KIŞ GÜNDÖNÜMÜ

By -zehradogan

783K 50.4K 56.7K

Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike... More

GİRİŞ
1 - GÜNDÖNÜMÜ FESTİVALİ
2 - YENİLİKÇİ DÜZEN
3 - EĞİTİM GÜNLERİ
4 - ASKERİ DİKTATÖRLÜK
5 - TEHLİKENİN ÇAĞRISI
6 - KAL YA DA KAÇ
7 - KADERİN İZLERİ
8 - GÖZLER ÖNÜNDE
9 - KÖR BAŞLANGIÇ
10 - SIRLAR DENİZİ
11 - KAYIP RUHLAR
12 - KORKU TOHUMLARI
13 - TUTSAK ÖZGÜRLÜK
14 - AÇIK TEHDİT
15 - YARDIM ELİ
16 - KUŞKUNUN ZEHRİ
17 - GÜNÜN SİSLİ YÜZÜ
18 - KONTROLÜN SINIRLARI
19 - KARŞI KARŞIYA
21 - GÜRÜLTÜLÜ ZİHİNLER
22 - CESARETİN SINAVI
23 - SAVAŞ HÜKMÜ -1
23 - SAVAŞ HÜKMÜ - 2
24 - TOPRAKLARIN KANI
25 - ONURLU MÜCADELE
26 - GECE YARISI İLLÜZYONU
27 - BÜYÜCÜLER VE TILSIMLARI
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 1
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 2
29 - ZOR TERCİH - 1
29 - ZOR TERCİH - 2
30 - SON SÖZ
31 - AY KARANLIĞI
32 - STRATEJİK TAKİP - 1
32 - STRATEJİK TAKİP - 2
33 - GERÇEĞE SARIL
34 - METAL GÜNBATIMI
35 - GECEYE AĞLAYAN
36 - İNTİKAM FIRSATI
37 - KANLI YÜZLEŞME
38 - SİNSİ MASKELER
39 - YİTİK VİCDAN - 1
39 - YİTİK VİCDAN - 2
40 - ÇİRKİN ISRAR
41 - ARENA

20 - KAOTİK SAVUNMA

12.6K 994 982
By -zehradogan

Merhabalar, bu bölüm epey gecikmeli geldi. Bunun için üzgünüm. O zaman başlayalım... Oy ve yorum yapmayı unutmayın. Keyifli okumalar...


"İnanç, bitti denilen yerde ayağa kaldıran tek güçtür."

Kardeşim mi? Zihnimi donduran bu soğuk düşünmemi de engelliyordu. Vücudum titremeye başlamıştı. Kendimi ayakta tutabilmek için zorluyordum. Konuşulanlara dikkat etmeye çalışıyordum. Herkes sessizce bu iki adamdan duyacaklarını bekliyordu. Adamın söylediği sözü algılamaya çalıştım. Büyümüşsün kardeşim... Yoksa? Kwang'ın, "Kardeşim derken?" demesi üzerine ikili yine birbirine baktı. Sonra içlerinden biri, "Bay Lee. Abilerini tanımadın mı?" dedi. Sonra konuşmasına Korece devam eden adam beni şaşkına çevirmişti. Kwang ikiz abileri olduğundan bahsetmişti. Bunlar, onlar olamazdı değil mi? İçlerinden birisi Kwang'a bir adım atarak, "Seo Hoon ve Jun Woo desem tanıdık gelir mi?" dedi. Bunun üzerine Kwang sanki donmuş gibi onlara bakıyordu. Ben de oldukça şaşkındım. Kim bilir yıllar sonra onları karşısında kanlı canlı görmek nasıl hissettirdi? Adamım bunlar senin abilerin gibi duruyor artık cevap vermelisin.

Kwang sesine yansıyan heyecan ile, "Seo hyung* ? Jun hyung?" dedi. Burnuna darbe almış olan adam konuştu. "Yah* ! Abilerini hatırladı!" Yine aralarında heyecan ve hayreti vurgulayan sesler çıkararak Korece konuştular. Sanırım hyung abi demekti. Yine burnu yaralı olan diğerine, "Jun! Kardeşimizi bulduk! Buna inanabiliyor musun? O çekik gözleri nerede görsem tanırım," dedi. Jun denilen adam Kwang'a sarılmamak için kendini zor tutuyor gibiydi. Kwang şaşkın ve heyecanlı görünse de onlara bir adım yaklaşmamıştı. Nasıl tepki vereceğini bilemiyor olmalıydı. "Seo, ona baksana! Gerçekten çok gelişmiş duruyor!" İkili sevinçli bir şekilde birbirine bakıyordu. Bu an çok özeldi ama vücudumda hissettiğim ezilmeler beni daha fazla ayakta tutmaya güç yetiremedi. Karnımı tutarak istemsiz bir şekilde öne doğru büküldüm. Bileklerimin morardığına emindim. Sırtıma atılan tekme de bütün omurgamı ağrıtıyordu. Onlara işlemeyen yumruklarım yüzünden de ellerimin üstü yanıyordu. Sanırım aşınmıştı ama özellikle hissettiğim acı ara ara karnıma aldığım darbelerdi.

Acıyla yüzümü buruşturdum. Kwang sonunda bir adım attığında abilerine sarılacağını düşündüm. Fakat onların arasından geçip bana doğru geliyordu. İki büklüm kucağımda hapsettiğim laptopla ona baktım. O kadar ciddiydi ki az önceki heyecanından eser yoktu. Belime doladığı bir elinin ardından diğer elini de dizlerimin altına yerleştirdi. Beni hızla kucağına aldığında sanki bütün kemiklerim yer değiştirdi. Şu an bu anlayabildiğim acının küçük bir kısmıydı. Daha sonrasında bunun acısının fena çıkacağını iyi biliyordum. Kwang beni kucağına aldığında onlara doğru dönerek aralarından süratle geçti. Yanlarından geçerken, "Karıma ne yaptınız?" dedi. Benim için yıllardır görmediği abilerini mi azarlıyordu? "Beni takip edin!" diyerek araca doğru büyük adımlarla yürüdü. Kucağında giderken biraz olsun arkama bakabilmiştim. Arkadan gelen yedi kişi başları öne eğik bir şekilde bizi takip ediyordu. Adı Jun olan, "Akhar'ın askeri olmadığını söyleyince onu neden dinlemedik?" dedi.

Evet! Bunu dinlemiş olsalardı belki anlaşabilirdik. Seo ise, "Buna fırsat verdi mi? Ayrıca iyi dövüşüyor, emin olamadım," dedi. Bunlar kafayı yemiş olmalıydı. Kwang'ın göğsüne sokuldum. O ise arkasında konuşulanlara aldırmadan, "Canın çok yanıyor mu?" dedi. Canım öyle böyle değil adeta ruhumu teslim edercesine acıyordu. Gerçekten askeriyedeki askerler bile bana bu kadar zarar vermemişti. Ne kadar berbat hissetsem de, "İyiyim," dedim. Şu an asıl mesele aileyken odak noktası olmak istemiyordum. Buna inanmamış gibi, "Ayakta duramıyordun," dediğinde bir şey diyemedim. Sonunda araca geldiğimizde dizlerimin altında kalan eline aracın arkasından tabure aldı. Arka tarafa koyduğunda beni nazikçe oturttu. Hızla ısıtıcıyı alıp ayaklarımın önüne bıraktı. "Önce ısınmalısın," diyerek kendi üzerindeki kabanını çıkarıp omuzlarıma attı. Düğme kısımlarını ortada buluşturarak beni iyice sardığında ellerimi tutup ısıtmaya çalıştı. Aynı zamanda parmaklarıyla bileklerimi yokladı. Elim üzerinde olan yaralarımı inceledi. Bir takım Korece sözler de mırıldandı. Bu duruma sinirlendiği belliydi.

Arkadan gelen bir ses, "Biz de ısınabilir miyiz acaba?" dediğinde bunu söyleyenin Jun olduğunu anladım. Kwang'ı yoklamak için bunu sorduğu belliydi. Ayrıca gerçekten donmuş da olmalıydılar. Kwang bana doğru eğilen bedenini doğrultarak onlara baktı. Sert ve soğuk bir ses tonuyla, "Önce karım ısınacak," dedi. Bu otoriter ses karşısında topluluk bir iki adım geriledi. Burası sanki bir mahrem alanıymış gibi herkes önüne bakıyordu. Kwang yüzüme baktı. Bakışları baş örtü gibi sardığım o koca atkıda gezindi. Saçlarımın görünmemesine dikkat ederek örtümü düzeltti. Parmaklarını yanaklarımın kenarlarında gezdirerek saçlarımın açılma ihtimalini engelledi. Şu an beni herkesten sakınmaya çalışmasının kısa zaman sonra yine hüsranla sonuçlanacağı gerçeği de onu rahatsız ediyor olmalıydı. O demişti, saçlarımı kendinden başka kimsenin görmesini istemediğini... O sırada Kwang'ın arkasından duyduğum ses kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. "Yenge için üzgünüm..." diye sözlerine devam edecek olan Jun isimli adama baktım. Bu keskin bakışımla cümlesini tamamlamaktan vazgeçti. Hemen yanındaki onu koluyla dürtükler gibi bir uyarıda bulunarak, "Ne yengesi kardeşim? O samimiyeti nereden buldun? Canından olacaksın şimdi," dedi.

Kwang yaralarımı kontrol ediyordu. Kimse beni göremesin diye de tam önümde durmuştu. Onun iri gövdesi önümde böyle dururken zaten beni görmeleri mümkün değildi. O ezilen bileklerime, moraran parmaklarıma bakarken yüzünü inceledim. Kaşları çatık, hem tedirgin hem de kızgın duruyordu. En önemlisi ise yüzünde gördüğüm o kaygılı surat ifadesiydi. Abileri konusunda ne yapacağını bilmiyor olmalıydı. Onları en beklemediği an da en beklemediği şekilde görmüştü. Herkes arkada Kwang'dan duyacakları bir sözü bekliyordu. O ise buna hazır değil gibi duruyordu ve bunu da sert tavrıyla örtmeye çalışıyordu. O bana doğru eğilmiş bir yerimde kanama olup olmadığına bakarken elimi bir yanağı üzerine koydum. Bu hareketim üzerine o endişeli tavrı bir kaç saniyeliğine durdu ve gözlerime baktı. Elimi yüzünü biraz okşar gibi hareket ettirdiğimde ona güven ve sevgi dolu bir gülümseme sundum. İyi olduğuma şimdilik inandırmak istiyordum. Sadece onun duyabileceği bir sesle, "Konuş onlarla," dedim.

Bu sözümle birlikte gözleri, gözlerim üzerinde yoğunlaştı. Nefesini düzenleyerek yutkundu. Sanırım onları gördüğü için gerçekten duygusallaşmıştı ama ne yapacağını bilmiyordu. Başını hafifçe onaylar gibi salladığında arkasına döndü. Şimdi abileri ondan gelecek herhangi bir tepki için hazır görünüyorlardı. Kwang, "Bunca zaman neredeydiniz?" dedi. Bir müddet Kwang'a pişman gibi bakan abilerinden Seo, "Bırak şimdi bunları," diyerek Jun ile aynı an da Kwang'a sarıldı. Geniş kollar birbirini kuvvetlice sardığında Kwang da bunun için kendini zaten zor tutmuş gibi onların sarılmasına karşılık verdi. Zor zamanlar yaşamış olmalıydılar. Bir süre bütün gözler onlar üzerinde kaldı. Seo, "Anlatacak çok şey var," dedi. Bu uzun bir hikayeye benziyordu. Kwang ise bunu anlayabilirdi. Bunca zaman sabretmiş ve onların yokluğuna alışmış biri olarak biraz daha beklemesi onu yormazdı.

Bir kaç dakika Korece konuştular. Daha sonra Seo denilen adam arkasında yer alan 5 kişinin varlığını yeni hatırlamış gibi konuşmaya başladı. İkili, yüzlerinden atkıları yeni çıkarmıştı ve ikizler birbirinden ayırt edilebiliyordu. Üçü de birbirine epey benziyordu fakat Kwang onlardan daha yapılı duruyordu. Burnunu neredeyse kıracağımız kişi olan Seo arkasına dönerek, "Bu bizim ekip. Akhar hala şubemizde olduğumuzu sanıyor. Yerimize bizi idare edecek kişiler koyduk. Dışarıda başka kaçak olup olmadığını anlamak ve bir takım araştırmalar için birlikteyiz. Şubelere rahat bir şekilde sızdırmak istediğimiz bilgiler var," diyerek sırasıyla arkadaki adamları tanıtmaya başladı. Hepsi uzun boylu ve üniformalı askerlerdi. Karanlıktan dolayı yüzleri çok seçilmiyordu. Seo birini işaret ederek, "Boris Orlov, Arumbralı. Kendisi tank komutanıdır," diyerek sırasıyla diğerlerine geçti. Son yıllarda ülkeler eski isimleriyle anılmadığı için yeni ülke isimlerinin ezberletilmesi zorunlu tutulmuştu. Bunun sebebi biraz da toprak ve ırkların da karışmış olmasıydı. Kim hangi ülkeye katılmış olursa olsun ırk ya da dil fark etmeksizin ülkeye kendi vatandaşları olarak alınırdı.

Nükleer savaştan sonra nüfus önemli tutulmuştu. Her ülke kim gelirse gelsin bunu bir asker sayar ve ülkesine alırdı. Boris Orlov da Arumbralı olduğuna göre bir Rus olmalıydı. Seo, "Ethan Anderson, ülkemize Zepkau'dan geldi. Nijerya kökenli," dedi. Ethan hafif siyahi bir tene sahipti. Zepkeu da ABD oluyordu. Gerçi bu yeni ülke isimlerini eski adlarıyla anmamak en doğrusuydu. Kültürler de ülke sınırları da çok değiştiği için dünya eski yaşam formundan çok uzaktı. Mesela Rusya'da doğdum demek çok gülünç görülürdü çünkü öyle bir ülke artık yoktu. ABD vatandaşı olduğunu söylemek ya da o isimle ifade edilmesi yine doğru bakılmazdı. Bazen bazı ülkelerin yeni isimlerini hatırlayamadığım için eski adlarıyla söylüyordum. Mesela İtalya'nın yeni adı bir türlü aklıma gelmezdi. Kendi aramızda bunları hatırlayamamak bir kusur değildi ama konsey gibi büyük toplantı alanlarında yeni isimleri kullanmak zorundaydık. Ben bunları düşünürken Seo, "Ethan, bu ekibin kurtarıcısı. Bütün ağ sistemlerinin kontrolü onda. Kendisi hacker olur," dediğinde işinde ne kadar iyi olabileceğini düşündüm. Acaba onlar nasıl bilgilere sahipti ki bunu diğer şubelerle paylaşıyorlardı?

Sonra Seo başka birini işaret etti. "Bartu Efken, özel kuvvetler istihkam uzmanı. Ona bakınca nereli olduğunu düşünmek çok zor olmasa gerek," dediğinde Bartu'nun sakallı yüzü onu eski Türklerin gücünde biriymiş gibi gösteriyordu. Uzun zamandır böyle görünen bir Türk görmemiştim. Akhara da doğup büyümüş olmalıydı. Ülkemiz çok genişti fakat çoğu bölgesinde yaşayan insan yoktu. Bu savaş yüzünden böyleydi. Asya ve Avrupa kıtası arasında kalan ülkeler birbirine dahil olmuştu. Nüfusun çoğu ise Türk görünüyordu. Hemen hemen her vatandaşın başka bir ülkeye yerleşmesine rağmen yerinden ayrılmayan tek millet Türkler diyebilirdik. Ayrıca herkes ülkesinde en çok konuşulan dili öğrenmek zorundaydı. Akhar'ın silah gücü de diğer ülkeleri kendine çekiyordu. Bu yüzden Komşu ülkeler birleşip Akhara kuruldu. İçinde bir çok rengi barındıran Akhara... Daha sonra Seo, "Birde Deniz Piyademiz var. Ona Diego diyoruz. Brezilyalı. Brezilya'nın yeni adı neydi?" diye sorduğunda bunun aramızda çok da önemli olmamasından ötürü hemen diğer kişiye geçti. "Jonah Renard, Kanadalı ve İstihbarat Uçak Pilotu."

Sonra kardeşlerden Jun Woo konuşmaya dahil oldu. "Seo Hoon ve ben ise Özel Kuvvetler Komandosu..." diye devam ettiğinde bu 7 kişinin adını ezberlesem iyi olacaktı. Epey birlikte olacağımıza benziyordu. Lee Seo Hoon, Lee Jun Woo, Ethan Anderson, Bartu Efken, Boris Orlov, Diego, Jonah Renard. Bu donanımlı insanlar arasında da hükümete karşı şansımız artabilirdi. Doğrusu Kwang'ın abileriyle nasıl bir ilişkisi olacak merak ediyordum. Seo'nun, "Peki siz?" dediğini duydum. Kwang, "İstihbarat Uzmanıyım eşim de hacker," dediğinde Jun söze girdi. "Eşinin bir adı yok mu?" Peki ben Kwang'ın gerginliğini nasıl buradan hissediyordum. Aslında normal duruyordu ama sanki bu durumdan hiç hoşlanmamıştı. Ben de tanımadığım bu adamların arasında olmaktan pek memnun değildim. Bütün kemiklerim onlar yüzünden sızlıyordu sonuçta! Kwang, "Aç mısınız?" diye sordu ve ekledi. "Yemek yerken de konuşabiliriz." Biz sabah yediğimizle duruyorduk onların da sadece bir iki tanesinin sırtında çanta görüyordum. Bu soruya çok sevinmiş gibi duruyorlardı. Hep birlikte yemek yemek için ortamı kurmaya başladılar.

Bu sırada neredeyse burnunu kıracağımız Seo'nun karşısına Ethan adındaki adam çantasından bir cihaz çıkardı. Ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Ethan, "Sabit durmalısın Seo," dediğinde elinde tuttuğu cihazdaki mavi görüntü kare düz bir görünüm aldı. Cerrahlar, hologram sayesinde kırık kemikleri daha detaylı bir analizden geçirir ve daha kolay teşhis koyardı. Hologram teknolojisi tıp alanında oldukça faydalıydı. Ben tıp okumadığım için bu hologram düzeni insan vücudunda nasıl kullanılır bilmiyordum. Hologramı açsam bile teşhis hakkında hiçbir fikrim olmazdı. Hacker olmakla birlikte tıp alanında da eğitim aldıysa epey başarılı olmalıydı. Ethan, yansıttığı holograma bakarak, "Kırık görünmüyor, soğuk kompres yapmaya devam et," demesinin ardından çantasından bir iğne çıkardı ve Seo'nun koluna bir iğne yaptı. Bazı iğneler vücudun direkt hasarlı olan bölgesine gerekli tedaviyi yapardı. Bunun ardından Ethan bana dönerek, "Size de bakmamı ister misiniz? Yaralı görünüyorsunuz," dedi. Bu cümlesi ardından Kwang'a baktım. Sert ve şüpheci bir tavırla Ethan denen adama bakıyordu.

"Olur," diyerek bu soruyu yanıtladığımda Kwang bakışlarını bana çevirdi. Ethan, "Ayağa kalkmanızı rica edeceğim," dediğinde kendimi kaldırmak için uğraşma çabam karşısında Kwang hemen yanıma geldi. Ethan elindeki hologramı büyültüp başımdan ayaklarıma kadar gezdirdi. Bir takım tuşlamalar ile görüntüleri izledikten sonra, "Omurganızda ileride sorun yaşamamak için korse takmanızı öneririm. Bilekleriniz ezilmiş. Onları sarmanız gerekecek. Bir ilaç vereyim, karın ağrınızı alır. Size de iğne vurmamda fayda var fakat ilaçla ağır gelebilir. Şikayetiniz olduğunda yarın iğne yapalım," diyerek çantasından bir hap çıkardı. Kwang, abilerine bakıyordu. Abilerinden gelen olumlu baş hareketi güvenli olduğunu anlatmak ister gibiydi. Bunun üzerine Ethan'ın verdiği hapı aldım. Ağzıma attığımda peşine uzattığı mataradan da su içtim. Kwang'ın yüzünde tek bir mimik oynamıyordu. Çattığı kaşlarının farkında mıydı acaba? Ethan, yemek için etrafı kuran kişilere yardıma katıldığında Kwang da aracın içine girdi. Geri döndüğünde eline aldığı ilk yardım çantasını açtı.

Bu çanta içerisinde akla gelebilecek her türlü ekipman vardı. Bileklerime çantadan çıkardığı bir merhemi sürmeye başladı. Hiç konuşmuyordu. O sert görünümüne rağmen bileklerimi öyle narin ovuyordu ki sanki bütün acımı alıyordu. Sonrasında bir sargı beziyle bileğimi sarmaya başladı. Aynı işlemi diğerine de yaptığında yüzünü dikkatle izliyordum. Fazlasıyla gergin görünüyordu. Nedeni abileri yüzünden olmalıydı. "Korse alıp almadığımdan emin değilim," dedi. Muhtemelen almamıştı. "Dik durmaya çalışırım," diyerek sorun yokmuş gibi gülümsedim. Önümde dizini kırmış duruyordu. İçinde sıkıntıyla tuttuğu nefesi geri verdi. Yanımdan ayrılarak erzağımızdan onlara bir şeyler çıkardı. Bu gece uzun olacağa benziyordu. Ekip çalışmasıyla çatıyı da, açılır kapanır masaları da kurdular. Onlar da çantalarından tabure çıkardı. Sadece oturduğum yerden izleyebiliyordum. Bir kaç dakikanın ardından her şey hazır olduğunda Kwang tekrar yanıma geldi.

"Biz de geçelim," dediğinde ayağa kalktım. Onun arkasından yürümeye başladım. Herkes bizim masaya oturmamızla yerlerini aldı. En köşede ben, hemen yanımda Kwang vardı. Karşımızda ise abileri oturuyordu. Yana doğru ise diğerleri yemeğe başlamak için hazırdı. Çok da harika bir sofra değildi. Konservelerde kuru fasulye yemek pek iştah açmasa da açlığımızı alıyordu. Nükleer savaş yüzünden en çok zarar görenler de hayvanlardı. Kolayca hiçbir yerde hayvan göremezdik. Bu yüzden etle beslenmemiz de pek mümkün değildi. Seralarda bitki yetiştirebilmek için uğraşılıyordu fakat pek organik olduğu söylenemezdi. Bugünlerde yapay et üretimi için çalışılıyordu. Bu dünyayı eski halinde görebilecek miydik acaba? Eti ne kadar sevsem de onların ürettiği eti yiyebileceğimi hiç sanmıyordum. Bunca öldürülen insanın etini kullandıkları da söylentilerden sadece birisiydi. Zaten yaşanılanlardan sonra kimse midesini düşünecek durumda değildi.

Bu sessizliği bozan Jun oldu. "Sizi hükümet mi evlendirdi?" Bunun üzerine bir takım gözler bize döndü. Kwang ağzına götürdüğü bir kaşık lokmayı yuttuktan sonra doğrudan, "Evet," dedi. Jun yine, "Zorunlu bir evlilik o zaman, sevgi yok," diye ekledi. Bu sefer Kwang'la birbirimize baktık. Bu soruya nasıl cevap verebilirdik? Kwang abisine tam bir şey söyleyecekken diğeri söze girdi. Bu sorudan bizi kurtarmıştı. Aslında Kwang'ın ne diyeceğini merak etmiştim. "Biz kendimizi tanıttık. Eşinin adı nedir Kwang?" diye sorusunu soran Seo'ya cevap vermek istesem de bunu yanıtlayan Kwang oldu. "Hesna Kaner." Adımı öyle hızlı söylemişti ki sanki gelecek başka bir soruyu savmak istemişti. Bunun üzerine kaşık sesleri sustu. Yine gözler üzerimizdeydi. Seo boğazına kaçan bir lokma ile öksürmeye başladı. Jun ise şaşkınlıkla, "Hesna Kaner mi? Yazar olan Hesna mı? Yazdıkları yüzünden iki kere mahkemeye çıkan, konseyin defalarca uyarı verdiği Hesna mı? Evine askerlerin geldiği, haberlerde tehlikeli ve manşetlerde de ülke için tehdit görülen Hesna? Kitaplarının basımının sürekli kapatılmaya çalışıldığı, hükümetin bazı sırlarını olur olmadık haberler altında açıklayan Hesna Kaner mi?" dedi.

Seo onu dürtmese daha devam edecek gibi duruyordu. Böyle söyleyince biraz değişik oluyormuş. Kwang ise bu sorularının geleceğini biliyormuş gibi bıkkınlıkla, "Evet," dedi. Sonra Jun heyecanla, "Yazılarınızı çok destekliyorum," diyerek yanında oturan Seo'yu omzuyla dürttü. "Kardeşim size ulaşmaya çalışıyordu ama Kwang evlenmiş bile," dediğinde Kwang başı tabağına eğik olduğu halde gözlerini Seo abisine dikti. Kaşları çatık bir şekilde," Onu neden arıyordun?" dedi. Seo ağzına attığı bir lokmayı yuttuktan sonra, "Hükümete karşı şansımızı arttıracak insanlara ihtiyacımız var. Hesna da bunlardan bir tanesi," dedi. Seo daha soğukkanlı ve olgun görünüyordu. Jun ise pervasız ve daha konuşkandı. Onlara nasıl hitap etmem gerektiğini bilmiyordum. Kwang ile aralarında 4-5 yaş olabileceğini düşündüm. Bu kısmen anlaşılsa da yaşıt gibi de birbirlerine uyumluydular. Grubun geri kalanı da otuzların başlarında görünüyordu. Hepsinde o savaşçı ruhunu görüyordum.

Seo, "Güvendiğiniz başka kişiler var mı?" diye eklediğinde Kwang bana baktı. Onay almak ister gibi bakınca başımı olumlu bir şekilde hafifçe eğdim. Kwang bu soruyu, "Dört arkadaşımız daha var," diyerek yanıtladı. Seo isimlerini sordu. "Belki tanırız," diye de ekledi. Kwang, "Doğa Perla, Çağan Varlı, Medusa, Ahsen Özay," dediğinde Jun ve Seo birbirine baktı. Jun, "Tanıdık gelmedi. Bu arada bu kadar mı?" dediğinde Kwang askeriyede olan konuşmaları anlattı. Seo bu cesaretli hareketi takdir etse de yine de gerçekten güvendiğimiz birilerinin daha olmasını umar gibiydi. Kwang'a bakıyordum. Düşünceli duruyordu. Kısa sessizlikten sonra tekrar konuştu. "Aslında bize yardım eden biri daha var ama ona güvenmek konusunda şüpheliyim," dedi. Tahmin ettiğim ismi mi söyleyecekti acaba? Jun ve Seo cevabı merak eder gibi Kwang'a baktıklarında ben de ona bakıyordum. Derin bir nefes alarak, "Matteo Marino," dediğinde istemsiz kaşlarım çatıldı. Matteo olmasa planın suya düşeceği belliydi ama ona güvenmek mi? Bu biraz zorlama bir durum olurdu.

Bu ismi duyan ikili kaşlarını şaşkınlıkla kaldırdı. Jun, "Matteo Marino mu? Mafya olan Matteo mu? Onun yürüdüğü yerde silah tutan bir tane adam duramaz. Yoluna çıkanı kurşunlayan Matteo'dan bahsediyoruz öyle değil mi? Silah sistem subayı? Herkesin ondan nefretle korktuğu Matteo?" dediğinde Kwang hızla cevap verdi. "Onu nereden tanıyorsun?" Jun heyecanla Seo'ya bakıyordu. Bu soruyu Seo yanıtladı. "Kısa bir dönem bizim askeriyede kaldı. Her zaman aykırı bir insandı. Sadece işini yapar kimseyle ilgilenmezdi. İlgilendiğinde ise muhakkak biri ölürdü. Akhar bu güçlü askeri öldüremezdi ama başka askerlerinin de ölmesine izin veremezdi. Bu yüzden yerini değiştirdi." Kwang'la yine birbirimize baktık. Bu kısa bakışma ardından Kwang, "Arkadaş mıydınız?" dedi. Bu sorunun cevabını merak etmiştim. Seo ise bu soruyla kahkahayı basmıştı. Onun gülmesiyle diğer askerler de sesli bir şekilde güldü. Onlara şaşkın ve anlamaz bir ifadeyle bakıyorduk. En sonunda kendini sakinleştirmeyi başaran Seo, "Onunla kimse arkadaş olamaz," dedi.

Hala gülmesini biraz durdurmaya çalışarak konuşmaya devam etti. "Sadece birlikte göreve çıktığımızı hatırlıyorum. Anlaşması zor bir insan ama çok başarılı. Bence müttefikimiz olmalı. Onun adamları da o ne derse onu yapar. Matteo kimseye yardım etmez. Eğer size gerçekten yardım ettiyse ya bunun bir karşılığını aradığındandır ya da canı istemiştir. Tabi onun bir amaç göz etmeksizin yardım edeceğini sanmam," diye bitirdi. Seo'nun sözlerine Jun devam etti. "Abartma. Ne isterse onu yaptığı doğru ama hükümet tarafından övülen biriydi. Bu da onun işine geliyordu. Hükümeti hiçbir zaman desteklediğini düşünmüyorum," dediğinde bu yine Seo'yu güldürdü. Seo elini Jun'un ensesine koyarak, "Kardeşim, çok hayal kuruyorsun. Matteo insanların canıyla pazarlık yapan biri. Ona hiçbir şeyin dokunamayacağını biliyor. Kurnaz, zeki, hesaplı biri o. Hükümete karşı geldiğine de hiç şahit olmadım. Akhar'ın ajan tuttuğu adamlardan da olabilir," dedi. Olabilir miydi? Yardımı bir oyun muydu?

Bu adam her şekilde baş ağrıtıyordu. Doğa'ya yapmaya kalkıştığı şeyler aklıma geldi. Gerçekten canı ne isterse yapan ve alan birisiydi. Doğa'nın onu zorlamasına da izin veriyor olmalıydı. Doğa'nın sinirlenince fazlasıyla kaçınılması gereken biri olduğunu biliyordum ama yine de Matteo'nun yanında zayıftı. Doğa'ya zarar vermeye niyetlendikten sonra acaba pişman olmuş muydu? Peki bizimle birlik olması konusunda Doğa ne düşünürdü? Kwang, "Her neyse, şu an bizim yokluğumuzda askeriyede asayişi sağlamakla meşguller. Aslında Matteo'nun bir konuda bize ihtiyacı var. Bu yüzden de yardım etmiş olabilir," dedi. Herkes şaşırmış gibi baktığında buna cevap veren Boris Orlov oldu. "Ona ne olmuş olabilir de birine ihtiyacı olacak?" Kwang sesin sahibine döndü. Boris'in her an kavga çıkaracakmış gibi duran bir havası vardı. Hepsi baskın karakterler gibi duruyordu. Nasıl anlaşacağımız konusunda açıkçası gergindim. Ona Jonah Renard da katıldı. "Matteo kimseye minnet etmez, kimseden yardım da ummaz. O adamı sıkıştıran her neyse büyük bir şey olmalı," diyen Jonah en azından daha anlaşılabilir duruyordu.

Kwang, "Onu ben de iyi tanıyorum. Bir çok kez birlikte görev aldık. Bizi Matteo'ya bağlayan şey aslında Doğa denen arkadaşımızın etrafında onu koruyan bir güç olması. Hükümetin içinden birileri tarafından korunduğunu düşünüyoruz," dedi. Jonah, "Matteo'nun bir kadınla ne işi olur?" dediğinde bu adamların sert mizacı beni bir şekilde rahatsız ediyordu. Kwang, "Hükümet Matteo'yu Doğa ile evlendirdi," dediğinde onun da üsluplarından rahatsız olduğunu anlamıştım. Bunun üzerine Jonah ve Boris kahkaha atmaya başladı. Diego, Bartu ve Ethan denilen adamlar o ikisinden çok daha uyum sağlayabilir insanlar gibi duruyordu. Neyse, insanları tanımadan ön yargılı yaklaşmayı sevmeyen tarafım bu hoşnutsuzluğumu susturmaya çalıştı. Boris, kahkahasının ardından, "Matteo ve evlenmek mi? O kıza gerçekten acıdım," dediğinde sabrım beni susturmaya yetemedi. Kaşığı masaya ağır ama ses çıkaracak şekilde bıraktığımda, "Doğa acınacak birisi değil! Bu yorumlarınızı onlar varken de yaparsınız umarım," dedim. Herkes sessizleşip bana döndü.

Jonah boş boğazlık yaptıklarını anlamış gibi özür dilercesine, "Haklısınız. Niyetimiz kötü değildi. Matteo ile bir çok kez sürtüşmelerimiz oldu. Bu yüzden ekibe dahil olma fikrinin bize sorun yaşatacağına eminim," dedi. Sert bakışlarımı değiştirmeye çalışsam da ciddiyetim devam etti. O sırada gergin ortamı dağıtmaya çalışan Seo, "Yanlış bir izlenim vermeyelim. Gerçekten ekibim çok iyidir. Günlerdir ağzımıza düzgün bir lokma girmedi. Yorgunluk da var. Kusurumuza bakmayın," dediğinde bunu anlayabilirdim. Ne kadar süre bu kış ortasında hayatta kalınabilirdi ki? Kwang ve ben henüz burada bir gece bile geçirmemiştik ama fazla uzun süre dışarıda yaşayabileceğimizi sanmıyordum. Hepsi olmasa da çoğu şubeye ulaşıp geri dönmeliydik. Konuyu değiştirmeye çalışan bir diğer kişi de Ethan oldu. "Yeterli sayıda şubeye ulaştığımızda aynı askeriyede yer almalıyız." Bu düşünceye pek ihtimal vermedim. Onlar ancak yerlerine geçtiği adamların yerini alabilirler. Biz de kendi askeriyemize dönebiliriz. Onun dışında bir şubede buluşmamız olanaksız diye düşünürken Bartu denen adam konuştu.

"Yakında Akhar şubeleri karıştıracak. Açıkçası o tarihi bekliyoruz. Şubenin iletişimiyle ilgilenen kişiler bu ayrımı yapabilir. Askeriyenizde Akhar'la iletişim kuran kişi kim?" dedi. Sorusu Kwang'a olmuştu. Kwang ise, "Ben," diyerek bu soruyu yanıtladı. Bunun üzerine Jun ve Seo aşırı sevinmiş görünüyordu. "Yah! Bu harika! Bizi şubenize kolayca alabilirsin kardeşim," dedi. Kwang ise o kadar heyecanlı durmuyordu. "Bu o kadar kolay olmayabilir," diyen Kwang'a tekrar cevap veren Ethan'dı. "Bu mümkün. Transfer olacak kişileri sistemde dikkat çekmeyecek şekilde şubeye alırken yardımcı olacağım. Hesna da hacker değil mi? Güvenli bir şekilde kişileri ayarlayacağımıza eminim," dedi. Peki ben neden Ahsen'i sürekli Ethan'ın yanında hayal ediyordum? Hologram yoluyla insan vücudundaki hastalıkları bulmayı Ahsen biliyor muydu acaba? Ethan'ın yumuşak ve kolaylık sunma çabası bana Ahsen'i anımsatıyordu. İnsanları hiç birbiriyle yakıştırma gibi bir olayım olmazdı ama ekip karıştığında muhtemelen Ahsen'le çalışmaları gerekebilirdi. Ethan'ın asıl alanı acaba sağlık mıydı yoksa hacker miydi emin olamadım.

Kwang yalnızca başıyla onayladı bu konuşulanları. Hala farklı bir atmosfer içindeydik. O sırada aralarında hiç konuşmamış olan Diego, "Bu gece fırtına internet erişimine izin vermez. Sabah olduğunda şubelere bilgi sızdırma işini acele ettirmeliyiz. Şubelerin karışma duyurusu her an yapılabilir. Yapıldığında ise aynı askeriyede olmamız gerekecek," dedi. Bu sefer Seo, "Öğrendiklerimizi birbirimizle paylaşalım," dediğinde onlara ülkenin insan ve robot nüfusundan bahsetmeli miydim? Kwang bunu düşündüğümü anlamış gibi bana bakıyordu. Sanırım anlatmalıydım. Sayılar gözümün önüne geldiğinde söze girdim. "Ne kadar kişiye ulaşacağımızı hesaplamak için bir sistem oluşturdum. Ülkenin sadece 50 şehrinde şube var. Her şehirde 2500 insan tanımladık. Bu da bize ülkenin toplam nüfusunu 125.000 kişiye çıkardı. Henüz iki şubede 17.500 robot tasarımı tamamlanmış görünüyor fakat hedef sayı önümüze çıktığında anladık ki Akhar robotları 1 milyon nüfusa ulaşana kadar üretmeye devam edecek," dediğimde hepsi tuhaf bir ifadeyle bana bakıyordu.

Jun gözlerini anlamaya çalışır gibi kıstığında, "Bir dakika, Akhar 125.000 kişiden oluşan bu nüfusu savaşa kadar 1 milyona mı tamamlamak istiyor? Hem de robotlarla?" dedi. Ethan, "Sadece iki şubede tamamlanmış olması çok düşük bir sayı. Ne kadar sürede hedef sayıya ulaşılabilir?" dediğinde savaşın ne zaman olacağını biz de anlamak istiyorduk fakat bu karmaşık bir konuydu. Bunu her gün kontrol etmeli ve her gün kaç tane robot tasarımının tamamlandığını bulmamız gerekiyordu. Bu ise değişen bir durumdu. Bu ilk zamanlar olduğu için henüz bu tasarım yavaş ilerliyordu ama hızlanabilirdi de. Ethan tekrar konuştu, "Yalnız, bu savaşa katılacak kişi sayısı olsa da ülkede kullanılan sadece 50 şehir değil," dedi. Evet, maalesef bu askeriyeler dışında yaşayan insanlar da vardı. Ethan, "Hesna'nın oluşturduğu program askeriyelerdeki insan sayısını çıkarsa da bunun dışında insan yaşamını da idare eden çalışmalar var," demesi üzerine bu bilinmezlikler beni epey bunaltmıştı.

Ethan konuşmaya devam etti. "Hayatta kalmak için yemek ve suya da ihtiyacımız olduğundan seralar ve hayvancılık yapılan yerlerde de çalışan insanlarımız var. Bu insanlar savaşa katılamayacak kişiler arasından seçilmiş. Yani çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan insanlarımızın kayıtları bulunmuyor. Onlar arka planda, ülkeyi yaşanabilir hale getirmek için eğitim alan biz askerler için çalışıyorlar. Bu 1 milyon sayısı sadece savaşa katılan sayı. Akhar için o işçilerin hiçbir değeri yok." Ethan'ın sözleri ister istemez beni hüzünlendirmişti. Diego devam etti. "Hayatta kalan hayvanlar korumaya alındı. Dünya ancak çalışmalarımızın neticesinde düzelebilir. Bize düşen görev ise asker olmak. Birlikte çalıştığımız ve sayımızın çoğalması durumunda da bu yönetim şeklini değiştirebiliriz," dedi. Zor olacaktı. Tüm bunlar çok zor kazanılacak şeylerdi. Kendimi asker olmak yerine serada domates ekerken düşünemiyordum. Tüm bu konuşmalar aslında bana yine bildiklerimiz dışında daha göremediğimiz şeyler olduğunu düşündürüyordu.

Yine konuşmalar ve gelecek planlarıyla geçen yemeğin sonuna geldiğimizde Kwang aracın içinde kalmamı istedi. Ben araca geçtiğimde herkes etrafı toplamaya başlamıştı. Bu kadar insan nerede yatacak diye düşünürken çantalarından çadır çıkarmaya başladılar. Üzerimizden bir helikopter geçse mahvolurduk. Neyse ki bu fırtınada kimse arama yapmaya çıkmazdı. Hala bazı günler askeriye dışında kaçak var mı diye aramalar yapılırdı. Ethan'ın verdiği hap ağrılarımı biraz olsun hafifletmişti. Kwang grupla bir şeyler konuşuyordu. Ben burayı yatak haline getirdiğimiz koltuklar üzerinde çarşafları düzeltirken Seo'nun konuşmasını işittim. Kwang'a dönerek, "Bu zora ki bir evlilik olsa da aranızda bir şeyler var gibi duruyor," dedi. Bu söz üzerine bir saniye durdum. Onları dinleyip dinlememek arasında kalışımın sonucunda aracın arka camına yaklaştım. Cama yaslanarak onları izlemeye başladım. Seo, "Kwang Jee kim diye sorduğumuzda o benim kocam diye bir bağırışı vardı. Duymalıydın," dediğinde gözlerim şaşkınlıkla açıldı. İnanamıyorum! Bunu bu şekilde nasıl söyler? Yanaklarım hızlı bir etkileşime girerek sıcaklığını tüm yüzüme vurmuştu.

Bunun üzerine araca doğru bakan Kwang'ın yüzünde bir gülümseme yakaladım. Bu camlar içeriyi göstermediği için beni göremiyordu ama onları izlediğimden emin gibi durmuştu. Sonra abisine dönerek, "Öyle mi dedi?" derken yer yarılıp içine girsem iyiydi. Hesna! Bazen beni şaşırtıyorsun kızım. Utanmaktan bir hal oldun. Seo, "Evet, bence senden hoşlanıyor," dedi. Seo sen ciddi misin şu an? Allah'ım şaka mı bu? Gözlerimi kısarak Kwang'ın vereceği cevaba odaklanmıştım. Kwang, "Öyle mi diyorsun?" dediğinde şuraya bir yere bayılabilirdim. Jun ise bu konuşmaya atılan kişi oldu. "Peki senin, karıma ne yaptınız diye ortama giriş yapman ne olacak? Aşıksın diye yorumladım," dedi. Sonra Seo, "Peki, önce karım ısınacak demesi," diyerek kahkahayı kopardı. İkisi de Kwang'la eğleniyordu. Bir an da nasıl bir ortam olmuştu böyle? Sadece üçü araca yakın olduğundan diğerleri bu konuşmadan habersizdi. Seo tekrar ciddi ve babacan bir tavırla Kwang'a dönerek, "Seni özledik kardeşim," dedi.

Sonra aralarında Korece konuşmalar geçti. Ne konuştuklarını anlamasam da aile arasında özel olduğunu düşünerek camdan uzaklaştım. Serdiğim yatağa sırtüstü uzanarak aracın tavanına bakmaya başladım. İçime buruk bir his dolmuştu. Onun adına sevinmiştim. Yıllardır ailesinin yokluğuyla yaşamıştı. Bu karşılaşma onu nasıl etkilemişti acaba? Kendimi düşündüm. Ben bu hisse hiçbir zaman sahip olamayacaktım. Ailemin ölü bedenleri gözlerimin önüne geliyordu. Onları sonsuza kadar kaybettiğimi biliyordum. O içimde açılan boşluğun canımı yakması aileme özlem duyduğum zamanlarda yoğunlaşıyordu. Burnum sızlar, boğazım düğümlenirdi. Sahipsiz ve korunmasız hissediyordum. Her şeyden önce ise içimi saran yalnızlık duygusuna engel olamıyordum. Doğa'yı kardeşim görüyordum bu yüzden onun varlığı bir nebze olsun her şeyi daha dayanılır kılıyordu. Kwang'ın ise bana iyi gelmesi hiç ummadığım bir şeydi. Bunu sonunda kabul etmem de yine şaşırdığım başka bir konuydu. Artık mücadele etmekten çok yorulmuştum. Her şeyi hesaplı yaşayan ben, biraz da hissettiğim gibi yaşamak istiyordum. Düşünceler arasında ne kadar zaman geçti bilemedim.

Sonra yatsı namazımı kılmadığımı hatırlayarak doğruldum. Aracın ön tarafında kılabilirdim. Hemen arka koltukların arasında kalan orta boy bir şişe alıp içindeki suyla abdest almak için kalktım. Gözlerim arka camdan dışarıdaki görüntüye takıldığında dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Ne? Hepsi saf tutmuş namaz mı kılıyor gerçekten? Onlar da mı Müslümandı? Sadece Boris denen adamı onlardan uzakta sigara içerken gördüm. Gerçekten her gün şaşırdığım başka bir şeyle karşılaşıyordum. Aceleyle onlar namazlarını bitirmeden önce kılıp yerime geçmek istedim. Bu soğukta namaz kılmak da zor olacaktı. Örtümü geri döndüğümüzde açacak olmam beni hüzünlendiriyordu. Yine düşünceler eşliğinde dışarı çıktım. Abdest alıp namaza durdum. Dakikalar sonunda namazımı bitirdiğimde tekrar araca girdim. Eski pozisyonumu alıp sırtüstü uzandım.

Gözlerim günün yorgunluğu ile kapanmak üzereyken kapı açıldı. Kwang yanıma doğru gelerek soğuğun içeriye dolmaması için hemen arkasından kapıyı kapattı. O geldiğinde yatağın ortasından biraz kenara kayacaktım ki bana doğru dönerek yanıma uzandı. Uzanırken eli belime çoktan ulaşmıştı. Kaymamı engeller gibi dokunduğunda, "Rahatına bak," dedi. Bir süre sessiz kaldım. Kımıldamadım da. Sonra o yine konuşmaya başladı. Eli hala belimin üzerindeydi. "Bir ağrın olduğunda muhakkak söyle bana," dediğinde başımı ona çevirdim. Gözlerine baktım. Sanki orada karmaşık bir çok duygu vardı. Sırtüstü yatışımı bozarak gövdemi de ona doğru çevirdim. Şimdi yüzlerimiz birbirine dönüktü. "Kwang Jee," dedim. Bakışları koyulaştı. Dikkat kesilip söyleyeceklerimi duymadan önce merakla, "Efendim," dedi. Oysa ki ben sadece nasıl olduğunu soracaktım. Ona her hitap edişimde ciddileşiyordu.

"İyi misin? Seni çok zorladılar mı?" demem üzerine bakışları yumuşadı. Gözlerini uzunca kapatım," İyiyim," dedikten sonra gözlerime daha sakin bakmaya başladı. Konuya nasıl gireceğimi bilemiyordum ama onun neler hissettiğini anlamak istiyordum. Bu düşüncelerin uzayacağını bildiğimden sorumu daha fazla geciktirmedim. "Abilerin hakkında ne düşünüyorsun?" dediğimde biraz durdu. Sonra derin bir nefes alarak, "Şu an ne düşünmem gerektiğini anlayabilmiş değilim," dedi. Onun ne düşündüğü konusunda yardımcı olmak ve biraz da konuşturmak için, "Sevinmiş olmalısın," diyerek konuşmaya devam ettim. "Yıllarca onlardan haber alamadığını söylemiştin. İnandığın davada sana yardım edecek kardeşlerini buldun. Ailen..." diye devam edecekken söze girdi. "Benim ailem sen olacaksın Hesna." Bu aniden söylediği cümle zihnimde tekrarladı. Ailem sen olacaksın... Onun içinde bu kadar yerim var mıydı? Ona şaşkın gözlerle bakıyordum. Şu an her şey o kadar sessizdi ki sanki göz kapaklarımı kırpışım bile duyuluyordu.

Daha fazla sessiz kalamadım. "Aile olmak ait hissetmekle de alakalıdır Kwang Jee. Sen benim yanımda..." diye cümleme devam edecekken yine söze girdi. "Evet, senin yanında olduğum her yerde buraya ait hissediyorum," derken elini kalbimin üzerine koymuştu. Göğsümün üzerinde hissettiğim eli bütün vücudumu kavurmaya yetmişti. Kalbimin hızla çarpışı sanki avucunun içinde atıyor gibiydi. "Nereye gidersek gidelim ait olduğum yer senin kalbin olacak." Bu cümlesi üzerine gerçekten şaşkındım. Onunla çoğu zaman birlikte olsak da birbirimiz hakkında yine de çok şey bildiğimiz söylenemezdi. Böyle hissetmekle beraber bunu bana söylüyordu da... Bu adam bütün gerçeklik algımı yitirmeme sebep olacaktı. Sessiz kaldım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Yine de bana beklentiyle bakan bu gözlere bir şey vermeliydim. "Ben de öyle hissediyorum," demem üzerine gülümsemesine engel olamamıştı. "Nasıl yani?" diye sorması sanki doğru duyup duymadığından emin olmak için gibiydi.

Bu sefer gülümsedim. "Yani, gariptir ki yanında olmak bana tuhaf bir şeyler hissettiriyor," dedim. Daha açıklayıcı olmamı istediğine emindim. Sorusu gecikmemişti. "Tuhafı tanımlar mısın?" demesi üzerine biraz düşündüm. Garip ya da tuhaf tanımlarını henüz kendime bile yapamıyordum ama bir şeyler anlatmaya çalıştım. "Ben, sana inanmak istemiyordum Kwang. Sana güvenmek ya da sana biraz bile yakın olmak istemiyordum. Fakat sen, benim bu düşüncelerimden utanmama sebep oluyorsun," dedim. Neden aşk itirafı almış gibi bakıyordu bana? Devam etmemi ister gibi konuşmadan durdu. Yutkundum. Biraz rahatlamam gerektiğini düşünerek konuştum. "Hayatımda iki şeyi birbirinden ayıramamak beni hep çok yormuştur. Gerçekten hissettiğim ve hissetmek istediğim... Acaba hislerim bana doğruyu mu söylüyor yoksa ben öyle olmasını istediğim için mi bu hisler içimde yer ediyor? Genellikle bu iki düşünce arasında kaldığım zamanlar vardı." Cümlelerim üzerine konuşmamın nereye gideceğini merak eder gibi bakıyordu.

Devam ettim, "Ama sen de bu olmadı. Sana karşı iyi şeyler hissetmemek için verdiğim çabamı haksız çıkarıyorsun. Kendimi iyi bir şey diye avutmamın dışında bir şey bu," dediğimde yine gülümsemesi yüzüne yayıldı. Beni anlamış gibi duruyordu. "Yani, normalde olan durumun tersine beni zihninde kötülemek için elinden geleni yaptın. Fakat hislerin bu defa sana gerçeği söylüyor gibi Hesna. Kendini iyi diye avutmana gerek olmayan bir gerçeklikle geliyorum sana. Ben sana kötülük getirmem. Bana artık direnmemelisin," dedi. Artık pek direndiğimi sanmıyordum. Onun bu cümleleri yine içimde bir şeyleri okşuyordu. Gülümseyerek, "Peki yanımdayken ne hissediyorsun?" dedi. Onu bu sorusu için çimdikleyebilirdim. Bana böyle şeyler sormamalıydı. Utancım beni kızarmış tavuğa çeviriyordu.

Yine de cevap vermeliydim. "İyi şeyler," diye yanıtladığımda daha fazla üzerime gitmemesini umdum. Sonra konuyu üzerimden çekmek istememi anlamış gibi başka bir şey söyledi. Utandığımı fark etmiş olmalıydı. "Abilerimi seviyorum. Çocukken onları uzun süre göremediğim zamanlarda annem ve babam hep yakında geleceklerini söylerdi. Beni oyalamak için ellerinden geleni yaptılar. Her gün bekledim. Onlar ise asla geri dönmedi. Ta ki bugün..." dediğinde karşılaştıkları an gözünün önüne gelmiş gibi konuşmasını sürdürdü. "Bugün bu olanları nasıl değerlendirmem gerektiğini bilmiyorum. Onlarla birlikte gülmek isteyen yanıma inat, kızan bir tarafım da var. Kızmak da istemiyorum. Sonuçta bu hayatı biz seçmedik. Bir seçim hakkı sunulmadı. Geriye dönüp onca yılı nasıl baştan yaşayabiliriz ki?" Son cümlesi neredeyse gözlerimi doldurmaya yeterli olacaktı. Kızmaktan ziyade kırgındı. Yalnız büyümüş bir çocuktu.

Elimi yüzüne götürdüm. Yanağını avucum içine alarak konuştum. Güzel bir gülümseme sunmayı da ihmal etmedim. "Geriye dönme. Ne kadar geç kalmış olsalar da yeni anılar yaşamak için uzun bir zamanınız olacak," dedim. Sesimin sona doğru titremesine engel olamamıştım. Konuşmaya devam ettim. "Eğer ben ailemin yaşadığına dair küçücük bir ihtimal görebilseydim, onları ne kadar uzun sürecek olursa olsun beklerdim," dediğimde bakışlarına hüzün karıştı. Biraz daha konuşursam ağlama seansım başlayabilirdi ama yine de cümlelerimi bitirmek istedim. "Ama benim bekleyebileceğim kimsem yok Kwang." Sonra anlatsam sabaha kadar uzayacak olan acı dolu hislerimi daha fazla açmak istemedim. Elini saçlarıma götürerek başımı okşamaya başladı. Derin bir nefes aldı. Bir şeyler söylemek istiyor ama geri yutuyordu sanki. Onun sıcak gövdesine yaslanıp uyusam iyi olacaktı...

Uykumu almış bir şekilde gözlerimi araladığımda hala Kwang'ın kolları arasında olduğumu gördüm. Hiç yönümüzü değiştirmeden uyumuştuk. Ona sarılarak uyuduğum her gece uykumu almış olarak uyanıyordum. Zihnim programlanmış bir şekilde aynı saatte sabah namazını kılmak için beni kaldırıyordu. Namaz için hazırlıklarımı yaptıktan sonra Kwang'ı da uyandırdım. Ben aracın ön tarafında kıldığımda o da diğerlerini uyandırmak için araçtan indi. Kar üzerine kalın bir örtü örtmüştüm. Secde yapacağım kısmı ellerimle sert hale getirmiştim. Gece bayağı kar yağmış gibi görünüyordu. Namazım bittiğinde ise aracın ön koltuğuna oturmak için kapıyı açtım. Hissettiğim soğuk uykumu kaçırmıştı. Laptopu elime aldım. Askeriyede neler olduğunu merak ediyordum. Bu saatte herkes yatıyor olsa da kameralara bakmak istedim. Zira beni uyutmayan bir his içimi gıdıklamıştı. Dışarıda bir yardıma ihtiyacımız olur diye nasıl iletişim kuracağımızı konuşmuştuk.

İletişim odasına girerek oraya bir mesaj bırakabilirdim. Yine şifrelediğim için bundan başka şubelerin de, Akhar'ın da haberi olmayacaktı. İletişim odasının görüntülerine girdim. Fakat orada gördüğüm kişi kaşlarımın çatılmasına sebep olmuştu. Duvarları ekranlarla çevrili ve 4 tane bilgisayarı olan, hologramların da kullanıldığı bir odaydı burası. Sandalyelerden birine oturmuş, başını kolları arasına alan kişi masaya yaslanıyordu. O topuzu ve karamel saçları nerede görsem tanırdım. Doğa orada uyuyor muydu? Neden odasında değildi? Sinyal vererek uyanmasını umdum. Önündeki bilgisayarın hologram tarafında iletişime başlayabilmesi halinde yanıp sönen bir ışık bıraktım. Fakat o kafasını kaldırmıyordu. En sonunda iletişim odasının ses sistemine girerek konuşmaya başladım. Aksi bir durumla karşılaşırsak diye bu odanın güvenlik kameralarını kendi lehimize göre ayarlamıştım.

"Doğa? Doğa beni duyuyor musun?" dememe kalmadan başını hızla kaldırdı. Uykulu gözlerle etrafa baktıktan sonra ona, "Hologramı aç," dedim. Henüz görüntüyü açamadığı için beni göremiyordu. Aceleyle bir düğme aramasına karşılık, "Sol tarafa bak, ekranı kaydır," demem üzerine masa üzerinde hologram düğmelerinden birine bastı. Masa üzerinde kaydırdığında ekran önüne açıldı. Artık laptopun ekranında yüzünü görüyordum. Beni görünce, "Hesna," demesiyle titreyen sesine dolan gözleri de eşlik etti. Sırtımı yasladığım koltuktan doğrularak ona gergin bir şekilde, "Bir şey mi oldu?" dedim. O ise, "Hayır. Bir şey yok. Burada her şey yolunda," dediğinde onunla son zamanlarda hiç konuşamıyor olmamız canımı yakmıştı. "İyi misin? Korkutma beni," demem üzerine başını olumsuz anlamda salladı. "Dün geceden beri seni bekliyorum. Aramana ihtiyacım vardı," dedi. Anlık tuttuğum nefesi geri versem de hala tedirgindim. "Sorun ne?" Üzgün durmasına dayanamıyordum.

"Geri dön Hesna. Sensiz uzun süre burada kalamam." Gözlerine bakıyordum. Yeşil gözleri ağlamaya hazır olduğunda sönük bir ton alıyordu. "Şubelere ulaşmayı hızlandırır hızlandırmaz geri döneceğiz," desem de o bunu kabul etmiyor görünüyordu. Başını yine olumsuz anlamda salladı. "Hayır, bugün geri dönmelisin." Doğa böyle yapmazdı. Bir şey olduğu kesindi. "Doğa? Güzelim ne oldu anlat bana," demem üzerine ellerini yüzüne kapattı. Yüzünü kapattığından sesini boğuk duyuyordum. Kısık ve titreyen bir sesle, "O adama dayanamıyorum," dedi. Zar zor anlamıştım bu cümleyi. "Matteo mu? Sana bir şey mi yaptı?" dediğimde yine kafasını olumsuz anlamda salladı. Bir süre hıçkırıklarını durdurmaya çalıştı. Sabırla onun sakinleşmesini bekledim. Sonra ellerini yüzünden çekti. Göz yaşlarını silerek derin bir nefes aldı.

"Ben onunla yapamam Hesna," dediğinde doğrudan gözlerime bakıyordu. Dikkatle onu dinlemem üzerine konuşmasına devam etti. "O bana hayatım boyunca nefret ettiğim adamı hatırlatıyor. Birini öldürdü. Gözümün önünde birini öldürdü. Hiç tereddüt etmeden, çok normalmiş gibi... Sonra biri daha ölmüş," dedikleri üzerine gergin bir şekilde arkama yaslandım. Demek sorun buydu. O babasından nefret ediyordu. İnsanları öldüren, acıma ve merhamet duygusu olmayan bir adamdı. Çocuklarını önemsemeyen, karısına işkenceler eden biri. Matteo da öyle görünüyordu. Bunu ben de düşünmüştüm. Bu yüzden Doğa ondan fazla etkileniyor olmalıydı. "Onunla aynı odada kalamazdım. Neyse ki binaya gelmeyeceğimi söylediğimde sıkıntı çıkarmadı," dedi. Anladığım kadarıyla Matteo ona bir şey yapmamış ama birini şüphesiz öldürmesi zoruna gitmiş olmalı. Daha önce Matteo'nun kolayca birilerini öldürebileceğini zaten biliyordu. Şahit olması ise ona babasını hatırlatmış olmalıydı.

Yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya çalıştım. "Savaş olduğunda da kan dökeceğiz Doğa. Birini öldürmek zorunda kaldığında ne yapacaksın?" demem üzerine gözlerini korkuyla açtı. Bu gerçeği unutmuş muydu? "Hayır. Hayır Hesna hayır. Ben birini öldürmeyeceğim. O karşımıza çıkacak olan insanlar da bizim gibi değil mi?" Başımı sıkıntıyla kaşıdım. Sardığım atkıyı başımdan çözerek saçlarımı düzelttim. "Doğa, işler sandığımız gibi yürümeyecek. Dış ülkeler bu savaşı başlatan asıl unsurlar. Enerji kaynaklarımız, yiyecek ve içeceğimiz olduğu için bu toprakları ele geçirmek istiyorlar. Ülkeler bize savaş açmışken vatanımızı alın diyerek kenarda oturacak mıyız?" Yine başını salladı. Ona duymak istediğini vermediğim için bana kızıyor olmalıydı. "Vatan mı? Yapma Hesna. Toprak diye bir şey mi kaldı? Zalim yöneticilerin kuklasıyız sadece. Kendilerini satranç oynuyor sanıyorlar ve ben artık piyon olmaktan çok yoruldum."

Bu sefer ellerimi yüzüme umutsuzca kapatan ben olmuştum. Onunla devlet ya da ülke meselelerinde ortak bir noktada buluşmamız çok zor oluyordu. Ellerimi yüzümden çekerek ekrana baktım. "Doğa, duyar yapacağımız bir zaman içerisinde değiliz. Ben de istemiyorum kimseyi öldürmeyi ama biz bu topraklar üzerinde doğup büyüdük. Bu yönetim de bu hükümet de gelip geçecek. Her şeyin bitebilmesi için o savaş kazanılmalı. Maalesef kan dökülecek," dedim. Bir şey demediğinde ise konuşmaya devam ettim. "Matteo'ya gelecek olursak, sana hiçbir şey yapamaz. O baban değil. Ayrıca korunuyorsun. Binaya gitmiyor oluşuna bile bir şey yapamadığına göre ciddi bir durum var," dedim. Bu cümlem üzerine resmen yerinden sıçrayarak, "Elbette ciddi bir durum var! O insanları öldüren kimliğinin altında bir korkak var! Bize yardım etme şekline bak! Yaptığı şey şovdan başka bir şey değil. Bizim yanımızda barınabilmeye çalışıyor çünkü tek başına kaldığı sürece konuşulan o değil biz olacağız. Bize yakın olma çabası aldığı tehditlerden kurtulabilmek için!" Çok sabit fikirli bir insandı. Bir fikrinin kolay kolay değiştiğini hatırlamazdım.

Öfkeli hali gevşemiyor ve konuşmaya devam ediyordu. "Ayrıca ben eğer korunuyorsam ve hükümetin adalet örgütü gibi büyük bir kurumuna girdiysem hala neden onunla evliyim?" Yine sıkıntıyla bir nefes aldım. "Bize güvenmiyorlar da ondan. Hükümet aldığın nefesi bile kontrol ediyor. Şu an böyle bir talepte bulunman göze batar, araştırırlar. Biraz daha sabret Doğa," dediğimde yine kükredi. "Sabredemem! Ondan bir an önce kurtulmak istiyorum." Bugüne kadar aslında Matteo çok da umurunda değildi. Fakat sanırım artık onun için katlanılmaz olmaya başlamıştı. Doğa hiçbir zaman bir erkek aramamıştı. Aşkmış, sevgiymiş kendisinde hayal etmezdi. İnanmazdı hiçbir erkeğe. Bunda babasının çok büyü rolü vardı tabi. Onun yüzünden neredeyse bütün erkeklerden nefret ediyordu. Matteo ise onun yanında hiç hayal edilemez biriydi. Doğa'yı ilk gördüğü zamanlar ona dokunmaya kalkmasa belki her şey daha kolay olurdu.

"Doğa," diye devam edecek olmamı bölerek söze girdi. "Bugün şubeler karışacak. Dün gece Akhar şubelere mesaj gönderdi. Bazı karışıklıklar kulağına gitmiş olmalı. Yakalanmadan önce buraya dönmelisiniz," dedi. Bunun üzerine doğrularak ekrana yaklaştım. "Bugün olduğuna emin misin?" demem üzerine de, "Evet!" dedi. Bana sesini yükselttiği zamanlardan nefret ediyordum. Yine de bu halini ona çok görmedim. Aynı an da birbirimize parladığımız hiç olmazdı. Birimiz birimizi muhakkak alttan alırdı. Geri dönmemiz gerektiğini düşününce, "Aramaya çıkın," dedim birden ve ekledim. "Sabah ilk turu alın ve birlikte yanımıza gelin. Aramaya çıkmış askerler gibi gözükeceğiz. İçeriye girmemiz de göze batmayacak. Akhar şubelerin karışmasını bu kadar erkene çektiyse kesinlikle bir şeyler biliyor demektir. Üç araçla gelin." Saçma bir şey söylemişim gibi suratıma bakıyordu. "Arama araçları büyük olur. Hepimiz bir araca da sığarız. Üç tane aracı ne yapacaksın?" dedi.

Şimdi şaşırabilirdi. Derin bir nefes aldım. "Burada 9 kişiyiz. Siz de 4 kişisiniz. Kalabalık olacağız rahat gelelim," demem üzerine ekrana kafasını sokarcasına yaklaştı. "9 kişi mi? Bir gecede 7 tane çocuk mu yaptınız? Bu sayı ne?" demesi üzerine dişlerimi sıkarak cevap verdim. Gözlerimi devirmeyi de ihmal etmemiştim. "Doğa saçma saçma konuşma," demem üzerine başını anlat der gibi sallıyordu. "Kwang'ın abileriyle karşılaştık. 7 kişilik bir ekip. Beraber çalışmak istiyorlar," dediğimde yine ekrana yapışırcasına eğilerek konuştu. "Ne? Abileri mi? Ölmemişler mi?" dediğinde ani ruh değişimleri beni benden alıyordu doğrusu. "Demek ki ölmemişler Doğa tuhaf tuhaf sorular sorma. Konumu holograma çizeceğim iyi izle," demem üzerine yolu göstermeye başladım. O sırada açılan kapıdan şoför koltuğuna oturan Kwang sessizce, "Ne yapıyorsun?" dedi. Onun birden girmesiyle irkilsem de Doğa'ya yolu anlatmaya devam ettim. Kwang, "Ona neden yolu anlatıyorsun?" dediğinde Hem Doğa'dan hem Kwang'tan gelen sorular beni bunaltmıştı. İkisi de aynı an da bana bir şeyler soruyordu.

Kısaca Kwang'a olanları özet geçtiğimde Doğa ile konuşmamı da sonlandırdım. Kwang kollarını direksiyona yaslayarak dışarıyı izlemeye başladı. Ön cama hafif bir şekilde yağan karlar şimdi sakin bir hava sunuyordu. Gökyüzü koyu gri tonlar arasında yine sabah mı akşam mı olduğunu belli edemiyordu. Kwang'a baktım. "Ne düşünüyorsun?" demem üzerine bana döndü. Daha önce onda görmediğim bir ifade ile, "Her ne yaparsak yapalım fikirlerimiz uzun süre devam edemiyor. Sürekli planlarımız değişiyor. Bir kaç gün dışarıda kalacağımızı düşünmüştüm ama bugün geri dönmemiz gerektiğini söylüyorsun. Dikkat çekeceğiz. Hükümete daha yakın adamlar şubemize karışabilir," dedi. Onu hep sağlam sözleri ile görürdüm. Şimdi tüm bu olanlardan bunalmış görünüyordu. Elimi omzuna koydum. "Ethan ile şubelere daha hızlı nasıl bilgi sızdıracağımızı konuşuruz. En azından akşama kadar bir çok şubeye girmiş oluruz merak etme," demem üzerine omzundaki elim üzerine elini koydu.

Sıcak bir gülümseme yaysa da tedirgin olduğunu görebiliyordum. Gerçekten dikkat etmeliydik. Biz de ayrılabilirdik. Bu ihtimal de vardı. Civar şubelerden bazı yetkililer seçilebilirdi ve rastgele şubelere dağıtılabilirdik. Şu an abileriyle çalışabilmeyi umuyorduk ama Akhar bu kadar erken hareket ettiyse bazı sıkıntılar olmalıydı. Kwang, "Büyük ihtimal yetişmeyecek. Askeriyenin içindeyken sistem odasında şubelere bilgi sızdırmanız gerekiyor. Bu tehlikeli olsa da yapmanın bir yolunu bulmalıyız. Akhar ağ sisteminin güvenliklerini arttırmıştır. Biz onlardan gizleniyoruz diye düşünürken bile aslında izleniyor olabiliriz," dedi. Elimi omzundan alarak laptopta bir kaç işleme girdim. "O zaman başlayalım. Bizimkiler buraya gelecek. Birlikte geri dönmeden önce hızlı bir program bulmalıyız," dediğimde atkıyı başıma sarmaya başladım. Üzerime bir kaban daha atarak kalın giysiler içine bürünmüştüm. Kwang da benim hareketimle araçtan inerken, "Etrafı hazırlayalım. Sen biraz sonra çık," dedi. Onun gidişini izledim.

Sonra önümdeki camdan dışarıya baktım. Uzun zamandır hiçbir şey yazamamıştım. Ne duygularımı, ne de hayallerimi... Yazmak beni iyileştirir, yaralarımı sarar ve yeni umutlar vadederdi. O festivalden sonra kendimde hiç yazma cesareti bulamamıştım. İlk kitabım çıktığında ne kadar sevinçli olduğumu hatırladım. Satacağını çok düşünmesem de bir gün kitap bastıracağım sözümü tutmak istemiştim. Kendimi yeterli görmüyordum çünkü yazar olmak adına hiçbir eğitim almamıştım. Daha iyi yazarları okuyunca yazmak istemezdim. Sonra bazı insanların hayatlarına dokunduğumu fark ettim. Bir iki kişi olsa bile birilerine kendimi anlatabilmiş olmam beni mutlu etmişti. Daha çok yazdım. En iyi hale getirmeye çalıştım yazdığım her eseri... Elbette yine de eksiklerim vardı. Hala var. O ilk kitabımı elime nasıl aldığımı hatırlıyorum. Basım aşamaları çok uzun sürdüğünden ben de heves kalmamıştı. Çok bir şey hissedememiştim.

"Hesna! Şuna bak resmen adın yazıyor!" Benden daha heyecanlı olması dışında bir sorun yoktu. "Artık kitabımı elime alabilir miyim? Senin yüzünden dokunamıyorum!" Doğa'ya kargomun eve geldiğini söylediğimde dakikalar içinde yanıma gelmişti. Bir de ben gelmeden açma uyarılarını ihmal etmemişti. Sevinç çığlıkları evin içinde yankılanıyordu. "Resmen artık yazar bir arkadaşım var diyebileceğim!" Doğa'nın heyecanı beni güldürüyordu. "Abartma, sadece bir kitap. Kitabımı almak için çırpınan okurlarım bile yok," demem üzerine ciddileşti. "Reklamını yaparız. Zamanla keşfedileceğine eminim." Cümlesinin ardından bizimkilerin sesini duydum. Babam aşağıdan adımı seslendiğinde merdivene çıktım. Beni gördüğünde, "Kızım, bize pasta aldım! Bugün yazar olmanı kutluyoruz!" dedi. Benden hep büyük beklentileri olan babam...

Gözlerim doldu. Ağlamadan önce gelen bir gülümseme yüzümde yayıldı. Zaman zaman anılarım gözümün önüne geliyordu. İlk kitabının çıkmasına bile sevinemeyen Hesna'ya bir şeyler söyleyebilseydim eğer, ona hiç vazgeçmediği için teşekkür ederdim. Kitaplarının ne kadar sevildiğini, adının mahkemelerde bile duyulduğundan bahsederdim. O kız, bugün bunları yaşayacağını bilmiyordu. O pastayı keyifle yerken aynı zamanda korkuyordu da. İnsanlara bir şey sunmanın zor bir iş olduğunu anlıyordu. Hayaliydi işte... Zihninde kurulan senaryoları yazmayı seviyordu. Başkalarından önce bunu kendi için yapıyordu. İnandığı için başardı. Şimdi ise kalem yerine ona silah veriyorlar. O zamanlar bana bunu söyleseler, bu olacaklara inanır mıydım? Peki ya yıllar sonra bugün için kendime ne tavsiyem olurdu? Yine inandığım için kendime teşekkür edecek miydim? Yoksa bedenim bu zorba düzene dayanamayıp ölecek miydi?

Düşüncelerimi dağıtan kapının açılmasıyla hızlıca benden habersiz akan birkaç damla göz yaşımı sildim. Kwang bir şey söyleyecek gibi olduğunda buna fırsat vermeden gülümsedim. Kocaman gülüşümün yanında, "Hadi, yapalım şu işi," diyerek koltuktan kalktım. Aracın arka tarafına kurulan masaya Ethan hologramını açmış bekliyordu. Diğerleri de biraz uzağında oturuyordu. Kasvetli hava gökyüzünde hakimiyetini sürüyordu. Kar yağmayı durdurmuş, soğuğunu estirmekle yetiniyordu. Bana ayrılan yere oturarak laptop ve tableti çıkardım. Kwang hemen yanıma oturmuştu. Seo ve Jun ayakta duruyor ve neler yapacağımızı izlemek için hazır bekliyorlardı. Boris ise elindeki sigarasının dumanını etrafa yayıyordu. Ethan hangi programları kullanacağımızı belirliyor olmalıydı. Hologramdan bazı kodlar yazıyordu. Digeo, Jonah ve Bartu da silahlarını temizliyordu. Birazdan bizimkiler de burada olacaktı. "Siz nasıl bir yöntem kullanıyordunuz? Programımızı hızlandıralım," diyen Ethan hala hologramına bakıyordu.

Uzun bir zamandan sonra ilk defa bu saygı sözcüklerini duyuyordum. Hepsi bana siz hitabı ile yaklaşmıştı. Askeriyelere girdiğimizden beri başka askerler tarafından hakaret dışında bir şey duymazdım. Bu, Kwang'ın ölümcül bakışlarından dolayı mıydı bilemedim. Ethan'a hangi yolları izlediğimi anlattım. O da ne şekilde daha hızlı olabileceğimizden bahsedince şubelerin listesini çıkardık. Ayrı olarak şubelerin şifrelerine girmeye başlamıştık. Dakikalar saate dönüşünce herkes esniyordu da. Bu sırada Seo ve Jun kahvaltı hazırlıklarına girmişti. İlk etapta bir şubeye girişim uzun sürmüştü ama diğerlerinde hızlanmayı başardım. Gelen tepkilerin bazısı pek parlak değildi. Bazı askerler gözleri kör olmuş gibi bu bilgileri reddediyordu. Diğerleri kahvaltı için oturduğunda Ethan, Kwang ve ben hala masa başındaydık. Seo çaylarımızı getirdi. Biraz yememiz için ısrar etse de şu an zamanla yarıştığımızdan girebildiğimiz kadar şubeye giriş sağlamalıydık.

Konuşmalar eşliğinde geçen zamanla elimiz de hızlanmıştı. Sabahın köründe bu masaya oturmuştuk ve şimdi öğlen olmuştu. Namaz molası verdikten sonra yine çalışmalara devam etmiştik. Tabi, gökyüzü karanlık görüntüsünü üzerimizden çekmemekte kararlıydı. Geçen saatlerin ardından araç sesleri duyduk. Bu ses üzerine hepimiz ayaklandığında gelenlerin bize yaklaşmasını bekledik. Bir dakika, Matteo da mı gelmişti? Üç savaş aracı arka arkaya geliyordu. İlk aracı kullanan Matteo'nun yanında Doğa oturuyordu. Hemen arkasından Çağan ve Medusa da yanımıza park etmişti. Ahsen de son araçta tek başınaydı. Doğa'nın asık yüzü öfkeli de bakıyordu. Matteo zorla gelmiş olmalıydı. Bunun da Doğa'nın hoşuna gitmediği belliydi. Hepsi araçlarından indi. Doğa ve Ahsen benim gibi kalın bir atkıyla başlarını sarmıştı. Üzerlerinde asker üniforması vardı. Soğuktan korunuyor gibi görünseler de aslında dışarıya saçları açık çıkmak istememelerini anlıyordum. Medusa ise her zaman olduğu gibiydi. Dağınık saçları rüzgarla birlikte dağılıyordu.

Boris, "O Matteo mu?" dediğinde hepsi ayaklanmıştı. Burada bir kavga çıkmamasını umdum. Sonuçta Matteo'dan hoşlanmayan en bariz kişiler Boris ve Jonah olmuştu. Matteo, "Kwang Jee! Bakıyorum da boş durmamışsın. Yoksa ekibe yeni askerler mi katıldı?" diyerek yanımıza yaklaştı. Herkes Matteo'ya çatık kaşlar arasından bakıyordu. Bu söze Jonah cevap verdi. "Peki sen bu ekibin neresinde kalıyorsun Matteo?" Matteo bu iğneleyici sözün sahibine küçümser bir tavırla baktı. Onu tanımış gibi bir yüz ifadesi takındı. "Kimleri görüyorum? Burada tanıdık yüzler varmış," diyerek kahkahasını atmaktan geri durmamıştı. "Doğru, eski dostlarım. Duyduğuma göre şubemize katılacakmışsınız," diyen Matteo'dan gelen yapmacık samimiyet aslında onları hiç sevmediğini belli etmişti. Sonra Kwang'ın abilerine dönen Matteo, "Seo Hoon! Jun Woo! Sonunda kardeşinizle karşılaşmışsınız," dediğinde ona cevap veren Kwang oldu. "Onları tanıyordun. Kardeş olduğumuzu biliyor muydun?" Matteo bu soru karşısında ensesini kaşımaya başladı. Yüzünü de bir şeyi yeni hatırlamış gibi buruşturdu.

"Tahmin etmesi zor olmadı," dediğinde yine herkesin sinirine dokunmuştu. Bu durumda yükselen sesler oldu. Bir an da ne olduğunu anlamadan hakaret dolu cümleler birbirini hedef aldı. Doğa bir yandan buradan gitmemiz gerektiğini söylüyordu. Çoktan civar şubelerden askerlerin geldiğini söyledi. Kavga devam ederken bir yandan etrafı topluyorduk. Kwang'ın transfer olacak kişileri ayarlaması için orada olması gerekiyordu. Geç gidersek ve yokluğumuz fark edilirse bu hemen civar şubeler tarafından duyulabilirdi. Hızla kavga ve gürültüler ile birlikte herkes araçlara bindi. Hedef şubemize doğru sürmeye başladık. Hızlı yolculuğun ardından askeriyeye yaklaşırken sinirler hala gergindi. Bu buluşma sonrası nasıl bir ekip olacağımızı düşünmek beni geriyordu. Saatler sonunda askeriyeye yaklaştık. Kwang şoför koltuğunda ben ise yanındaydım. Arkadan gelen üç araca herkes dağılmıştı. Her şey o kadar acele olmuştu ki bütün kavga hala kulaklarımda duyuluyordu.

Askeriyeye geldik. Oradan çıkmadan kazağımı çıkarıp üniformamı giymiştim. Geldiğimizde ise başımdan çıkarmak zorunda olduğum atkım da beni çok üzüyordu. Yine saçlarımı herkes görecekti, yine burada direnmeye devam edecektim. Buradan sadece bir gün ayrılmıştık ama o süre bana uzun gelmişti. Askeriyenin kapısına biriken civar şubenin askerleri şubeye giren bu araçlara bakmaya başladı. Dağılan saçlarımı düzelttim. Tokamı kaybetmiştim. Açık olarak duran saçlarımı arkama attım. Boğazım gerginlikten kupkuruydu. Araçlar durduğunda Kwang'a baktım. Çatık kaşları arasından bana bakıyordu. Her yeni günde yeni bir heyecan yaşıyorduk. Yine bu sefer her şeye tekrardan başlıyormuşuz gibi hissettim. Birbirimize güven verici bakışların ardından araçtan indik. Diğerlerine baktım. Doğa, Matteo, Ahsen, Medusa, Çağan, Seo, Jun, Ethan, Boris, Diego, Bartu ve Jonah. Hepsi askeriyeye bakıyordu.

O sırada bana doğru gelen kişiye doğru başımı çevirdim. O tanıdık yüzü görmem üzerine öfkem tetiklendi. "Hesna Kaner! Sanırım aynı askeriyedeyiz!" Bu cümle zihnimin içinde dalgalandı. Bana nefretle bakan kişi o jöleyle topladığı siyah saçları, geniş omuzları ve dik duruşuyla negatif havasını tümüyle yaymıştı. Bu ilk askeriyemde başörtümü benden alan 971'den başkası değildi. "Yasakları öğrendin mi?" diyerek hastalıklı bir gülüş sundu. Bu kadın mı? Gerçekten mi? Bu kadının yanımızda olması demek her şeyimizi takip edecek demekti. Onu öldürmek isteyen tarafımın hala öfkesini taze tuttuğunu anladım. Beni öldürecekmiş gibi bakan gözlerini oymak istiyordum. Tam bir şey söyleyecektim ki yine bütün kanımı donduran sesi kulaklarımı doldurdu. "Tekrar karşılaşacağımızı biliyordum."

Bölüm Sonu...

Korece "형" (hyung), bir erkek kardeşin diğer erkek kardeşine saygı ve samimiyet ifadesi olarak kullanılan bir terimdir. Hyung, Kore'de bir erkek kardeşin büyük erkek kardeşini ya da yaşça büyük olan erkek bir arkadaşını ifade etmek için kullanılır.

Korece'de "야" (yah), genellikle arkadaşlar arasında samimi bir şekilde hitap etmek için kullanılan bir terimdir. "Hey!" gibi de kullanılır.

Bölüm hakkında düşünceleriniz neler? Şaşırdığınız noktalar oldu mu?

Karakterler hakkında neler düşünüyorsunuz?

Oy vermeyi unutmayalım. Bölüm hakkında sormak istediğiniz bir şey olur ya da konuşmak isterseniz her zaman beklerim.

Instagram @fairymits hesabımda da kitap hakkında konuştuğumuz grubumuza katılmak isterseniz mesajlarınızı bekleyeceğim.

Kendinize çok iyi bakın gelecek bölümde görüşmek üzere. ♡

Continue Reading

You'll Also Like

39.4K 2K 17
Bazen zincirler sadece onların bedenlerini değil, ruhlarını ve kalplerini de esir alırdı. Bazen istilaların sonuçları sadece yıkılan ve yok edilen ye...
1.7K 938 8
Ben Ilgın; Hayatı babasının elleri arasına karışmış... O eller üzerinden kayıp gittiğinde ise tüm hayatı boyunca tek tabanca kalmış o kız çocuğu... B...
79.2K 725 21
Bir ülke üç tane krallık. Sahandy ülkesinin katı kuralları ve işkencelerine karşı halk dayanabilecek mi? Her aileden gelen yeni varisler ülkenin kade...
152K 7.7K 69
Bir uçurum vardı, aşağısı görünmeyen bir uçurum. Ben, bu uçurumun başındaydım. Rüzgarın beni götüreceğini söylediler, fakat hatalarım, benim fırtına...