KIŞ GÜNDÖNÜMÜ

By -zehradogan

788K 50.6K 56.9K

Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike... More

GİRİŞ
1 - GÜNDÖNÜMÜ FESTİVALİ
2 - YENİLİKÇİ DÜZEN
3 - EĞİTİM GÜNLERİ
4 - ASKERİ DİKTATÖRLÜK
5 - TEHLİKENİN ÇAĞRISI
6 - KAL YA DA KAÇ
7 - KADERİN İZLERİ
9 - KÖR BAŞLANGIÇ
10 - SIRLAR DENİZİ
11 - KAYIP RUHLAR
12 - KORKU TOHUMLARI
13 - TUTSAK ÖZGÜRLÜK
14 - AÇIK TEHDİT
15 - YARDIM ELİ
16 - KUŞKUNUN ZEHRİ
17 - GÜNÜN SİSLİ YÜZÜ
18 - KONTROLÜN SINIRLARI
19 - KARŞI KARŞIYA
20 - KAOTİK SAVUNMA
21 - GÜRÜLTÜLÜ ZİHİNLER
22 - CESARETİN SINAVI
23 - SAVAŞ HÜKMÜ -1
23 - SAVAŞ HÜKMÜ - 2
24 - TOPRAKLARIN KANI
25 - ONURLU MÜCADELE
26 - GECE YARISI İLLÜZYONU
27 - BÜYÜCÜLER VE TILSIMLARI
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 1
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 2
29 - ZOR TERCİH - 1
29 - ZOR TERCİH - 2
30 - SON SÖZ
31 - AY KARANLIĞI
32 - STRATEJİK TAKİP - 1
32 - STRATEJİK TAKİP - 2
33 - GERÇEĞE SARIL
34 - METAL GÜNBATIMI
35 - GECEYE AĞLAYAN
36 - İNTİKAM FIRSATI
37 - KANLI YÜZLEŞME
38 - SİNSİ MASKELER
39 - YİTİK VİCDAN - 1
39 - YİTİK VİCDAN - 2
40 - ÇİRKİN ISRAR
41 - ARENA

8 - GÖZLER ÖNÜNDE

24K 1.6K 1.5K
By -zehradogan

"Bazen insanları tanımak konusunda geç kalırız."

Sessizliğe uyandığım anlarda huzurla beraber içime bir endişe yerleşirdi. Sessizliği severdim ama hemen hemen hiçbir sabaha gürültüsüz uyanamazdım. Kargaşa, evlerde alıştırılan bir rutin haline getirildiğinden olsa gerek alışılmışın dışında görülen normal şeyler bile insanı tedirgin ederdi. O berbat günden sonra ise her şey daha da karanlıktı. Bazı geceler uyanmamayı dileyerek yatardım. Sabah olmasın isterdim çünkü yeni günün getireceği acılarla karşılaşmak artık tahammül edemediğim bir şeydi. Gözlerimi bilmediğim bir durumun içine açacak olmak canımı sıkıyordu. En son çok üşüdüğümü hatırlıyordum. Şimdi sıcak bir yatağın içinde olmama şaşırmıştım. Gözlerimi açmak için yavaşça araladığımda pencereden sızan ışık yüzüme vuruyordu. Güneş batmak üzereydi. Gökyüzünü saran turuncu renk de yavaş yavaş kararmaya başlıyordu. Gözlerimi pencereden alarak kalkmak için ellerimle yataktan destek aldığımda beni izleyen o çekik gözleri gördüm. Neredeydim ben?

"Ne zamandır oradasın?" dedim artık oturduğumda. Yataktan çıkmamıştım. Karşımdaki duvarın önünde bir sandalyeye yaslanmış oturuyordu. "Seni buraya getirdiğim andan itibaren." İstemsiz kasılan yüzümle yaralarım acıdığında yüzüme dokundum. Anlaşılan pansuman yapılmıştı. "Beni buraya ne zaman getirdin?" dediğimde soğuk bakışlarımı değiştirmemiştim. "Bir saati geçiyor." dediğinde ona asabi bir halde baktım. Sanırım sabrımı sınıyordu. "Bir saat boyunca burada oturup beni mi izledin?" Kollarını göğsünde birleştirmiş öylece bana bakıyordu. "Pencereden dışarı baktığım da oldu." dediğinde bu rahat hareketleri karşısında yine sinirlerim gıdıklanıyordu. Battaniyeyi üzerimden kaldırıp yataktan çıktığımda, "Hemen kalkma..." dediğinde çoktan ayağa kalkmıştım. "Diyecektim." sessiz söylediği kelimeyle o da oturduğu sandalyeden kalkarak yanıma doğru geldi.

"Burası neresi?" diyerek pencereden dışarı baktığımda kocaman askeriye binasını görmemle mimiklerim katılaştı. "Rütbeli askerlerin kaldığı bir bina. Burası da benim dairem diyebiliriz." dediğinde yine o alaycı gülüşümü takındım. "Ne bencilce ama, tam da size göre." dediğimde etrafıma baktım. Oda da sadece kocaman bir yatak, dolap, duvarlara montelenmiş kitaplıklar ve kitaplar vardı. Biraz ileri gittiğimde iki kişinin neredeyse yan yana duramayacağı duvarlardan sonra tuvalet, banyo ve lavabodan başka bir şey göremedim. "Akhar, oyuncakları için küçük bir ev yapmış. Ne kadar da tatlı." dediğimde küçümser ses tonuyla söylediklerim üzerine Kwang Jee sadece bana ciddiyetle bakıyordu. "İyi olduğuna göre çıkabiliriz." dediğinde sandalyenin üzerindeki üniformaları yatağa attı. "Banyoda havlu var. Hazırlan." diye de ekledi. Bu adamda sinirlerimi bozan çok şey vardı. "Ne için hazırlanacağım?" dediğimde ona ne saçmalıyorsun der gibi bakıyordum. "Nikahımız için." diyerek gülümsedi.

"Dalga mı geçiyorsun?" dediğimde yüzündeki gülüş kaybolmuş ve yerine ifadesiz bir şekilde bana bakmaya başlamıştı. "Gayet ciddiyim. Herkes bizi bekliyor." dedi. Buraya nasıl geldiğimi bile hatırlamıyordum bana neler olduğunu anlatacağına dediği şeyler gerilmeme yetmişti. "Bana neler olduğunu anlatacak mısın?" sabırsız bir sesle sorduğum sorumu hızlıca cevapladı. "Çok kan kaybettin. Seni helikoptere bindirirken zaten bayılmıştın. Askeriyeye geldiğimizde seni revire götürdüm. Yüzündeki yaralara bakıldı. Pansuman yeterli oldu ama dudağının yanındakine dikiş gerekti. Camı çekip çıkarmasaydın belki ona da pansuman yeterli olurdu." dediğinde son cümlesi beni azarlar gibiydi. Bir şey demeden diyeceklerinin bitmesini bekledim. "Sen orada tedavi görürken ben kurulu topladım. Hükümetin evlilik kuralını herkese açıklamayı ve seninle evleneceğimi söyledim. Yönetimden gelen onaydan sonra tekrar yanına geldim hala uyanmamıştın. Ben de seni buraya getirdim. Bir şeyleri rahat konuşabileceğimiz tek yer burası. İstediğini sorman için beş, hazırlanman için ise on dakikan var. " dediğinde durumu anlamaya çalıştım. Kaşlarımı çatmış bir şekilde ona bakıyordum.

"Benimle evlenmek için neden bu kadar acele ediyorsun?" Beni bulalı sadece bir kaç saat olmuştu ve gözümü açar açmaz nikahımız var hazırlan diyordu. Ne çeşit bir manyaktı bu? "Seni askeriyeye soktuğum andan itibaren askerler saymak istemeyeceğim eziyetler sıralamaya başladı. Kurulu topladığımda çoğu kişi ölmen için konuştu. Bunları durdurmanın tek yolu seninle evlenmek... Böylece sana eziyet edecek olmamı hepsi onaylamış oldu." dedi. Yani Kwang'ın üzerimde hakimiyet kurmasını istediler. İyi de bu adamın niyeti hiç öyle durmuyordu. İlk karşılaştığım halinden eser yoktu. Benimle ne yapacaktı? "Beni düşündüğün için evleniyor olamazsın." Mantıklı bir açıklama yapsa iyi olurdu. Bana bir adım yaklaşarak ciddi bir ifadeyle, "Ben de senin gibi bu hükümeti alt edecek deliller arayan biriyim. Etrafımda güvenecek kimsem yok ve bu iş tek başına yürüyebilecek bir iş değil. Beraber olursak eğer şansımız daha çok olur. Anlayacağın bu bir çıkar ilişkisi olacak. Ben seni koruyacağım sen de bana planlarımda yardım edeceksin." dedikleri üzerine düşündüm.

"Bu iş olduğunda bana zarar vermeyeceğini nereden bileceğim?" dediğimde kitaplığına doğru gitti. Aldığı bir kitabı elime vererek, "Bu senin 17 yaşında yazdığın ilk kitap. Sonra neredeyse iki yıl boyunca hiçbir şey yazmadın. Sebebini hep merak etmiştim. 19 yaşında kendi hesabında hükümete karşı paylaşımlar yapmaya başladın. Hemen sonra bir kitap daha bastırdın." diyerek elime bir kitap daha verdi. "Sonra bir tane daha." Elime konuştukça yazdığım kitapları veriyordu. "Bir tane daha." Elimde biriken kitaplara şaşırarak baktım. Konuşmaya devam etti. "20 yaşına geldiğinde ülkede adını duymayan kimse kalmadı. Zaten azalan nüfus sayesinde göze kolayca batmaya başladın. Eğitim kulüplerinde hükümete karşı gelen gruplar kurdun. Defalarca evinize askerler geldi. Durmanı söylediler ama hükümet yetkilerini zorlayamadı. Senin gibi kontrolsüz gördüğü kişilerin sayısı artınca işler değişti." diyerek elime bir kitap daha verdi ve konuşmaya devam etti.

"Yanılmıyorsam önümüzdeki ay 22 yaşında olacaksın. Bir kitaba başladığını duyurdun ama sonra gerisi gelmedi." Artık bana baktığında gözlerimi elimdeki kitaplara çevirdim. Beni bu kadar takip etmesine şaşırmıştım. İnsanın kitaplarını okuduğu bir yazarı tanımak istemesi kadar doğal bir şey yoktu ama tuhaf gelen bunun bu robot adam tarafından olmasıydı. Söyledikleri ise saklı olan şeyler değildi. Beni bu kadar eskiden tanıyorsa, hep benim gibi mi düşünmüştü? Ben böyle sessiz kalırken o konuşmaya devam etti. "Bu zorba sisteme birilerinin baş kaldırması gerekiyordu. Hiç vazgeçmedin. Bir gün karşılaşacağımızı biliyordum." dediğinde gözlerimi kitaplardan alarak ona baktım. Kafayı yemiş olmalıyım, gerçek miydi tüm bunlar? Gözlerimin içine bakarak, "Bu zalim düzeni bozmak adına benimle evlenir misin?" dediğinde onu dikkatle izlemeye devam ettim.

Anlattıklarını kafamda tartmaya başladım. Bu kapıdan çıktığımda ya ölecek ya da evlenecektim. Zaten başka yol tanınmamıştı. İki türlü de ölüm gibi geliyordu. Cevabı çok düşünmeye gerek yoktu. "Başka seçeneğim mi var?" diye sorduğumda elimdeki kitapları alarak yerlerine geri koydu. "Bunu evet olarak kabul ediyorum." dediğinde yatağın üzerindeki üniformayı alarak banyoya doğru gittim. Gerçekten içinde olduğum duruma inanamıyordum. Eğer söylediklerinde samimi ise tekrar yaşamak için bir şansımız olabilirdi. Sistemin bu kadar içinde olup da hiçbir şey yapamamış olması da ayrı bir merak konusuydu. Hızlı bir duş alıp 1739 yazılı temiz olan üniformayı giydim. Aynaya baktığımda yüzümün sargılı bantlarla dolu olduğunu gördüm. Boynum morarmıştı. Hiç bu halde evleneceğim aklımın ucundan geçmezdi. Sahi evlenecek miydim? Olanları sindirmeme bile zaman tanınmamıştı. Bedenim benden ayrı işliyordu sanki. Banyodan çıktığımda Kwang pencerenin önünde bekliyordu.

Beni gördüğünde, "Ne hoş bir gelin oldun." diyerek gülümsedi. Bu adam niye böyleydi? "Aynen, asker üniformalı bir gelin." diyerek göz devirdim. Yanıma yaklaştı. "Dışarıda sana farklı davranacağım. Bunun için şimdiden özür dilerim." Sanki çok umurumdaydı! Kendini role fazla kaptırmış olmalıydı. "Sonrasında nasıl davranacağını göreceğiz. Sana güvendiğimi sanma sakın. Başka yolu olmadığı için kabul ediyorum." dediğimde oldukça ciddiydim. "Sanırım heyecan yüzünden stres yaptın. Merak etme çok kısa sürecek." dediğinde silahını alarak kapıyı açtı. Krizi yumuşatma çabası komikti doğrusu. Hala yüzüme bakıp gülümsüyordu. Koridora çıktığımızda asansöre doğru yürümeye başladık. Bir şeylere zorunda bırakılmaktan nefret ediyordum. Hükümetin insanların evliliğine kadar müdahale etmesi işkenceden başka bir şey değildi. Bunu hep sorgulamıştım.

"Bütün dinleri reddeden bir hükümetin evliliği meşru bulması ne komik." dediğimde, "Kuşaktan kuşağa aktarılan sayılı uygulamalardan biri. Akhar en azından bunu kaybetmek istememiş olmalı." diye cevap verdi. Asansörde hiç konuşmamıştık. Zaten her yerde kameralar vardı. Askeriye binasına doğru gidiyorduk. "Nerede olacak bu nikah?" dediğimde, "Avluda." diyerek yanıtladı. O sert tavrına çoktan bürünmüştü. Yanımda bir buz kütlesi gibi yürüyordu. "Önüme geç." dediğinde elindeki hafif ateşli uzun tüfeği üzerime doğrulttu. "Zaten yürüyordum. Gerek var mıydı?" derken oldukça sıkıntı doluydum. Şu iş hemen bitsin istiyordum. "İzleniyoruz." diye cevap verdiğinde yürümeye devam ettim. İçime dolan o korkuyu bastıramamıştım. Kalbimin olanca rahatsızlığı sanki bütün vücudumda atıyordu. Bunu dışarı yansıtmamayı denemek içeride beni çok zorluyordu.

Avluya geldiğimizde yirmiden fazla askerin hepsi bize doğru bakmaya başladı. Allah'ım, ne utanç verici! Ortalarından geçerken sanki düğüne değil cenaze törenine gelmiş gibiydik. Gerçi bu duruma ne düğün ne de gerçek bir evlilik demezdim. Herkes asker üniformasıyla buradaydı. Nefret dolu gözler üzerimdeydi. Bize ayrılan yere geldiğimizde ortada bir masa bile yoktu. Kwang silahını indirip yanımda yerini aldığında etrafa seri katil gibi bakıyordu. Hemen yanımızda duran şahitler ve zannımca bizi evlendirecek kişi vardı. Göğsüm daralıyordu. Dairesinden çıkarken bu işi çok önemsiz görmüştüm ama şimdi çok gerilmiştim. Herkesin gözünün üzerimde olması çok rahatsız ediciydi. Sanırım sadece rütbeli askerler buradaydı. "Burada hükümetin yeni kararı üzerine toplandık. Sizlerin de huzurunda bu kararı somutlaştıracağız." diye konuşan askerlerden biri dinlemekten kusacağım şeyler anlatmaya devam etti.

Başım ağrımaya başlamıştı. Yaşamak istediğim hayattan öyle uzaktım ki başıma gelen her şeyi sanki ben yaşamıyor sadece seyirci gibi izliyordum. Kendi hayatımı yönetemiyor oluşum beni içinden çıkamadığım bir kafese kapatıyordu. Ruhum daralıyor nefes alamıyordum. Artık rüya görmediğime emin olmuştum. Bu kadar uzun rüya olmazdı. Rüyalarımda ağladığım zaman bunun uyanacağım anlamına geldiğini bilirdim. Yastığımı ıslatan göz yaşlarıma bakardım. Şimdi ise kabus gibi bir hayat yaşıyordum ve uyanıktım. Yanımda konuşan askere "Evet." diye cevap veren o yabancıya baktım. Beni koruyacağını söylüyordu ama bu sözün aslını yaşatmayacağını biliyordum. Bir şeyler konuşuluyor ama hiçbir şey duymuyordum. Etrafımda hareket eden hiçbir şeyin benimle ilgisi olmamasını diledim ama kendi hayatım benim iznim olmadan gelişmeye devam ediyordu. Kulağıma uğultu gibi gelen konuşmalardan sadece adımı seçebilmiştim. "Hesna Kaner?" Muhtemelen o malum soru sorulmuştu.

Kwang bana bakıp bir cevap vermemi bekliyordu. Kendi ölüm fermanıma imza atacaktım. İşlerin bu raddeye geleceğini kim düşünürdü? Hayır dediğim takdirde dört bir koldan kurşunlanacak olmam çok muhtemeldi. Kwang'ı tanımıyordum. Kendimi böyle saçma bir şeyin içinde görmek berbat hissettiriyordu. Herkes, her şey öyle yabancıydı ki özlemini duyduğum insanları hatırlamak canımı yakıyordu. Uzun bekleyişimin ardından yinelenen soruyu, "Evet." diye yanıtladım. Ortamdaki gergin hava çok aşağılıktı. Herkes şimdi ölecekmişim gibi sırıtıyordu. Kwang'a baktım. Hiçbir mimik yoktu suratında. Konuşan askeri dinliyordu. Sanırım artık evli biriydim. İğrenç hissediyordum. Gece olduğunda, o kapının arkasında sadece ikimiz kaldığında bana eziyet edeceğini biliyordum. Alay edeceğini, kendi kendine yaptığı o küçük oyundan zevk alacağını biliyordum. Böyle bir şey olduğunda onu vurmaktan çekinmeyecektim. Hayatımı daha da acınası ve rezil bir şekilde yaşamama izin vermeyecektim.

Bu merasim bittiğinde herkes bir yerlere dağıldı. Öylece ortada kalmıştım. Yabancı uyruklu insanlar bilmediğim dillerde bir şeyler konuşuyordu. Yüzümdeki bantlar ve arkaya doğru kuruması için dağınık bıraktığım hafif ıslak saçlarımla ne kadar zavallı göründüğümü düşündüm. Biraz uzağımda Kwang'ı çevreleyen askerler ona bir şeyler söylüyordu. Bu ortamı hemen terk etmek istiyordum. Bir adım attığımda hemen yanımda beliren kişi düşünce karmaşamı dağıtmıştı. "Akın?" O da mı buradaydı? Onu fark etmemiştim. "Bunun olmaması için elinden geleni yapacaktın değil mi?" diyerek sesinde barınan o üzüntüyü yansıtmaktan çekinmemişti. "Ölümün ucunda olduğunda sen ne yapardın?" deyip öfkeyle ona baktığımda birden hatırlamış gibi, "Doğru, sen ihanet etmiştin değil mi?" dediğimde üzgün olmasına artık üzülmüyordum. Bütün bunlar onun yüzünden başıma gelmişti. "Eğer hükümetin böyle bir karar vereceğini bilseydim, bugüne kadar senden sadece dayanmanı isterdim." dediğinde onun suratını dağıtabilirdim.

"Böylece evlenebilirdik öyle mi? Hala sadece olmuş olanı düşünüyorsun ama olacak için hiçbir şey yapmıyorsun. Bu saatten sonra başıma gelecekler için üzülmeyi bırak. Tüm bunlara sen sebep oldun." dediğimde, "Sana kaçmayı teklif ettim. Gerçekten sevseydin beni, bana inanmak için çabalardın ama sen..." sözünü bitirmesine izin vermeden baskın bir şekilde konuşmaya başladım. Söylediği şeyler benim için tahammül edilir cinsten değildi. "Ne sevgisi hala Akın? Yeterince açık olmadım mı sana? Evet! Seni sevmiyorum. O gün sana karşı içimde kalan son inancımı da atıp savurdun. Yalanların, bahanelerin yüzünden zaten eksiliyorduk. Bitti artık." Ona o kadar bağırmak isterken kalabalığın içinde dikkat çekmemek için mücadele veriyordum. Neyi konuşuyorduk ki? Geçmişi konuşmak istemiyordum. Dünümü geçmiş sayıp yola devam etmek istiyordum. "Zarar verdiğimi biliyorum. Telafi etmek istiyorum." İçimden sıkıntılı bir nefes boşalttım. "Bu senin özür dileyince geçeceğini sandığın bir şey değil. Senden bir mücadele ya da başka bir şey beklemiyorum Akın. Üzüldüğünü görüyorum ama artık bunun için bir şey yapamam. Sen de yapma. Daha fazla kanatma."

Konuşmayı bölen o gür ses, "Hesna! Yanıma gel." dediğinde bütün avlu gözlerini Kwang'a dikmişti. Çok sinirli duruyordu. Akın ona bakmamıştı ama gözlerinde harlanan o hırsın alevi net görünüyordu. Bir şey demeden Kwang'ın sözü üzerine yanımdan ayrıldı. Yine ortada kaldığımda üzerimde hissettiğim bakışlara aldırmadan Kwang'a doğru yürüdüm. Yanına geldiğimde bir şey demeden yürümeye başladığında hemen yanında yürümeye devam ettim. Bu iğrenç ortamdan bir an önce ayrılmayı istiyordum. Topluluktan ayrıldığımızda Kwang, "Akın sana yakın olmaya çalışacak. Ondan uzak dur." dediğinde yine ne saçmalıyorsun bakışımı atmıştım. "Bana emir vermeye kalkma sakın." Kendini bir şey sanmasına fırsat vermek istemiyordum. Sesini biraz yumuşatarak, "Emir vermiyorum, uyarıyorum. Seni askerlere teslim etmemiş miydi?" dediğinde çabuk sinirlenmek istemiyordum ama elimde değildi. Herkesin her şeyi biliyor olması daha nefret ettiğim bir durumdu. "Bana yardım ettiğini herkesin bilmesine rağmen neden hala burada?" dedim. Hükümet kandırılmaktan nefret ederdi. İhanetin kokusunu aldığında öldürmekten çekinmezdi ama Akın hala burada görevinin başındaydı.

Bilmiş ama hoşnut olmayan bir edayla yarım ağız gülümsediğinde, "Akın'ın hükümete emeği çok. Göze girmek için öldürmekten çekindiği kimse olmadı." demesiyle olduğum yerde kaldım. Durduğumu fark edince bana döndü. Yine hayal kırıklıkları içimde dolanıyordu. "Neden durdun?" dedi. Öldürmek mi demişti o? "Akın'ın birini öldürdüğünü mü söylüyorsun?" dediğimde yine alayla güldü. "Biri mi? Çok daha fazlası. Bunu bilmediğini söyleme bana." Ona şaşkınlıkla bakıyordum. Bu halime o da şaşırmıştı. İkimiz de konuşmadan birbirimize baktık. O alaycı tavrı değiştiğinde ciddi bir ifadeyle, "Gerçekten bilmiyor muydun?" dedi. Daha hangi yalanlarını duyacaktım acaba? Bana hiç kimseyi öldürmediğini söylemişti. Sessiz kaldığımda bir şeyler anlatmasını umdum. "O zaman o gün neler olduğunu da bilmiyorsun." dediğinde merakım ikiye katlanmıştı. "Ne oldu?" dedim sabırsızlıkla sorduğum soruya hemen cevap vermesini umdum.

"Bunu evde konuşuruz. Yatış saatine kadar halletmemiz gereken işler var." dediğinde beni oyaladığını düşündüm. Bana bir şey anlatmayacağı belliydi. Arkasına dönüp yola devam etmişti. Eve döndüğümüzde ise oynadığı küçük ilgili oyununu sona erdirecekti. "Ne işi?" diyerek keyifsiz bir halde ona doğru yürüdüm. "Arkadaşların yakalandı. Hücreye gidip sorgulamam lazım." demesiyle irkildim. Kendi derdimden onları tamamen unutmuştum. Yürümeye devam ederken, "Senin kimliğin açığa çıkınca tüm kask takan askerler kontrol edildi." dedi. "Canlarını yaktılar mı?" Bu soruyu sorarken tedirgindim. Cevabı bilsem de canlarını yakmamış olmalarını umdum. Kwang Jee bana cevap vermemişti. Yürümeye devam ediyordu. Hücrelerin olduğu kata neredeyse gelmiştik. Yol boyu askerlerin iğrenç bakışları üzerimden eksik olmamıştı.

Bir hücre kapısında durduğumuzda bir şey demeden kapıyı açtı. Neden bu kadar sessizleşmişti? İçeriye girmemle yerde boylu boyunca yatan Ahsen ve Medusa'yı kan içinde görmek... Hayatta karşılaştığım bazı duygularla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Bazen hiçbir işe yaramıyormuş hissini çok yoğun yaşıyordum. İçime dolan o amansız öfkenin vücuduma yayılması dengemi şaşırtıyordu. Dayak yemekten yüzleri yara bere içinde kalmıştı. Öyle yorgun öyle hissiz bakıyorlardı ki bana, bundan bir çok mana çıkarabilirdim. Kendimi suçlayabilirdim ki suçluyordum da... Benim hatam yüzünden iki gün bile gidememiştik. Ben onlara uzun uzun keder içinde bakarken Medusa kanlı ağzından yarım bir gülüşle beni izliyordu. "Sorun yok. Bunun olacağını biliyorduk." dediğinde dudağındaki yarıktan akan kana aldırmadan konuşmuştu. Yüzüme bakıp gülümsediğine inanamıyordum. Bana biraz bile olsun öfkelenmemiş miydi?

Ahsen ise, "İyi atlattık. Boş ver." dediğinde bana böyle yaklaşmaları bir nebze rahatlatmıştı. Kwang sessizliğini bozarak, "Yerine geçtiğiniz üç kişiye ne yaptınız?" dedi. Oldukça sert bir ifadeyle sorduğu sorudan arkadaşlarıma da bu şekilde davranması bu oyunun sadece bana özel olduğunun kanıtıydı. Medusa, Kwang'ın sorusuna cevaben, "Düğüne neden bizi davet etmediniz? Bir şenliği kaçırmışız." Yarım ağız gülerek konuşması karşısındaki kişiyi kışkırtan cinstendi. Evleneceğimiz haberi gerçekten tüm askeriyede duyulmuştu. "Sorularıma cevap vermediğiniz sürece canınız yanmaya devam edecek." Kwang, Medusa'nın bu gevşek halini es geçmişti. Ciddiyetle sorduğu soruya ciddi bir cevap bekliyordu. Ahsen söze girdiğinde, "Bilmiyoruz. Artık kaçak olduklarına göre onları aramanız gerekecek." Umursamaz bir tavırda söyledikleri üzerine Kwang, "Eğitimlere devam edeceksiniz. İster rütbe atlayın, ister ölün. Seçim sizin." diyerek kolumdan tutup beni hücreden çıkardığında kapıyı arkamızdan kapattı. Anlaşılan vakit kaybetmek istemiyordu. İkisiyle uğraşmanın çok baş ağrıtacağını o da biliyordu.

Bana doğru eğilip sessiz olmaya çalışarak, "Arkadaşlarına bunu çok daha farklı şekillerde soracaklarına eminim. Bu yüzden onlarla konuş. Göze girmelerini sağla. Gerçekten onlara güveniyorsan bize uyum sağlamalılar." dediğinde ona kurnaz bir ifadeyle baktım. "Ne yapmaya çalıştığını anlamadığımı mı sanıyorsun? Sadece bizi hükümete yakın tutmak istiyorsun. Öyle göründüğü sürece namın konuşulmaya devam edecek. Bu da senin işine gelecek. Size anlatacak hiçbir şeyimiz yok!" Sessiz olmaya çalışmamıştım bile. Sesimi yükselttikçe etrafını bakışlarıyla yoklayarak, "Hesna, evde anlattıklarımı hiç mi dinlemedin? Seninle ne sebepten birlikte olmak istediğimi anlamadın mı?" Alaycı gülüşüme yine engel olamamıştım. "Sen buna inanacağımı düşündün mü gerçekten?" dediğimde derin bir nefes alarak konuşmaya başladı. "Arkadaşlarınla görüş. Telsizin yanında olsun." diyerek yanımdan ayrıldı.

Onun gidişinin peşine hücreye geri girdiğimde Medusa, "Sanırım anlattığın kadar zor biri." dedi. Hala kalkacak hali yok gibi duruyordu. "Bir yandan haklı." dediğimde yanlarına oturdum. Bunu her ne kadar söylemek istemesem de hayatta kalmak için bir süre onlarınmış gibi davranmak en doğrusu olacaktı. "Başka yol bırakmıyorlar ki." diyen Medusa sesinde barındırdığı o kırıklığı istemeden de olsa yansıtmıştı. Ahsen, "Gerçekten evlendiniz mi?" dediğinde yarı şiş gözüyle bana bakmaya çalışıyordu. Önce acı bir tebessüm ettim. "Mecbur kaldım." deyince bir sessizlik çöktü. Öyle hızlı öyle basit bir şeymiş gibi oldu ki ne hissedeceğimi, kendimi nasıl teselli edeceğimi bilememiştim. Medusa, "Öldüreceklerdi değil mi?" diyerek bütün havaya hüzünlü bir rüzgar estirmişti. Başımı onaylar gibi önüme eğdim. "Çok yorulduk. Çırpınacak gücüm kalmadı. Her hareketimiz kafes altına alınıyor. Bunu söylemeyi istemezdim ama bir süre durmalıyız. Sadece izleyelim. Gözlemleyelim. En azından bir hafta kadar deneyelim." dedim. Gerçekten hepimizin üzerinde günlerin yorgunluğu vardı. Kolay günler geçirmedik. Belki de bu karar şimdilik en iyisidir.

"Kwang Jee ne olacak?" Ahsenin sorusuna, "Ne olmuş ona?" dediğimde Medusa'ya baktı. Ardından Medusa, "Kendini nasıl koruman gerektiğini biliyorsun. Dikkat et..." dedi. Nelerle karşılaşacağımı ben de merak ediyordum. "Benim için endişelenmeyin. Üstesinden gelirim." diyerek güven verici ses tonumla konuştuğumda ayağa kalktım. "Gün bitmek üzere. Birazdan başka askerler gelir. Lütfen sabırlı olun. Çok zor olacak biliyorum ama şu an sabırlı olmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Çok yara aldık." dediğimde Medusa güçlükle ayağa kalkarak karşıma geçti. Elini yüzüme dokundurduğunda, "Kötü yaralanmışsın. Pansumanlarını ihmal etme." tebessüm ederek söyledikleri üzerine ben de aynı ifadeyi ona sundum. Hayatıma çok yeni girmişti ama çok yakın hissettirmeye başlamıştı. İnsanlar beni şaşırtmaya devam ediyordu. Yanlarından ayrıldığımda kapıyı üzerlerine kapatmaktan çok rahatsızlık duymuştum. Numarama baktım. Anlaşılan onun 1739 numarası olarak bu askeriyede devam edecek olmam netleşmişti. Temiz üniformada yine bu numara önüme çıkmıştı. Bu sefer yardımcısı değil aynı zamanda evlendiği kişiydim. Dilime geldikçe tüküresim geliyordu.

Oradan çıktığımda Kwang'ı bularak birlikte askeriyede son kontrolleri yaptık. Medusa ve Ahsen'in bir şey bilmediğini söylemiştim. Zaten bilsek de ona bir şey anlatmazdım. Eğitim derslerini izledik. Atış yapan insanlar arasında yürüdük. Saat geç olduğunda nöbeti gelen askerler devriye gezmeye başladı. Bir saat kadar onun yanından ayrılmamıştım. O da hiç başka yere gitmeme izin vermemişti. Hala benimle kibar konuşmaya çalışıyordu. "Sana bir şey göstereceğim." dediğinde peşinden gelmem için işaret etti. Artık onun yanında olmaktan usanmıştım, gece gideceğimiz yer yine aynı olacaktı. Bunu düşündükçe bütün tüylerim diken diken oluyordu. Cevap vermeden yanında yürümeye devam ettim. Binanın daha önce hiç girmediğim bir bölümüne doğru götürüyordu beni. Aklıma kötü şeyler geldiğinde, "Dur!" dedim. Telaşla arkasına döndü. "Ne oldu?" Soru soran gözlerle bana bakıyordu. "Silahım yok." Bunu söylediğimde tuttuğu nefesi geri vermişti. "Benim yanımdasın. Silahını yarın alırsın. Şimdi neden ihtiyacın olsun?" dediğinde yine zihnimde onu dövme hayallerim cereyan etmişti. "O zaman kendi silahını ver." Belindeki silahı çıkarıp elime uzattığında, "Daha iyi hissettirecekse al. Sana bir şey yapacağımı düşünüyor gibisin." diyerek yürümeye devam etti.

Elbette düşünüyordum. Onu takip ederken elimdeki silahı daha sıkı tutmaya başladım. Koridorun sonuna geldiğimizde, "Burası." demesiyle etrafıma baktım. Bana bir adım yaklaşsa bile bu silahı kullanacaktım. "Burada hiçbir şey yok. Koridorun sonundayız. Ne yapmaya çalışıyorsun?" derken oldukça şüpheciydim. O ise nereye dokunduğunu anlamadığım bir yerden duvarı ittiğinde bize bir odanın kapısını açmıştı. Girmekte tereddüt etsem de elimdeki silaha güvendim. "Burada olduğumuzu anlamayacaklar mı?" derken zaman kazanmaya çalışıyordum. Emeli her ne ise onu yapacağı işe pişman edecektim. "Seni korkutmak için getirdiğimi söylerim. Kimse kolayca bana bir şey diyemeyecektir." Bu boş kendinden eminlik yine bana göz devirtiyordu. "Neden korkacağım?" dümdüz bir ifadeyle sorduğum soruya bir şey demeyerek içeri doğru yürüdü. Karanlığın içine girdiğinde ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Çok geçmeden ışıklar yanmaya başladı. Her yerin aydınlanmasıyla gözlerim kamaşmıştı.

Burası küçük bir oda değildi. Işıklandırmalar tamamen açıldığında etrafı büyük bir şaşkınlıkla incelemeye başladım. Gördüklerime inanamamıştım. Duvarlara montelenmiş camlar içinde korunanlar hayretimi katlıyordu. İçeriye doğru yürümeye başladığımda burasının oldukça büyük olması şaşkınlığımı arttıran bir diğer unsurdu. "Burası..." soru içeren ses tonumla dilimden dökülen o kelimeyi karşıma geçtiğinde yanıtladı. "Hükümetle oynamak istiyorsan onu iyi tanımalısın." Beni buraya nasıl getirdiğini düşünmeye başladım. Böyle büyük bir şeyin halktan saklanılıyor olması çok ürkütücüydü. Sanki düğmesine basıldığında ölümcül olabilecek o robotlara bakıyordum. Üzerinde silah tasarlatılmış bulunan devasa robotlar... Gördüklerim büyük bir katliamın haberini veriyor gibiydi. Bu sessiz izleyişim devam ederken Kwang konuşmaya başladı.

"Bu yüzden dünya hiçliğe karıştı. Yine de bize ölüm getiren bu makinelerden vazgeçilmedi." dediğinde bakışlarımı ona çevirdim. Neler anlatacağını merak ediyordum. "2073 yılındayız ve son yıllarda bazı ülkelerin yapay zeka tasarımında gözü döndü. Bunun başında Akhara var. Sırf bu yüzden ülkeler arası nükleer bir savaş oldu. Kim kime saldıracağını şaşırdı. Tek devlet yönetimine herkes aday oldu. Savaş ölümleri getirdi. Ölümü getiren bu makineler olmasına rağmen Akhar hala vazgeçmedi. Kalan ülkelerin zamanı kısıtlı. Savaşla birlikte 50 yıl geriye gidildi. Hayatta kalmaları için ya bu ülkeye katılmaları gerekecek ya da direnmeye devam ettikleri sürece Akhar makinelerini öldürmek için kullanacak. Bütün bu hazırlık yeni bir dünya kurmak için. Kalan yöneticiler nasıl hazırlanıyor bilmiyoruz. Her teknolojiyi kullanabilmeliyiz." Anlattıklarını zaten biliyordum. Dünyaya bu makinelerin hırsı yüzünden zarar gelmişken Akhar'ın bundan vazgeçmemesi ürkütücüydü.

"Akhar her yere hükmedebileceğinden nasıl bu kadar emin? Bize savaş açmaları durumunda iki türlü de öleceklerini ona düşündüren ne? Ya bize katılıp boyun eğecekler ya da savaşıp ölecekler mantığı neyin nesi? Dediğin gibi ellerinde nasıl bir güç var bilmiyoruz. Bu yüzden yöneten değil yönetilebilen olabilmemiz de çok mümkün. Sadece bu dört duvar arasında ne olduğunu biliyoruz." demem üzerine daha da ciddileşerek konuştu. "Bu yüzden seni buraya getirdim. Çok küçük düşünüyoruz Hesna. Biz bu yönetime asi gelirken dışarıda nasıl bir gücün olduğunu bilmiyoruz. Birlik olup yaklaşan savaşa hazırlanmamız gerekiyor. Bu savaş er ya da geç olacak. Kaçarı yok. Bu yüzden içimizdeki bölünmeler sadece vaktimizi alıyor. Elimde bu ülkeyi karıştıracak delillerim olmadığını mı sanıyorsun? Yeterli gelir mi orasını bilmem ama kafa karıştıracağı kesin. Sence bu zamana kadar bildiklerimi neden kullanmadım?" dediğinde ona uzun uzun baktım.

"Yani diyorsun ki, kendimizi önce dışarıdan korumalıyız. Bölünürsek ve halk Akhar'dan korkmazsa bir savaşa girecek gücü elde edemeyeceğiz. Bu da farklı milletlerin üzerimizde kuracağı hakimiyete zemin hazırlayacak." Bu içimi çok bunaltmıştı. Konuşmamı onaylayarak devam etti. "Mecburen bir hükümet bu dünyanın başına geçecek. Bu kendi yönetimimiz olursa eğer Akhar'ı sorgulayacak bir çok kanıta ulaştığımızda bu kozları o zaman kullanmalıyız." Onun anlattıkları üzerine, "Böylelikle tüm dünyaya karşı Akhar'ın otoritesini sarsacağız. Kurallar esnemek zorunda kalacak. Halkını kaybetmemek için kurduğu o saçma sistemi kaldırmak zorunda kalacak." dedim. İkimizde düşünceli bir şekilde birbirimize bakmaya başladık. Kwang onun gibi düşünüyor olmamdan memnun olmuş gibi duruyordu. Tam bir şey diyecekken konuşmaya devam ettim. "Savaş için hazırlandığımız süre boyunca sessiz kalıp Akhar'ın aleyhine delil toplamaya devam etmemiz gerektiğini söylüyorsun." dediğimde gözlerini onaylar gibi uzunca kapadıktan sonra bana baktı.

Gözlerimi ondan alıp tekrar duvarlarda soğuğunu içime akıtan makinelere baktım. "Her şey son bulduğunda dinimi tekrar yaşayabilecek miyim?" dememle duygulanmıştım. Sorun içinde olduğumuz bu ülkeden çok daha büyüktü. Bunu sorarken onun inancının ne olduğunu merak etmiştim. "Eğer başka bir hükümet tarafından yönetilirsek işler nasıl devam eder bilmiyorum. Dünya şu an için Akhara'dan ibaret değil. Düşmanı iyi tanırsak ancak o zaman onu alt edebiliriz. Benim korkum Akhar değil." dediğinde suskunlaştım. Sonrasında ben konuşana dek bir şey demeyeceğini anladım. Düşman her şekilde bizim için Akhar'dı. Onu zaten biliyorduk. Dışarıdaki bilinmeyen güçlere yenik düşersek eğer onlardan kurtulabilmek sadece hayal olarak kalabilirdi. Asıl korkmamız gereken diğer yöneticilerdi. Önceliğimiz savaş için birlik olmak olmalıydı. Akhar bu yüzden bizi eğitiyordu. Ailelerimizi öldürmesinin tek nedeni de gücünü sarsacak fikirleri yok etmek içindi. Daha fazla askerini kaybetmeyi istemediği belliydi. Yoksa şimdiye dek bir çok kez ölmüş olmam gerekirdi.

"Anladım. Dönelim." demekle yetindim. Zira buranın kasveti beni iyice boğmuştu. Tüm bunların doğru olmasına rağmen bunu bana kabul ettirmek istemesinin altında başka şeyler aramaktan kendimi alıkoyamıyordum. Zaten iyi durumdaydı. Belki de her şey istediği gibiydi. Bu yönetimin altında elinde her ne delil varsa kendini güçlü hissediyordu. Savaşı kaybetmemiz sonucunda bu gücün artık elinde olmayacağını o da biliyordu. Sırf başı daha az ağrısın diye beni gücü için kullanacak ve sonunda bu savaş olduğunda kazanmamız durumunda bana ihtiyacı kalmayacaktı. Yani bu oyunu çok uzun tutabilirdi. Ona karşı gardımı asla indirmemeliydim. Kapıya doğru yürüdüğümde, "Bu arada..." diyerek durduğunda dikkatimi ona verdim. "Sadece sana güveniyorum. Arkadaşların aramızdaki ilişkiyi bilmesin." dediğinde ona döndüm. "Hangi ilişki?" diyerek ona öyle umursamaz bakıyordum ki bu bakışımla kendini aptal gibi hissetmeliydi.

"Bu zamana kadar hükümetin benden şüpheleneceği hiçbir durum yaşamadım. Savaşa çok yakınken kendime zarar verecek bir şey yaşamak istemiyorum. Arkadaşların eminim iyidir ama sadece sen bil." diye açıklama yapmaya başladığında ona karşı bakışlarımı değiştirmemiştim. "Neyi?" dediğimde onun bu saçmalamasına bir anlam verememiştim. Zaten ortada yalandan uydurduğu bir insani yaklaşım ve güya planlarına yardım etmemi istemesi dışında bildiğim bir şey yoktu. Bunu kime anlatsam gülerdi. "Dalga mı geçiyorsun?" dediğinde bozulmuş duruyordu. "Hayır." diyerek ne anlatmaya çalıştığını anlamamış gibi bakıyordum çünkü zaten anlamamıştım. "Hesnacığım hani seninle bir anlaşma yapmıştım. Ben seni koruyacaktım sen bana yardım edecektin. Bundan başkası haberdar olmasın diyorum." çocuk gibi anlatmaya çalışmasına içten içe gülüyordum. Bir yandan kızıyordum da çünkü bu davranışının aslı yoktu.

O benimle böyle konuşurken birden mizacımı sertleştirerek, "Keyfin nasıl isterse öyle konuşuyor, kafanda ne kurguluyorsan onu uygulayacağını söylüyorsun. Yaptığın hiçbir şey gerçek değilken uyarmanı gülünç buldum. Ayrıca bana o şekilde hitap etme." dediğimde arkamı dönerek çıktım. Peşimden bir müddet gelmemişti. Yürümeye devam ediyordum. Koridoru yarıladığımda yaklaşan ayak seslerini duymaya başladım. Yanıma yetiştiğinde, "Buradaki işimiz bitti. Eve gidiyoruz." diyerek önüme geçmiş ve hızlı hızlı yürümeye devam etmişti. Nesi vardı bunun? Oyununa kanmamış oluşuma sinirlenmiş olmalıydı. Sinirlerimi bozmaktan başka bir şey yapmıyordu. Askeriyeden çıktığımızda kendi binamıza doğru yürümeye devam ettik. Hala biraz önümden yürüyordu. Binaya girerken bir kaç asker daha bizimle birlikte girmişti. Hepsine tiksinir gibi bakıyordum. Asansörde de hiç konuşmadan katımıza çıktığımızda önden giderek kapıyı açtı. Bazı askerler kapıdan içeri girene kadar bize bakmıştı.

İçeri girdiğimizde pencereye doğru giderek camı açmaya yeltendiğinde ben de arkamdan kapıyı kapattım. Yavaş adımlarla içeri doğru girerken elimdeki silahtan güç alıyordum. O üzerindeki üniformayı çıkarıp altındaki tişörtle kaldığında sandalyeye oturmaya niyetlendim. Birden bana doğru dönüp elini uzattığında elimdeki silahı ona doğrulttum. Tam da düşündüğüm gibi bana hamlesini yapmak için harekete geçmişti. Yerinde sıçrar gibi durup, "Ne yapıyorsun?" dediğinde oldukça şaşkındı. "Asıl sen ne yapıyorsun?" diyerek sesimi yükselttim. "İndir o silahı Hesna. Delirdin mi sen?" derken hala şaşkındı. Neye şaşırıyordu acaba üzerime gelirken oturup onu bekleyecektim sanki! "Sensin deli! Sakın bana bir adım daha yaklaşma vururum yoksa!" Bıkmış gibi içten içe ofladığında, "Zaten yorgunum." diyerek bana doğru bir adım attığında elimdeki silahı ateşledim. Olduğu yerde kalakalmıştı. Gözleri kocaman açıldığında bana gerçekten delirmişim gibi bakıyordu. Attığım kurşun camdan dışarı çıkmıştı. Bilerek ıskalamıştım ama bir daha yaklaştığında şakam olmadığını anlayacaktı.

Gözlerini kurşunun çıktığı camdan alarak bana baktı. "Sen..." demesiyle kapıya şiddetle vuruldu. "Kwang Jee bir sorun mu var?" askerlerden biri alacaklı gibi kapıdaydı. "Kızı öldürdü mü?" diye başka bir askerin sesi de duyulmuştu. Kwang'ın, "Sorun yok! Hallediyorum!" demesi üzerine kapı arkasında kalan sesler uzaklaşmıştı. "İlk gece... Kaner'in canını acıtacaktır." cümlesini duymamla, "Hasbünallah." diyerek sinirden kasılan boynumu yana doğru eğdikten sonra tekrar sabit tuttum. Hem şaşkın hem de sitem dolu bir sesle, "Aklından ne geçiyordu?" dedi. Silahı hala onun üzerine doğrultuyordum. Sorusu üzerine bu kez yerinden kımıldamamıştı. "Senin aklından ne geçiyordu?" Gerçekten bana öfkesini tutarak bakıyordu. "Hesna soruma soruyla cevap vermeyi bırak. Sandalyeyi almak için uzandım. Kendim için oraya yatak hazırlayacağım." dediğinde şaşırma sırası bendeydi. Silahı yavaşça indirmeye başladım. Kendimi hiç bozmadan, "Tamam. Hazırla." diyerek usul usul yatağın diğer tarafına gittiğimde bakışları üzerimdeydi.

"Şaka yapıyor olmalısın. Beni vuracak mıydın sen?" derken hala olduğu yerde dikilmiş bana garip garip bakıyordu. "Hazırla işte uzatma." dediğimde yatağa oturup ayağımdaki botları çıkarmaya başladım. Ne olur ne olmaz diye kapıda çıkarmamıştım. Botlarımı ona doğru kapının yanına koyması için uzattım. Yüzüne bakmıyordum. O ise, "Kendin koy." diyerek arkasında kalan çekmeceden kıyafet aldığında banyoya doğru gitmişti. Sinirle oturduğum yerden kalktım. İçimden yine sabır çekerek botlarımı onunkilerin yanına koydum. Kitaplığın yanında duran çekmeceli dolaptan üzerime uygun bir şey aramayı düşündüm. Bu eylemi gerçekleştirmekten vazgeçerek yatağa geri oturdum. Neyse... Şimdi eşyalarına dokunmak istemiyordum. Kendisi herhalde benim için bir şeyler getirmiş olmalıydı. Banyodan çıktığında üzerine rahat bir şeyler giymiş olduğu için ona bakıyordum. Beni öylece otururken görünce başını bir şey unutmuş gibi can sıkıntısıyla arkaya attı. Saçlarının arasında parmaklarını gezdirdiğinde kaşıyormuş gibi yapması üzerine, "Sana kıyafet almayı unuttuk sanırım." dedi.

Birden niye hareketleri garipleşmişti? "Şaşırmadım." dediğimde hala yatağın içinde oturuyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bana tuhaf tuhaf bakmaya devam ediyordu. "Neye bakıp duruyorsun?" diye asabice sorduğum soruya sinirle iç çekti. "Az önce beni vurmak üzereydin. Ondan önce de değişik değişik konuştun zaten." dediğinde sinirden bir kahkaha kopardım. "Neye gülüyorsun?" dediğinde ne o beni ne de ben onu kesinlikle anlamıyorduk. "Ne konuşmuşum?" Ben de sabırsızdım bir yerde ama o delirmemek için kendini zor tutuyor gibiydi. Yatağın kenarına oturduğunda kendimi biraz geri aldım. "Seni ilk gördüğümde neler dediğimi hatırlıyor musun?" Neler demişti? Ne alakaydı şimdi? Hiçbir şey hatırlamıyordum. Umursamaz bir ifadeyle "Hayır." dedim. Sabırlı ve dikkatli konuşmaya gayret ederek, "Sana karşı çok şeffaf olacağımı söylemiştim." dediğinde hatırlamaya çalışarak ona bakıyordum. Yarı baygın halimi düşündüğümde konuştuklarımız aklıma gelmeye başlamıştı.

"Yani?" dediğimde yutkunarak konuşmaya başladı. "Seni kullanacağımı düşünüyorsun. İnanmıyorsun, güvenmiyorsun. Bu durumu eğlenceli bulduğumdan ve canını yakacağımdan o kadar eminsin ki hep şüphe etmeye devam edeceksin." dediğinde onun ağzından çıkan her sözü dikkatle dinliyordum. Ters bir mimik, samimiyetsiz bir an için açık vermesini bekliyordum. O da sanırım benim hareketlerimi izliyordu. "Sandığın gibi bir şey olmayacak Hesna. Gözlemlemeye devam et. İstersen gardını da indirme. Bana hemen inanmanı beklemek aptallık olurdu zaten. Beraber yapacağımız işlerde birbirimize zorluk çıkarmayalım yeter." dedikten sonra ben bir şey demeyince ayağa kalktı. Dolabının yanına giderek çekmecelerde bir şeyler aramaya başladı. Araştırırken de, "Benim kıyafetlerimin hiçbiri sana olmaz. Sadece üst verebilirim." dediğinde uzun kollu, tahminimce boyu dizimin biraz üzerinde kalacak siyah bir pijamasını bana getirdi.

"Üniformayı akşamüstü giydim. Kirlenmedi bile, bu gecelik böyle yatsam bir şey olmaz." dediğimde kıyafetini elime tutuşturmaya devam etti. "Olmaz, rahat edemezsin." Tekrar geri döndüğünde yine çekmecelerde bir şeyler arıyordu. Atkı tarzında bir şey çıkardığında, "Elimde sadece bu var." Verdiği atkıya bakmaya başladım. "Bunu ne yapacağım?" Niye vermişti ki şimdi bunu? "Namaz kılabilmen için." dediğinde bu ansızın verilen cevaba şaşırıp kalmıştım. Böyle bir şey demesini asla beklemiyordum. Ona ne diyeceğimi bilemediğimde, "Sen abdest al, o sırada ben kılmaya başlayayım. Alanımız dar. Benden sonra kılarsın." demesi üzerine ona bakakaldım. Onun hareketlerini izlediğimde, "Sen..." diyecekken çoktan namaza durduğunda ne yapacağımı bilemedim. Müslüman olabileceğini hiç düşünmemiştim. Secdeye kadar gittiğinde hala onu izliyordum. Gerçekten namaz mı kılıyordu o? Daha fazla onu izlememem gerektiğini düşünerek oturduğum yataktan beceriksizce kalktım.

Gözlerimi uykuda mıyım acaba diye düşünerek birkaç defa yumduğumda lavaboya doğru gittim. Bu adam namaz konusunda da oyun oynuyor olamazdı değil mi? Üzerimdeki üniformanın düğmelerini çözerek çıkardım. Verdiği üstü üzerime geçirdiğimde burnuma dolan sıcak koku hareketlerimi yavaşlatmıştı. Anlayamadım. Giydiğimde yakasını iki elimle tutup burnuma götürdüm. Neden bana hoş bir his vermişti ki? Güzel, yumuşak bir kokusu vardı. Tabi ki çok bol olmuştu. Abdest almak için suyu açtığımda yüzümdeki sargılara dikkat ediyordum. Hala bu duruma inanamıyordum. Kollarımı kuruladıktan sonra verdiği atkısını saçım görünmeyecek şekilde bağladım. Aynadaki görüntüm beni hem güldürmüş hem de duygulandırmıştı. Çıkardığım üniforma üstümü alarak içeriye doğru yürüdüm. Altımdakini yatarken çıkaracaktım. İçeri girdiğimde Kwang Jee hala namazını kılıyordu. Sandalyeye oturarak onun namazı bitirmesini izlemeye başladım.

Bana bu halinden farklı bir şekilde gelmediği sürece onunla yaşayabilirdim. Onu ilk gördüğümde hayatlarımızın birbirine karışacağı kimin aklına gelirdi? Oyun ya da değil. Bu yaptığını ne kadar uzun tutabilirse o kadar iyi olacaktı. İşin sonuna kendimi hazırladığım için sürecin iyi geçmesi benim için daha katlanılır olacaktı. Ben böyle düşünürken o iki omzuna selam verdikten bir süre sonra daha oturmaya devam etti. Sonunda ayağa kalktığında arkasında beni görmesiyle tebessümle baktı. "Çok güzel görünüyorsun." dediğinde bu beni çok utandırmıştı. Neden birdenbire böyle söyledi ki? Ondan gözlerimi alarak başımı önüme eğdim. Daha fazla bana bakmasa iyi olacaktı. "Sen rahatça namazını kıl. Ben birazdan dönerim." dedi. Kapıya doğru gittiğinde, "Nereye gidiyorsun?" demem üzerine çoktan pişman olmuştum. İstediği yere gitsin neden soruyordum ki? Hala sandalyede oturuyordum. "Biraz hava alacağım." diyerek çıktı.

Bu oturmayı fazla uzun tutmayarak onun namaz kıldığı yere geçip namaza durdum. Hala bu durum için şaşkındım. Dakikalar geçti. Çok ağlayasım vardı ama sanki göz yaşlarım tükenmişti. Donuklaşmıştım. Düşüncelerimin ağırlığı altında eziliyordum. Kwang'a sormak istediğim çok soru vardı. O gün neler olduğunu, gündönümünde yaşananları bilmek istiyordum. Doğa için bir şeyler yapmalıydım. Sadece birkaç gün olmasına rağmen onu görmeyeli çok uzun zaman olmuş gibiydi. Şimdi beni bu halde görse ne düşünür, neler anlatır çok merak ediyordum. Namaz konusunda çok uyarılmıştık. Sürekli takip ediliyorduk. Her aralıkta namazım için dayak yiyordum. Her şey gözlem altındaydı. Dakikalar sonunda yatağa oturdum. Altımdaki pantolonu çıkarıp katlayarak bir kenara koydum. Başımdaki atkıyı da çıkararak saçlarımı düzelttim. Yorganın altına girdiğimde başımı tam yastığa koyacakken kapı açılma sesi duydum. Kwang elinde bir poşetle içeri giriyordu.

"Burası çok soğuk. Üşümedin mi?" diyerek camı kapatmaya geldi. Ona bu kadar katı davranırken onun bana dikkatli davranması yüzünden neredeyse mahcup hissedecektim. Soğuğu seviyordum ama bunu ona söylemeye gerek yoktu. Elindeki poşetten sandviçleri çıkararak, "Soğuğu seviyor olmalısın." dediğinde sandviçlerden birini bana uzattı. "Bugün hiçbir şey yiyemedin. Güçten düşersin. Yarın öğünlerine dikkat et." Sandviçi aldığımda, "Bunu yemek depomuzdan aldım. Depo dediğim de küçük bir oda. Paket ürün ve bazen birkaç atıştırmalık olur." diyerek yemeye başladı. Yanıma çok yakın oturmuştu. Hala birtakım şeyler anlatıyordu. O anlattıkça ben sessizliğimi bozmuyor ve onunla gerçekten evlenmiş olmamı düşünmeden edemiyordum. Bir ısırık aldığımda ne kadar acıkmış olduğumu yeni fark etmiştim. Hala kendince bir şeyler anlatıyordu. İştahla yemeğe başladığımda ondan önce bitirmiştim. Bunu fark ettiğinde ısırdığı kısmı bölüp ekmeğini bana uzattı, "Yiyebilirsin." Bunu reddedemeyecek oluşuma çok kızmıştım.

Onu da alıp bitirdiğimde çöpleri topladı. Getirdiği sudan da içerek boş midemi nihayet doldurmuştum. Kendi için sandalyeyi yatacağı yerden çekip yatak hazırlamaya başladı. Altına serdiği battaniye çok inceydi. Sabaha kesin bir yerleri tutulurdu. Ona baktığımı fark ettiğinde, "Ben her yerde uyurum. Sıkıntı değil." dediğinde her bakışımdan kendine bir açıklama çıkarıyordu. Çekmecelerde yine bir şeyler araştırmaya başladı. Ne zaman uyuyacaktı bu adam? Elinde başka bir poşetle yatağa oturduğunda bu sefer tam karşımda bana daha yakın durmuştu. Yüzümdeki yaralara bakarak, "Kanamaya başlamış. Neredeyse taşacak. Her sabah akşam pansuman yapmazsak iltihap kapabilir." dediğinde elindeki poşeti aldım. "Bir şey olmaz. Kendim hallederim." derken elimdeki poşeti geri aldı. "Ben yapacağım." Bu kadar ilgili davranmasını istemiyordum. Çıkar ilişkisi demişti. İleri gitmesine gerek yoktu. Neden yatıp uyumuyordu ki?

Küçük parçalar halinde ayırdığı pamuklara birde sargı bandı kesiyordu. Birkaç sargı bezi de kesmişti. Uzun, düzgün parmakları dikkatimi çekmişti. Elini yüzüme yaklaştırdığında kendimi istemsiz geri çektim. Bu uzak davranışıma karşılık, "Dokunmadan nasıl pansuman yapacağım?" dedi. Tekrar ona doğru yaklaştığımda kendimdeki bu sessizliğe gıcık olmuştum. Bana bu kadar yakın olmasına izin vermemeliydim. Kendi kendime bunun kavgasını ederken o çoktan yüzümdeki bir bandı çıkarmış kanayan yere pamukla pansuman yapmaya başlamıştı. Canımı yakmamaya özen göstererek dikkatlice yaralarıma bakıyordu. Yüzünü bu kadar yakından ilk defa görüyordum. O çekik gözleri kısıldıkça kısılmıştı. Zahmetle uğraştığı iş yüzünden olsa gerek alt dudağını ısırıyordu. Kaşlarını da gereğinden fazla çatmıştı. Aklıma takılan, "Kaç yaşındasın?" soruma karşılık kaşlarını kaldırarak gözlerime baktı. "26 yaşındayım." diyerek pansuman yapmaya devam etti. Bu insani sorum karşısında anlık şaşırmış olduğunu görebiliyordum.

"O gün olanları anlatır mısın?" dediğimde anlık yine gözlerime baktıktan sonra konuşmaya başladı. "Askerler iki gruba ayrıldı. İlk grup, herkes festival alanındayken bütün aileleri öldürme görevini üstlendi. Peşinden yangın süsü verilmesi için de ikinci grup devreye girdi." dediğinde düşüncemi doğrulatmıştım. "Sen hangi gruptaydın?" Daha önce kimseyi öldürmediğini söylemişti. "İkisinde de değildim. Festival alanında insanları yönlendirme işini üstlenmiştim. Bazı kasklarda kamera olur. Kameralı kaskları kontrol ederek bu yangın sırrını somut olarak elime aldım." demesiyle bunu kanıtlamak için kendi kendime ne kadar çırpındığımı düşündüm. Şimdi ise şu an için bir işe yaramayacak oluşu berbat hissettiriyordu. "Akın hangi gruptaydı?" bu sorumla yüzünde anlamlandıramadığım bir gerginlik oluşmuştu. Sanırım ondan gerçekten haz etmiyordu.

"Elbette insanları öldürme tarafındaydı." soğuk bir tavırla söylediği söz üzerine sustum. Akın gerçekten korkak olduğu kadar yalancı da biriydi. Hayatıma onu soktuğum için kendimi hiç iyi hissedemiyordum. "Onu hala düşünüyor musun?" dediğinde bunu sormasını beklemiyordum. Gözlerime bakmadan sormuştu. Hala yüzümdeki yaralarla ilgileniyordu. "Hayır..." Net bir tonda söylediğim söze kısık bir sesle devam ettim. "Sadece ona inandığım zamanı düşünüyorum." Bilmiş bir tavırla gülümsedi. "Harcadığım zamanı demek istedin galiba." dedikten sonra gözlerime baktı. "Bazen insanları tanımak konusunda geç kalırız. Önemli değil, kendini incitme." Çocuk gibi ona bakıyordum. Kendini incitme... Bunu benim için bir defa daha kullandığını hatırlıyordum. Duygularım çok bulanıktı. Beni bulduğunda çok sert davranacağını düşünmüştüm ama onun beni gördüğünde adeta gözlerinin içi parlamıştı. Mutluydu. Bu benimle oynamak istediğinden mi bu şekildeydi emin değildim. Kafamı karıştırmasına müsaade edemezdim. İncinmemi istemiyordu ama ben zaten parçalar halindeydim.

Susuyordum. Pansumanı bitmişti ama hala karşımda oturuyordu. "Uyumayacak mısın?" dediğimde artık git demek gibi bir ifade oluşturmuştum. Kalkar gibi oldu ama, "Sormak istediğin başka bir şey yok mu?" dediğinde yine yerini değiştirmemişti. "Gün içinde namazını kılabilecek bir yer bulabiliyor musun?" Benim için böyle bir yer sunabilmesini umdum. Eski kaldığım yerde her yerde yanımda asker geziyordu. Burası daha kalabalık bir yerdi. Belki fark edilmezdik. "Her zaman aynı yerde kılmıyorum. Dikkat çekmemek için farklı noktalarım var." dediğinde başımı biraz önüme eğdim. Ellerimle oynuyordum. Bana imkan sağlayıp sağlamayacağını merak ediyordum. Bakışlarını gözlerimden alarak başını hafifçe aşağı eğdiğinde ellerime bakmaya başladığını hissettim. "Merak etme, zaten her zaman yanımda olacaksın. Sana bunun için alan sağlayacağım." dediğinde öne eğik olan başımı ona bakmak için kaldırdım. Kendi bunun için yeterince zorlanıyor olmalıydı. Bana da bu özgürlüğü sağlayacak olması içime tedirgin bir heyecan doldurmuştu. Riskli bir durumun içine girecektim.

"Geldiğim yerde benim yüzümden bir arkadaşım işkence görüyor. Onun için yapabileceğimiz bir şey yok mu?" Ona teşekkür etme ihtiyacı duymuştum ama bunu şu an yapmak istemiyordum. Doğa'yı hep sormak istedim. Yönetimden benimle evlenmeyi talep ettiği gibi Doğa için de buraya gelmesini talep edemez miydi? Sözü dinlenen askerlerden biriydi sonuçta. "Kurulda onun için de konuştum. Mecburen buraya gelecek." dediğinde, "Ne demek istiyorsun?" Ses tonum aniden değişmişti. "Sen kaçtıktan sonra orada çok sorun çıkarmış. Hükümet onu da evlendirmeyi düşünüyor." Sinirden ne diyeceğimi bilememiştim. Doğa ölümü bile seçebilirdi ama biriyle evlenemezdi. Onu koruyamadığım gibi bundan da engelleyemeyecek oluşuma katlanamıyordum. "Kwang Jee lütfen buna engel ol." sesim o kadar baskın çıkmıştı ki hem rica hem de emir gibi söylemiştim. "Doğa Perla yarın sabah buraya getirtilecek. Hükümetin yasalarına itiraz edilemez. Hükümet söyler biz yaparız. Üzgünüm... Onun rolü bu askeriye de hayatta kalmak olacak." dedi.

Ona şaşkınlıkla bakıyordum. Kızgındım da... Hemen içime kırık izlerini bırakmıştı. Biraz iyi davrandı diye bu beklenti de neydi? Arkadaşımı düşünecek olmasını beklemek aptallıktı zaten. "Hayatta kalmak kısmını biraz açar mısın?" sinirimi yansıtarak konuşmuştum. "Evleneceği kişi bir yıldır bu ülkede. Başka bir milletten olduğu için henüz dilimizi çok iyi konuşamıyor. Rütbelilerden... Genellikle operasyonlarda birlikte oluruz. Kelimenin tam anlamıyla zorba bir adamdır." Söyledikleri karşısında o kadar kasılmıştım ki bu odadan kalkıp gitmek istiyordum. Saat geç olmaya başlamıştı. Duyduklarım beni asla uyutmayacaktı. "Bu binada kalacaklar. Ciddi bir durumda işi şahsi bir hale getirip Doğa'yı korumaktan geri durmayacağım. Endişelenme..." dediğinde onun hakkında düşündüğüm her olumsuz şey için kafamı karıştırıyordu. "Farkındaysan aslında kimse büyük işkencelerden geçirilmiyor. Daha çok psikolojik bir zorunda kılma bağı oluşturuluyor. Akhar yeterince insan öldürdü. Bundan sonrası için çok zor kişiler hariç kolay kolay kimseyi öldüremez." dediğinde ona sert bir ifadeyle bakıyordum. "Sen bir istisnaydın. Gözden çıkarılan biriydin." diye eklediğinde bunun olmaması için evlenmek adına bütün gün uğraşmıştı. Kendi çıkarı için olsun, olmasın...

"Artık uyuyalım. Yarın uzun bir gün olacağa benziyor." diyerek yanımdan kalktı. Işığı kapattıktan sonra kendine yaptığı yatakta ince bir yorganın altına girerek sırtını duvar tarafına verdi. Yastığa başını koyduğunda bana doğru baktı. "Uyumaya çalış." dediğinde yatağın içine girmemi bekliyor gibi bana bakmaya devam ediyordu. Bir şey demedim. Yorganı üzerime çekerek sağıma doğru döndüm. Yatağın ayak tarafında olduğu için onu görmemek daha rahat hissettiriyordu. Gözlerimi kapayarak uyumaya çalıştım. Doğa benim için ne düşünüyordu acaba? Bana kızgın mıydı? Onu orada bıraktığım için hakkımda kötü bir şey düşünmüş müydü? Kalbim hızla atıyordu. Gergindim. Onu yarın görecek olmamın heyecanı içinde uyuyabilmeyi umdum. Biraz zaman sonra soluma dönerek uyumaya gayret ettim. Yatakta sürekli yerimi değiştiriyordum.

Zaman ilerliyor bazen rüyaya dalıyor sonra geri uyanıyordum. Kabuslar zihnimi kaplıyordu. Güç bela saati sabaha yaklaştırdığımda Kwang'ın kalktığını duydum. Lavabo tarafına yürüdü. Çıktığında sabah namazını kılmak için yatağın yanında dünkü yerini aldı. Namazı bitince beni uyandırmak için seslendiğinde zaten uyanık olduğumdan kolayca kalktım. Yatağına gidip bu sefer yüzünü duvar tarafına dönerek yattığında katladığım pantolonu yerden alarak giydim. Hazırlanıp namazımı kıldığımda tekrar uyumadım. Pencerenin önünde duruyordum. Dışarıyı izlemeye başladım. Karın beyazlığı sert zeminin üzerinde ince bir tabaka halinde duruyordu. İki bina arasından esen rüzgar uğultulu sesler çıkarıyordu. Bugün hava dünden daha soğuk olacağa benziyordu. Yüzüm kaşınmaya başladığında suratımdaki bantları çıkarmak için lavaboya geri döndüm. Bunlarla bir gün daha geçiremeyecektim.

Aynanın karşısına geçtiğimde yavaşça bantları çıkarmaya başladım. Umarım kanamazdı. Dikişli olan yarama biraz daha hassas davrandım. Hepsini çıkardığımda aynadaki görüntüm beklediğim kadar kötü değildi. Çizikler baygın ve donuk bakışlarımla birlikte çok ciddi bir görünüm kazandırmıştı bana. Yaralar açılmadığı sürece bir sıkıntı yoktu. Saçımı tarasam iyi olacaktı ama hiçbir yerde bir tarak görmemiştim. Kwang'ın tarağını kullanmak da pek içimden gelmemişti. Bir gecede yeterince hemhal olmuştuk zaten. Daha fazla bir eşyasını kullanmak istemiyordum. Saçlarımı elimle tarar gibi düzelttikten sonra kulak hizamı geçmeyen bir topuz yaptım. Normalde saçlarımı örmeyi severdim ama belime kadar uzun olduğu için daha fazla göze gelmek istemiyordum. Yanımda getirdiğim üniformamın üstünü de giyerek içeriye geri döndüm. Yatağı düzelterek onun bana verdiği kıyafeti katlayıp yatağın üzerine bıraktım. Kısa süre sonra askeriyeden kalkış zili duyulmaya başladı.

Kwang'a döndüğümde hala uyuyor olduğunu gördüm. Yatağa oturarak onun tarafına bakıp uyanması için seslendim. "Kwang, hazırlanmalısın." dediğimde birazdan Doğa'yı göreceğim için o gergin heyecan boğazımı kurutmuştu. Beni duymamıştı sanırım. Öncekinden biraz daha yüksek olarak, "Kwang Jee... Uyan..." dediğimde yavaşça kalkarak bana baktı. "Hazırlanmışsın." derken ellerini yüzüne kapayarak biraz oturdu. "Doğa ne zaman gelecek?" dediğimde bana bakarak ayağa kalktı. "İki saat içinde getirilir." diyerek üniformasını alarak banyoya girdi. Pencereden dışarıya baktığımda binanın önünde koşan insanları gördüm. Eğitimler başlamıştı. Tam camı açmak için elimi kaldırmıştım ki duştan su sesi geldi. Sabah sabah duş almasa olmaz mıydı? Dışarısı zaten buz gibi olmalıydı camı açarsam soğuk çarpabilirdi. Elimi geri indirdiğimde bu halime sinir olmuştum. Bu odadan hemen çıkmak istiyordum. Bir yerde uzun süre kalmak beni artık çok kolay bunaltıyordu. Onun hazırlanmasını beklemek canımı sıkarken bir de saç kurutma makinesinin sesi gelmeye başlamıştı.

Birkaç dakikanın sonunda giyinmiş olarak çıktığında, "Gidelim." diyerek kapıya doğru yönelmişti ki tam bir adım attığımda geri dönüp bana baktı. "Ne var?" Bu adamın bana bakmaları bitmeyecek miydi acaba? Sorum karşısında kaşlarını hafif çattığında, "Yüzündeki bantları neden çıkardın? En azından birkaç gün durmalıydı. Mikrop kapabilir." dedi. Çekmeceye uzanıp pansuman poşetini çıkardığında, "Onu geri koy. Böyle iyiyim. Gerek yok." diyerek yanından geçip gittiğimde kımıldamadan arkamdan öylece bakıyordu. İlk uyandığında çıkardığımı fark edememiş olmalıydı. Botlarımı giyerek kilitli olan kapıya açmak için elimi uzattığımda şifreli olduğunu hatırladım. "Şunu açar mısın?" Sıkılgan bir tavırla elindekini çekmeceye geri koyarak botlarını giymeye başladı. Bilerek mi böyle yavaş hareket ediyordu? Bir şey demeden açtığında şifreyi de görmüş oldum. Asansöre binerek askeriye binasına doğru gittik.

Doğa hemen gelsin istiyordum. Benimle koşu alanında birkaç iş hallettikten sonra zaman bir şekilde ilerlemişti. Kahvaltı için yemekhaneye de gittikten sonra artık neredeyse iki saat dolmuştu. Birkaç askerin grup olarak yanımızdan geçtiğini gördüğümde Kwang, "Doğa'yla evlenecek olan adam oradaydı. Getiriliyor olmalı. Çıkalım." dediğinde onu takip ettim. Kalbim çok hızlı atmaya başlamıştı. "Hangisi?" diye sorduğumda biraz uzağımızda kalıyorlardı. "En önde yürüyor buradan göremezsin." dedi. Dışarı çıktığımızda duvarlarla kaplı olan binanın girişinden bir araç içeri girdi. Doğa'ya sarılacağım için duygusal hissediyordum. Araç içeriye doğru biraz daha girdiğinde durdu. İçimde barınan o rahatsız his kalbimi huzursuz ediyordu. Askerler Doğa'yı çıkardığında ellerinin kelepçeli olduğunu gördüm. Ona doğru koşmak istiyordum ama ayaklarım yere çakılmış gibi ilerlemiyordu. Kwang Jee yanımdaydı ve hareketlerimi izliyordu. Onu nasıl karşılayacağımı merak ediyor olmalıydı.

Doğa beni fark ettiğinde zaten donuk olan bakışlarını hiç değiştirmemişti. Beyaz cildi şimdi çok soluk görünüyordu. Yüzünde oluşan morluklar ne kadar dövüldüğünün izleriydi. Her zaman zümrüt gibi parlayan yeşil gözleri şimdi buğulu bakıyordu. Hissiz, yorgun... Onun bu görüntüsü gözlerimi doldurmuştu. Bıraktığım gibi değildi. Onun bir üzgün yüzüne hırçınlık çıkartır, eğlendirene dek rahat bırakmazdım. Şimdi ise etrafına bir duvar örmüş gibiydi. Bakışlarından ne anlamam gerektiğini bilmiyordum. Uzun uzun bomboş bakıyordu bana. Yanına gitmek için güçlükle bir adım attım. Onun bana böyle ifadesiz bakması çok içime oturmuştu. Kwang hemen arkamdan geliyordu. Doğa'ya doğru yaklaştığımda bileklerindeki kelepçeyi çözdüler. Artık karşısındaki mesafem azaldığında ondan küçük bir hareket bekledim. Hiçbir şey yapmıyordu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Dakikalar geçmişti sanki. Beni bu sessizlik zulmünden kurtaran sesini işittiğimde, "Evlendin mi?" demesiyle dudağım büzüldü. Ağlamamalıydım...

Gözlerini üzerimde gezdirirken sanki hayal kırıklığına uğramış gibi bakıyordu. Sonrasında arkamda kalan Kwang'a baktığında, "Onunla mı?" dedi. Başımı olumlu anlamda salladım ama konuşamadım. Kelimeler boğazıma düğüm olmuş gibiydi. Başımı Kwang'a doğru çevirdiğimde o da Doğa'ya ifadesiz bir şekilde bakıyordu. Askerlerin gözü üzerimizdeydi. Ona sarılmak için adım attığımda ifadesiz duruşunu bozmamıştı. Kollarımla bedenini sardığımda bana geri sarılmayışı canımı yakmıştı. Zaten bu adımı da zor atmıştım. Kulağına fısıltı gibi, "Özür dilerim. Geri dönemediğim için..." dediğimde ondan ayrılmadım. Biraz öyle kaldığımda karşılık vermeyince geri çekilmek için hareket ettim. Bu hafif çekilişime karşılık bir eliyle sırtıma dokundu. Güçsüz ve hafif bir şekilde diğer eliyle de sırtıma dokunduğunda kısmen sarılmıştı. "Bunu anlayabilirim." dediğinde ayrıldık. Uzun uzun baktım ona. Ne düşündüğünü bilmiyordum.

Arkadan gelen kalın bir erkek sesi bütün bakışları üzerinde toplamıştı. Kurduğu cümle beceriksiz ama rahatsız ediciydi. Adam Türkçeyi farklı bir aksanla konuşmuştu. "Sonunda oyuncağımı getirmişler!" demesi üzerine Doğa'ya doğru yürümeye başlamıştı. Orta boylu, kirli sakallı, yaşı otuzu aşkın duran biriydi. İştahlı ve arsız gözlerle Doğa'ya bakıyordu. Yanındaki askerlere kendi dilinde bir şeyler söylediğinde herkes kahkaha atmaya başlamıştı. Doğa'nın önünde onu koruyabilmek için dümdüz duruyordum. Kwang yumruklarını sıkıyordu ama duruşunu bozmamıştı. Adam, içinde Kwang'ın ismini geçirdiği bir cümle kurduğunda Kwang da ona, onun dilinde cevap vermişti. Adamın pis sırıtışı midemi bulandırmaya yetmişti. Yine sinirden konuşulanları yarı duyuyor yarı duymuyordum. Elini uzattığı takdirde o eli nasıl kıracağımı kurguluyordum.

Doğa arkamda hissiz bir ses tonuyla, "Beni evlendirmeyi planladıkları adam bu mu?" dedi. Ona başına gelecekleri daha gelmeden söylemiş olmalarına şaşırmıştım. Buraya hiçbir şey bilmeden gelmesi halinde fazla ürkebilirdi. Yol boyu bunu düşünmüş olmalıydı. "Sana hiçbir şey yapamayacak. Korkma!" desem de bu dediğimden şüpheliydim. Adam iğrenç gülüşüyle bakışlarını Doğa'nın üzerinde gezdiriyordu. Doğa'nın önüne tamamen geçtiğimde adamın sırıtan yüzü bana bakmasıyla solmuştu. Kwang'a bakarak, "Köpeğini yolumdan çek Kwang Jee." dediğinde yine o beceriksiz aksanı kulak tırmalamıştı. "Kes sesini adi adam!" Kwang da dahil herkes bana dönüp bakmıştı. Kurduğum cümle baskın ve yüksek çıkmıştı. Kwang bana sitem dolu gözlerle bakıyordu. Adamın birden keyfi kaçmış gibi hışımla üzerime doğru yürümesine karşı Kwang elinin tersiyle adama göğsünün altından baskı uyguladı. Adam onu durduran bu hareket karşısında önce Kwang'a sonra da eline baktı.

"Kwang Jee!" diyerek tehditvari ses tonuyla başladığı cümleye kendi diliyle devam etti. Kwang sakin kalmaya çalışıyor gibiydi ama adamın karşısında engel gibi durmaya da devam etmişti. Eğer bunca insanın içinde beni ezmek yerine korursa herkes ona farklı bakabilirdi. Sekiz kişi saymıştım. Korumaması halinde de burada duran askerler Doğa ve benim canımı okur gibi duruyordu. Çok kötü hissediyordum. Bu adam Doğa'yla asla evlenmemeliydi. Kwang Jee adamın önünden çekilmemişti. Adam en sonunda onun kolunu kavrayarak yana doğru ittiğinde Kwang bir iki adım geri sendeledi. Adam bana doğru bir adım attığında geride kalan bacağını birden bana doğru tekme atmak için kaldırdı. Burnumun dibine kadar gelen ayak havada durduğunda adamın ayağıyla yüzüm arasında neredeyse mesafe yoktu. Havada asılı kalan bacağı ayak bileğinden kavrayan el Kwang'a aitti. Adamın yüzüme doğru atacağı tekmeye engel olmuş, yüzümü parçalayacak o hamleyi durdurmuştu. Tuttuğu gibi geri savurduğu bacağı arsız adamı yere düşürdüğünde Kwang Jee'nin sözü bütün hareketleri dondurdu. "O benim sorumluluğumda!"

Bir bölümün daha sonuna geldik...

Lütfen oy verip yorum yapmayı unutmayın.

Sizin gözünüzden karakterleri merak ediyorum. Karakterler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Favori karakteriniz kim?

Konuşmak istediğiniz her ne var ise instagramda @zhradgn_ hesabında olacağım.

Yeni bölümde tekrar görüşelim. Kendinize çok iyi bakın.

Continue Reading

You'll Also Like

6.5K 1.2K 14
"Sadece soruma cevap ver Layla." Gözlerini gözlerimden ayırmadan yanıma diz çöktü. İşaret parmağını havalandırarak göğüsümün üstüne doğrulttu. "İntik...
13.8K 2.2K 37
-Avery serisinin üçüncü kitabıdır. Karanlığın karşısında diz çökme, henüz yıldızlar kaybolmadı.
1.8K 939 8
Ben Ilgın; Hayatı babasının elleri arasına karışmış... O eller üzerinden kayıp gittiğinde ise tüm hayatı boyunca tek tabanca kalmış o kız çocuğu... B...
MİHRİ By Reyhan Nur

General Fiction

309 88 4
Vatanı ve bayrağı uğruna savaşan ve şehit veren nice askerler... İnsanlara yardım etmek için ve hayallerini gerçekleştirmek isteyen bir hemşire; Mihr...