DİP: ACININ KRALLIĞI

By Elyios

14.7K 1.7K 3.3K

*Fantastik değildir.* Her hikaye bir kahramanla, birçok hikaye ise budala bir kahramanla başlardı. Herkesin... More

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
17
18
19
20/1
20/2
21/1
21/2
21/3
22/1
22/2
23/1
23/2

16

454 54 176
By Elyios

Yaşayan Ölü

Yabancı.

Yabancı bir koku, yabancı bir acı, yabancı bir his, yabancı bir bilinmezlik.

Gözlerim aydınlığa açılırken sızlıyordu, tıpkı göğüs kafesimin içinde bir kuş misali çırpınan his gibi. Bir sağa bir sola çarpıyor, değdiği her yeri eziyor ve kanatıyordu. İçim öyle büyük bir boşluktu ki onu durduracak da hiçbir şey kalmamıştı, kanatlarını çırpıyordu ve beni alt üst ediyordu.

Midemde garip bir bulantı, sol tarafımda hissettiğim batma dışında tamamen boştum. Sanki bir beden vardı elimde; içinden alabildiğim her şeyi almış, kabuğunun içine kıvrılıp yatmıştım. Öyle derin bir uyku halindeydim ki hissedemiyordum, uyuşmuş gibiydim.

Günlerdir yaptığım gibi rahat yatakta duruşumu düzelttim. Baş ucumda duran sudan bir yudum aldım ve tekrar uzandım. Yabancı koku burnumu sızlatıyordu, gözüm kendi odamı arıyordu. Daha da kötüsü gözüm, tanıdık birilerini arıyordu.

Sanki günler önce onlardan biri beni vurmamış gibi.

Hatırladığım an derin bir nefes aldıran anıyla birlikte yatağa biraz daha gömüldüm. Yorganı olabildiğince yüzümü kapatacak şekilde çekmiş, hiçbir şey görmezsem hiçbir şey de hissetmeyeceğime kendimi inandırmıştım. Çünkü acılar böyleydi, üstüne gittikçe daha da sızlar, odayı sana dar ederdi.

Ona kalmadan ben dar etmiştim, bu yataktan ve arada kullandığım lavabodan başka hiçbir yer yoktu. Acıya yer yoktu, acının bana yapabileceği hiçbir şeye müsaade etmeye de niyetim yoktu. Dardı işte bana dünya, bir yorganın altına sığmıştı. Nefesimi daraltıyordu, boğuyordu.

Acının hiçbir işi yoktu.

O zaman neden başımda bekliyordu?

Acımasız bir gardiyan gibi demir parmaklıklara şiddetle vuruyor, bedenimin korkuyla sarsılmasına neden oluyordu. Kulaklarımda tiz ve yüksek ses, gözlerimin önünde de bir tablo vardı. Karışmış renklerin arasından maviyi seçiyordum her seferinde, karanlıkla karışıp lacivertlemiş görüntüde gözlerim geziniyordu.

Boğulduğum deniz de aynıydı, baktığım gökyüzü de. Hepsi de zehir gibiydi, ben neye elimi atsam çürütüyor, kendime ihtişamlı bir kötü son yaratıyordum. Eli uğursuz derlerdi de mübalağa sanardım, bazı insanlar demek ki gerçekten böyle oluyordu.

Neyle savaşsa kaybediyordu, bazı hikayelerin kötü kahramanı o kadar güçlüydü ki, esas kahramanına bir satır bile kalmıyordu.

Hayatımı yeniden kurduğum günden itibaren yazdığım tüm hikayenin üstü tek seferde çizilmiş, altına da tanıdığım o imza atılmıştı. Yine kanlıydı, bu sefer akan kanın sahibi bendim.

Üstelik kalemi de sırtımı yasladığım dostumdu.

Ne garip bir duyguydu, bedenimde bir delik vardı ama ruhum sanki çok daha fazla sızlıyordu. Abimin gölgesine karşı güldüğüm tüm anlar içime batıyor, gözlerime kadar ulaşan batma hissi göz kapaklarımı kapatıyordu. Bitmiyordu, gözlerim kapanınca da onun omzunda ağladığım anlar aklıma geliyordu.

İhanet, yüzleşmesi zor bir duyguydu.

Çünkü insan kendine doğrultulan namluyu tutan ellere aşina olunca her şey daha zordu, daha aşılmaz ve daha imkansız. Koskocaman bir dağ yükseliyordu önümde, heybemde beni hayatta tutacak tek lokma kalmamıştı, ayaklarımda da derman bitmişti. Öylece bakıyordum tüm heybeti ile yükselen engele, sonra bir de kendime.

Ne küçüktüm, ne kadar salaktım. Bir kez daha bununla yüzleşmem gerekiyordu. Kurduğum planlar vardı ama ben bana sağlanan o küçük alanda dönüp duran bir zavallıydım, dışarıda kocaman bir dünya vardı ve o dünyayı da yöneten biri.

Benim küçük dünyamda, iyi olduğunu sandığım dostlarla beni eyleyen abim.

Yorganı biraz daha bastırdım kendime doğru. Kedinin fareyle oynadığı gibi benle oynamıştı. Belki de ona her haber geldiğinde içten içe gülmüş, bu mu bana meydan okudu diye hayıflanmıştı. Düştüğüm durum dudaklarıma dişlerimi geçirmeme neden oldu çünkü yapmasam acıyla inleyecektim.

"Aylin," diyen sesi bile zor ayırt etmiştim. Boşlukta sesler yankılanıyordu, benim zihnimdeki seslerde sanki bulduğu boşlukta yapabildiği kadar kendini kopyalıyor, devamlı tekrar ediyordu.

İsmime tepki vermeyecektim, üstümdeki yorgan sert olmayan bir hareketle çekildiğinde gözlerimi açıp karşımdaki çocuğa baktım. Günlerdir gördüğüm tek yüze. "On gün doğru düzgün bir şey yememek için çok uzun bir süre," Yatağın hemen yanına çektiği tekli koltuğu kolayca kendine doğru çekti ve oturdu. "Kendini böyle öldüremezsin."

Kendimi değil ama bu hissi öldürebilirdim. Bedenim aciz kalırsa zihnim susardı, hayatta kalmaktan başka hiçbir şey düşünmezdim ve bu his yankısını kaybederdi.

Onu öldürmem lazımdı çünkü bu bedende onunla birlikte yaşayamıyordum.

"Ne tavsiye edersin?" diye sordum pürüzlü sesimle. Onunla iletişim kurmayı reddeder tavrımdan sonra kurduğum cümleye şaşırmış, kollarını göğsünde bağlamıştı. Bir evin içinde birbirimizi görmeden geçirdiğimiz birkaç gün bile vardı, yalnızca gelip ilaçlarımı başucuma koyuyor ve gidiyordu.

Kutuyu sehpaya bırakırsa hepsini bir anda içeceğimi düşünüyordu herhalde.

"Alışmanı," dedi net bir sesle. Bakışları bir an bulanır gibi oldu ama hızla kafasını çevirmesi ile görüntü kesildi. "Söylemesi kolay," diye mırıldandım. Boğazım acıdığı için de birkaç kez öksürmüştüm.

Bu yorganın altında çürümem gerekse çürürdüm, dışarı çıkmak için hiçbir nedenim yoktu. Soru bile sormamıştım, tek bir cümle dahi dudaklarımdan dökülmek için benden çok fazla şey götürüyordu. Yalnızca yatmak istiyordum. Gözlerimi kapadığım her saniye uyku beni karanlığa çekiyordu, memnuniyetle teslim oluyordum ben de.

En azından orada her şey kapkaranlık ama güvenliydi, benim zihnim gerçek hayatla yarışabilecek kadar korkunç bir yer olamıyordu.

Yutkundum güçlükle, sanki uyanacakmışım ve gözlerimi yarı fiyatına tuttuğum dairede açacakmışım hissi geçmiyordu. Elimi saçlarıma geçirip sertçe kaşıdım, hala bir umudum vardı. Olmaması lazımdı, her şey o kadar gerçekti ki bir kurşun sol tarafımı delip geçmişti.

Umut yoktu, hiçbir zaman olmamıştı. Varlığına en çok inandığım anlarda dahi yoktu, sinsi bir düşman gibi beni vurmayı bekliyordu.

"Böyle devam edemezsin," Tuğrul mental sınırını aştığını gösterircesine devam etti. "Bir yola çıktık Aylin, geri dönüşün yok bu saatten sonra. Ya benimle yürüyeceksin ya da," Kaşlarımı kaldırdım. Devam edip etmemek konusunda kararsız kalmış görünse de konuştu. "Kendi mezarına yürürsün."

Fena fikir değildi.

"Umurumda değil," dedim yorganın altındaki bacaklarımı kendime doğru çekerken. Sırtım yatak başladığına yaslıydı, dağınık saçlarım görüş açımı kısıtlıyordu ama o da umurumda değildi. Kolumu kaldıracak enerjiyi bulsam devamı gelmiyordu, bilinçsizlik hali o kadar tatlıydı ki bedenimi ayakta tutma ihtiyacı hissetmiyordum.

Geçiyordu bir şekilde, ha ben uykudayken geçiyordu ha ben ayıkken, farkı var mıydı?

"Umurunda," Benim adıma konuşmasını kaale almadım. "Hayatta kalacağım demiyor muydun, abinin peşini bıraksan bile bu elinden alınırsa ne olacak?"

"Bu sefer kim alacak elimden?" diye sordum alaycı bir sesle. Sanki kalbimden damla damla kan süzüldü, kendime açtığım yaranın ağrısıyla yerimde duramadım. "Yeşim mi? Ne yapacak, ne kaldı geriye? Silah bıçak ateş, bunlar demode oldu. Döverek öldürür belki?"

Biraz sessiz kaldı, sonra daha kısık bir sesle "Senden haber almaya çalışıyor," demişti. Sesinde belki de ilk defa ufacık bir şefkat kırıntısı duymuştum, şaşkınlığım beni ele geçiremeden ellerime dökülen yaşlarla kalakaldım.

Ne zamandır ağlıyordum?

Elim yanağıma çıktı. Silmeye çalıştım, daha çok ıslandı. Ne yapmaya çalıştıysam ters gitti, sonunda ben, gözyaşları ile kalakalan oldum.

Sarılacak kimsem yoktu, dönecek bir evim yoktu.

Ev diye bildiğim yer alevler arasında kaldığından beri ilk defa bu kadar soğuk, bu kadar keskin bir his duyuyordum. Evim dediğim yerin iki kişinin yanı olduğunu fark ettim, onların olduğu yerde bana zarar gelmeyeceğine inanan tarafımdan hala kanlar akıyordu. Kurşun yarası kapanıyordu ama bu yara kapanmayacaktı, onda kanayıp duracaktı.

Dağlamak mı lazımdı? İçimde bunu yapacak kadar bile ateş kalmamıştı.

Bir şeyler sönmüştü, ruhumun ta derinlerinde bir meşale vardı sanki. Sular altında kalsa da, ışığı cılızlaşsa da yanmaya devam eden bir ateş. Şimdi onun yerinde bir kıvılcım dahi yoktu, ne aydınlatıyordu ne de ısıtıyordu.

Ne de yaramı kapatmama yardım ediyordu.

"Seninle yapmamız gereken şeyler var Aylin, en kısa zamanda kendini toparlasan iyi edersin." Bir anda girdiği konuya beni önemsemeden devam etti. "İzmir'de ufak bir işimiz var."

"Ufak bir işten kastın hayatta kalmak mı?" diye sorduğumda, kafasını iki yana salladı. "Aslında bakarsan, senin hayatta kalmak gibi bir derdin kalmadı," Omuz silkti ve dudaklarından garip bir tebessüm geçti. "Çünkü çoktan öldün."

Öldüm.

Kafam yavaşça geriye doğru gitti ve kaşlarım çatıldı. Benimle dalga mı geçiyordu? "Şaka yapacak zaman mı gerçekten?" Kafasını iki yana salladı ve gözleri sol tarafımdaki yaraya döndü.

"Sahte kimliğin hazırlanıyor, şimdilik var olmayan birisin," dediğinde söylediği şeylere anlam vermeye çalışıyordum. "Ne saçmalıyorsun?"

"Birileri seni öldü göstermiş, yüksek ihtimalle peşindeki adamlardan seni korumak için." Yarayı kafasıyla işaret ettikten sonra devam etti. "Kim olduğunu tahmin etmek zor değil, seni korumak istemiş olmalı."

Seni korumak istemiş olmalı.

Gözüm tam karşımdaki tabloya takıldı tekrar. Tüm karanlığın ortasında, kirlenmemiş bir mavi gözüme çarptı. Seni korumak istemiş olmalı. Yaralar sızladı, hem bedenimdeki hem de ruhumdaki. Kim olduğunu tahmin etmek zor değil. Bir kabuk soyuldu, benden ayrılırken canımı yaktı.

Gökalp seni korumak istedi.

Bir yas tutuyordum, ölen birinin acısını ruhumda misafir ediyordum. Ona bir mezar kazıyordum ellerimle, bedenini özenle yerleştiriyordum açtığım çukura. Bastıra bastıra bir mermer taşa ismini yazıyordum, doğduğu güne onun doğum tarihini, öldüğü güne on gün öncesini kazıyordum.

Mezarı kapatmaya hazırdım, vedalaşmaya hazırdım çünkü bazı insanların dirisi ölüsünden çok daha korkunçtu. Benim için sadece bir ceset haline gelecekti, ruhumda tuttuğum yas yavaş yavaş gücünü kaybedecekti ve ben ayağa kalkacaktım.

Yasım bölünmüştü sanki, kapkaranlık bir odada arkadaşlığımızı yad edip iğrendiğim tüm anlar aklıma doluştu. Belki de o kadar da kirli değildi. Bir çamura batmıştık ama bazı duygular hala temizdi, sadece bir su tutmak gerekiyordu aslını görmek için.

O kadar çaresizdim ki, neye tutunacağımı şaşırarak bir an afalladım. Nefrete mi ümide mi tutunmalıydım? Karşıma çıktığı için onu suçlamalı mı, beni koruduğu için ona güvenmeli mi? Tüm iplikler birbirine girdi, düğümler her yerdeydi. Çeksem de gelmiyordu, neye doğru sürükleniyorum göremiyordum ama yankı devam ediyordu.

Seni öldürmek istedi.

Seni korumak istedi.

"Gökalp'i nereden tanıyorsun?" diye sordum aniden. Zihnimdeki sesler sussun istedim, hiç ilgimi çekmeyen tüm detaylar tek tek gözüme battı. Burada ne işim vardı, Tuğrul'un yanındaydım ama burası güvenli olan bölge miydi? Neden buradaydım ayrıca, beni korumak için bir nedeni mi vardı?

Beni dostuma karşı bile korumuştu ama neden?

"Eski bir tanıdık," dedi sadece. Sesi daha fazla açıklama yapmayacağım der gibi çıkıyordu ama deşmeye devam ettim. "Nasıl bir tanıdık?" Gözlerini gözlerimden çekmeden cevapladı. "Ağrı kesicilerin etkisi geçiyor olmalı," Ayağa kalktı ve kapıya yürürken devam etti. "Yine çok soru sormaya başladın. Hazırlan."

"Neden?"

Cevap vermeden odadan çıkmıştı.

Kabaydı ama kendimle baş başa kalmak korkunç bir kaosun içine beni sürüklüyordu. Denize düşen yılana sarılır mantığı ile gerçekten de ayaklandım, içimde bir türlü bulamadığım o itici güce kavuşmuştum sanki. Sebebi neydi, bilmiyordum. Belki de bu kadar enayi olmayı kendime yediremiyordum.

Hala dostundan bir ümidi olan, onun tarafından korunduğuna inanan asalak tarafıma yüz buruşturdum. O kadar hazır değildi ki kulesinden inmeye, bu ihtimale tutundu. Ellerine vursam da, bağırsam da beni duymayacaktı artık. Biliyordum ama aldırmıyordum, günlerdir ilk defa midemden acıktığına dair bir ses duymuştum.

Yaşamı on günde özlemiştim.

Tayt üstüne giydiğim bol kazak, önünü sıkıca kapattığım ceket ve çok fazla hareket ettiremediğim kolumla dakikalar sonra lüks bir arabadaydım. Tuğrul ile aramızda tek kelime geçmemişti, acıktım dahi dememiştim ama araba bir kafenin önünde durdu. "Neden buraya geldik?" diye sordum istemsizce. Meraklı bakışlarım çevrede silahlı adamlar arıyor, kurşun girmeyen sağ tarafıma da bir darbe yiyecek miyim diye etrafta dört dönüyordu.

"Peynirli böreği güzelmiş."

Tek söylediği buydu, sonra da arabadan indi. Ben ise arkasından aralanmış ağzımla bakakalmıştım. Ne açım demiştim, ne de bir şeyler yiyeceğim. Üstelik en sevdiğim şeyi de tutturmuştu, şaşkınlık daha da büyüdü.

Kafenin içinde bulunduğu parkın ortasında büyük bir göl vardı. Su birikintisini görebilecek bir yere yerleşip siparişleri vermemiz ve benim daha önce hiç yiyecek görmemiş gibi iki porsiyon peynirli böreği yemem kaşla göz arasında gerçekleşmişti.

"Grevin bitti sonunda," diye söylendi Tuğrul, aynı anda da tazelettiği çaydan bir yudum almıştı. Hareketleri zarif bir adamdı, heybetli görüntüsüne rağmen kibar bir beyefendi görüşünü de üstünde taşıyordu. İyi aile çocuğu diye düşündüm, zaten bu kadar paraya bir kraliyet zerafet eğitimi almadıysa kendi salaklığı olurdu.

"Grev değildi," Önümdeki bitmiş çayın içinden kaşığı çıkardım ve oynamaya başladım. "Canım yemek istemedi."

Kınayan bir bakışla yarısına geldiği çayı masaya bıraktı. "Dolaşalım mı biraz?" diye sorduğumda kafa salladı, ben yerimden kalkmak için hareketlendiğimde o çoktan kasaya yönelmiş, beklemeden hesabı halledip yanımdaki yerini almıştı.

Birlikte büyük görünen göle doğru yürüdük, çevresinde dolaşmak için uygun görünüyordu. Üstelik çok da kalabalık değildi, tek tük canımızdan geçen insanlar harici kimseyi görmüyorduk. Uzun bir süre sessizlik içinde yürüdük, adım seslerime odaklanmak zihnimi biraz olsun rahatlatmıştı.

Bazı cevaplar vardı almam gereken, yorganın altına sığınıp görmezden gelsem de hala oradaydı.

"Benim neden burada olduğum açık," diye girdim söze. Sonra da elim sol tarafımdaki sargıya gitti. "Bu yaranın nedeni de belli," Bakışları bana dönmemiş, tam karşısına bakarak adımlarıma ayak uyduruyordu. "Sen neden buradasın Tuğrul? Sırf beni korumak için olmadığı kesin, neden beni de korumak zorunda kalacağını bile bile yanında getirdin?"

Hızlıca verilecek bir cevap beklemiyordum ama beni şaşırtıp hemen konuştu. "Bu safta olmak için nedenlerim var, kapana kısıldım ve böyle yaşamaya devam edemem," dedi açık açık. "Önemsiz birinin peşine düşmezsin, eğer birileri seni kontrol altında tutmak istiyorsa, sana özgürlük verildiğinde ne yapacağını görmek isterim."

"Ayak bağı olursam? Ya hayalindeki o işe yarar kişi değilsem?" Abimin kişisel nefretine o kadar hakimdim ki, soruyu sorarken tereddüt bile etmedim. O da cevaplarken tereddüt etmedi. "Herkes bir noktada işe yarar, kullanmasını bilirsen."

Bir süre sessizlik oldu, devam edecektim ama önce derin bir nefes aldım. Yapay gölü izledim, suyun yakınlarından gelen kurbağa seslerini dinledim. Neyi nasıl dile getireceğini bilemeyen biriydim, ilk önce uzunca bir düşünmem gerekirdi ama şimdi konuşmak istiyordum.

"Gökalp'in tuzağına neden bilerek düştün?"

Benzinimiz olmasına rağmen bir istasyonda durmuş, karşımızda eski dostumu görmüştük. Bir kurşun beni delip geçmişti, kısa bir diyalog yaşanmıştı ve o andan bana kalan hiçbir şey yoktu. Tek bir bilgi dışında, Gökalp benim tarafımda değildi.

Tuğrul biraz daha yola devam edebilir, sonradan gelen adamları sayesinde hiç karşı karşıya gelmeden yolculuğu tamamlayabilirdi. Yüzleşmek istemişti ama bunu nedensiz yapacak bir tipe benzemiyordu. Bir şey öğrenmek istemişti ama neydi?

"Bildiklerin, bilmediklerin ve emin olmadıkların vardır Aylin." Bana döndü ve alayla sırıttı. "Sen üçüncü kısımdasın ama eğer o kısım çok kalabalıksa hareket edemezsin," Derin bir nefes verip önüne döndü. "Bazı yüklerden kurtuldum, diyelim."

"Az kalsın benden de kurtuluyordun."

"Denedik, gördük." Omuz silkti. "Seni öldürecek olan o gece sessizce boğazını keserdi," Sanki dehşet verici bir şeyden bahsetmiyor gibi rahattı. "Ölmeyecektin, amaçları bu olsa bile yalnız değildik. Risk vardı ama kurban değildin."

Yanılıyordu, ben bir kurbandım.

Hep ilk feda edilen, boğazına yağlı urgan ilk geçirilen, kütüğe kafası ilk yaslatılan. Ben buydum çünkü bir katilin kardeşi olmak ve onu yenememek böyle bir şeydi.

Boynuna en yakın arkadaşın tarafından bir verici takılıyor, onun tarafından ateşlenilen silahla yaralanıyor ve tanımadığın birine güvenmek zorunda kalıyordun. Ben olmak tam da kurban olmaktı, neyin kurbanı olduğumu ise bilmiyordum.

Beslediğim ümidin, yaşadığım hayatın, belki de yaşamak istediğim hayatın. Birçok şeyin kölesiydim, bu yüzden birçok şeyin de kurbanıydım.

"Ölmedim, şimdi ne olacak?"

Yorulduğum için duraksadım, adımlarımı gözettiğini o da hemen durunca anlatmıştım. Göle doğru bakarken konuştu. "Kanıtlarını geri istediğini düşünüyorum," Kafamı olumlu anlamda salladım. "Nerede olduklarını biliyorum, alman için gereken planı da hazırladım. Eğer istiyorsan bu saatten sonra geri dönüşün olmaz," Hafifçe sağına döndü ve bana baktı. "Planı öğrenirsin, kanıtlarını alırsın ve intikamın sonlanır."

"Kanıtlar yok edilmedi mi?" diye sordum şaşkınca. Kafasını iki yana salladı. "Ölü bir adamın bilgisayarında, eğer ulaşabilirsen de yakında senin elinde olacak."

Tüm hayatımı feda edebileceğim tek amaç, altın tepside bana sunulurken sessiz kalamadım. "Ulaşırım," dedim göğsümde yanan duyguya boyun eğerek. "Sen ulaştırabileceğini garanti ediyor musun?"

"Her planın riski vardır ama her şey yolunda giderse evet." Kısa bir süre es verdikten sonra devam etti. "Poyraz Telli, ilk hedefin. Babasının bilgisayarı esas hedefimiz, kaybettiğin kanıtlar orada," Bunu tam olarak nasıl yapacağımı anlayamadığım için duraksadım, o da açıklama yapma gereği duydu. "Kendine aşık edeceksin, yakın çemberine gireceksin."

"Kanıtların orada olduğuna nasıl eminsin?"

"Hiçbir şeyden yüzde yüz emin olamayız Aylin," dedi rahatlıkla. "Denemeye var mısın, yok musun? Bu kadar basit."

Aşılmaz gibi duran dağdan iki yol göründü sanki, biri Tuğrul ile birlikte gitmeyi vadediyordu. Diğeri her şeyden uzak bir hayat ama benim için o yolun sonu da ölüme çıkıyordu, benim öldürmekten başka şansım yoktu. Mağaranın en derininde gördüğüm o canavarı öldürecektim ya da kendim ölecektim.

Bu kadardı.

"Varım."

Tamam der gibi kafasını salladı ve ekranını kilitlediği telefonu cebine geri attı. "Ben abimin yediği haltlar yüzünden buradayım," Kayıtları kast ederek konuştuğumda, beni onayladı. Onların sahibi bendim ve abime yaptıklarının bedelini ödetme şansının elime tekrar geçmesi, belki de kader dedikleri şeydi. "Peki sen neden buradasın?"

Bu sefer gerçek cevabı vermesini istiyordum. Bu parçalar arasında bence en önemlisi, niye Tuğrul ile burada olduğumdu. Peşinde olduklarını tahmin ediyordum, söylediği gibi kapana da kısılmış olabilirdi. Bunların ötesinde, onu bu kapanın içine çeken neydi?

Gözlerini gözlerimden çekmedi, yüz ifadesi olduğu gibi kaldı ve yüzünde tek bir mimik bile oynatmadan derin bir nefes verdi. Gözlerimin içine bakıyordu, soru üzerine gözlerini kaçırmamıştı ama bunu bilerek yaptığını görüyordum. Hissettiği gibi tepki vermemek için gözlerini gözlerime kilitlemişti.

"Ablam için."

Verdiği en net cevabın üstüne daha fazla benimle göz teması kurmadan, geldiğimiz yola döndü ve yürümeye başladı. Omuzları her zamanki gibi dik değildi, yürüyüşüne bile yansıyan bitmişlik, kalbimin üzerine beklenmedik bir ağırlıkla çöktü.

Işığın onu bulamayacağı bir odaya kendini kapatıp, tüm aydınlığı dışlar gibi davranıyordu. Belki de bana verdiği ilk cevap doğruydu, kapana kısılmıştı ve böyle yaşamaya devam edemezdi. Gerçeği söylediğine inanıyordum, tüm bilinmezliklere rağmen gerçeği söylediğine inanmayı tercih ediyordum.

Sadece, eksik söylüyordu.

Onu kimse kapana kıstırmamıştı, kendine bunu yapan oydu.

Tuğrul, ışığın onu bulamayacağı odanın tüm pencerelerini kendi eliyle yok edip, tüm kapılarını da üzerine kapatmıştı. Kendini kapalı kapıların arkasına mahkum eden oydu ve belki de kapıyı nasıl açacağını bile unutmuştu.

Onun gidişini izlerken beynimin kocaman sahnesinde, abimin öldürdüğü o güzeller güzeli kız canlandı. Yarını görmek ister gibi gözleri açıktı, saçlarına bile bulaşmış kanla öylece yatıyordu ve zihnimden asla silinmeyen yüzü soluyordu.

O, ölüyordu ve benim abim de öldüğünden emin olmak ister gibi kanlar boşalan bedenin başında bekliyordu.

Abim, onun ablasının katili olabilir miydi?

...

Giderek iyileşiyordum.

Bir haftayı daha geride bırakmıştım, bedenimdeki yaraların kabuk tutmaya başladığını rahatlıkla söyleyebilirdim. Ruhumdakilere gelecek olursak eğer onların biraz daha zamana ihtiyacı var gibi görünüyordu.

Yine de ruhumdaki yaralar için de bir şifa bulmuş sayılırdım, düşünmemek ve zihnimden Gökalp'i atmaya çalışmak daha hızlı toparlanmama yardımcı oluyordu.

Adı aklımdan geçer geçmez yüzümü buruşturdum, kucağımdaki bilgisayar çantasının da sapını daha sıkı kavramıştım. "Bir sorun mu var?" diye sordu Tuğrul, arabayı sürerken tek gözü üstümdeydi, son zamanlarda hep öyleydi gerçi.

Sağlığımdan mı endişe ediyordu emin değildim, bana kalırsa yaşananları atlatamadığımı düşünüyordu ve ikimizin de başını belaya sokacağım bir atak yapma ihtimalimden çekiniyordu. "Yok," dedim o arabayı iki katlı bir evin bahçesine yönlendirdiğinde. "Artık bana bu soruyu sorma, mümkünse o gece yaşananları hatırlatacak hiçbir şey de söyleme."

Tuğrul arabayı durdurdu, az önce bahçesine yöneldiğimiz evin tam önüne park etmişti arabayı. "O geceyle ilgili konuşmuyorsun ama ekstra özen istiyorum, bu arabadan adımımı attığım an eski Aylin'i geri getireceğim. Günlerdir kendimi buna hazırladım."

Yüzüme yerleştirdiğim gülümsemem eşliğinde arabanın kapısını açtım, adımımı dışarıya atmadan hemen önce de duraksamış ve arkama bakmıştım. Tuğrul'la göz göze geldiğimiz an "Acını yaşamanda bir sıkıntı yok, biliyorsun-" dediğini duydum, devamını da getireceğini bildiğimden susması için tek elimi kaldırdım. "Bana akıl verme."

Ona sırtımı döndüm, bir daha tereddüt edersem toparlanamayacağımı çok iyi biliyordum. "Kimsenin ayarlarımı bozmasına izin vermeyeceğim, kendimi en iyi tanıyan benim," der demez ayağımı yere basmış, derince de temiz havayı solumuştum. "Bugün yeni hayatımın ilk günü. Her şey çok güzel olacak."

Bir önceki hayatımda mağlup mu sayılırdım bilmiyorum ama yeni hayatımın bana galibiyet getirmesi için elimden ne geliyorsa yapacaktım.

"İki katlı bir eve gideceğiz dediğinde daha farklı hayal etmiştim," dedim, sesim gördüğü görüntüden memnun değilmişçesine çıkıyordu ve bunu Tuğrul da fark etmişti. "Yani?"

O arabanın bagajından birkaç eşya çıkartırken ben de bahçede gözlerimi gezdirdim. Gerçi bahçe demeye bin şahit isterdi, ot yığını desem daha doğruydu. "Evin tipiyle ilgili bir sıkıntım yok, gayet modern. Dış cephenin taş görünümlü olması da baya hoş ama sen yolda bahçesi var deyince böyle düşünmemiştim." Yere eğilip ayağımın altındaki ot görünümlü çalıdan koparttım ve arkama döndüm. "Gözüm ister istemez ağaçlar, çiçek, yeşil otlar aradı."

Tuğrul elindeki çantalarla yanıma geldi, benim elimdeki bilgisayar çantasına baktıktan sonra torbalardan birini bana uzatmıştı. "Şunu al, kapıyı açacağım."

"Yok artık," dedim, "Ben nasıl taşıyayım o koca çuvalı?" Aslında abarttığım kadar büyük değildi ama vurulduktan sonra bana bir haller olmuştu. Canım eskiden de kıymetliydi, ölümle burun buruna gelince daha da değerlenmişti sanki. "Al."

Tuğrul'un sinirli çıkan sesi yüzünden omuzlarımı düşürdüm, bana uzattığı torbayı alıp bir anda dengemi kaybedince iyice sinirim çıkmıştı. "Eee tabi, senin tuzun kuru zaten. Kurşunların önüne atlayan, bedeni delinen benim sonuçta."

"Ben de o geceden bahsetme dediğinde biraz daha az konuşursun sanmıştım," Tuğrul hem bana laf sokuyor hem de önden önden yürüyordu. "Ben öyle mi dedim?" diye sordum, elimdeki torbayı da kapı açılır açılmaz yere bırakmıştım. "Konuyu sen açma dedim, ben açıyorsam vardır bir bildiğim."

Tuğrul az önce yere koyduğum torbayı oradan kaldırdı, kapıyı kapatma görevini ve eşyaları yerleştirme işini ona yıktığımdan kendimi direkt salona atmıştım. Evin içi de dışı gibi meymenetsizdi, taş desenini seviyorum zannediyordum ama fazlası da insanı bayıyordu. Ben açık renkler severdim, böyle koyu koyu renkler bunaltıyordu insanı. "Zenginlerin zevksiz olma lüksü olmamalı. Yani bu evi dizayn eden toplam üç renk mi biliyordu anlamadım ben."

Lacivert, siyah, gri.

"Muhtemelen," dedi Tuğrul, o benim yanıma geldiğinde ikimizin de gözleri merdivenden aşağıya doğru hızla koşan kediye takılmıştı. "Cihangir bizden önce gelip evi hazırlamış demek ki."

"Cihangir mi?" diye sordum, adımlarım da istemsizce bizim biraz ötemizde duran kediye doğru gitmişti. "Aynen, evine gidip bilgisayar işini halletmiştin."

Tuğrul benim yanımda durdu, ayakta dikilmek yerine çömelmiş, eliyle de kedinin gelmesi için işaret yapmıştı. Gri tüylü, zayıf, her yerde gördüğümüz tekir kedilerdendi ama bana gözleri biraz şaşı gözükmüştü. İlk defa şaşı bir kedi görüyordum, ne kadar tatlıydı bu böyle? "Naber Yuki?" dedi Tuğrul, kedi de onu anlıyormuş gibi açtığı eline kafasını sürtmüştü.

"Burası Cihangir'in evi mi?" diye sordum, ben de Tuğrul gibi yere çökmüş, adının Yuki olduğunu öğrendiğim kedinin tüylerini okşamıştım. "Evet, bu şehirde bana ait bir ev yok. O yüzden Cihangir ev işini halletti."

İkimiz de kendini bize sevdiren kedinin tüylerini okşuyorduk, "Belli zaten onun evi olduğu, renksiz, insanın içini karartıyor. Sen demeden de anlamam lazımdı. Allah'tan onun evinden daha iyiymiş burası, yoksa tek renkten fenalık geçirirdim."

Fazla sevilmekten bunalan kedi bizi terk ederek tekrar merdivenlere yönelince Tuğrul bana döndü, "Aç mısın?"

Uzun bir süre yolculuk yapmıştık, sabah da az yediğim hesaba katıldığında soruya evet demem lazımdı ama "Pek değil," dedim. "Bu ilaçlar benim iştahımı kesiyor sanırım, canım hiçbir şey yemek istemiyor."

"Baya kilo kaybettin, biraz kendini zorlasan iyi olur." Çöktüğü yerden doğrulmasıyla ben de ayağa kalktım, gözlerim direkt kendi bedenimi bulmuştu. Çünkü Tuğrul'un ses tonundaki tınıyı beğenmemiştim, zayıflığımdan hoşnut kalmamış gibiydi. "Çok mu kötü görünüyorum?"

Üstümdeki kazağı iki yandan tuttum, yukarıya kaldırdığımda sıfır göbek, biraz da yanlardan çıkan kemikleri görmek bana da iyi gelmemişti. "Sağlığında bir problem var gibi görünüyor."

"Zaten var?" dedim yemek yemememi uygun bir zemine oturtmak için. "Olmaması lazım," cevabını alınca Tuğrul'un beni kullanacağı konu ışık hızında beynimin tam orta yerine düşmüştü. "Sen o çocuk beni beğenmez diye mi memnuniyetsizce konuşuyorsun?"

Göz deviren Tuğrul mutfağa girdi, üstündeki ceketi çıkartmış ve sandalyenin üstüne asmıştı. "Tango kursuna yazılacaksın Aylin, acilen toparlanman ve bu hobinin peşine düşebilecek sağlıkta gözükmen gerek."

"Ne?" Kaşlarımı çatarak sorduğum soru karşısında Tuğrul buzdolabının kapağını açtı, beni sürekli görüş açısından çıkarmaya mı başlamıştı yoksa evhamlanıyor muydum? "Ben dans etmekten anlamam ki? Neden orada tanışacağım bu çocukla?"

"Öğrenirsin," dedi ilk sorumu cevaplayarak, ikinciyi ise pas geçmişti. "Ya tamam da bir okul falan okumuyor mu bu çocuk, gideyim aklımla hemen gönlüne gireyim? Niye illa tango yani?"

Tuğrul susmayacağımı anlamış olacak ki düz bakışlarını bana çevirdi. "Çünkü çocuğun aşık olduğu kız o kursa yazılmak istemiş, oğlan da peşinden gitmeyi tercih etmiş. Bitti mi?" Tuğrul dolaba yeni koyulmuş görünen kapları çıkarttı, tezgahın üzerine bıraktığında "Tabii ki bitmedi," dedim. "Sen bana Poyraz denen birini tavlayacaksın dedin, çocuğun aşık olduğu bir kız mı var? Ayrıca dans kursuna yazılmak ne? Ben bacağımı altmış derece bile açamıyorum."

"Belli," dedi Tuğrul, "O sorunu da çözmemiz lazım."

Açtığı saklama kaplarından birinde kuru dolma çıkmıştı, beklemeden çatal attığında "Belli mi?" dedim. "Pardon da nereden belli? Gayet sportif ve sağlıklı bir vücudum var benim. İstersen hemen ters takla atayım şurada?"

"Ben ne dersem tersini söylemeye mi programlısın?" Ağzına attığı kuru dolmayı yerken bana sorar gözle bakıyordu. Hemen kollarımı göğsümde birleştirdim, "Yoo," derken de hiç gerçekçi gözükmüyordum muhtemelen. "Tamam, pek spor yapan bir tip değilim ama benim kaslarım kuvvetlidir."

Tuğrul elini kolumun üstüne koydu, hafifçe sıkıp geri bıraktığında "Dayak yiyip yiyip eve gelmene şaşmamalı," dedi.

Tezgahın üstüne koyduğu kapları alıp mutfak masasına yerleştirdiğinde gözüyle de bana oturmam için işaret yapmış ve "Ye," demişti. Bense dediğini yapmadan "Beyin kaslarım sayılmıyor mu? Neden öyle diyorsun?" demiştim.

Bu konuşma benim biraz özgüvenimi düşürmüştü sanki, başta Tuğrul bir oğlan tavlaman lazım dediğinde önemsememiştim ama kılıksız tefeci gibi biriyse beni beğenmeme ihtimali içsel huzurumu bozmuştu. Üstelik söylediğine göre bir de aşık olduğu başka kız vardı.

Önümde duran kuru biber dolmasından bir tanesini elime aldım, kocaman bir ısırık aldığımda yüzüm buruşmuş, resmen kanım çekilmişti. "Etli mi bu?"

Tuğrul benim aksime çatalla yiyordu, kafasını aşağı yukarı sallarken de iyice midemi ayağa kaldırmıştı. Ağzımda büyüyen lokmayı küçültmeye çalışırken kocaman olmuş yanaklarımla "Yoğurt var mı acaba?" diye sordum.

"Vejetaryen misin ne bu hal?" diye sordu Tuğrul, Allah'tan kalkıp bana bir kase yoğurt çıkartmıştı da ağzımdaki lokmayı yutabilmiştim. "Cihangir'in evinde et, ot fark etmeden götürüyordun, şimdi ne oldu?"

"Zeytinyağlı yemeklerin içinde et sevmem ben," Bir bardak suyu kafama diktim, diğer kaplara yöneldiğimde neyse ki kendime uygun bir yiyecek bulmuştum. Börek güvenli bölgeydi benim için. "İşte bak bu baya iyi."

Tuğrul tespitimle ilgilenmeden karnını doyurmaya devam etti, o kadar çok yemişti ki hayretle onu izliyor ve ufak lokmalarla eşlik etmeye çalışıyordum. Yiyip yiyip kilo almıyordu sanırım, yoksa bu bedene bu iştah bana baya zıt gelmişti.

"Üç günlük yemeğimiz gitti," dedim samimiyetten yoksun gülümsememle, Tuğrul nihayet doymuş olacak ki bana karşılık vermeye başlamıştı. "Önündekiler bitsin."

Önündekiler dediği dört parça börekti ve ben zaten yarım saattir anca üç tanesini bitirebilmiştim. "Yanıma alayım, televizyon izlerken falan suyla yutarım?"

Tuğrul kaşlarını yukarı kaldırdı, kollarını göğsünde birleştirmiş, sandalyede de arkasına yaslanmıştı. "Bir an evvel toparlanman lazım, oyalandığın her gün zamanımızdan çalıyor."

Bana tekrar uyarı konuşması yaptığında ağzıma götürdüğüm böreği ters bir şekilde tabağın üstüne bıraktım. "Ben tam olarak kimi tavlayacağım, bir gösterir misin? Suyla börek yutmama değecek biri mi emin olmam lazım."

"Kurstan önce gösteririm," dedi Tuğrul, bense buna deli dehşet bir şekilde karşı çıktım. "Hayır, hemen görmem lazım."

Tuğrul "Pekala," dedi, sesindeki uğraşamayacağım tonunu yakalamıştım ve o telefonunu açarken gözlerimi bir an olsun üstünden çekmemiştim. Telefonun ekranını birkaç dakika sonra bana döndürdü sayın tefeci, gördüğüm görüntü tüm endişelerimi yok ettiğinde kendimi kötü biri gibi hissetmiştim ama problem değildi. İçim rahatlamıştı.

"Oh be," dedim. "Sen triplere girince ben de baya yakışıklı biri sandım. Gayet standart bir tip. Hatta bana kalırsa kilomu falan da dert etmez." Baya uzun boylu ve aynı oranda da kilolu bir erkekti, sadece yaşı bana biraz küçük gözükmüştü. "Kaç yaşında bu çocuk?"

Tuğrul "Benimle yaşıt," dediğinde şokla "Harbiden mi?" diye sordum. "E senden küçük duruyor bu, benimle yaşıt olmasın?"

"Fotoğraf birkaç yıl öncesine ait." Açıklamasıyla kafamı aşağı yukarı salladım, "Bence bu çocuk beni her türlü beğenir, zorla yemek yememe hiç gerek yok."

Tuğrul söylediğime gülümsedi, "Güzel görünmen için değil Aylin," deyip ayağa kalktığında ben de onun kıvrılan dudaklarına bakıyordum. "Sağlığına kavuşman için yemen gerekiyor."

"Ona da kavuşurum merak etme," dedim, gülümsemesi kısa süreliğine dikkatimi dağıtmıştı ama ben nelerin üstesinden gelmiştim. Koymazdı bana bunlar. "Bizde bu iş, iki haftaya aşık olduğu kız kimse unuttururum. Eh, bizim de piyasamız var biraz."

Herhangi bir cevap vermeden mutfaktan çıktığında ayaklanıp peşine takıldım. "Bana odamı gösterir misin?" Garip bir yorgunluk üstüme çökmüştü, Tuğrul da bunu anlamış gibi hiç sorgulamadan koridora yöneldi ve soldan ikinci kapıyı açarak kenara çekildi. "Geç," komutu ile adımımı önceki odaya göre daha büyük görünen yere attım. Odanın ortasında çift kişilik bir yatak, iki tarafında çekmeceli komodin ve sağ tarafta da büyük bir makyaj masası vardı. Sol tarafta kalan banyo kapısının hemen yanında ise üç kapaklı, odanın genel renklerine uyumlu bir dolap yerleştirilmişti.

Rahat görünen yatağa doğru ilerledim, o sırada Tuğrul da gözden kaybolmuştu. Etrafa bakmayı kesmeden yorganın üstüne oturdum, odanın genel havasını sevmiştim. En azından bir mezarı andırmıyor ve anladığım kadarıyla kuzey cephede kalmıyordu.

Işık süzülen pencereye bakarken Tuğrul tekrar odaya girdi, "Çantan," dedikten sonra da küçük valizi kenara bırakmıştı. Birkaç saniye öylece durdu, ben de ona bakıyordum. "Bir süre buradayız," dedi beklemediğim bir anda. "Yine de kendini hızlı toplamaya bak."

Kafamı olumlu anlamda salladım, daha fazla konuşma gereği duymamış olacak ki o da kısa bir nefes alıp odayı terk etmişti. Küçük adımlarla valize ilerledim, elim hemen ön gözü bulmuş, Slytherin amblemli kolyeye parmaklarım değmişti.

Gökalp sanki yanımda, hemen yatağın üstünde oturuyordu. Her zaman yaptığı gibi ellerini arkaya doğru atmış, kollarından güç alarak alayla beni izliyordu. Gerçekten abinin tarafında olacağıma inandın mı diyen sesi zihnimdeydi, boynuma taktığı kolyenin soğukluğu ise parmak uçlarımda. Yutkundum, neye inanabilirdim? Şu an hayattaydım, korunmak için ölü gösterilmiştim ve bunu o yapmıştı.

Kolyeyi görmek için elimi kendime doğru çektim, yeşil ambleme bakarken her şeyin farkındaydım. Yerimi böyle öğrenmişti, Gökalp beni bu kolye sayesinde bulmuştu. Tuğrul'un evinde belki de tek güvencem buydu, hayatta kalacağımın garantisi olur muydu bilmiyordum ama cesedimin en azından Yeşim'e ulaşacağına böyle emin olabilirdim.

Tuğrul yanımdaydı, bana bir intikam fırsatı veriyordu ama nihayetinde kimsenin tarafının belli olmadığı bir oyundu bu.

Kolyeyi tekrar çantaya koydum, şimdilik benimle kalması daha iyi olacak gibi duruyordu. Beni yakalamak isteyen ölü göstermezdi, eğer yerimi öğrenmek istiyorsa mutlaka bir nedeni olması lazımdı.

Beni kınayan tarafım, budala diye alay etti. Yine de dikkate almadım, benim güvenebilecek kimsem yoktu zaten.

Yeşim dışında.

Aklıma gelen isim üzerinde zihnim birkaç dakika durdu. Gözlerim istemsizce kapanmış, hareketlerim yavaşlamıştı. Aylin Gökmen ölmüştü, Yeşim onun arkasında kalan tek insandı.

Hızla ayağa kalkarak kapıya yöneldim, saniyeler içinde de Tuğrul'un odasına dalmıştım. Yatakta uzanan beden yavaş hareketlerle bana döndü. Ne işin var burada bakışını es geçerek büyük yatakta sağ tarafa ilerledim. İzin almadan oturmuş, daha sonra da sırtımı başlığa yaslamıştım. "Tuğrul," dedim sakin bir sesle, şaşkın bakışları yüzümde sabitlenmişti. "Beni herkes mi ölü biliyor?"

Önce nefes verdi, sonra da doğrulup benim yaptığım gibi sırtını yatak başlığına yasladı. Yüzüne bakmıyordum ama gözüm sürekli üzerindeydi. "Neyi bilmek istiyorsun?" Sormadan önce duraksadım, sanki göğsümü delen kurşundan sonra geçmiş silikleşmiş, anılarım arasından yaşadığım tüm o güzel günler silinmeye başlamıştı.

Parça parça yok oluyordu tüm üniversite hayatım ama bir isim zihnimdeydi, hayatta en çok güvendiğim insan, en yakın arkadaşım.

"Yeşim," dedim kısık sesle. Ondan da şüphe etmelisin diyen tarafımın sesini duymamak için konuşmaya devam ettim. "O da mı öldüğümü sanıyor?"

Lütfen öyle olsun, lütfen.

Eğer yaşadığımı biliyorsa o da arkamdan iş çevirmiş demek olurdu ve yıkıntıların altında bir sarsıntıya daha hazır hissetmiyordum. Gökalp dostumdu ama Yeşim benim için bir kardeş gibiydi, hiç sahip olmadığım abla, hasretini çektiğim kız kardeş. "Evet," dedi Tuğrul, söylediği kelimenin benim için anlamını idrak edemeden konuşmuştu ama tek kelime, benim üstümden tonlarca yükü kaldırmıştı.

"Nasıl olduğunu biliyor musun?" diye sordum. "Çok üzülmüştür," eklemesini ise kısık sesle yapmıştım. "Muhtemelen," dedi dümdüz bir sesle. "Her gün evine gidiyormuş."

Buruk bir gülümseme suratıma yerleşmişti. Yeşim benim bu hayatta sahip olmayı hayal bile edemeyeceğim kadar iyi biriydi. Yok olup gitsem kimsenin fark etmeyeceği hayatımda, kapıma kadar gelen ilk kişi olmuştu. "Cihangir onu takip ediyor, apartmandaki insanlarla konuşup bizim beraber ayrıldığımızı öğrenmiş."

"Helal olsun," dedim kendimi tutamayarak. Öldüğümü öğrenir öğrenmez odasına kapanıp yas tutacak göz onda hiçbir zaman olmamıştı ama bu kadarı da takdiri kesinlikle hak ediyordu. "Cihangir'in dövmecisini basmış, etrafı falan dağıtmış."

"Yaşadığımı hala bilmiyor mu?"

"Bilmiyor," dedi beklemeden. Kafamı olumlu anlamda salladıktan sonra gözümü karşıdaki duvara diktim. Ne düşünüyordum bilmiyordum, sadece içimde bir yerlerde mutlu bir taraf vardı. En azından mezarına gelecek birileri olacak diye fısıldıyordu ailesiz tarafım.

"Öğrense olur mu?" Yüzümü ona çevirdim, belki de kurduğu planı tehlikeye atıyordum ama elimde değildi. Yeşim daha fazla benim için üzülsün istemiyordum, yaşayan arkadaşının arkasından yas tutmasına gönlüm elvermezdi. "Öğrenmese daha iyi," cevabı ile "O zaman öğrensin, iyisi kötüsü fark etmez." demiştim.

"Yaşadığını kimse bilmiyor, Yeşim de bilmezse daha güvende olursun."

"Biliyorum," dedim hiçbir fikrim olmasa da. "Yine de yaşadığımı öğrensin, lütfen."

Kafasını bana çevirdi ve odaya geldiğimden beri ilk defa bakışlarımız kesişti. Bir şey arıyor gibi gözlerime bir süre baktı. "Öğrenemez," dedi basitçe, yataktan kalkmıştı. "Ne demek öğrenemez? O benim arkadaşım ve yaşadığımı öğrenmesini istiyorum."

Kelimelerin her birinin üstüne basa basa konuşuyordum ama karşımda duran çocuk hiçbirini duymuyor gibiydi. "Öğrenecek diyorum," diye tekrarladıktan sonra ben de ayağa kalktım, sehpahadan aldığı telefonu bu sefer yatağa fırlatarak konuştu. "Neden, diğer kurşunu da sağ tarafından yemek için mi?"

Kelimeler son hız ilerleyen bir araba gibiydi, beklenmedik anda kontrolü kaybetti ve bana çarptı. Neredeyse fiziksel olarak sallanacak hatta düşecektim, öfkeme tutunmamış olsaydım. "Beni bile bile oraya götüren sen mi söylüyorsun bunu?" Sesim yükselmiş, bağırırken boğazımı acıtacak bir seviyeye gelmişti. "Yarın ölmeyeceğim belli değil ama buradayım, görüyorsun ki. Yeşim yaşadığımı bilecek!"

"Akıllan biraz," dedi gaddar bir ifadeyle. "O çok güvendiğin arkadaşın abinin tarafında çıktı, biraz akıllan. Kendini düşün, şu an bir ölüsün. Kimse bir ölüyü tekrar öldürmeye kalkmaz."

"Yeşim'e bunu yaşatmaya hakkım yok," diye mırıldandım sesim bana bile zor duyulurken. Elimi yüzüme çıkarıp sertçe ovdum. Bir yanım söyledikleri doğru diyordu ama diğer yanım en yakın arkadaşım hakkında söylenenlere karşı çıkmak için yanıp tutuşuyordu. "Bana bir silah doğrultacak olsa bile hakkım yok."

"Sen bu işin ciddiyetini anlıyor musun?" Bana bir adım daha yaklaştı, artık onun da sesi yüksek çıkıyordu. "Neyle karşı karşıya olabileceğini göremiyor musun? Yeşim iki gün ağlar, üçüncü gün alışır. Eğer bir hainse sen üçüncü gün ölürsün!"

"Sana ne!?" Tepkim çok anlık, neredeyse içgüdüseldi. "Üçüncü gün ölürüm o zaman, planına da daha uygun birini bulursun!"

"Canının kıymeti yok mu senin?" Bana biraz daha yaklaştı, yüzünü artık daha net görüyordum. Kaşları çatık, dudakları düz bir çizgi halindeydi. Kasılan çenesinden sinirini gayet net okuyordum. "Yoksa bile kıymet vermeyi öğreneceksin."

Aslında vardı.

Canımın da bu hayatın da benim için kıymeti vardı ama durduramadığım bir his de vardı içimde. Ağlayan Yeşim gözümün önüne geliyor, ailemden kalan son parçayı teselli etmek için parmaklarım karıncalanıyordu. Benim ölmediğimi bilsin istiyordum çünkü bu hayatta başka kimsem kalmamıştı.

Eğer onun zihninde de ölürsem, hiçbir izim kalmazdı bu hayatta. Sadece onun kalbinde ve anılarında gerçek Aylin vardı, gerisi tutunma çabası içinde sürüklenip giden bir kızdı.

Kendimi yatağa bıraktım. Ellerim saçlarımın arasında öylece bekliyordum, aynı anda da derin nefeslerle kendimi sakinleştiriyordum. Nefeslerimden başka sesin duyulmadığı odada bir telefon melodisi yükseldi. Umursamadım, sustu. Sonra tekrar çaldı, kapanınca bir daha duyuldu sesi.

"Sağır mısın?" diye bağırdım odanın içinde, sonra da dikkat kesilip gelen su sesini dinledim. Duşa girmiş olmalıydı, gözlerimi devirerek yatağa uzandım. Aynı anda da bir mesaj sesi duyulmuş, benim tarafıma fırlatılmış telefonun ekranı dikkatimi çekmişti.

Beş kelimelik mesaj, zihnimde tekrarladı.

"Gökalp Halil'i öldürdü, dikkatli ol."

Continue Reading

You'll Also Like

LALO By Kara Gül

General Fiction

470K 31.4K 30
☘️Günçiçek▪️Fırat☘️ Gözlerinden akan yaşlarla, otuzlarında olan kadını karşısına dikildi "Sen ne arıyorsun burda? Anlamıyor musun ben ne kırkındaki...
431K 22.7K 50
Her sonun başlangıcı olduğu gibi, benim de biten sonumun başlangıcıydı bu olay... Şans verip, okumadan geçmee:) Hikayedeki karakterler ve ismi geçen...
2.4M 105K 71
Bu imkansızdı işte ... "" Sözlüyüm ben ."" Dedi Havin . Cesur'un ise Havin'in bu tavrı hoşuna gitmişti. Her ne kadar ondan uzakta yaşamış olsa da Hav...
94.1K 5.6K 16
Unutulmuş bir kadın, Yüzbaşı Hazal Unutulmuş. No.1 & Melek Mosso - Yarım Kalan Sigara [Kurgudaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü olup hiçbir kuru...