona döndüm. Savaş, alarmı kapatarak bana baktı.

"On bir ilacının zamanı geldi." Dedi, masanın üzerindeki siyah bir çantadan yeşilimsi ilaç kutusunu çıkarırken. Çantaya baktım, odadan çıkarken yanına aldığını görmüş olmalıydım. Savaş, bana açılmamış küçük şişe suyu uzatıp elime ilacı bıraktığında yüzümü buruşturdum.

O anda fark ettim; ilaç saatlerimden bir haber olduğumu. Gülümsemek istedim fakat su içiyordum bu nedenle gülümseyemedim. "Peki, nasıl başardınız beni dışarı çıkarmayı? O kadar askeri atlatmayı?" Amar, omuz silkerken, Savaş çantanın fermuarını çekiyordu. "Askerleri atlatmamız gerekmedi." Ona kaşlarımı çatarak baktım. "Nasıl yani?"

"Bize izin verdiler. Hatta yardım ettiler. Bu ülkenin askerlerinin, kendi kanından bir insana isteyerek zarar verebileceklerini mi düşünüyorsun? Eminim sana dokunmamak için, seninle aynı acıları çeken onlarca asker vardır." Başımı hafifçe yana eğerek, üstünün emirlerini yerine getirmeyip, daha sonra bir daha görmediğim o askerleri düşündüm. Tüylerim diken diken olurken, bir elimi istemsizce saçlarımın arasından geçirmiştim.

Ve işte benim yüzümden canı yanan insanlara yenileri ekleniyordu, gözlerim dolarken. Sırf benimle konuştuğu için kırbaçlanan o kadını düşündüm. Tanrım, nasıl bir yerdi orası? Bir mahpushane olabilir miydi? Biliyordum ki, suçlular böyle yaşamıyordu kafeslerinde. Başımın döndüğünü hissediyordum.

Belki de biraz dinlenmeliydim fakat vicdanım buna izin vermezdi, biliyordum. Yinede, denemeliydim. Savaş'a döndüm. "Sanırım biraz dinlenmemin zamanı geldi," diye fısıldadım, utançla. Çünkü yine biliyordum ki, biraz daha orada durursam, bayılmak gibi, olduğum durumdan daha aciz bir şey yapabilirdim.

Amar'a baktığımda, o küçümser bakışları görmeyi beklemiştim fakat bana sadece sonsuz bir anlayışla bakıyor oluşu karşısında şaşkındım sadece. Savaş, tüm itirazlarıma rağmen yatağıma kadar beni takip etti ardından üzerimi örterek odadan çıktı. Bense küflü tavana bakarak uyumaya çalıştım:

Uyuyamadım.

Önce sağa döndüm. Sadece on beş dakika, o şekilde durduktan sonra, sola döndüm. Ardından yüz üstü yattım. Bacaklarımı kendime çektim. Bacaklarımı uzattım. Kollarımı havaya kaldırdım ve Tanrı biliyordu ya, tam bir özürlü gibi görünmüştüm. Sonunda pes ederek yatakta doğrulduğumda, onun çalışma masasının önündeki demir sandalyede oturarak beni seyrettiğini gördüm. Kolunu, sandalyenin başına, çenesini ise kendi koluna yaslamıştı. Sıkıntıyla ofladım. "Uyuyamıyorum." Hafifçe gülümseyince sadece sağ yanağında olan gamzesi gösterdi kendini. "Bunu görebiliyorum."

"Neyi yanlış yapıyorum?" Diye sordum, kaşlarımı çatarak. "Yanlış yaptığın çok şey var, Elit." Dedi, yavaşça. "Bana bunları söyleyecek misin?" Diye sorduğumda, gülümseyerek yerinden kalkıp yatakta karşıma bağdaş kurup oturdu. "Bunları sen bulmalısın."

Bir süre, mavi yeşil çalkalanan gözlerine baktım. "Seni özledim," diye fısıldadığımda, "biliyorum." Diye yanıtladı beni. "Çağan..." Diye mırıldandım, bira rahatsız bir kıpırdanmayla. "Ben... bir şey yaptım." Çağan, başını sol omzuna doğru eğerek bana baktı. "Ne yaptın?"

"Ben..." Diye mırıldandım, eline uzanırken. "Biliyorsun, Savaş her zaman yanımdaydı. Sen yokken ve sen olmadığın için ben bir enkazken beni tekrar canlandıran oydu ve o... harika biri. O kadar güzel ve anlayışlı ki! O yakışıklı, sempatik veya tatlı değil; o güzel. Ve bana o kadar güzel bakıyordu ki... Çağan, özür dilerim." İçimde barındırdığım tüm pişmanlık kırıntıları ile baktım ona. "Ne olursa olsun, seni hep seveceğim fakat..."

"Biliyorum." Dedi, Çağan, yavaşça. Yine gülümsedi. "Bunun için burada değilim," dedi. "Ben sadece iyi olmanı istiyorum. Çok şey yaşadın ve yanında olamadığım için üzgünüm. Gelmek istedim fakat sen bunu istemiyordun." Ona bakarken, koyu renk saçlarını – yine de Savaş'ın saçları kadar koyu değildi,- o hala ne renk olduğunu çözemediğim gözlerini, - biliyordum ki, siyah vazgeçilmezimdi. Çağan'ın gözleri, Savaş'ın gözlerine göre daha büyüktü,- yarım gamzesini, -Savaş'ın gamzesi yoktu fakat biliyordum ki, yüzü bundan iyi görünemezdi- ne kadar çok özlediğimi fark ettim.

İlk defa, ona, küçükken oynadığımız oyunlarda baktığım gibi bakmıştım. Onu çok seviyordum; Tanrım, onu çok seviyordum fakat bazı şeyler donuk gibiydi. Bunu istemiyordum. Tanrım, neydim ben? Savaş'a onu sevdiğimi söylemiştim ve Tanrı biliyordu ki; o mükemmeldi ve onu seviyordum fakat aynı şeyleri neden Çağan'a hissetme ihtiyacı duyuyordum?

Bu beni hastalıklı bir fahişeye çeviriyordu ve bu huyumu hiç sevmemiştim. "Böyle düşünme," dedi, Çağan, sessizce. Onu ilk gördüğüm kadar net göremiyordum şimdi. "Gidiyor musun?" Diye sordum, kırık bir sesle. Çağan, tekrar gülümseyip öne doğru eğildiğinde, hafif bir ses duyduğumu sandım. Çağan'ın hissedemediğim dudakları, alnıma değerken, ses anlam kazandı.

Tık-Tık-Tık!

Bir saniyeliğine kapattığım gözlerimi açtığımda, yorganın üzerimdeki ağırlığını hissederek esnemiştim. Ağzımda, her sabah uykudan uyandığımda olduğu gibi kuru, metalik bir tat vardı. Bir süre, ne olduğunu anlayamadım fakat sonra kapı açıldı ve Seven gülümseyerek içeriye girdi. Elinde bir poşet vardı, kaşlarımı çatarken, uyuduğumu bile hatırlamamış bir şekilde uyandığımı fark ettim. Seven, poşetin içerisinden jelatin ile kaplanmış bir soğuk sandviç ve bir kutu portakal suyu çıkardığında yüzümü buruşturdum. "Çay yok mu?" Seven, bana ters ters baktığında, homurdanarak yataktan kalktım ve saçımı karıştırdım. "Ben banyo yapmalıyım." Dedim, kendimi koklarken. Tanrım. Ben ne zaman bu kadar pasaklı bir kız olmuştum? "Seninle gelmemi ister misin?" Diye sorduğunda, ters ters bakma sırası bana geçmişti. "Saçmalama, Seven. Sadece iki kat aşağı inip az sonra sayacağım kadar çok koridor geçeceğim. Bana bir şey olmaz."

Banyo yapıp temizlikten sonra donarak odama geri döndüm. Sıcak su yoktu fakat kirli kalmaktan nefret ediyordum. Odama çıkıp karnımı doyurduktan sonra, gelen giden olmadığı için, homurdanarak dışarıya çıktım ve koridorlarda gezinmeye başladım.

Kimse ile karşılaşmamıştım.

Kumanda odası dedikleri yere doğru ilerlerken, adım seslerim yankılanıyordu koridorlarda. Birkaç yerde, kameralara rastlamıştım. Fakat bunlar güvenlik kamerası değildi. Bildiğimiz video kamera idi. Maddi bir sebepten olduğunu tahmin edebiliyordum. Kumanda odası yazılı kapıyı açarak içeriye girdiğimde, içeride kimseyi bulamamam, içime kötü bir şüphe düşürürken gerisin geri odama döndüm. Huzursuzdum ve neden huzursuz olduğumu bilmiyordum. Bir süre, odamda kalıp, Seven'in masama bıraktığı telefondan- bu Arda'nın telefonu olmalıydı, kendiminkinin nerede olduğunu bilmiyordum- müzik dinleyip bir şeyler yazmaya çalıştım. Bir şiir döküldü, kalemimden. Garip bir üslubu olan, garip bir şiir. Daha önce böyle bir şiir yazdığımı hatırlamıyordum.

Ve, her şeye rağmen doğuyor yüzsüz güneş.

Ah, yüzsüz güneş!

Hiç akıllanmaz mısın, sen?

Gönlü kara olanların, yüzleri de karadır,

Bilmez misin?

Ne diye aydınlatmaya çalışırsın,

Katrandan kara kanatları?

Ah, saf güneş,

Ah!

Sen hiç iflah olmaz mısın?

***

Ve bugün kahve kokmuyor, ellerim.

Oje sürülmemiş, tırnaklarım...

Tırnaklarım yok.

Kayıplar inşasında nice hayatlar yiten,

O duvarın yapısında.

Suskun ve kanıyorum.

Ve bu gün kahve kokmuyor, saçlarım.

Saçlarım...

Saçlarım yok.

Örüle örüle çorap oldu, her bir teli,

Kokuşmuş ayaklara.

Ve bugün kahve kokmuyor, salonum.

Kül fırtınasında, solundu, parça parça,

Yok oldu...

Pür fırtınasında, kör oldu, gözlerim, aydınlığa.

Ve bu gün artık,

Kahve bile kahve kokmuyor.

Başımı kaldırıp, duvara baktım, uzun uzun. Kalemi, defterimin arasına sıkıştırıp, çıktım odadan yine. Koridorlarda dolaştım, yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.

Sonra, kayboldum.

Tanıdık birileri için gezdim durdum, öylece. Fakat bahaneydi bu da, biliyordum. Yalnız kalmak istemek kolaydı fakat insan yalnız kaldığında, tutamazdı kendini. İçimdeki bu huzursuzluk büyüdü, büyüdü, büyüdü...

Boş koridorlarda yürürken, gözlerimden akan yaşlar olarak attı kendini dışarıya. Nasıl oldu bilmem, merdivenleri buldum, sonunda. Ve yine tırmandım, en uzağa. Tırmandım, tırmandım, tırmandım. Kavruk güneş, yüzüme gülümserken, serseri rüzgar ilkbahar çiçeklerinin kokusunu taşıdı, bin mil öteden, burnuma. İşte o anda, sadece Tanrı varken, yanımda, hıçkıra hıçkıra ağladım.

Bağırdım. Ağladım. Attım içimde biriken tüm pisliği. Küfrettim, sövdüm, saydım...

Sonra, öfkem dindi, acı ile inleye inleye ağladım.

Ağlamam, göz yaşlarım ve gittikçe kısılan hıçkırıklarım sonunda dindiğinde, kendimde ayağa kalkacak gücü bulup ayağa kalktım. Herkesin nerede olduğunu bilmem gerekiyordu. Çıktığım merdivenlerden gerisin geri indim, koridorlardan geçtim, kendi odama gelene kadar, kimseyi görmedim. Odama girdiğimde, gördüğüm manzara ile kaşlarım daha da çatıldı.

"Seven?" Diye sordum, şaşkınlıkla, gizlice ağlayan arkadaşıma bakarken. Seven ayağa kalkıp bana yürüdüğünde, yutkundum. Ardından, kollarını açan arkadaşıma sımsıkı sarıldım. Boğazım düğümlendi; biliyordum ki tutmasaydım kendimi yine dökülürdü, o göz yaşları gözlerimden. Geri çekildiğimde, Seven burnunu çekip, gözlerime baktı. "Sana bir şey söylemem lazım," dedi, Seven, tekrar yatağıma otururken. Onun karşısına oturup ona baktım. "Söyle, canım." Diye mırıldandım, ona bakarken. Şaşırmıştım. Seven, öylesine ağlayabilecek bir kız değildi; biliyordum.

"Biliyorum, derdine dert eklemek gibi olacak bu ama artık kendime saklayamıyorum." Diye soludu. "Eğer şey olmasaydı... Hiç başını şişirmez, Arda ile konuşurdum. Başındaki-"

"Kes zırvalamayı da, anlat." Diye çıkıştım, burnu kıpkırmızı olan Seven'e bakarak. "Peki..." Diye derin bir nefes aldı, Seven. Gözlerini kapatıp mırıldandı sonra; "yara bandı çeker gibi..." Ardından kesik bir nefes alarak, bir sonraki nefesinin tamamını kaplayan o cümleyi söyledi;

"Elit, ben Arda'ya aşık oldum."

"Oh- Vay canına. Bu biraz fazla hızlı oldu." Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırırken, Seven burnunu çekti. "Sadece bu da değil... Ben... O bizim evdeyken-"

"Ne zaman sizin evdeyken?" Seven'in yüzü kızarırken, başını eğerek, "Savaş'ında olduğu yemekten sonra, Arda beni eve bırakmayı teklif etmişti ya, o gece." Diye mırıldandı. Evet, bunu hatırlıyordum. Arda, o gece eve gelmemişti. Susup, devam etmesini bekledim; biliyordum ki, kafamda bir senaryo kurmamalıydım çünkü yine biliyordum ki, bahsedeceğim kişiler en yakın arkadaşım ve kardeşim olacaktı. Seven devam etti. "Saat geç olduğu için annem gitmesine izin vermemişti." Başımı salladım.

"Elit... Arda'yı seviyorum." Diye inledi, tekrar ağlamaya başlamadan önce. "Bu kötü bir şey değil ki!" Diye bağırdım. "Saçmalama, lütfen, Seven!"

"Geçen hafta, doktora gittim. Birkaç test yaptılar." Dedi, "böbreğim iflasın eşiğindeymiş. Acilen yeni bir böbreğe ihtiyacım var ama..." Durup, bana baktı. "Durumum 'ölümcül' olmadığından, listede en sonlara düşüyorum. Sicilimin temiz olması ve rutin sağlık kontrollerimin beni listede üstlere taşıyacağını düşünüyorlar fakat bence..." Bana bakıp omuz silkti. "Diyalize girmek zorundayım."

"Umutsuz musun?" Diye sordum, tüm içtenliğimle. Beklemediğim bir kişiden duyduğum bu beklemediğim olay karşısında nasıl tepki vermem gerektiğini bilmiyordum. "İnançlıyım." Dedi, başını sallarken. Belki de, bir şekilde, olayın ciddiyetini kavrayamadığımdan, Seven'i yüreklendirebilecek hiçbir şey söylememiştim. Seven ise, biraz içini döktükten sonra, evine gitmişti. Buraya gelmek için, komşusunun arabasını alıyordu. Ve zamanı kısıtlıydı.

Arda'nın telefonunu alarak önce Savaş'ı, sonra Amar'ı daha sonra görmediğim herkesi tek tek aradım fakat kimseden cevap gelmemişti. Çıldırmak üzereydim.

Sonunda, telefonumu da yanıma alarak, kumanda odasına ilerledim. Her bir adımım adeta yeri dövüyordu. Kapıyı açarak, açık bilgisayarlardan bir tanesine oturup, kamera kayıtlarını izlemeye başladım. Oktan veya Alkan, kendi yazılımlarını kullanarak, toplam beş mobese kamerasının kanalına sızmıştı ve – bunu nasıl yaptıklarını ve yakalanmadıklarını yalnızca Tanrı biliyordu- o anda işime yaradığını söylemeliydim.

Görünürde hiçbir şey olmadığından, sivil televizyonu açarak, kanallarda gezinmeye başladım. Her kanalda aynı habere rastlamamla, huzursuzluğum ve endişem git gide arttı.

Çevik kuvvet polisi olan Ahmet Budak, Taksim Meydan'ının en orta yerinde, alenen intihar etmişti. Polis ruhsatlı silahını havaya kaldırıp bir şeyler bağırdıktan sonra, şakağına dayayarak tetiği çekmişti. Bu görüntüler, tabii ki gösterilmiyordu fakat, görmek istiyordum. Bağırdığı şeyleri duymak istiyordum. Yine de, neler olduğunu bilmiyordum; Arda ve Savaş için – ve tabii ki, diğerleri için- deli gibi endişeleniyordum.

Tekrar odama döndüm; bir uyku ilacı içtim ve başımı yastığa koyarak uyumayı bekledim. Tek dileğim, gözlerimi açtığımda, yanı başımda Savaş'ı bulmaktı. Kokusunu şimdiden duyabiliyordum. Yavaş yavaş bulutların içerisinde kaybolurken, hiç kimsenin olmadığı bir anda, uyumanın iyi bir fikir olmadığını düşündüm. Bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum; sadece kendimi yorgun hissetmiştim ve sadece birkaç saat için hiçbir şey hakkında endişe duymayacak olma düşüncesi, tahrik ediciydi.

Kısa bir zaman sonra, tüm düşünceler ve endişeler anlamını yitirdi. Kendimi ölü hissettim.

*

İçmek istiyordum. Uyandığımda, başım davul gibiydi ve ağzımın içerisinde iğrenç bir tat vardı. Kimse yoktu; tabii koridorda rasladığım birkaç kişiyi saymazsam ki, onlarında normal hareketler sergilediğini düşünmüyordum. Sadece başım ağrıyordu ve ağrı kesici içebilirdim fakat canım istemiyordu. İlaç zamanlarımı bilmiyordum; Savaş'a ihtiyacım vardı.

Ah, Tanrım, ona ihtiyacım vardı. Onun sıcaklığına gömülmeye, ellerimi kuzguni buklelerinde gezdirmeye ve onu öptüğümde beni kendine bastırmasına ihtiyacım vardı; onu özlemiştim. Ona ihtiyacım vardı ve o yoktu, Tanrım neredeydi? Aklımda çeşitli senaryolar oluşurken, sarhoş olmak istediğimi fark ettim. Sarhoş olmak istiyordum fakat içecek hiçbir şey yoktu. Eminim ki, vardı. Arda'nın odasına gidersem eğer, bavulunun içerisinde, eşyalarının altına sıkıştırılmış bir bira veya güzel bir ihtimalle viski bulabilirdim. Viski bulamazdım; Arda, viski sevmezdi fakat ben severdim ve hayalini kurmak güzeldi. Sadece düşünürken bile, dudaklarımdan içeriye dökülerek boğazımı yakan tadını hissedebiliyordum. Evet, bir saat kalkmış ve alkolik olarak uyanmıştım.

Hayır, hikayem bu değildi sadece kafamı dağıtmak istiyordum çünkü yine kendi sesimle uyanmıştım. Kendi, aciz, tiz ve iğrenç çığlığımla. Buna kim tahammül edebilirdi ki? Bir şeyleri unutsam iyi olacaktı ve bu öylece gerçekleşmeyecekti. Uyurken çok terlediğimi fark ederek tekrar havluma sarılıp duşlara indim. Havalar sıcaklamıştı, artık küçücük bir ter damlası bile kokuyordu. Koltuk altımı ve diğer yerlerimi bavulumda bulduğum malzemeler ile tıraşlayıp, iyice temizlendim. Soğuk su altında durmak zordu ve kalıp sabun ile birlik olup saçlarıma acayip şeyler yapıyorlardı fakat umrumda değildi; kokuyordum. Duştan çıktıktan sonra – aslında suyun altında fark etmiştim, karnımın guruldadığını hissettim. Yiyecek bir şeylere ihtiyacım vardı. Tanrım, bu sikik 'karargahın' hiçbir odasını bilmiyordum, beni nasıl bırakıp gitmişlerdi? Bu sorumsuzluktu! Hiç olmazsa gitmeden önce bana söyleyebilir veya mesaj atabilirlerdi. Hayır, mesaj atamazlardı, bu riskli olurdu.

Tokamdan fırlayan saç tutamlarımı çekiştirdim. Lanet saçlar, bir türlü kalıba sokulmuyordu. Gidebileceğim – bildiğim, tek yere gidip araştırma yapabilirdim ama önce bu açlığımı ve susuzluğumu gidermeliydim. Arda'nın olduğunu tahmin ettiğim odaya girdim. İçerisi ayak kokuyordu; evet burası Arda'nın odasıydı. Onun, yatağının üzerine fırlatılmış kirli çorap koleksiyonundan tanıyordum. Tanrım, biriken kirli çorapları tanesi beş kuruştan satsam, milyoner olurdum. Hayır, insanlara bunu yapamazdım.

İşte! Gerçekten bulmuştum, elimde dört şişe bira duruyordu. Ekstra ve eminim ki ılıktı. Bu iyiydi, bu çok iyiydi, sarhoş olmak istiyordum. Bira poşetini yanıma alarak kumanda odasına yürüyordum, kafamda bir çok soru vardı; kendimi huysuz ve hasta hissediyordum. Benimle şu anda kimse konuşmamalıydı. Sadece bir şeyler bilmek istiyordum, ah, onları gördüğümde şirret bir sürtük gibi davranacaktım; bunu hak ediyorlardı. Kapıyı arkamdan kilitledim. Bu yapıya güvenmiyordum; sanki her dakikam kısa boylu bir cin tarafından izleniyordu ve, ah! Bu hiç hoş bir his değildi. Bilgisayarın oturum tuşuna basarak sabırsızca açılmasını bekledim ve kutu biralardan birinin köpürerek açılmasını dinledim. Tanrım, bu bilgisayarlardan nefret ediyordum. Her zaman şişko, beyaz ve yavaş olurlardı.

Biramı kafama dikerken, bilgisayar açıldı. Şifresi olmamasına şaşırmıştım, ki olsaydı bile ne olacaktı? İkizlerin doğum tarihi mi? Bilemezdim. İnternet olduğunu görünce bir nebze sakinlediğimi hissettim. Sadece bir nebze. İnternete girdiğimde, her şey netlik kazandı. Şöyle düşünmüştüm, orospu çocukları.

Pekala, şöyle olmuştu; biramın son yudumuna doğru, başım dönmeye, terlemeye başlamıştım. Üzerimde, sarhoşluğun o hafiflik duygusu vardı. Henüz sarhoş olmamıştım, hayır, hayır. Ne araştırdığımı bilmiyordum, sadece gazete okumak isteyerek bir haber sitesine tıkladım.

Görünüşe göre, EAS Grupları sessizliklerinin acısını çıkarıyorlardı. Söylendiğine göre, tam üç şehire, aynı saatte başlayan ve dün geceden bu yana devam eden bir kargaşa hakimdi. EAS, grupları, beşerli gruplar halinde sloganlar atmakla başlamış fakat daha sonra, işin içerisinde polisinde girmesiyle adeta bir savaşa dönüşmüştü. EAS, bir ordu gücüyle saldırıyordu – yaralılar ve tutuklular vardı. İller, İstanbul, Ankara, İzmir olarak sıralanıyordu ve diğer şehirlerde küçük hareketlilikler dışında buna benzer görüntülere rastlanmamıştı. Ah, onları bulduğum anda, benden habersiz kendilerini riske atmalarını ödetecektim. Özellikle Arda ve Savaş'a, ki, bu da daha çok şirret bir sürtük olacağım anlamına geliyordu. Bu sorumsuzluktu, nasıl böyle bir şeye cesaret edebilirlerdi? Neler yaşadıklarımı gözlerimin önünden şöyle bir geçirdiğimde... Kaç kişi dayanabilecekti? Kolayca istedikleri tüm soruların cevaplarını alabilirlerdi. Peki Savaş?

Aklı neredeydi?

Onun, savaş meydanından başka bir yerde olmasını umdum. Bunu istiyordum; hayali bile güzeldi sadece kendsini riske atmayacağı bir yerde olması gerekiyordu. Tanrım, tüm yapması gereken buydu!

İkinci kutuyu açtım.

Bu defa, arama motoruna Taksim'de ki polis intiharı yazdım ve bir çok sitenin ekranda belirmesini izledim. Gözlerimi, linklerde dolaştırırken, güvenilir olduğunu düşündüğüm bir haber sitesine tıklayarak ılık-ekstra biramdan kocaman, doyurucu bir yudum aldım. Gözlerim yanmaya başlamıştım; gözlerimi çok açıyordum. Kızardıklarını tahmin ediyordum; ne zaman içsem kızarırlardı, bunu hiç anlamazdım. Haber, sonunda açıldığında, sessizce okudum haberi. Son anına kadar, neredeyse haber spikerinin kurduğu cümlelerin aynısıydı fakat sonuna bir video eklenmişti. Çok yakından çekilmişti; adam bağırdığında, onun söylediklerini duyabilirdiniz.

Öyle de olmuştu.

Adam, sessizce ortaya yürüyüp silahını eline aldı. Gariptir ki, adam bağırdığında dahi, onu fark eden olmamıştı. Kimse, bu adam ne diyor diye dönüp bakmamıştı. Kimse merak etmemişti. Bu beni her şeyden çok sarmıştı, milletimiz bu kadar mı yontulmuştu, gerçekten? Zamanla başımıza gelen şey bu muydu?

Adam, bağırdı. "Özür dilerim!" Diye bağırdı önce. "Özür dilerim, senden, çocuk! Yaşamana izin vermediğim için özür dilerim! Hiçbir suçun yoktu belki fakat paniklemiştim! Özür dilerim!" Adam, ellerli titrerken, bağırmaya devam etmişti. Sadece birkaç kişi dönüp baktı. Büyük bir ihtimalle, elindeki silahı henüz fark etmemişlerdi. Eğer fark etselerdi, bunu eğlence olarak görüp, son moda, gold telefonları, Rayban gözlükleri ve yılan derisi Doore çantaları ile orada dikilerek bunu kayda almazlardı. Çığlık atar ve koşuştururlardı. Adam devam etti; kamerayı veya telefonu tutan kişi biraz kıpırdandı ve yanındaki arkadaşına bunu Youtube'a koyduğunda, gelecek ay, ikramiye alabilecekleri ile ilgili bir şeyler söyleyip birlikte kıkırdadılar. Adam, bağırmaya devam etti. "Onu ben öldürdüm! Ben bir katilim!" Diye bağırdı, adam. "Çağan Ertürk'ü ben öldürdüm!" Diye bağırdı. Ardından silahı kafasına dayayarak tetiği çekti.

Adamın, kafası paramparça olurken, çevredekiler çığlık atıp kaçtılar. Kimden kaçıyorlardı? Bir ölüden.

Dehşete düşmüştüm. Ellerim titriyordu, gözlerimde yaşlar birikmişti. Saçlarımı yolmak, adamı tutup sarsarak, 'kendine gel!' demek istiyordum fakat her şeyden önce üzerime öyle bir yük binmişti ki... Düşüyordum. Tüm biraları toplayarak ve kanıtlarımı silerek başladım, ardından her şeyi bulduğum gibi bırakarak yürüdüm. Arda'nın odasına giderek, diğer zulalarını da çökerttim. Sigara ve bir şişe cin bulmuştum. Küçük bir şişeydi, yarısı içilmişti fakat hiç yoktan iyiydi. Kendime rahatça ağlayabileceğim - sarhoşken ağlardım fakat o anda, ayıkken de ağlayabileceğimi biliyordum - bir köşe seçerek, bunu yaparken beni kimsenin bulamayacağı bir yer olmasına da dikkat etmiştim çünkü kimsenin beni bu rezilliğimle görmesini kaldıramazdım, oturdum ve içmeye devam ettim. Sigara kutusunun içerisinde, gazı yarısında olan yeşil bir çakmak vardı. Bunu biliyordum, Arda çakmağını her zaman sigara kutusunun içerisine koyardı. Bir sigara yaktım ve cini en sona saklamak üzere, az önce açtığım birayı yudumlamayı başladım. Her bir yudum, midemi yakıyor, kusma isteğimi arttırıyordu fakat düşüncelerimi uyuşturduğunu biliyordum.

Ah.

Neden mutlu değildim? Mutlu olmam gerekirdi. Sonunda, Çağan'ın katili, tam da istediğim gibi ölüp gitmişti. Neden mutlu değildim? Hayır, hayır, mutlu olmam gerekirdi. Bu benim suçumdu.

Evet, işte yumurtlamıştım. Bu, benim suçumdu. Benim suçumdu... Adam'ın son sözleri; ben bir katilim olmuştu. Çağan Ertürk'ü ben öldürdüm. Onu, o öldürmüştü ve şimdi ölüydü.

Üçüncü kutuyu açtım.

Neden onu öldürmüştü ki? Paniklemiştim... Paniklemişti. Evet. Kimse paniklediği için adam öldürmezdi! Evet, haydi ama şu anda paniklemiştim. Adrenalinin damarlarımda sıcak alkol ile aktığını hissedebiliyordum. Boynumdaki ve alnımdaki atar damarların, kalbim ile aynı ritmi tutturarak yakındığını duyar gibiydim. Evet, paniklemiştim. Ne yapacağımı bilmiyordum, kesinlikle bunu istememiştim, o adamın böyle ölmesini... Ölmesini istememiştim. İlahi adalet yerini buldu falan filan...

O anda ilahi adalet umrumda değildi, ilahi olan her şeyi sikip atmak istiyordum. TANRIM! Aklımı yitirmek üzereydim. Kendini neden vurdu? Bunu neden yaptı! Bana işkence etmek mi istiyordu? Bunu mu istiyordu? O kanlı ellerini boğazımı kavrarken hayal edebiliyordum. Dişlerini gıcırdatarak bana bir katil olduğunu söylüyordu. Onu ben öldürdüm. Çağan Ertürk'ü ben öldürdüm.

Evet, paniklemiştim ve şimdi birini öldürmem mi gerekiyordu? Evet. Evet belki bir cinayet işleyebilirdim, belki Asel'i öldürür ve meydana çıkarak ben bir katilim diye bağırabilirdim ve kimse beni duymazdı. Bir hayalet gibi aralarında dolaşırdım ve bağırırdım o sürtüğü ben öldürdüm! Tanrım. İçmemeliydim.

Dördüncü kutuyu açtım.

Yavaş gitmeliydim; bu son kutumdu. Ardından bir cin şişesi olduğunu hatırlıyordum. Her şey etrafımda dönerken, bir atlı karıncada olduğum hissine kapıldım. Nedense onca ışığın altında ben karanlıktım ve atların üzerindeki çocuklar ağlıyordu. O pembe süslü atların üzerinde ağlıyorlardı. Neden ağlıyorlardı ki? Bu çok eğlenceliydi. Atlar korkunçtu. Evet. Olan buydu. Atlar kişniyordu. Hayır. Oyuncak atlar kişnemezlerdi...

Atlar bana, o pembe kurdeleleri ve plastik dişleri ile katil olduğumu söylediler. Çocuklar birer birer yere düşerken, bir sigara yaktım. Sonra bir tane daha. Sonra bir tane daha... İçimdeki bu açlık yok olana kadar ardı ardına yaktım.

Parmağımı yaktım.

Onu yakmıştım fakat canım yanmıyordu; canımın yandığını hissetmiyordum; hissettiğim tek şey zevkti. Ateşi, o sıcak, tatminkar ateşi parmaklarımda gezdirirken kahkaha atıyordum. Hayır. Hayır, hıçkırıyordum.

Hayır. Hıçkırarak kahkaha atıyordum.

Onu neden öldürmüştü ki? Kendini neden öldürmüştü? Neden birilerini öldürmüştüm... Yani, birilerini öldürmüştüm, değil mi? Katil olduğumu hissediyordum. Hayır. Kimseyi öldürmemiştim... Ah, evet birileri ölmüştü fakat onları ben öldürmemiştim... Değil mi? Onları mavi canavarlar öldürmüştü. Bunu görmüştüm; bunu gözlerimle görmüştüm, inkar edemezlerdi!

Ah, hayır! Belki sıcak bir bedene bir bıçak saplamamıştım fakat onları ben öldürmüştüm. Onların katili bendim. O adamın katili bendim. Onu ben öldürmüştüm. Adam, intihar etmişti, onu ben öldürmemiştim! Yanık elime, damlalar düşüyordu. Yağmur mu yağıyordu?

Ah. Ah. Ah. Ah.

Hayır. Yağmur yağmazdı. Duvarlar vardı, bir tavan ve... Neden bahsediyordum?

Neden kendini öldürmüştü? Dudaklarımı yaladım, tuz vardı. Tuz... tuz mu yemiştim? Hayır. Bir şey yememiştim. Yemiş de olabilirdim; kusacaktım. Midem oynuyordu. Ayağa kalktığımda dünya karardı ve oraya kustum. Birkaç adım attım ve son hatırladığım...

*

Soğuk su, hücrelerimi kaynatıyordu. Sırtım duvara yaslıydı ve üzerimde kıyafetlerim olduğunu hissediyordum. Başım sert fakat huzur veren bir gövdeye yaslıydı. Nefes alış verişlerim, düzensiz, kesikti. Sağ elimden, vücuduma yayılan bir acı hissediyordum. Bir el, soğuk suyun aksine şefkatle saçlarımda dolaşırken her şeyin yolunda olduğuyla ilgili bir şeyler zırvalayan o sesi duydum. O anda sesi tanıyamamıştım fakat fark ettiğim iki şey vardı.

Birincisi; hiçbir şey yolunda falan değildi.

İkincisi; hiçbir şeyin yolunda oldmadığını bildiğim halde, o gövdeye yaslıyken her şey yolundaymış gibi hissediyordum. Şeffaftım.

Gözlerim karardı.

*

"Görüntüleri görmüş olabilir mi?" Diye sordu biri. Ses boğuk ve içtendi. Duyguları yüzünden değil, ses tonundan kaynaklandığını düşündüm. Kendine güvenerek ve çevresindeki insanların kendini dinleyeceğinden emin bir ifade ile konuşmuştu. "Sanmıyorum." Dedi, başka bir ses. Bu ses, ilki kadar güçlü değildi fakat bıkkın ve çaresiz bir tınısı vardı. "Yani... nereden görmüş olabilir ki?"

Bir el, terli alnımdaki saçları çekti ve ben, yatak olduğunu tahmin ettiğim fakat hemen sonra bir insanın kucağı olduğunu anladığım o yerde kıpırdandım. "Uyanıyor mu?" Diye sordu, aynı ses. Bir başka ses, içimi ısıtan bir tınıyla konuştu; "hayır. Hala uyuyor."

"Onu nerede bulmuştunuz?" Diye sordu, ilk konuşan. Bu... Amar olmalıydı. Evet. Oydu. Başımı, sıcaklığın kaynağına gömerek kulaklarımı kapatmaya çalıştım. "Gerçekten, uyanmadığına emin misin?" Diye sordu, ikinci konuşan. Bu da... Arda'ydı. Evet. Üçüncü kişi – sanırım bu kişi, kucağında uyuduğum kişiydi, "eminim." Dedi, öfkeli bir sesle. Arda'nın homurdandığını duydum ve sanırım Savaş'ın kucağındaydım. Arda'nın buna nasıl izin verdiğini çok merak ediyordum; ona aramızda olanlar ile ilgili hiçbir şey söylememiştim. Başımda lanet bir ağrı vardı fakat geri uyumak istemiyordum. Uyuduğumu, çok derin uyduğumu düşünerek, benim bilmediğim konular hakkında konuşabilirlerdi ve bu nedenle gözlerimi açmak da istemiyordum. "Bu hataydı," dedi, Arda. "Onu öylece bırakıp gitmemiz hataydı. Bunun olacağını tahmin etmemiz gerekirdi..."

"Biri şu çocuğa – sürekli kıyamet habercisi gibi konuşan şu çocuğa, çenesini kapatmasını söyleyebilir mi?" Diye seslendi, bir ses. Bu sesi tanımıyordum. Ses, hırıltılı ve elektronik gelmişti. Dikkat kesildim. Arda, öfkeyle iç çekse de, sesini çıkartmadı. Yine de içinden ettiği küfürleri duyar gibiydim. "Orada her şey yolunda mı?" Diye sordu, Amar. "Evet, her şey yolunda." Dedi, ses. "Yani sayılır. Sayımız hızla tükeniyor, burası savaş alanından farksız. Silahlanmaya başlamamız an meselesi." Ortada dönen konuşmayı anlamaya çalışarak birkaç dakika daha sustum. "Bunu yapın," dedi, Arda. "Silahlanın fakat üzerinize gelmedikleri sürece, ateş etmeyin."

"Oradan söylemesi kolay." Dedi, ses. "Bu gerçekten kolay, buradaki insanların durumunu görmezden gelip sadece emirler veriyorsunuz. Bunun uğruna savaştığımız şeyin tam tersi olduğunun farkında değil misiniz?" Amar'ın sesini duydum, "size emir vermiyoruz." Dedi, sakince. "Bunu yapmıyoruz, kardeşim, inan bana. Eğer bu, düşüncelerine ters düşüyorsa, görüşmeyi burada sonlandırabiliriz, bunu yapabilirsin, biliyorsun."

Gözlerimi açtım. Bunu görmemişlerdi, görüşmeyi bilgisayardan yaptıklarını fark ettim. Herkes bilgisayar ekranına odaklanmıştı. Daha iyi görebilmek için gözlerimi kıstım. "Sayımız azalıyor, dedin." Dediğimde, birden tüm gözler bana döndü. Savaş'ın kucağından utanarak inip bana dönük olmayan bilgisayar ekranının önüne geçtim. "Sayınızın azaldığını söyledin, bu ne demek oluyor?" Adamın gözleri önce hafifçe büyüdü. "Elit Ajun Sağanak." Diye mırıldandı, sessizce. "Evet, o." Dedim, adama bakmaya devam ederken. Kahverengi gözleri, yüzüne göre fazla büyüktü. "Yakalanıyoruz." Dedi, adam. Gözlerimi kısarak, adamın çevresini taradım. "Bana durumunuzdan bahset." Dedim ardından. Pek bir şey görememiştim.

Bir spor salonundaydılar. Daha doğrusu kapalı bir basket sahasında. Oraya çadırlar kurmuşlardı. O anda toplam doksan sekiz kişilerdi fakat ondan öncesinde sayılarının iki yüzü bulduğundan bahsetti. Çevreye bir zarar vermiyorlardı, polisler, spor salonunun dışındalardı ve herhangi bir saldırı olmadığında onlarla sohbet bile etmişlerdi. İnsanlar ise, sadece bir şeyler olduğunu biliyorlardı. Büyük çaplı bir kargaşa çıkmamıştı; henüz. "O halde silahlanmayı aklınızdan bile geçirmemeniz gerekir," dedim, elimi soğuk sudan dolayı sertleşmiş saçlarımdan içeriye sokup. "Bunu mu öneriyorsun?" Dedi, adam. İsmi, İbrahim'di. "Hayır, hiçbir şey önermiyorum." Dedim, şaşırarak. "Sadece... eğer size zarar vermiyorlarsa, neden silahlanasınız ki?"

"Sayıları azalıyor." Dedi, Amar, uyarıcı bir ses ile. "Kendilerini korumaları gerekir."

"Bunun farkındayım," dedim, ona ters ters bakarak. "Ama eğer zarar görmüyorlarsa, zarar vermemeleri gerekir." Ah, başım çatlıyordu. İbrahim, "bizi tutukluyorlar." Diye uyardı beni. "Nasıl?" Diye sordum. "Madem onlar ile sohbet bile edebiliyorsunuz, sizi neden tutukluyorlar? Bir şeyler yapıyor olmanız gerekir." Amar, arkamdan bir yerden uyarıcı bir şekilde boğazını temizlediğinde, İbrahim, "ya-yapmıyoruz." Dedi. "Bize bir şey yapmadıkları sürece onlara bir şey yapmıyoruz."

"Bu da ne demek!" Diye bağırdım birden. Kendime engel olamamıştım; "size ne yapıyorlar ki!" Amar, kolumu tuttu, "Elit istersen gerisini biz halledelim ve sen biraz-" Kolumu ondan kurtararak adama baktım. "Bunu ister emir olarak görün, ister başka bir şey. Silahlanmayacaksınız. Size zarar vermedikleri sürece, onlara hiçbir şey yapmayacaksınız. Beni duydun mu? Hiçbir şey."

"A-Ama..." Adam, itiraz etmeye çalıştığında, Amar, arkama geçerek oturduğum sandalyenin başlığını tuttu ve omzumun üzerinden ekrana doğru eğildi. Böyle yapınca, yanağı yanağıma sürtünmüştü ve yeni çıkmaya başlayan sakalları beni gıdıklandırmıştı. "Onu duydun," dedi, Amar, adama. "Silahlanmayacaksınız. Böyle söylemiştin, değil mi?" Dedi, başını bana döndürüp. Fazla yakınımda duruyordu. Ekrana döndüm; "hiç yaralandınız mı?" Diye sordum. "Hiç can kaybı var mı?" Adam, bembeyaz olmuş suratıyla başını iki yana salladı. Ardından, Amar'a baktı ve konuştu; "pekala, silahlanmayacağız fakat kardeşlerime, yoldaşlarıma bir şey olursa ve kendimizi koruyamazsak..." Durdu, kaşlarını çattı. Ne söylediğini kendisi de bilmiyormuş gibiydi. Başını iki yana sallayıp, Amar'a ve bana baktı. "İstanbul ile görüşme bitti. İçeriye girebilirsiniz, çocuklar." Ardından ekran karanlığa gömüldü. Herkes kendi işinin başına döndü; bana ilaçlarımı içirdiler ve çenemi bir süre kapalı tutup o 'küçük kıçımı' her işe sokmamam gerektiğini söylediler. Kendimi rezil etmemişim gibi davranıyorlardı. Bundan nefret etmiştim, şefkatlerini istemiyordum. Bana bir hasta gibi davranmaları sinirime dokunmuştu.

O gece, Öykü beni ziyarete gelmişti. Oldukça uzun bir zaman boyunca, konuştuk. Boş sohbetleri sevmezdim fakat o anda bu beni rahatlatmıştı. Aşağı inerek tekrar duş almış, saçımı tarayıp dişlerimi fırçaladıktan sonra, uyumuştum.

Ta ki, kapım çalınana dek.

Yorganı üzerimden tepikleyerek attıktan hemen sonra, ayağa kalkıp bir ölü gibi, kapıya yürüdüm. Kapımı kilitlediğim için, gelen kimse, öylece içeriye girmesini isteyemezdim. Kapıyı açıp uykulu gözlerle gelen kişiye baktım.

Elbette, gelen kişi Kuzgun'du. Vay canına. Onu uzun süredir böyle seslenmemiştim. Hafifçe çekilerek içeriye girmesini izledim, ardından kapıyı kapatarak ona baktım. Bir süre hiçbir şey söylemeden gözlerime baktı. Esnedim.

"Gerçekten uykun olmalı." Diye mırıldandı, Savaş, gülümserken. "Yanında başka biri varken, ağzını kapatmalısın." Ona anlamayan gözlerle baktım. "Yani, esnediğinde." Dedi. Ayaklarımı sürüyerek yatağıma giderken tekrar esnedim. "Sen başka biri değilsin. Sen Savaş'sın." Savaş, gülüp bana döndü. "Neden geldiğimi sormayacak mısın?" Yastığıma sarılırken mırıldandım, "eğer bir sorunun yoksa ve uyumak için gelmediysen kapı orada, gerçekten çok uykum var v-" Tekrar esnedim. Tanrım. Savaş, yanıma uzanıp, kolunu belime sardığında, ona yaklaşarak bedenlerimiz arasında boşluk kalmamasını garantiledim. Sırtım gövdesine yaslıyken, şakağımdaki nefes alış verişlerini hissedebiliyordum. Kalbim hızla atarak soluğumu keserken ve inanılmaz bir adrenalin damarlarımı kaynatırken homurdandım, "pekala, uykumu kaçırdın." Savaş'ın kıkırtısı, kelebekler gibiydi. "Seni istedim." Diye mırıldandı, dudakları, boynumdayken. Kesik bir nefes alarak, gözlerimi kapattım. "Sana ihtiyacım vardı." Omzuma, sıcak bir öpücük bıraktığında, tüm vücudumun titrediğini hissettim. "Tanrım," diye mırıldandım, soluk soluğa. "Şunu yapmayı kes." Savaş, tekrar kıkırdadığında, bunun bir rüya olduğuna kanaat getirmiştim. Yana dönerek beni de döndürdü ve işte üzerinde, ona bakıyordum. Parmaklarımı, keskin yüz hatlarında gezdirdim. Öne eğilip, dudaklarımı, boynuna bastırdığımda, hızla bir nefes aldı. Dudağımı boynundan çekmeden gülümsedim, evet, Kuzgun. İşte aynen böyle hissettiriyor. Yine de yanan dudaklarımı, elmacık kemikleri üzerinde dolaştırmadan alamadım kendimi. Bunu nasıl anlatmam gerektiğini bilmiyordum; dudaklarım sonunda yolunu bularak dudaklarına ulaştığında anlatmam gerekmediğini fark ettim. Sadece yaşıyordum ve bundan daha mükemmel bir his olamazdı. Dudaklarının, dudaklarımın her santiminde yaptığı basınç, kalbime ulaşıyor ve ona defalarca darbe indiriyordu.

"Pekala, pekala..." Diye inleyerek başını geriye doğru attı, Savaş. Başım hala dönerken ve hala dudaklarını dudaklarımda hissedebiliyorken, başımı boynuna gömdüm. Nefeslerimi düzene sokmaya çalışıyordum fakat... olmuyordu. Savaş, güldü, "buraya sadece konuşmaya gelmiştim." Dedi, gülmeye devam ederken. Küçük kahkahaları bulaşıcıymış gibi bende gülmeye başladım. Sonra birden kahkahalarım kesildi. Bu an... bu an çok güzeldi. Bu anı bozmak istemiyordum fakat aklıma gelen düşüncelerle boğazımın düğümlendiğini hissediyordum. Kısa bir sürede, sizi uzun süre esir tutacak kayıplar vermişseniz, sevdikleriniz ile gülerken bunun ne kadar süreceğini tahmin etmeye çalışırdınız. Bir ay mı? Bir yıl mı? Bir asır mı?

Bu engellenemiyordu ve o anda, bunu düşünüyordum. Bir yıkımı daha kaldırabilir miydim? Dudaklarım aralanırken, "seni çok seviyorum." Diye mırıldandım, boğuk sesimle. Elim, tişörtünü sımsıkı kavramışken geri çekilip o kuzguni okyanuslara daldım. "Seni seviyorum." Savaş, hafifçe kaşlarını çatarak, bir elini yavaşça yanağımda gezdirdi. "Bende seni seviyorum," diye mırıldandı. "Seni iyi misin?" Başımı, sağ omzumun üzerinde eğerek onu izledim. Bir anlık karar ile üzerimdeki bol, kısa kollu buluzu çıkarıp atarak öne eğildim ve kulaklarımda çınlayan kalp atışlarımın, onun kalp atışları ile birleşmesini dinledim. Dudakları, dudaklarımı mühürlerken, dönüp, sırtımın yatağa yaslanmasını sağladı. Onu öperken... sanki haşin dalgaların saldırısına uğramış dev bir okyanusta, elimde kalan tek küreğimle, küçücük bir sandalda kaybolmuştum ve bu bana hastalıklı bir zevk veriyordu. Eli tenimi yakarak, karnımın üzerinde dolaşırken, daha ne kadar nefessiz kalabileceğimi düşündüm. Başımı döndürüyordu, her bir soluğumu çalıyordu ve bunu yapan o değil, sadece dokunuşuydu... Tanrım, onun bana yaptıklarını düşünemiyordum. Bilincimi yitirmiştim sanki! Sanki, düz bir yol izleyerek tişörtünün altındaki sert gövdesinin üzerindeki her bir yara izini okşayan o el, benim değil gibiydi. Bacaklarına dolanan bacaklarım değildi sanki... Tüm bedenim aynı anda hem alev alıp hem donuyordu...

Uyuşuyordum fakat her bir dokunuşunun farkındalığı ile sarsılıyordu, bedenim. Nasıl olduğunu bilmiyordum fakat artık tişörtü yoktu. Odamın herhangi bir köşesinde ki herhangi bir gölgeye sığınmıştı... Ellerim, o kuzguni buklelerin arasından geçip, yolarcasına kendime çekti, başını. Boğuk inlemesi, karanlık odamda çınladı. Dudaklarımı ısırarak bu alevin beni ele geçirmesine izin vermeden hemen önce geriye attığım başım, yastığımdan aşağı düşmüştü. Sıcak dudakları alev alev yanan tenimde, boynumda gezinirken, göğsümün körük gibi inip kalktığını hissediyordum. Bir eli, siyah güvercin dövmesinin üzerinde dolaşırken, diğer eli, belimde beni kendisine bastırıyordu ve dudakları...

Daha önce bu kadar iyi hissettiğimi hatırlamıyordum. Düşüncelerimin üzerine hoş bir pus perdesi çekilmişti, yırtıcı bir kuzgunun pençe izleri tarafından. Kendimi kaybetmek üzereydim; kendimi kaybetmek istiyordum.

Biliyordum ki, durmalıydık. Bunu o da biliyordu fakat durmuyordum ve durmuyordu ve durmamak istediğini biliyordum... Bunu bilmek vahşi hissettiriyordu. Savaş, dudaklarını tam kalbimin üzerindeki o hassas deriye bastırdığında, bükülerek yavaşça inledim. Ellerim, buklelerini mengene misali kavramışken, bacaklarım bir yılan gibi Savaş'a dolandı. Beni kendine çekerek dudaklarını dudaklarıma hapsettiğinde, boğuk sesli fısıltılarımız karanlık odada, puslu düşüncelerimizin arasında bir bütün olup bulutlara yükseldi. Elimi, sert, çıplak sırtında gezdirirken dişlerini hissettiğim dudağımda oluşan karıncalanma beynimi uyuşturdu. Tırnaklarım, istemsizce etine gömüldüğünde, Savaş, boğuk bir sesle inleyip hızlıca geri çekilmişti. Geri çekilmesiyle yatağın üzerine düşen kolum, bir anda soğumuştu, sanki. Gözlerimi açarak, ona baktım. Dizlerinin üzerinde duruyordu ve başını tavana dikmişti. Hızlı alınıp verilen soluk sesleri yankılanıyordu bu defa, odanın içerisinde. İçimi yakıp kavuran o hissin birazcık da olsa durulduğunu hissediyordum. Bulanık bir suya dalıp çıkmak gibiydi... Bir şeyler görüyordum fakat başım dönüyordu. Savaş'ın duruşu beni endişelendirmeye başladığında sadece beş saniye geçmiş olmalıydı. "Savaş?" Diye sordum, boğuk sesimle. Bana dönüp, hafifçe yanıma uzandı ve belime sarılarak beni kendine çekip, başımı çıplak göğsüne yasladı. "Durmamız gerekiyordu," diye inledi. Gözlerimi kapatıp o boğuk sesi içime çektim. "Biliyorum."

"Seni o kadar..." Diye başladığı cümlesini keserek mırıldandım; "seviyorum ki." Savaş, sımsıkı sarıldı bana. "Uyumalıyız." Dediğinde, sonunda sakinleştiğimizi tahmin etmiştim. Yine de çıplak gövdemin, çıplak gövdesine yaslı olması işleri hiç kolaylaştırmıyordu. Onun da böyle düşündüğüne emindim. "Konuşmak istediğini söylemiştin." Dediğimde, elini, saçlarımda dolaştırıyordu. "Ah, evet." Dedi, Savaş, yeni aklına gelmiş gibi. "Bir rüya görmüştüm."

"Kötü müydü?" Diye sordum, yavaşça. "Hayır," derken gülümsemesi sesine yansımıştı. "Güzeldi." Dudağımı ısırarak başımı kaldırıp ona baktım. "Anlatmanı istiyorum." Savaş, bir an bana bakıp tekrar tavana döndüğünde, gülümsüyordu. Orada benden daha ilgi çekici ne gördüğünü merak etmiştim. "Bir evimiz vardı," dedi, Savaş. "Gün doğuyordu fakat biz uyumuyorduk. Çiçeklerle dolu terasımızda oturuyor ve hiçbir şey yapmadan sadece konuşuyorduk."

"Bu kulağa güzel geliyor," diye mırıldandım, baş parmağım, çenesinde gezinirken. Gözlerini kapatarak yutkundu. "Bunu istiyorum." Dedi sonra, "Elit, seninle bir geleceğim olmasını istiyorum." Başımı, gövdesine gömüp o sonbahar kokusunu içime çekerken mırıldandım; "bunu bende isterim."

Hayallerimiz kan kokuyordu, Savaş. Bunu bilmiyordun. Bunu bilmiyordum. Henüz bunu bilmiyorduk fakat kanın akış sesini o anda bile duyabiliyorduk. Bunun için aynı anda ürpererek yorganı başımıza kadar çekmiş ve birbirimize iyi geceler bile demeden sadece kokularımızla hemen uykuya dalmıştık.

Hayallerimiz, kan kokuyordu, Kuzgun. Bunu engelleyemiyorduk. 

Continue Reading

You'll Also Like

1.3M 55.2K 46
~TAMAMLANDI~ 0545* Sizi "MAFYA" adlı gruba ekledi #Romantizm kategorisinde 1.Sıra✨ #3Ay kategorisinde 1.Sıra✨ #Siyah kategorisinde 1.Sıra✨ #Esir kate...
1M 68.3K 48
Annesinin tekrar evlenmesi üzerine üvey babasıyla anlaşamayan Mira Bars kendini bir anda beş yıldır görüşmediği babasının yanında İstanbul'da bulur...
3.3M 97.6K 75
Ada: Son bir defa gör beni Ada: Son bir defa duy Ada: Son bir defa sarıl bana Ada: Son bir defa ellerimi tut Ada: İmkansız biliyorum Ada: Ama son bi...
157K 43 9
Onlar için aşk, meskensiz bir yavru gibiydi. Yine de içlerine o kor düştüğünde, Akel; "Kalbim gün batımının kızılına boyanmış saçlarının bir teline b...