Kötüler Çağı

By boenibel

1.6K 440 2.5K

❝ Hayatın birçok zorluğunu daha küçük yaşlarındayken öğrenmek zorunda kalan Percy; kötü son tasarısıyla ilerl... More

prologue & cast
i. macalester college
iii. a body after the rain
iv. the barrier
v. a percy classic
vi. dorothea city cinema
vii. a little latin class matter
viii. doubts, knowns, unknowns, thoughts and truths
ix: the drug carriers
x: the dead dog

ii. first interactions

142 46 153
By boenibel

Ben, sandığım gibi miyim yoksa
başkalarının beni sandığı gibi miyim?
black spring, henry miller

O Pazar gününden sonraki Pazartesi sabahı dersim olduğu için kendimi ayıltmam gerekiyordu ve ben kendimi aşırı zorlamıştım. Soğuk bir duş, baş ağrısı için haplar ve acı bir kahve derken kendimi daha da kötü bir hale soktuğumu her şey etkisini göstermeye başlayınca anlamıştım. Şu son günlerde aşırı sabırsız ve sorumsuz davranıyordum gerçekten.

Şimdiyse dersten bir ölü gibi çıkmıştım ve beynimin içinde -ne alakaysa profesörün onca anlattığı şeylerden sonra psikopat sözcüğünün tarihçesi kalmıştı. Bu bilgiyi tam olarak nerede kullanacağımı düşünüyordum ama önemli değildi, genel kültür diyerek bir yere sıkıştırabilirdim.

Dersten sonra bahçeye çıkmıştım. Bedenimi fazla zorladığım için hem fiziksel hem de mental olarak kötü hissediyordum. Gözbebeklerimin buğulaştığını, beni sarsan hafif bir mide bulantısını ve insanların seslerinin birbirine karışıp katlanılmaz halde yükselmesini net bir şekilde anımsayabiliyordum. Bu bana eski bir anımı çağrıştırmıştı. Okuldaki zorbalardan yok yere dayak yediğim bir gündü. Tek başıma spor salonunda nefes almaya çalışıyordum çünkü karnıma yediğim tekmeler ciğerlerimi acıtmıştı.

Ve o an gelebilecek herhangi bir yardım bana hayatın daha katlanılabilir bir yer olduğunu ispatlayabilirdi.

Ancak ne bir öğrenci ne de bir öğretmen gelmişti. Ne de beni gören okul hademesi. Sanırım benim haylazlığımdan dolayı dayak yediğimi düşünmüştü ve bu yüzden de kendince beni cezalandırarak yanımdan geçip gitmişti. Hiçbir şey demeden veya sormadan.

O an bunun bende ne kadar büyük bir etki yarattığını hissettim. O zaman on iki yaşındaydım.

Kavak ağaçlarının olduğu tarafta bulunan bir banka oturduktan sonra temiz havayı sakince solumaya başladım. Bu bir nebze olsun beni yatıştırmıştı. Yani nefes alabildiğimi hissetmek bile o evden ayrıldıktan sonra beni yakalayan şeylerdendi. O evde cidden yaşamıyormuşum ben diye düşündüm.

Etrafa öylece bakınmaya başladım. Saçlarına, makyajlarına, çantalarına ve her gün giydikleri değişik kombinleriyle üniversiteli kızlar kendi aralarında güzellik rekabetine girmiş gibi görünüyorlardı ama öte taraftan erkek öğrencilerin bu tarz şeylerle ilgilenmediği dağınık saçlarından belliydi. Sanki yataktan kalkıp da geliyorlardı buraya. Bu tezimi doğruladım çünkü ben de bazen öylece odamdan çıkıp geliyordum. Kızların doğasında güzellik rekabeti vardı. Erkeklerinse rekabeti genelde kız arkadaşları veya arabaları oluyordu. Yani en azından ben burada onu görüyordum. Biraz sonra Robin'i fark etmiştim. Bakışları benim üstümdeydi ve yanındaki arkadaşlarına bir şey söyleyerek yanıma gelmişti.

"Bu halin ne? Seks partisinden çıkmış gibi görünüyorsun," demişti, dağınık göründüğüm için. Sözlerine iğrenir gibi bakmıştım. O ise bu tarz şakaları yapmaya alışık olduğu için doğallığını korumuştu.

"Sadece hastayım."

"Neyin var ki?" demişti, kulağının arkasından çıkarmış olduğu sigarasını yakmaya çalışırken. "Dün iyiydin." Buna ne cevap vermem gerektiğini düşündüm çünkü bir anda yalan söylemişim gibi hissetmiştim.

"Hasta hissediyorum aslında," dedim, daha dürüst bir cevap olduğunu düşünerek. "Bir de biraz migren ağrısı."

"Haa," demişti, sigarasından bir nefes çekmeden önce. Dumanı üflediğinde ben de başımı kavak ağacının köküne dayadım ve Robin'in ilerdeki arkadaş grubuna doğru baktım. Robin'in en çok takıldığı çocuklardı bunlar: Jack Pearson, Blain Cooper ve Mateo Miles. Dışardan ne kadar kaba saba herifler gibi görünseler de iyi insanlar olduklarını biliyordum. Tanımadıkları insanlara karşı samimi yaklaşımları vardı ve bunu zoraki bir şekilde de yapmıyorlardı. Mizacları böyleydi. Robin'de öyleydi. Keyifli ve enerjileri yüksekti, bu yüzden de takıldıkları insanları da bu yönde etkiliyorlardı. Bölümümdeki öğrencilerden bazıları bana onların güvenilmez ve serseri olduklarını söyleyip beni uyarmaya çalışsalar da, onlarla iki dakika vakit geçirselerdi bu fikirlerinin değişeceğine o kadar emindim ki... Tabii, hâlâ serseriler -bu değişmez bir gerçek ama onların serseriliği aykırılık üstüne değildi. Alkol, uyuşturucu ve kızlar üstünedeydi. Yani gençlik hormonlarıyla yanıp tutuşanlardan sadece bazılarıydı onlar.

"Akşam planın var mı? Yoksa hastalığı kabullenip ona boyun mu eğeceksin Percy?" Çocuksu bir meydan okumaydı bu. Tam da ondan beklenildiği gibi.

"Ben bağımlı değilim, Robin."

"Yok artık. Seni kötü yola sürüklediğimi mi düşünüyorsun? O ne demek?" demişti, alınır bir ses tonuyla. Kısa bir an yanlış bir şey mi söyledim diye kötü hissetmiştim ama gülmesi ciddiye almadığı anlamına geliyordu. "Sadece bizimle Bloomington'a gelmek ister misin diye soracaktım. Kaç gündür odandan ve şu orta çağ kütüphanesinden çıktığın yok."

Bu düşünceli tavrı beni biraz etkilemişti.

"Bloomington, ha. Ne işiniz var ki?" dedim, Jack ve diğerlerinin olduğu tarafa bakarken. Hararetli bir şekilde bir şeyler konuşuyorlardı. Tartıştıkları belliydi. Bir anda ne olmuştu diye kaşlarım havalanırken Robin'in onları görüp göz devirdiğini gördüm. Sessizce de küfür etmişti. Piçler. Bu durum bana garip gelmişti ama Robin hiç umursamadan az önceki sorumu yanıtlamıştı.

"Kafayı kıracağız oğlum. Blain'in ağabeyinin çalıştığı bara gideceğiz, acayip iyi bir ortamı var. Gidince görürsün zaten."

Metroplex'teyken kulüp, bar ve parti ortamları beni çok cezbediyordu. Daha önce çok fazla deneyimlememiştim ama çevremdekilerden görünce hep bir merak dalgasıyla ilgi duyardım. Gençlik fantezilerimden biriydi ama bir türlü gidemezdim. Macalester'e gelince bunları fazlasıyla görme ve tatma fırsatım olmuştu. Ne kadar iyi hissettirse de -tanımadığım insanlarla hiç yabancılık çekmeden takılabilmek- beni bu tarz gecelerden tiksindiren bir şeyler de vardı. Fantezi şarkılarının bir zamandan sonra kulak zarını tırmalayacak raddeye gelmesi, kanında yavaş yavaş kaynamaya başlayan alkol ve uyuşturucu gibi şeyler artık bana mide bulandırıcı bir hismiş gibi geliyordu. Belki uzun bir süre sonra bu geceleri tekrarlamak istemeyebilirdim çünkü bana bu kadarı bir süre yeterdi. Robin ve diğerli gibi üst üste bunları yapamazdım ki onlar bir de her hafta başka bir kızın odasından çıkıyorlardı.

Hiç benlik değildi.

"Çok isterdim ama planlarım var, Rob. Çeviri ödevimi tamamlamam lazım ve bir de öğrenci işlerine uğramam lazım. Daha sonra da tüm gece uyumayı planlıyorum." Bu sözlerimle bana yüzünü buruşturarak baktı.

"Çok sıkıcı olduğunu söylemiş miydim?"

"Defalarca."

Beni umursamadı ve sigarasını havaya doğru üfledi. "O zaman tekrar söyleyeyim. Sıkıcısın."

Bakışlarım tekrar diğer çocuklara kaydı. Tartıştıkları her neyse geride bırakmış, yanlarına yeni gelmiş bir kızla bir şey konuşmaya başlamışlardı. Kızı ilk defa görüyordum. Çılgınca ama gerçekten de ilk defa görüyordum. Yoksa bu okuldan değil miydi Yüzündeki ifadeyi de çözemiyordum. Çok açıklayıcı bir ifade yoktu. Göz ucuyla Robin'e baktım.

"O kız kim?" dedim, belki meraklı belki de olmayan ses tonumla. Robin de bu sorularıma alışmış olmalı ki sorgulamadan cevaplamıştı.

"Kate. Jack'in kız arkadaşı." Jack'in kız arkadaşı olduğunu ilk defa duyuyordum. Ve bir de kızı ilk defa görüyor olmam da garipti. Bu yüzden şaşırmıştım. Belki yüzüme de yansımıştı şaşkınlığım. Jack'in -Robin'den bile- daha fazla çapkın olduğunu düşünüyordum ki öyle de davranıyordu. Şimdi ise bir kız arkadaşının olduğunu görmek... tuhaftı. Tamam, beni ilgilendirmezdi ama sadakatsizliği görmeye bile tahammülüm yoktu. Arkadaşım olmasa bile o yolda ilerlediğimizi düşünüyordum ve bu daha da rahatsız ediciydi, benim açımdan. Zira bunun gibi adamlara asla güven olmuyordu.

Ve güven konusu yalnız başıma olduğumu düşündüğüm şu hayatta beni en çok korkutan şeydi.

"Açık ilişki dostum, boşluklara dalma o kadar." demişti, Robin. Ona döndüğümde bana dümdüz bir şekilde baktığını görmüştüm. "Çok sık düşüncelere dalıyorsun."

Buna ne demem gerektiğini bilmiyordum. Pek ilgiyle de söylememişti ama ses tonunda benim irdelemem gereken bir şeyler vardı. Sanki bu benim elimdeymiş gibi yargılamıştı. Ve bu tarz yargılamalardan hoşlanmıyordum. Sonuçta onu ilgilendirmezdi, düşüncelere dalmam. Bu insani bir şeydi. Yani düşünmek. Düşünceler dalmak. Ben belki daha sık düşünürdüm. Hatta bazen düşünmemem gereken şeyleri bile. Ama elimde olmadan yapardım bunu. Düşünceler sinsice nüfuz ederdi, sonra ben de bir şey yapamazdım. Durduramazdım.

Kendime ve kafamın içindeki sese -ya da seslere- o kadar çok maruz kalmıştım ki bunun benimle bütünleştiğini görüyordum. Kendimle konuşmak, kendimin daha acımasız ve güvensiz haliyle konuşmak, beni iyi hissettiriyordu sanki. Düşüncelerim olmadığında yalnız hissediyordum. Bana tek iyi gelen şey ve beni terk etmeyecek tek kişinin de kendim olduğunu düşünüyordum. Bir zamanlar.

Ama bunun beni baştan aşağı zehirlediğini de söylemeden geçemem. Tabii sorun değilmiş gibi hissediyordum. Kafamın içindeki sesleri bir başkasının duymaması daha iyiydi sonuçta. Bazen duysalardı ne tepki verirlerdi diye düşünüyorum, ama sadece düşünüyorum.

Kendimi açmak veya konuşmalara dalmak da pek benlik değildi. Çünkü bazıları çalkantılı geçmişlerinden sonra biraz olsun sosyalleştiğinde bunları anlatmaktan keyif alırdı. Bazıları hiç yaşanmamış gibi bazıları da sessizliklerini koruyup düşüncelerinin onu sessiz sedasız boğmasına izin verirdi. Ben hangisi olduğumu biliyordum.

Bir başkasının benim zihnime girip, düşüncelerimi veya kalbimden geçenleri anlamasını düşünmek tamamen aptallıktı.

"Bak yine daldın." Robin'in sesiyle irkilmiştim. Ne kadar süredir ona cevap vermediğimi bilmiyordum ama pek de umursamamıştım. "Her neyse. Cevabın sana kalmasını istiyorsan öyle olsun."

Bir süre daha sessizliğimi koruduktan sonra yerimden kalkmıştım. Baş ağrısından kaynaklı bir şekilde hafif bir sersemleme yaşasam da ayakta durabilmiştim.

"Kesin gelmiyorsun, değil mi?" Robin, sigarasını yere atarak ayağıyla onu ezerken başımı salladım.

"Maalesef."

Daha sonra da bir şey konuşmadık zaten. O arkadaşlarının yanına giderken ben de öğrenci işlerine uğramak için ana binaya ilerledim. Camlardaki yansımamdan kendimi görünce yüzümü buruşturmuştum. Çok sersem gözüküyordum. Normalde de böyle miydim, bilmiyorum ama eğer öyleysem bu etkilemek istediğim insanları etkileyemeceğim anlamına geliyordu.

Öğrenci işlerindeki ufak tefek işlerimi hallettim ve öğle arasına yetiştiğim için de yemeğe gittim. Tek başıma bir masada oturup o gün yapılan yemekleri yerken mide bulantım tüm iştahımı kaçırmıştı. Bu yüzden de pek bir şey yiyemeden yemekleri çöpe atmak zorunda kalmıştım. Kampüsten ayrılıp boş yolda biraz yürüdükten sonra yurtların olduğu binalara ilerlemiştim. En baştaki binada kalıyordum. Odam ise ormanlık bir araziye bakıyordu. Sadece ilerisinde Western Bar'a benzer bir yer vardı ama onunda ışıkları çok aydınlık olmadığı için geceleri çok da belli etmezdi.

Odama girdikten sonra baş ağrım biraz daha arttığı için masamın üzerindeki migren ilacımın hap kutusuyla kısa bir an bakışmıştım. İçmek istiyordum ama o kimyasal tadın dilimde bıraktığı hissiyatı hatırladığımda istemeden yüzümü buruşturmak zorunda kalmıştım. Birkaç gün hapsız yaşamam gerekiyordu çünkü bu fazla mide bulandırıcı gelmişti.

Üzerimdekilerden bir çırpıda kurtulup küçük duş kabinine girmiştim. Binanın su ısıtma sistemi birkaç gündür arızalı olduğu için su çok sıcak değildi. Ilık bir duş almak zorunda kalmıştım. Daha sonra altıma bir şeyler geçirerek üzerimi de kurulamıştım ve saçlarımı da havluyla birkaç kez dağıtarak yatağıma geçmiştim. Kıyafetlerden kurtulmak iyi gelmişti. Rahatlamış hissediyordum.

Daha sonra yatağıma uzandım ve tam uykuya dalacağım esnada kapımın tıklatıldığını duydum. Nazikçe bir çalıştı. Bu Robin veya yatakçı kadın Abigail olamazdı. Onlar her zaman daha sert çalarlardı. Bu yüzden gereksiz yere paniğe kapıldığımı hissettim. Geldiğimden beri onlar dışında kimse odamın kapısını çalmazdı. Gelen kimdi ki?

Yatağımdan hışımla doğrulup sandalyenin üstündeki gri gömleğe uzanmıştım. Hızlıca üzerime geçirip düğmelerini iliklemeye çalışırken kapım bir kez daha aynı ritim ve naziklikle çalınmıştı. Düğmeleri karışık bir şekilde iliklediğimi fark etmiştim ama bekletmek istemediğim için kapıya doğru ilerlemiştim. Elimle saçımı karıştırıp şekil vermeye çalışsam da hâlâ ıslaktı ve bu temasımla herhangi bir şey değişmemişti. Kapının ardındaki desibeli az konuşmaları işitiyordum ama kim olduklarını çıkaramamıştım. Kapıyı yavaşça açtığımda karşımda Angel duruyordu ve kapıyı üçüncü kez tıklatmak için kaldırdığı eli de benim kapıyı açmam ile birlikte havada asılı kalmıştı. Bana şaşkınlıkla bakmıştı ama benim ilgim arkasındaki bedene, Meredith'e kaymıştı. Göz göze gelememiştik çünkü bakışları üzerimdeki yanlış iliklenmiş gömlekteydi.

"Hey," demişti, Angel. "Umarım rahatsız etmiyoruzdur." Havadaki elini indirmiş ve sevimli gözlerle bana bakmaya başlamıştı.

Bununla ilgimi ona vermeye çalıştım ve düz bir ses tonuyla konuştum. "Sorun değil, müsaittim. Konu neydi?"

Angel kısa bir an arkasını dönüp Meredith'e bakmıştı ve ben de bu hareketiyle göz ucuyla Meredith'e bakmıştım. Meredith de bana bakıyordu ve bu ikinci göz göze gelişimiz olmuştu.

Heyecana kapıldığımı hissetsem de tanrıya şükür, bunu fiziksel olarak belli etmiyordum. Şansa bakın, o da ne hissediyorsa veya düşünüyorsa belli etmiyordu. Bunun için belirli bir çaba sarf etmeme gerek yoktu.

"Latince sınıfından Angel Armstrong ben. Belki tanıyorsundur. Percy Lambard, değil mi?" dedi ama onaylamama gerek kalmadan yeniden konuşmaya başladı. "Latince çeviri ödevimde zorlanıyordum da, acaba bana yardım edebilir misin diye sormak için gelmiştim. Odanı da Robin'den öğrendim. Yani onunla takılırken gördüm seni, o yüzden ona sordum. Yani sorduk."

Çekinerek konuşması beni biraz güvende hissettirmişti. Belki de yüzümde mimik oynamadığı için bu şekilde konuşuyordu, bilemiyorum ama normalde tanımadığı insanlarla bu şekilde konuşan taraf ben olurdum. Bir başkasından bunu görmek tuhaf ve biraz... iyi hissettirmişti. Birilerinin de konuşurken benden çekinmesi yani.

"Aslında ben de henüz o çeviriyi tamamlamadım." Bunu Angel'a bakarak söylesem de Meredith'in oradaki varlığı beni heyecanlandırdığı için saliselik olarak da ona bakmaya çalışıyordum.

"Ah, öyle mi? Yarın son gün ama."

"Evet, evet... Ben de biraz kendime geldikten sonra tamamlamayı düşünüyordum." Aklıma gelen fikirle de yüzüme hafif bir gülümseme yerleştirdim. "Rahatsız olmayacaksanız odama gelebilirsiniz. Sana da ödevinde yardım ederim." demiştim, Angel'a. Boyu kısaydı. Yani tahminimce bir altmış beşin altındaydı. Ama Meredith uzundu. En az bir yetmiş duruyordu. Yan yana durduklarında o best friend forever enerjisini hissedebiliyordunuz. Meredith'de korumacı olgun arkadaş, Angel da ise aklına gelebilecek en fantezi şeyleri yapan arkadaşı anımsıyordum ama bu onları tanımadan önce düşündüğüm şeylerdi.

Bu yüzden dünyayı ve insanlarını bu kadar basit yorumlamamam gerektiğini bana öğrettiren insanlardı onlar.

"Gerçekten mi?" demişti, Angel. "Çok teşekkürler, Percy." Gülümsediğinde sorun yok gibisinden bir şeyler mırıldanıp kapının önünden çekildim. Angel hiç beklemeden içeri girerken, ben de kısa bir an odanın içerisine baktım. Dağınık olan tek şey yatağım ve çalışma masamdı ama bunu dert etmeyecek kadar keyfim yerindeydi. Meredith de Angel'ın ardından içeri girdikten sonra kapıyı kapatmış ve avuç içlerimi eşofmanıma silip gömleğimin düğmelerini düzeltmeye çalışmıştım. O sırada da Angel çantasından ödev kağıtlarını çıkartıyor, Meredith de yatağımın ucuna dikkatli bir şekilde oturarak odamı inceliyordu.

Angel'in bana arkası dönüktü ve bu yüzden ben de kaçamak bakışlarımla Meredith'e bakıyordum. Saçları her zamanki gibi dümdüzdü ve parlak bir kahverengiydi. Yine kuru ama kusursuz bir cildi vardı. Normalde kızlar makyaj yapmayınca insan biraz garipsiyordu çünkü makyaj az da olsa insanın yüzünü değiştirebiliyordu. Yani okuldaki diğer kızlar öyleydi. Ama Meredith'de bu öyle değildi. Hatta makyaj yapsa daha çok garipserdim diye düşünüyordum. Onu etkileyici kılan şey zaten donuk cildi ve parlak gözleriydi. Gözleri hep donuktu ama bir süre inceleyince daha da farklı şeylerle karşılaşıyordum.

Onu anlamlı kılan bir şeyler vardı, gözlerinde, ve bu cümleyi neden böyle kurduğumu bile sorgulatırdı. Onu tanımlamak için seçtiğim sözleri çok sık düşünürdüm ve bir türlü de gerçek bir şekilde ifade edemezdim. Bu yüzden ona bakmaktan hoşlanıyordum.

Üzerinde yine o kabanlardan vardı ama bu seferki biraz inceydi. Üstüne kalın siyah bir kazak giydiğinden dolayıydı sanırım. Onun altına da düz bir jean giyinmişti. Ellerini de, üstündekilerin tam tersi olarak beyaz eldivenlerinden birini takmıştı. Beyaz sporlarıyla da bugün rahatlığına önem verdiğini anlayabiliyordum.

"Bunlar senin mi?" demişti, yatağımın yanında duran kitaplığımın en köşesindeki müzik kasetlerimi göstererek. Eğilerek incelemeye başlamıştı.

"Evet. İkinci el dükkanından almıştım ama ses kaliteleri muazzam." Rahatlıkla cevap vermiştim, kendimden beklemediğim bir şeydi bu. Ses tonu da çok güzeldi. Naif. Yumuşak. Sakin. Huzurlu. Güzeldi. Hoş biriydi cidden.

Meredith yavaşça doğrularak bana dönmüştü. Düğmeleri ilikleme işlemim bittiği için ellerimi eşofmanımın ceplerine koymuştum ve o da kollarını göğüs hizasında birleştirerek mimiksiz bir şekilde bana bakmaya devam etmişti.

"Güzel zevkin varmış." Bununla başımı salladım kısaca -hoşuma gitmişti ama soğukkanlı davranmak istemiştim- ve bakışlarımı Angel'a çevirdim. O da zaten elindeki notlarla bana doğru dönmüştü.

"Aslında bir kısmını tamamladım ama kontrol etsen daha iyi olur gibi. Profesör Aubert'dan Latince azar işitmek istemiyorum." Ona bir şey söylemeden elindeki notları aldım ve kısa bir an göz gezdirdim. El yazısı çok güzel olduğu için bir an ona bakınsam da daha sonra çeviriyi incelemeye başladım.

"Zaman eklerinde sorun yaşıyorsun sanki," demiştim, çalışma masama doğru ilerlerken. Elimdeki notları masaya indirip kurşun kalemimi almıştım ve boş kısma olması gereken zaman ekiyle metinin ilk cümlesini yazmaya başlamıştım. "Bak şuraya: Ellios'tan önce onlar varmış cümlesinde zaman eki hatalı, vardı olacaktı çünkü ondan sonra gelen cümlede de o eki vurguluyor. Ama Ellios'tan sonra kimse olmadı."

"Çok mu vahim durumda ya?" demişti Angel, eğilerek yazdıklarına ve benim şimdi yazıklarıma bakarken.

"Çeviriye odaklanmışsın sadece." dedim, düz bir şekilde. "Metnin anlatmak istediğini anlamamışsın. Çevirinin önemi zaten metni anlama üzerinedir. İstediğin kadar doğru çevirmeye çalış, metin anlamsız olursa hiçbir işe yaramaz. Latincede aynı şekilde yazılıp farklı anlamlarda olan onlarca sözcük, ek ve kalıplar var. Her zaman doğru çeviremezsin. Ama metni anlamaya yoğunlaşırsan en azından doğruluğuna yaklaşmış olursun."

Birkaç yeri daha düzelttim ve ondan sonra da hiç dokunulmamış kısımlarına baktım. Metni okumaya çalışırken gözlerimi kısmıştım, bunu neden yaptığımla alakalı en ufak bir fikrim yoktu. Daha sonra başımı kaldırarak masamın üzerine bakınmış, istediğim şeyi bulamayınca da kitaplığıma doğru dönmüştüm. Meredith de bana bakıyordu.

"Şu küçük kitabı uzatır mısın?" dedim, kitaplıkta bariz bir şekilde belli olan sözlüğü işaret ederek. Bununla bakışlarını benden çekmiş ve kitaplığa doğru dönerek bahsettiğim sözlüğü alıp bana uzatmıştı. Hiç bekletmeden elinden sözlüğü alırken bir kez daha karşılıklı bir bakışma yaşamıştık.

Kaç oldu bu? Dört? Beş?

"Bu sözlüğü kullanabilirsin, şu tarz ileri düzey kelimelerin çevirisi var çünkü." demiştim, random gibi duran bir kelimeyi göstererek. Ne anlama geldiğini bilmiyordum ama zor bir şey olduğu kesindi. "Sen bitirdikten sonra da ben kontrol ederim, uyar mı? Çünkü benim metnim bundan daha uzun ve hiç çevirmeye başlamadım bile. Geceye kalsın istemiyorum."

"Ah, tabii tabii... Yardımın için teşekkürler, çok naziksin." demişti, Angel. Gülümsemiştim. Gerçekten isminin hakkını veriyordu.

"Ne kadar sürer?" demişti, Meredith'de. Kendi ödev sayfamı ararken göz ucuyla ona bakınmıştım. Kol saatini kontrol ediyordu. "Akşam yemeğine yetişmemiz lazım."

"O kadar sürmez diye tahmin ediyorum," demişti Angel. Sonra onay istercesine bana bakmıştı ve ben de düşünür gibi yapmıştım.

"Sürmez herhalde." dedim, pek de emin olmayarak. Benim çeviri ödevlerim genel olarak uzun sürüyordu. Yani, bazen günlerimi bile aldığı oluyordu çünkü bir şeye uzun zaman vakit ayıramıyordum. Özellikle bir ödevse ve zorlanıyorsam.

"Pekâla..." diyerek yerinden kalkmıştı Meredith. Bakışları küçük mutfak tezgahımdaydı ve bana ithafen konuşmuştu. "O zaman biraz çay demlesek fena olmaz."

Continue Reading

You'll Also Like

686K 30.7K 20
Yasmîn, annesiyle birlikte Zemheroğlu konağında çalışmaktadır. Zemheroğlu Mardin'in en köklü aşiretidir. Yasmîn'in babası bir gece ansızın annesini...
1.1M 51.1K 60
(Bu isimle yazılmış ilk kitaptır.) Girdiği depresyon sonucu gittiği bir barda birlikte olduğu adamdan hamile kalan Hira, hayatında bir çocuğa yer ver...
51K 1.9K 17
Mirzah Arslan 3 yıldır aşık olduğu kızı yanına almak isterse ne olur? Mirzah Arslan ❤️ Gizay Çetin Not: -Arkadaşlar bu kitap benim kendi yazdığım k...
138K 545 11
Her bölümde farklı bir seks hikayesi olacaktır. ona göre okuyunuz