DİP: ACININ KRALLIĞI

By Elyios

14.7K 1.7K 3.3K

*Fantastik değildir.* Her hikaye bir kahramanla, birçok hikaye ise budala bir kahramanla başlardı. Herkesin... More

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
15
16
17
18
19
20/1
20/2
21/1
21/2
21/3
22/1
22/2
23/1
23/2

14

477 65 249
By Elyios

Keyifli Okumalar

İz.

Bazı şeyler peşini bırakmazdı.

Vücuduna kazınan bir iz, her aynaya baktığında sana kendini hatırlatır, anıların üstündeki çarşafı kaldırıp gözlerinin önüne sererdi. Geçmişin seninle birlikteydi, ne kadar iyi silersen sil izleri orada, elinin ulaşamadığı o noktadaydı. Sen neyi geride bırakırsan bırak, geçmişteki de sendin, şu andaki de.

Kendini bir köşede terk edemiyordun. Edilebilseydi eğer ben terk ederdim. O küçük kız çocuğunu peşindeki gölgeler ile birlikte bir sokakta bırakırdım, arkama bile bakmazdım. Onu korumayı ailesi bile düşünmemişti, ben mi düşünecektim? Benim düşünecek bir sürü şeyim vardı, hayata karşı örmem gereken bir sürü duvar. Kimsenin aşamayacağı surlarla çevirmeliydim etrafımı. Yapmazsam eğer en savunmasız olduğum anda ağzıma bir el kapanırdı, gerisi ise ne olurdu, bilmiyordum.

Belki bu sefer üçüncü kattan düşerek yere serilen beden benimki olurdu.

Gözlerim sehpanın üzerinde duran bıçakta sabitliydi. Kolumdaki sızı hala sabit bir şekilde duruyordu, bir elim kesiğin hemen altında duruyordu. Öylece duruyordum, gözümün önüne uzatılan eli görene kadar. "Al," dedi Tuğrul sakin bir sesle. Ağrı kesici olduğunu tahmin ettiğim hapı sol elime alıp ağzıma attım ve diğer elindeki suya da uzanarak hızla içtim. Mideme inen ilaçla eş zamanlı "Sağ ol," demiştim. Sanki teşekkür edecek şeylerim bir ağrı kesici ile sınırlıymış ve bu yaptığı çok önemliymiş gibi.

Hayatımı kurtarmıştı, belki de ikinci kez.

"Daha iyi misin?" Mesafeli sesine karşılık kafamı olumlu anlamda salladım. Sırt çantasına tıktığım birkaç parça eşya ile birlikte evden çıkmış, konumunu ayırt bile edemediğim bu apartman dairesine gelmiştik. Neden diye sormamıştım, sadece yaşadığım dehşetten çıkmak istiyordum ve her soru beni biraz daha o ana itiyordu.

Tüm gece, Tuğrul'un pansuman yaptığı kolumun üstüne yatmamak için soluma dönük durmuştum ve korku bir saniye bile gözlerimi yummama izin vermemişti. Cam açılacak, dehşeti bedeninde barındıran bir kuklanın elleri boğazıma yapışacak, bu sefer kimse de gelmeyecek. Ben yabancı bir evde, tanıdık olmayan bir kokuyla son nefesimi vereceğim ve her şey benim için bitecek.

Zihin böyle bir yerdi, atlatana kadar her zindan birbirine benziyordu. Ne yaşadıysan benzerini sunuyordu, eğer onunla baş başa kalmaya gönüllü olduysan işkencelerine de göz yumacaktın, başka yolu yoktu. Gözlerim açıktı ama yalnızdım, düşündüklerim en büyük düşmanım; korkularım ise nefesimi kesmeyi bekleyen celladım olmuştu ve kendime bunu yaparken bir saniye bile tereddüt etmemiştim.

Yapmazsam hayatta kalamazdım sanki, ancak tetikte olursam yaşardım.

Gafil avlanmıştım, çekirge iki kere sıçramıştı. Kaça kadar hakkım var, asla bilemezdim.

"Üstündeki kan," dedim kurumuş boğazımı temizleyip sudan daha sakin bir yudum aldıktan sonra. "Kime ait?"

Bir bıçak vardı sehpada, üstünde kırmızı lekeyle öylece duruyordu.

Penceremden aşağı atlayan bedenin ceketinden çıkmıştı. Sanki asıl sahibi Tuğrul'muş gibi hiç tereddütsüz bıçağı yanına almış, beni de kendiyle birlikte arabaya sürüklemişti. Evimden biri düşmüştü, ben ise bambaşka bir evde öylece oturuyordum.

"Bilmiyorum," dedi net bir sesle. "Ceset," diye başladım ama devamı gelmedi. Katil değildim ama az önce gözlerine baktığım insanın ölü bedenini görmüştüm dakikalar sonra. Bir bilinmezliğe atıvermişti kendini. Tek şansımız olan bu hayatı bir hareketle geride bırakmış, bomboş gözlerinden duygu bile geçmemişti. Belki de içeri girmek için açtığı andan itibaren oradan atlamak zorunda kalacağını biliyordu, umursamadan devam etmişti.

Ne insanın gözünü bu kadar karartırdı?

Bazı şeyler vardı, benim de bildiğim bir takım duygular. Onlar açtığın camdan bedenini aşağıya atmanı da sağlardı, aynı camdan birilerini atmanı da. Bazı duygular senden de güçlüydü, bileğinin kuvveti yetmiyorsa kalbindeki ateşle devam ettiriyordu.

Ama neden biri abim için intihar ederdi ki?

"Bu olaydan kimseye bahsetme," dediğinde acı dolu bir tebessüm dudaklarıma yerleşti. Kime, nasıl anlatacaktım ki bunu? Kimi kendi cehennemime çekmeye gönlüm razı gelirdi? Avukat olmak için yanıp tutuşan arkadaşımı mı, yoksa başı bir türlü beladan kurtulmayan diğer arkadaşımı mı?

İkisine de bunu yapamazdım, ben yalnızdım. Öyle kalmalıydım.

Madem öyle, neden bu adam karşımdaydı?

"İfade falan vermeyecek miyim?" Ellerim istemsizce birbirine kenetlenmişti. Tırnaklarım gerilen tenimin üstünde dolanıyor, çabucak geçecek izler bırakıyordu. "O işi ben halledeceğim, başka bir yerden düşüp öldü. Bunu böyle bil."

"Nasıl yapacaksın?"

"Sence önemli olan bunu nasıl yapacağım mı Aylin?"

Değildi.

Yine de önemli konulara geçebilecek kadar zihnim berrak değildi. Su bulanıktı, sorular da cevaplar kadar muallak bir haldeyken ne yapsam da netleştirsem, bilemiyordum. Bir dokunuş lazımdı sanki, akan nehri tertemiz hale getirip bir yudum su içmemi sağlayacak bir el. Mucize bekliyordum belki ama bunun neresi yanlıştı ki? Kötü cadının eli sürekli üstümdeydi, her kötünün karşısında bir iyi olmaz mıydı?

"Bu bıçağı neden aldığımı sormayacak mısın?"

Ve oldu, su durgunlaştı, dibi görünür hale geldi.

Kafamı bıçaktan kaldırıp karşımda oturan adama baktım. Bir taraf olsa iyi olan olmazdı, gözlerinde bile görüyordum ama söylediği bir cümle dileğimi gerçekleştiriyordu işte. Alaaddin için lambadan çıkan cin vardı, iyi miydi kötü müydü, önemsizdi çünkü onun dileğini yerine getiriyordu.

Benim için de Tuğrul vardı. Varlığı bile birçok soruyu yanında getiriyordu ama o an neye ihtiyacım varsa bir anda o oluveriyordu. Bazen kolumdan yakalayıp karanlığa çekilmemi önleyen kahraman, bazen gecenin bir vakti odamda beliren bir kurtarıcı. Bazen de dağınık zihnime düzeni getiren bir yardımcı.

"Soracağım," dedim kararlı bir sesle. O da kafasını sallayıp onayladı. Sanki soruyu bilmiyor gibi bir süre bekledi, sonunda sessizlikten rahatsız olarak tekrarladım. "O bıçağı neden aldın?"

Cebinden çıkardığı telefonu sehpanın üzerine koyup itti. Panikle yakalamak için o tarafa eğilmiştim ki telefon durdu. Elime aldığımda ise "1992" dedi sadece. Güç tuşuna bastığımda karşımda şifre ekranı vardı, söylediği tarihi yazdım ve ana ekran karşımdaydı. "Mesajlara gir." Alttaki yeşil imgenin üstüne parmağımı dokundurdum, kalp atışlarım manasız bir şekilde hızlanmış, ne göreceğimi bilmeden öylece bakışlarım ekranda sabitlenmişti. "İlk sohbete bak."

Diğerlerine gözüm değmeden kayıtlı olmayan bir numaradan gelen mesaja tıkladım. Cevap verilmemişti, tek bir mesaj vardı, sohbet bu kadardı. Gözüm sol tarafta kalan tek mesajın üstünde durdu, kelimeler beynime sanki geç ulaşıyordu.

Bıçağın dolabın içinde, almayı unutma.

Gözüm sehpanın üzerindeki bıçağa kaydı, saniyeler sonra da koluma bir el yapışmışken sıkı sıkı tutunduğum dolap kapağı zihnimde belirmişti. Eğer ben önünde durmasaydım, bu bıçağı alacağımız yer, dolap mı olacaktı?

Karmakarışıktı, her şey tekrar bir kaosun içindeydi.

Zihnimde tüm sesler birbirine girdi, o kadar ki kendi sesimi bulamadım. Uğultu kulaklarımdan çekilmiyordu, gözlerimi bıçaktan ayıramıyordum ve kalbim öyle hızlı atıyordu ki, şurada ölüp gitsem sebebi çok açıktı.

Çünkü ben bu bıçağın ne anlama geldiğini iyi biliyordum.

Abimin kollarında can veren beden yavaşça yere bırakıldıktan sonra, ceketinin cebinden çıkarılan bıçak tam da baş ucuna konulmuştu. Görmüştüm, kaydetmiştim, polise vermek istemiştim. Sonuç ise koskocaman bir hiçti, şimdi karşımdaki lekeli bıçağa bakınca anlıyordum, bir pencereden atlamamıştım belki ama ben de kendi canıma kast etmiştim.

Bile isteye, tekrar olsa tekrar yapacağım şekilde.

"Sen," dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. Gözüm tekrar mesaja döndü, sonra da mesajın muhatabına, Tuğrul'a. "Bu mesaj neden sana geldi?" diye sordum bir çırpıda. Benim ardımdan bırakılacak bıçak, neden ona haber veriliyordu?

Gözlerim kısıldı ve mimiklerini dikkatle incelemeye başladım. Ben bu bıçağın anlamını biliyordum ama o da biliyor muydu? Bakışları keskin uçtan sapına kadar gezindi, gözlerinden garip bir ifade geçti, ilk defa yüz ifadesi dalgalandı ve sakinlik tekrar sağlandığında anladım.

O bu bıçağın getirdiği acıya aşinaydı.

"Ben de sana bunu soruyorum Aylin," dedi rahatça yayıldığı koltukta daha dik bir konuma gelirken. Omuz hizasında açtığı dizlerine dirseklerini yaslamış, sorgulayıcı bir edayla gözlerimin içine bakıyordu. "Sen kimsin?" Yutkundum. "Beni neyle tehdit ediyorsun?"

"Ne tehdidi?" diye sordum şaşkınlıkla. Onun ise kaşları çatılmış, düz bir çizgi halindeki dudaklarıyla bir süre gözlerime bakmıştı. "Bir bıçaktan ne anlamam gerekir? Sen ne anlıyorsun?"

"Bilmiyorum," dedim basit bir yalanın arkasına sığınarak. Zihnim teoriler üretmeye başlamıştı ama girdiği labirentten bir çıkış yoktu. Çok fazla cevaplanmayan soru vardı, ne tarafa gitsem, başka bir çıkmaz yol karşıma dikiliyordu. Tuğrul bu bıçağın yerini bildiren mesajı almıştı, o zaman abimle bir alakası olabilir miydi?

Daha da kötüsü onun tarafında olabilir miydi?

Düşük ihtimal, dedi tilkilerimden biri. Bıçağın üzerindeki bakışlarını hatırladım, gerçekten de düşük ihtimaldi. Onun tarafında değildi belki ama sakladığı bir şeyler de vardı, görüyordum. Kandırmaya çalışsa da ortadaydı, abim ona da zarar verecek bir şeyler yapmış olabilirdi ve bu şimdilik zihnimdeki en yüksek ihtimaldi.

Sorgulayıcı bakışlar altında gerginlikle nefes verirken kendimi koltukta biraz geriye ittim. "Kim olduğumu düşünüyorsun?" diye bir soru yönelttim, ben de o kadar cevaplar yoktu ki, sadece soru cümleleri dudaklarımdan dökülebiliyordu. "Bilmem," dedi umursamaz bir ifadeyle. "Bana soru sorabilecek konumda mısın?"

Titreyen cihazla gözlerim tekrar elime döndü. Cihangir yazısı karanlık ekranda görünen tek şeydi. Telefonu ona uzatırken sanki gizli bir şey yapmışım hissiyle kafamı eğmiştim ama Tuğrul umursamadan aramayı cevapladı. "Söyle," demişti sadece ve kısa bir süre karşı tarafı dinlemişti. Gözleri halıdan bir anda bana döndü, "Tamam," dedi gözlerimin içine bakarak.

Arama bu onaylamadan sonra sonlandı, ne konuştuğunu bana söylemesini beklemiyordum ama yine de bakışlarımı gözlerine dikmiştim. "Mesajı gönderen kişi bulunamıyor," dedi net bir sesle. "Teknolojisi bilgisi yüksek biri olmalı." Tespiti bir anda bana doğru gerilmiş bir yay olduğu hissini doğurmuştu. "Benden mi şüpheleniyorsun? Sana neden böyle bir mesaj atayım, canı tehlikede olan benim?"

"Sürekli sorular Aylin," Kafasını iki yana salladı ve ayağa kalkıp odayı terk etmeden önce. "Cevaplar ile gelmen lazım," diye tamamladı. Odada benimle bıçağı yalnız bırakmasının ürkekliği ile peşinden gitmek üzere ayağa kalktım. Bir an için gözlerim kararsa bile inatçı adımlarım salonun çıkışına yöneldi.

Tuğrul mutfak masasındaki bilgisayardan bir şeylerle uğraşırken tam karşısına oturdum. İlgisi üstümde değil gibi dursa da gözünün bende olduğunu hissediyordum. "Benim neden soru sormaya hakkım yok?" diye sordum bir anda. Ekrandan gözlerini ayırmadan keyifsiz bir ifade ile güldü. "Bilmem, sence?" Benden cevap gelmeyince kafasını kaldırdı ve yüzüme baktı bu sefer. "Bıçak yeri lokasyonu içeren bir mesaj alıyorum ve akşamına evine biri giriyor, bu tabloda neyi sorabilirsin?"

"Neden sana bu mesajın geldiğini sorabilirim." Net sesime karşılık sandalyede geriye yaslandı, dizüstü bilgisayarı hafifçe kapatmış ve aramızdaki fiziksel engeli biraz kaldırmıştı. "Bilmiyorum Aylin, bu yüzden sana soruyorum."

"O gün barda beni kurtardığın için olabilir mi?" diye sordum hızlı bir teori üreterek. Şüphenin odağı olmak sinir bozucuydu, üstelik benim içinde bir ton şüphe vardı. "Bilmem," dedi hiçbir şeyi aydınlatma çabası gütmeden. "O gün sana sordum, saklamak istedin. Saygı duydum," Omuz silkti. "Beni tekrar bu işin içine çektin."

Üstümdeki bakışlarını umursamadan gözlerimi masaya diktim. Ondan alabileceğim hiçbir cevap yoktu. Şu an buradaydım, tüm cevapların ötesinde bir gerçek varsa, o da buydu.

Ömrüm boyunca kaçmak diye bir şey yoktu, gidilen her yolun bir sonu olduğunu biliyordum. Eğer tekrar bir şekilde peşime düştüyse bu sefer gerçek bir finale imza atmadan geri çekilmeyecek biriydi benim abim, zaten vurucu sonları da severdi.

Bazı sonları elindeki kanlı kalemle yazmıştı, mürekkebi benim boğazımı tıkamıştı.

Karşımda oturan adama baktım tekrar. Tuğrul Akdemir bir isimdi, bildiğim iki kelimenin içi her an boşalabilir, yerine başkalarının adı gelebilirdi. Baktığımda gördüğüm o muydu, yoksa sadece bir kuklaya mı bakıyordum? Bilmiyordum, benim hayatım bilinmezliklerin inşa ettiği bir yapıydı. Oynattığım herhangi bir taş oyunu bitirebilir, kurduğum her şeyin üzerime yıkılmasına neden olabilirdi.

Tuğrul Akdemir'e güvenmek oyunu kaybettirebilirdi.

Ona güvenmemek ise beni öldürebilirdi.

Bir kumar masasındaydım, bahis çok büyüktü. Ortada tüm hayatım vardı, yaşadığım ve yaşayacağım her şey. Tutkuyla bağlı olduğum yaşam önümde, tüm risklerin kalbindeydi. Ya kazanacaktım ya kaybedecektim, riski almama şansım yoktu. Masayı terk edemezdim, bu oyunu ben başlatmıştım.

Elim güçsüzdü, risk büyüktü, yine de oyun devam etti.

Buradan çıkıp gitsem açık hedef haline gelebilirdim, bu riski almamayı tercih ettim. Bazı kararlar sonumu getirebilirdi ama şöyle bir bakınca, kısa ve uzun bir yoldan başka hiçbir şey görmüyordum. Uzatabildiğim kadar uzatmalıydım, benim sonum belliydi, tek yapmam gereken beklenen gerçekleşene kadar bir şeyleri başarmış olmaktı.

"Bardaki adamla evime giren adamın ilgisi olduğu nereden çıktı ki?" diye sordum faydasız bir çırpınışla. Tuğrul'un gözleri tamamen bana dönmüş, üstümde sabitlenmişti. "Basit bir hırsız olabilir," dedim bir anda aklıma gelen ihtimalle ama hızla çürütüldü. "Arkasından mesaj bırakan basit bir hırsız?" Hemen rotamı çevirdim. "Neyin mesajı olduğunu bilemeyiz, bir tehdit veya anlamsız bir göz korkutma olabilir-"

"Abin de öldürdüğü insanları tehdit etmek için mi bırakıyordu?"

Tek cümle, bir anda ortamda soğuk bir rüzgar estirdi. Aklımdaki her şey dondu, belki zaman bile o an duraksadı. Üstünü buz kaplamış bir gölün tam ortasında gibiydim, çatlama seslerini duyuyordu, felaket üstüme geliyordu ama kaçamazdım. Kıpırdamak bile çatırdayan buzu hızlandırabilir, beni her an buz gibi suyun içine çekebilirdi.

Nefesimi bile tuttum, tepki vermeden önce birkaç dakikanın aramızda akmasına izin verdim.

"Abimden-" dedim nasıl devam ettireceğimi bilemeden. "Abimi biliyor musun?" Sandalyede arkasına yaslandı, göğsünde birleştirdiği kolları ile yine güçlü bir ifade çiziyordu. Ben ise şaşkınlıktan her şeyi bir kenara bırakmıştım. "Yok olan kanıtlarını da, abini de biliyorum." Bildiği şeylere devam etmedi, belki fazlası vardı ama dile getirmedi.

Belki de bazı kelimelerin beni öldürebileceğini tahmin etmişti.

"Nasıl?" diye sordum manasız bir şekilde. Ne diyeceğimi bilemiyordum, sessiz de kalamazdım. Binlerce soru vardı, buz gibi suya gömülmeden önce sormam gereken tonla soru. Eğer bir tuzağın içindeysem ve saniyeler sonra nefesim kesilecekse, gerçekleri bilerek olmasını tercih ederdim. "Nasılı mı önemli Aylin, yoksa nedeni mi?" Yerinde dikleşti, dirseklerini de masaya yasladı. "Yaşadıklarını bilmek için bir nedenim var," diye devam etti kendinden emin bir sesle. "Nasılı kolay kısmı, eğer bir nedenin varsa, yolunu da buluyorsun."

"Mesajın sana gelmesiyle bir ilgisi var mı bu nedenin?" Aradaki şifreli durumu devam ettirdim, saklamak istediği bir şeyler olduğunu anlıyordum. Benim mahremim gözler önüne serilmişti ama aynı çıplaklığı ondan bekleyemeyeceğimin net bir şekilde farkındaydım. Ben eli güçsüz olan taraftım, elimdeki kartlarla yapabileceğimin en iyisini deneyebilirdim yalnızca. "Muhtemelen," dedi kısaca, detaysız tek kelime ile kafa salladım.

"Biliyorsan neden soruyorsun? Peşimde kimin olduğu çok açık değil mi?"

"Senden duymak önemliydi," diye yanıtladı. "Çok açık, yine de sen bana söylememeyi tercih ettin. Saklamak istediğin kısımlar olduğunu mu düşünmeliyim?"

"Saklanılan şeylerden bahsedebilecek konumda değilsin," dedim tehditkar bir sesle. "Bir nedenin var madem, bunun benimle ne ilgisi var?"

"Hayatta kalman lazım," Masaya vurduğu parmaklarına gözlerim kaydı, bir mutfak masasında duyduğum her şeyi sindirmek zaman alacaktı. "Eğer seni istiyorlarsa," Duraksadı ve bakışları durgunlaştı. "Ölü ya da diri," diye ekledi ve devam etti. "Seni almalarına izin vermem, şimdilik bu kadar."

"Sonrası?" dedim içgüdüsel bir tepkiyle. "Sonrasını zaman gösterecek Aylin," Gözleri kısıldı. "Madem bir işe kalkıştın, tamamlayalım da ne oluyor, görelim,"

"Abimi bitirmekten mi söz ediyorsun?"

"Yalnızca ondan değil ama evet ondan da söz ediyorum."

"Sana neden güveneyim?" diye sordum bir anda, bulunduğum konum gittikçe gözüme batıyordu. "Başka şansın olmadığı için," Kolumdaki sarılı yaraya baktı, hemen bakışları gözlerime geri dönmüştü. "Düşmanının düşmanı dostundur, basit."

"Sen neden düşmanıma düşmansın?"

"Acele etme," dedi ve ayağa kalktı. "Canını korumak istiyorsan bana güvenmek zorundasın ama benim böyle bir derdim yok," Sürahiden bir bardak su doldurdu ve çıkmadan önce tamamladı. "Seninle ilgili şeyleri zaman gösterecek."

Yalnız kaldığım mutfaktan bir süre sonra çıktım, bana hazırlanan odada düşünceli birkaç saat geçirirken devamlı kendi kendime kurmuştum ama içimdeki bir his, Tuğrul ile aynı tarafta olduğumuzu söylüyordu. Ben genelde hislerimde yanılmazdım, bu inanca tutunarak derin bir nefes aldım ve ayağa kalktım. Birkaç adım atmıştım ki bozulan dengemle zorlukla duvara tutunmuş, ayakta kalmayı ise anca başarabilmiştim.

Hayal meyal saldırı esnasında kafamı duvara vurduğumu hatırladım, bu halimin gayet normal olduğuna tam da o an emin olmuştum. Gerçi, normal olduğunu nereden biliyordum ki?

İnsanlar kafasını bir yere vurduğunda soluğu hastanede alıyordu, bense tanımadığım bir yerde alelade bir odaya konulmuş, başıma gelecekleri bekliyordum. "Beyin kanaması falan geçiriyor olabilir miyim ki?" diye kendi kendime konuştum. Bu ihtimalle kendimi aynanın karşısına atmış, hala başım dönerken elimi moraran yere götürmüştüm.

"Ah," dedim dokunur dokunmaz, canımın yanması beni iyice telaşlandırmıştı. Üstelik midem de bulanıyordu. "Yok ben kesin beyin kanaması geçiriyorum." Telaştan anlayamamıştım ama kolumun çizilmesi falan hikayeydi. Gözlerimi kapattığım saniye ölebilirmişim gibi geliyordu bana. Belki de tesadüf eseri hayattaydım?

Vücuduma basan sıcakla birlikte duvarlardan destek ala ala koridora çıktım, içim giderek daha çok bulanıyordu. "Ölüyorum, kesin. Buraya kadarmış." Sanki nefes almakta zorluk çekmeye de başlamıştım, gözlerim mi kararıyordu benim?

"Tuğrul?!" dedim, bağırdığımı zannediyordum ama sesim bana bile zor gelmişti. "Tuğrul, ölüyorum ben." Odasının kapısını iki kere çaldım ve ses gelmeyince, hafifçe araladım. Yatakta uzanıyordu, bir kolu kafasının altındaydı ve bana bakıyordu. Bu odası eski evine nazaran daha açık renkli mobilyalarla döşenmişti, üstelik bir nebze olsun daha derli topluydu. "Ben, beyin kanaması geçiriyor olabilirim."

"Ne?" Hiç bir endişe belirtisi göstermeden sadece şaşkınlıkla bana baktığında devam ettim. "Kafamı sertçe vurduğumu hatırlıyorum, rica etsem benim odadaki koltukta bekler misin? Ölüp gitmek istemiyorum."

"Koltukta mı bekleyeyim?" Histerik bir şekilde güldü ve gözlerini kapattı. Bir şeyler daha söylemesini bekliyordum ancak fikir ona baya saçma gelmiş olmalıydı ki daha fazla cümle bile kurmamıştı. "Gözlerim kararıyor, bence midem de bulanıyor. Hatta bakayım," dedim gözlerimi kapatmıştım, "Şimdi dönmüyor ama az önce başım da döndü. Ayrıca alnımda kocaman morluk var."

"Morluk mu?" Tuğrul'un hala yerinden bir milim bile kımıldamaması sonucu sakin kalmaya çalıştım. "Alnındaki pembemsi yeri mi diyorsun?"

Elimi alnıma götürdüm, acıdığı için yüzüm buruşmuştu. "Kendine hastalık çıkartma," dedim tefeciye. "Şu an sorun senin renkleri doğru görememen değil, benim beyin kanaması geçiriyor olmam."

Bana arkasını dönmek üzereyken bir adım daha attım, işi şansa bırakamazdım. Kimse kusura bakmasın, ben bu canı kurtarmak için o kadar çabalamıştım zamanında, şimdi öylece salıvermemin imkanı yoktu. "Peki, ben şu köşeye kıvrılsam? Düşük bir ihtimal ama ölmek üzere olduğumu hissedersin belki?"

Dudağı söylediklerimden sonra yukarı doğru kıvrıldı ve gözlerini açmadan, kafasını salladı. "Sanmam," diyerek kolunun altında olmayan eliyle yatağın üstüne birkaç kez vurdu. "İstediğin yerde yat, beni rahatsız etmediğin sürece umurumda değil."

Eh, ölmediğim sürece sinir bozması da benim umurumda değildi.

Yavaş adımlarla rahat olduğu metrelerce uzaktan belli olan yatağa doğru yürüdüm ve boş kısmına dikkatlice uzandım. Benim gerçekten doktor bir arkadaşa ihtiyacım vardı; mesela tam şu an arayıp durumumun nereye gittiğini sorabilirdim. Yeşim'in tıp okuması için çok mu geçti acaba?

Belki de fazla evham yapıyordum, yine de garantiye oynamak daha mantıklı geliyordu. Zaten canım yeterince tehlikedeydi, doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyordu bir türlü. Bunca sıkıntının ve mücadelenin arasında dikkatsizlikten ölüp gitsem komik ama güldürmeyen bir son olurdu.

"Demek beyin kanamasından şüphelendin?" diyerek beni şaşırttığında hızla kafamı ona döndürdüm, gözleri kapalıydı. "Başım dönüyor ve ağrıyor, ne olur ne olmaz."

"Doğru." Gözünü açıp bana döndüğünde, onu izliyor gibi gözüktüğüm için afallayıp kafamı çevirdim. "Evimde bir cesetle yakalanmak istemem." dediğinde istemsizce gülümsedim. "Aslında cinayetten yargılanman kulağa hoş geliyor ama ben izleyemedikten sonra pek bir anlamı yok."

"Yargılanmamı istiyorsan," Bir anda cümleyi yarıda kestiğinde ona döndüm, tehlikeli bir şekilde sırıtıyordu ve gözlerindeki ifade ürpermeme neden olmuştu. "Sana yardımcı olabilirim."

"Birini öldürebilirim mi diyorsun yoksa çoktan öldürdün de bana anlatmaktan mı bahsediyorsun?" diye sorduğumda, sırıtışı genişledi. "Bilmem, hangisi olsun isterdin?"

"Katil potansiyeli yok değil sende ama bunları cidden burada yalnız kalmak zorunda olduğumuz bir günde mi konuşmalıyız? Biraz ürkütücü oluyor da." Dudaklarını birbirine bastırınca, gülümsemesini engellemeye çalıştığını fark etmiştim. Kafasını hiç beklemeden tekrar tavana çevirmişti çünkü gülse ölürdü.

Gülmemek için çabalamasını bir kenara bırakırsam profilden etkileyici göründüğünü söyleyebilirdim. Biçimli ve sivri burnu, özenle çizilmiş gibi duran gözleri ve sık kirpikleriyle gerçek bir sanat eserini andırıyordu. Yüzünde tek bir pürüz yoktu, hafifçe kurumuş dudaklarını dili yardımıyla ıslattı. Benim de gözüm hala üstündeydi.

Standart, yakışıklı bir çocuktu. Tamam, baya yakışıklı bir çocuktu. Yine de bulunmaz Hint kumaşı olduğunu söyleyemezdim, bir kere siyahi değildi ve ben melez erkekler için ölebilirdim. "Beyin kanaması nasıl gidiyor?" Gözünü hafifçe kısarak tekrar konuştuğunda elimi başıma koydum. "Bilmiyorum, pek hızlı ilerlemiyor olmalı."

"Öyle mi? Nasıl anladın?" Sesinde alaycılık sezsem de umursamadan cevapladım. "Ölmüyorum, demek ki pek de hızlı ilerlemiyor."

"Zaten beyin kanaması hemen öldürmez," Bana dönerek konuşmaya devam etti. "Ağrı neredeydi?" Ensemin biraz yukarısına elimi koyarak, kendimce gösterdim. "Gözlerimin üstünden başlayan bir ağrı var."

"Ciddi mi?" Kaşları çatıldığında, benimkiler de aynı şekli almıştı. "Ciddiyim, kafamı vurdum dedim ya."

Tuğrul bu söylediğim gerçekten dikkatini çekmiş gibi alnımın üstündeki morlukta işaret parmağını gezdirdi. "Göze doğru bir ağrı varsa insanı öldürür derdi babaannem."

"Ne?" dedim korkuyla, uzandığım yerden de doğrulmaya çalıştım. Tuğrul koluyla hareket alanımı kısıtlamasa çoktan uzandığım yerden kalkmış olur, koşar adım hastaneye giderdim. "Rahat dur, ölümün hızlanır."

Yüzündeki alaycı ifade iyice kendini belli ettiğinde hareket etmeyi bıraktım ve "Neden böyle yapıyorsun?" diye sitem ettim. "Benim canım kıymetlidir, şakasını bile yapma." Tekrar yerime uzandım, elimi de kalbimin üstüne götürmüş, atışlarının hızını kontrol altına almaya çalışmıştım.

"Beyin kanamasını bilmem de panik atak mümkün," dedi Tuğrul, sonra da kolunu bedenimin üstünden çekti. Gözleri bir anlığına alnımın üstündeki pembeliğe takıldığında "İnsanı germekten başka bir işe yaramıyorsun," dedim. "Öyle bakma alnıma, çok mu kötü görünüyor?"

Tuğrul gözlerini alnımın üstünden çekti, "Zeki olduğuna inanıyordum," demesiyle kaşlarımı çatmadan edemedim. "Ne?" Tepkime düz bir ifadeyle baktı ve kapı çalar gibi kafama hafifçe vurdu. "Gözlerinde zeka parıltısı olduğunu düşünüyordum, burası tamamen boşmuş. Bak, vurunca ses de geliyor."

"Vurma kafama, zaten başıma ne geldiyse kafamı vurmaktan geldi." Elini çekerek karnının üstüne koydu. "Kan kaybedince kafayı bulanı da ilk defa gördüm." Bıçak yüzünden çizilen kolumu yukarıya doğru kaldırdım, bandajın üstünde elimi gezdirirken de etkilendiğimi gizleyemeden konuşmuştum. "Sen bu işlerden anlıyor gibisin sanki?"

"Öyle mi?" diye sordu Tuğrul, sonra da kolunu kafasının altına koyup gözlerini kapattı. "Biraz ciddiye almadın ama ben hala gerginim, nefes alıyor muyum diye arada kontrol et tamam mı?"

Tuğrul'dan hiçbir ses gelmeyince ben de önüme döndüm, kısa bir süre hareketsizce uzanmıştım ama başımın ağrısını kafaya çok taktığımdan uykuya geçemiyordum. En iyisi daha dik bir konumda uyumak diye düşündüğümden kafamın altındaki yastığı ikiye katladım ve öyle başımı koydum. Bana kalırsa bu da uykuya geçmeme yetmezdi ama Tuğrul'un elini bileğimin üstüne koymasıyla işler değişmişti.

"Artık hareket etme." Gözleri kapalı bir şekilde uyarı geçmişti bana, parmakları tam da damarlarımın geçtiği o iç kısımda duruyordu. Çekeceğini sandım ama sabit tuttu, birkaç dakika tenime temas eden parmak uçları ile bekledim.

Nabzımın attığı yerde duruyordu parmakları, düzenli atışları hissediyor muydu bilmiyorum ama "Ben buradayım," derken oldukça inandırıcı görünüyordu. "Uyu."

Sanki ölüp gidecek olsam kalp atışlarımdan anlayacaktı, bunun beni rahatlatmasının imkanı yoktu.

Ama oldu, zihnim karanlığa teslim olmadan önce ona inandım.

...

Bugün birkaç haftalık ortadan kayboluşumu resmiyete bindirmek adına erkenden uyanmış, iki günlük ev esaretimin sonuna geldiğimiz için de rahat kıyafetler tercih etmiştim.

"Off Tuğrul ya, gelemedin bir türlü." Ağzım doluydu, hem karnımı doyuruyordum hem de tefeciye söyleniyordum. Hazırlan, seni şu dekanla görüştüreyim sabah demişti ama uyandığımda ortalıkta yoktu. Zaten geceleri evde durmuyordu, değişik bir tipti. Hala ne haltlar karıştırıyor çözememiştim.

Bir şeyleri çözemeyen diğer kişi de benim arkadaşımdı, belaya ortak olmak için resmen can atıyordu. Yoksa ben reddettikçe aramasını ve reddetmediğimde de ısrarla çaldırmasının başka bir anlamı olamazdı.

Derin bir nefes aldım ve yanaklarıma birkaç kez vurdum, iyi bir oyunculuk sergilemenin zamanı gelmiş gibiydi. "Efendim Yeşim," dedim telefonun diğer ucundaki arkadaşıma, iki gün önce beni kaçırmaya çalıştıklarını duysa, hele ki pencereden atlayıp intihar eden birinin varlığını öğrense neler olur düşünmek bile istemiyordum. "Aylin! Aylin sen neredesin? Sen beni çıldırtmak mı istiyorsun? Ne?!"

Tamam, arkadaşımın yükseleceğini ben de tahmin ediyordum ama bu beklediğimden daha fazlaydı. "Ya kızım bir sakin ol," dedim, o ise "Ne sakini?" dedi. "Hangi cehennemdesin ve telefonlarımı neden açmıyorsun?"

"Ya ben sana tam anlatamadım," dedim, elimdeki ekmekten ısırık almayı bırakmış, sandviçimi bu sefer bitirememiştim. "Hani Tolgalarla proje hazırlayacaktım ya, yurt dışı bilet ödülü olan-" Arkadaşım "Ee," diye sözümü kestiğinde "Bir durursan anlatacağım," dedim. Telefonun ucundan ses gelmeyince de devam ettim. "Buselerin eve kapandık iki gündür, çok yoğun çalışıyoruz. Bir de şehir dışına çıkmam gerekecek yarın, projeye orada devam edeceğiz."

Yeşim'e daha önce bu projeden bahsettiğimden mi bilmiyorum arkadaşım sessiz kalmayı sürdürdü, bozduğunda ise "Hiç mi telefona bakma vaktin olmadı yani?" diye sormuştu. Bu sefer sesi sinirli değil de mutsuz gelmişti. "Oldu ama sana haber vermeye vaktim olmadı, bu Buse sinsisi bana takmış durumda. Her hareketimi gözetince bir aklım dağıldı herhalde."

Nasıl bir oyunculuk performansı sergilendiğim hakkında pek bir fikrim yoktu, yine de arkadaşım "Ne kadar süre yoksun peki?" diye sorduğuna göre demek ki çok da kötü bir iş çıkartmamıştım. "Valla bilmiyorum, bugün dekanla konuşmaya geleceğim fakülteye. Boşsan seni de göreyim gitmeden?"

Tuğrul'a sormamıştım ama Yeşim'i beş dakika da olsa görebileceğime inanıyordum, hem kiminle hangi köşede ne konuşuyorum takip edecek hali yoktu. "Bugün tüm gün doluyum ama sen yine de gidince ara, dersten çıkabilirsem görüşürüz."

"Yok yok," dedim arkadaşıma, beni yüz yüze görürse yalanımı yakalaması daha olasıydı. "Zaten çok uzun sürmez merak etme, maksimum bir haftalık bütçe ayırmıştır bizim fakülte. Döneriz hemen."

Yeşim'in derin bir iç çektiğini duydum, bana bu kadar alıştığını kendim de bilmiyordum. "İyi tamam ama orada beni ihmal etme, ara sık sık. Dekanın odasını bastırtma bana."

Arkadaşımın söylediğine güldüm, o esnada da dış kapı açılmış, Tuğrul görüş açıma girdikten hemen sonra da odasına geçmişti. Gözlerinin altı çökük çökük duruyordu ve bana kalırsa uykusuzluktan yorgun düşmüştü. Dün de eve gelmemişti, iki gecedir uyumuyor olsa şaşırmazdım. "Tamam tamam, ararım. Sen beni merak etme."

Yeşim "İyi peki," dedi, sonra da görüşme temennisiyle telefonu kapattı. Kalan sandviçimi yemeye kaldığım yerden devam etmek istiyordum ama aklımın bir köşesi de devamlı Tuğrul'daydı. Bu adam geceleri çıkıp çıkıp nereye gidiyordu?

Bir sevgilisi mi var diye düşüncelere dalıyordum, sonra eve geldiği haline bakınca bu fikrimden hemen uzaklaşıyordum. Sevgilisinin yanından dönen bir insan böyle görünüyorsa o ilişkiden kimseye hayır gelmezdi bana göre. "Dış görünüş çok önemli değil ama biraz da önemli şimdi, saç baş dağınık da gidilmez öyle."

Kendimi destekler bir halde düşünmeye devam ettim, ne kadar sonraydı bilmiyorum Tuğrul nihayet odasından çıkmış ve eliyle de bana kalkmam için işaret yapmıştı. "Hadi çıkalım."

"Tamam geliyorum," dedim, hiç beklemeden de ona doğru adımlamıştım. Elimde çantam, ayakkabılarımı çıkartırken Tuğrul'un esnemesi dikkatimden kaçmamıştı. "Sen iki gündür uyumuyor musun?" diye sordum, aldığım cevabın "Üç," olacağından bir haberdim. "Sen ciddi misin?"

Ayakkabısını giyen ev sahibim beni asla duymuyor gibiydi. "Tuğrul?" diyerek ona doğru adım attığımda, kafasını kaldırdı. "Bence bu soruyu kendine sorman lazım." Anlayamayarak kaşlarımı kaldırdığımda doğruldu, elini aşağı ve yukarı hareket ettirerek bedenimi gösterdi. "Bu kıyafeti giymekte ciddi misin?"

"Ne var kıyafetimde?" Yanda duran aynaya göz ucuyla baktım. Tamam, en güzel kombinim falan değildi ama elimdeki şartlarla gayet iyi gözüktüğümü düşünüyordum. Ayrıca sportif olmak bana yakışıyordu, yani Yeşim'in dediğine göre öyleydi.

Canımın içi, sahi ne kadar çok özlemiştim onu ya! İki gün geçmesine rağmen yokluğu baya belli oluyordu.

"Dekanla görüşeceğim dediğinde daha ciddi bir kıyafet beklemiştim." Göz devirerek, yere koyduğum çantayı omzuma astım, benden altı yedi yaş büyük diye üniversitenin nabzını kaçırmıştı adam. Kıyafet bir saygı unsuru olmaktan çoktan çıkmıştı. "Bu evdeki ceketlerin, gömleklerin hepsi sana aittir diye düşünüyorum."

"Bu gömlek giyemeyeceğin anlamına mı geliyor?" Tuğrul yüzünde çok görmediğim bir sırıtışla bana doğru yaklaştı, alay ettiğinin farkındaydım ama attığı adımla anında gerilmiştim ve gerçekten kendimi tutuyor olmasam koşarak kaçmaya başlayacaktım. "Gömleklerimin sana yakışacağını düşünüyorum aslında."

Derince bir nefes almaya çalıştım, mümkünmüş gibi de bir iki adım daha geriye doğru gittim. Sistemim yeni bir güncellemeyle utanma duygusunu almıştı ve ben bu durumdan hiç memnun değildim! Ben bir erkekten utanıyordum, olacak iş değildi ama oluyordu işte.

"Böyle yaparak kafamı karıştırma, geç kalmaya hiç niyetim yok," Konuyu nasıl değiştireceğimi bilmiyordum, bu yüzden aklıma gelen ilk şeyi söylemiştim, Tuğrul da kafa sallayarak kapıyı açtı. "Bu arada benimle gelmene gerek yok, öyle kaba kuvvet falan bilmem ama bir şekilde paçayı hep sıyırırım."

Tuğrul benden birkaç adım önde yürüdüğünden arkasına dönmüş, kaşlarını da olmaz anlamına gelecek şekilde yukarı kaldırdıktan sonra önüne bakmıştı. Ben de peşinden pıtı pıtı yürüyüp ona yetişmiştim. "Neden geliyorsun ki? İki gündür özel koruma gibi takılıyorsun yanımda. Gitmiş bana bir sürü kıyafet almışsın, benim kafamı tek başımayken pencereden dışarı çıkartmıyorsun. Hayır bir de düşmanım sana mesaj göndermiş, ben neciyim kimim belli değil. Senin yerinde olsam benimle aynı kaldırımdan bile yürümem," dedim, o da yanında yürüdüğümden mütevellit bakışlarını yüzüme çevirdi. Başparmağıyla işaret edip "O zaman ben karşı yola geçiyorum?" der demez hemen elimi iki yana salladım. "Ben öyle yapardım diyorum, sen yapmazsın. Bu kişisel tercih, öznel bir yargı. Sen bana bakma ve tam yanımdan yürü."

Tuğrul "Senin fikrin de kafama yatmadı değil, çok konuştuğun an safımı değişirim," dedi ve benimle iletişimini minimuma indirdi. "Çok ilginç," dedim kendi kendime, "Yok ya, ilginç değil saçma. Bir erkeğin günlük konuşması gereken kelime sayısı yedi bin olamaz. Çünkü öyle olsa sen beş yüz kelime anca ediyorsun, dilinin işlevini kaybetmesi gerekirdi."

"Konuşma da önüne bak." Kaldırımı son anda görerek adımımı doğru düzgün bir şekilde attığımda, kafasını iki yana salladı. "Sen bölüm birincisi misin harbiden?" Şaşırmış bir ses tonuyla sorduğundan "Evet? Niye ki?" diye karşılık verdim, aldığım cevap ise büyük bir hüsrana sürüklemişti. "Konuştuğunda hiç de zeki biri gibi durmuyorsun."

"Ha ha," dedim, göz devirmiş ve tabiri caizse burnumdan solumuştum. "Senin de akli melekelerin yerinde değil herhalde, hiçbir doğru tespitin yok."

Göz devirerek elini cebine soktu. Bu umursamaz tavırları bana sökmüyordu, keşke kendini benim gözümden de biraz görebilseydi. Tipi dışında bana hitap eden hiçbir yanı yoktu çünkü adam zaten konuşmuyordu! Ben ona gösterirdim ama Aylin Gökmen'i kaale almamayı.

"Yalnız ben eve gidemedim biliyorsun, bilgisayarım da evde kaldı," diyerek iç çektiğimde, yan gözle bana baktı. "Ee?" Sinsice güldüm, dudaklarımı yalamış, cevap vermeden önce de bir süre beklemiştim. "Dekana projemi anlatıp, ondan süre isteyebilmem için bir bilgisayara ihtiyacım var. Bildiğin gibi bir yazılımcıyım ve alanında profesör bir adamı bilgisayarım olmadan ikna etmek bir yana-"

"Aylin," Anında susarak, gözlerimi hızlıca açıp kapattım. "Sonuca gel." Yüzüme geniş bir gülümseme yerleştirdim, çantamı da düzelttim. "Yani bana bir bilgisayar almamız lazım ve benim param yok. Ayrıca senin yüzünden evime giremiyorum, bil bakalım bu yüzden bilgisayarın parasını kim ödemeli?"

Tuğrul kaşlarını kaldırarak, hafifçe kafasını eğdi. "Nereden alacağız?" Kolunu tuttum, onu hafifçe hızlandırdığımda yaklaşık beş yüz metre kadar bana ayak uydurmak zorunda kaldı. "Şansa bak! Bu yolun üzerinde bir Apple mağazası olduğuna eminim, idarelik bir şeyler alabiliriz?"

"Ters yöne soktun, bu mu yol üstündeki mağaza?" Eh, buranın önünden geçelim diye yolu azıcık uzatmış olabilirdim ama bunu bilmesine çok da gerek yoktu. "Alakası bile yok, iki gündür evden çıkmadık ya, bacaklarım açılsın diye elli, bilemedin yüz metre yürümek istedim."

Tuğrul önce onu çekiştirmek için tuttuğum koluna baktı, sonra da kıstığı gözlerini benimkilere çevirdi. "Pekala," dediğinde "Sahi mi?" diye sordum inanamayarak, teklifi ben yapsam bile gerçekten şaşırmıştım. Sonuçta adamı bir Apple mağazasına götürüyordum ve 'idarelik' bir bilgisayar alacaktım. En azından sen ciddi misin gibi bir tepki vermesi gerekmez miydi?

Zenginlik seviyesi seksen milyonla da sınırlı değildi demek ki.

Tuğrul onay bekleyen soruma cevap vermedi ve önünde durduğumuz mağazadan tek kelime bile etmeden içeri girdi, ben de onu takip ediyordum. Yanımda sonsuz limitli bir kredi kartı taşıyor hissiyle dolmam normal miydi?

"Hızlı ol, ders saati yaklaştı." Emir verir gibi konuşması şu an zerre umrumda değildi, hatta uysal bir şekilde kafa bile sallamıştım. "Ne kadarlık bir şey alabilirim?"

"İstediğini al Aylin," Etrafa ilgisiz bakışlarla baktı. "Ne işine yararsa işte." Rahat bir tavırla dikilmeye devam ettiğinde canıma minnet gülümsememi suratıma taktım ve yanıma gelen görevliye gülümsedim.

Yaklaşık beş dakika içinde mağazanın en pahalı bilgisayarına sahiptim.

"Taksit mi olsun, tek çekim mi efendim?" Tuğrul elini önünde tezgaha yaslamıştı ve şifresini gireceği alete boş boş bakıyordu. "Tek çekim," diyen Tuğrul, girilen tutara baktı ve tekrar konuştu. "İdarelik bir bilgisayar için masraflı duruyor."

"Ya yeme beni, sen sahte adınla açtırdığın banka hesabında bile milyonları olan adamsın. Bu da bir masraf mı?" Elimi ohoo anlamına gelecek şekilde sallıyordum ama Tuğrul'a harfi harfine katılıyordum. Tefeciliğinin bedeli pahalıya patlamıştı ama kaşlarını çattığını gördüğüm için yalandan da olsa " Borcumu ödeyeceğim," demiştim.

Benden emin olmayan bir tavırla baksa da kesişmemiz çok uzun sürmemiş, onun şifresini girmesiyle sonlanmıştı. Bir ara gözüm, girdiği rakamlara takılmıştı, yalan yok. Allah'tan azla yetinmeyen çoğu bulamaz diye beni sağ tarafımdan dürten meleğin ışığında kutsanmış, sol tarafımdan beni yoklayan şeytana ise haddini bildirmiştim.

Erdemli bir kul olmak gerçekten çok zordu.

İşimizi halledip, mağazadan çıktığımızda Tuğrul bana bakmadan konuştu. "Ne zaman ödemeyi düşünüyorsun?" Sorusuna karşılık omuz silktim. "Yeteri kadar param olduğu zaman."

"O kadar bekleyeceğimi sanmam, kirana ekleyeceğim." İşte bu söylediği gerçekten moralimi bozmuştu. "Ee elin tefecisi ne bilsin fakire fukaraya zekat vermeyi, sadaka ödemeyi?"

Tuğrul'un dudakları hafif yukarı kıvrılır gibi olsa da eski haline döndü ve "Bunu bana bir dolandırıcı mı söylüyor?" diye sordu. "Yapılan iyilik söylenmez ama ben her zaman kendim gibileri gözetirim, arkadaşlarımın karnını doyururum, ihtiyaçlarını karşılarım. Gökalp az mı paramı yedi, hey yavrum hey."

Tuğrul normalde düşünüp konuşurdu, bu sefer öyle yapmadı ve "Evin önünde karşılaştığım arkadaşın mı?" dedi. Kafamı onaylar anlamda salladığımda üniversiteye neredeyse beş dakikalık bir yolumuz kalmıştı. "Baya yakınsınız sanırım?"

"Yakın olmaz mıyız? Öyleyiz tabi, her şeyim o benim. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez," Tuğrul yüzünü bana dönmeden "Anladım," dedi. "Ben burada bekliyorum, işini hallet ve beklemeden yanıma gel."

"Tamam," dedim, sohbet ede ede fakülteye vardığımız için memnundum. Tek başına yol hiç çekilmiyordu, en azından bana bir arkadaş olmuştu.

Onu arkamda bırakır bırakmaz benimle ters yöne doğru yürüyen kızların bakışlarındaki avcı hissini yakalamıştım. Hatta bazılarının birbirini dürterek kıkırdadığını dahi görmüştüm. "İnsan biraz gizleyerek bakar, ayıp denen bir şey var."

Kafamı iki yana salladım, fakülteden içeri adımımı atmadan hemen önce de arkama dönmüş ve telefonuna bakan Tuğrul'da gözlerimi gezdirmiştim. "Ee, ben de bu kadar pahalı giyinsem herkesin gözü üstümde olurdu tabii."

Derin bir nefes aldım, arkamı dönüp koridorda yürümeye başladığım an beni sinir etmek için zihnimde var olduğunu düşündüğüm evcil hayvanlarım çevremi sarmış ve üstündekiler zaten şu an pahalı, Tuğrul aldı ama hala bakan yok diye beni aşağılamışlardı. Zorbalardı, tek diyeceğim de buydu.

Önce dekanın yanına mı çıksam yoksa Tolgalara beni idare etmeleri için rica da mı bulunsam ikilemindeydim. Kafamı bir sağa bir sola döndürürken bir anda kolum tutulmuş, atmak üzere olduğum çığlık Gökalp'in görüş açıma girmesiyle engellenmişti. Son yaşadıklarım öyle ürkütücüydü ki aklım gitmişti bir an. "Ne yapıyorsun oğlum ya? Sinsi sinsi yaklaşıyorsun."

Bıçak yüzünden yaralanan kolumdan tutuyordu ama eli neyseki kesiğe denk gelmemişti. Beni görür görmez özlemle boynuma sarıldığında bir an şaşırsam da gülümsedim ve ben de aynı şekilde kollarımı boynuna doladım. "Telefonlarımı neden açmıyorsun?"

Yüzü omzuma gömülü duran arkadaşımın sesi biraz boğuk çıkıyordu, yine de arka plandaki o hüzünlü tınıyı çok rahat almıştım. "Proje yapıyordum, Yeşim'e de anlattım. Bu hafta şehir dışına gidiyorum."

Gökalp bana daha sıkı sarıldı, kemiklerim acıyana kadar da bırakmamıştı. "Yapma bunu," dedi arkadaşım, sonra da bedenini benden bir adım uzaklaştırdı. Ben de fırsattan istifade edip yüzünü inceledim.

Gözlerinin altı Tuğrul'unkilerle kıyaslanacak kadar mordu, saçları dağınık, üstü başı özensiz ve omuzları da düşüktü. Onu şimdiye kadar gördüğüm en kötü hallerinden biriydi sanırım. "Gökalp sen iyi misin?" diye sordum, o ise ellerini kollarımın üstüne yerleştirdi. Dokunduğu yer yine bıçak yarama denk gelmediğinden fazlasıyla minnettardım. "Biraz hastayım, sen beni düşünme. Önceliğin hep kendin olsun."

"Ne demek düşünme, alt tarafı iki gün yoktum. Hemen salmışsın." Gökalp gülümsedi, sonra da gözlerini arkamdaki bir noktaya çevirdi.

"Aylin," Bakışlarındaki ifade içimi huzursuz ediyordu, korkuyor gibi bakıyordu ve korku en nefret ettiğim duygulardan biriydi. "Şu an ne yaptığını bilmiyorum ama durmalısın."

"Anlamadım?" Gözlerini kapatarak, derin bir nefes verdi. Onu izliyordum ve neyi kast ettiğini anlamaya çalışıyordum. Tam olarak neyi durdurmam gerekiyordu ki?

"Ondan uzak dur," dediğinde, kimden söz ettiği hakkında güçlü bir tahminim oluşmuştu. "Tuğrul'dan mı söz ediyorsun?" Kafa salladı ve bana bir adım daha yaklaştı. "Evine geldim, o adam da yoktu. Bizden bir şeyler sakladığını biliyorum ama o adamla alakalı eminim. Belayı kendine çeken bir tip olduğunu sen de fark etmişsindir, yanında durdukça sen de belayı çekeceksin."

Belki de çoktan çekmiştim.

Tuğrul'un bebek bakıcısı tavrı zaten şüphe duymama neden oluyordu. Israrla beni koruyacak biri değildi, çoktan gitmeme izin vermiş olması gerekiyordu. Yüksek ihtimalle başıma bir şeyler sarmıştım ama korktuğum söylenemezdi.

Başıma bela almaktan korkmak için epey geç kalmıştım.

"Endişelenmene gerek yok, onun yanında falan değilim. Sadece kiracısıyım," Bakışları değişti ve kısılan gözlerini gözlerimden çekmeden bir şeyler mırıldandı. "Pekala, ne kadar inatçı biri olduğunu biliyorum. Yine de her ne olursa olsun, ne yaşarsan yaşa yanında olacağımı bil tamam mı?"

Kaşlarımı çattım, arkadaşımın böyle konuşması beni iyice tedirgin ediyordu. "Gökalp, neden böyle konuşuyorsun?" diye sordum, "İyiyim, görüyorsun zaten?"

"Birbirimizi anlamak için kelimelere ihtiyacımız yok, bu hep böyle oldu." Dudaklarına buruk bir gülümseme yerleştiğinde gözleri de boynundaki kolyeye inmişti. "İyi miyim, ne hissediyorum, kötü bir gün mü geçirdim," Kolyenin ucunu tutup simgeye baktığında ben de onu izlemeye devam ediyordum, ta ki ses tonu değişip de "Duygularım ne?" diye sorana kadar. "Hepsini bilmiyor musun?"

Gözlerimiz kısa bir anlığına buluştu, aralanan dudaklarım eşliğinde Gökalp'e bakıyordum. Beynimin içinde dönen düşünceler o kadar hızlıydı ki hangi birini takip etsem, neyi hatırlamaya çalışsam eksik kalacak gibiydi. Buna rağmen sen zaten her şeyin fakında değil misin diye bana kızan iç sesimin baskınlığı liderliği ele alacak gibi görünüyordu.

Aşk konusunu konuşmuştuk daha birkaç gün önce, beni kararsız bırakan sensin demişti. Şimdi Gökalp'in karşısına geçip ne alaka diye sorabilecek miydim ki?

Yapamadım, bu yüzden de sessiz kaldım. O boynundan çıkardığı kolyeyi, yavaşça benimkine takarken de sadece gözlerine bakıyordum.

Geri çekilip yüzünden küçük bir tebessüm geçtiğinde "Slytherinli olduğun belli olsun," demişti. Gözleri de eskisinden daha kırmızı görünüyordu.

Daha fazla onun bu üzgün haline bakmayı reddederek gözlerimi boynuma taktığı kolyeye çevirdim. Harry Potter düşkünlüğümü ve Severus Snape hayranlığımı hesaba katarsak aldığım en iyi hediyelerden biriydi, hediye edenin Gökalp olması da onu benim gözümde daha kıymetli bir hale getiriyordu.

Ama arkadaş olarak.

Elimi sembole götürdüm ve yüzüme yayılan buruk gülümsemeyle arkadaşımın yanağına küçük bir öpücük kondurdum. Bazı şeyleri dile dökemiyorduk biliyorum, tıpkı benim onun duygularına karşılık vermeyeceğimi söyleyemeyeceğim gibi. Yine de biliyordum işte, Gökalp buna dahi razıydı.

"O kadar istedim ve vermedin, sanırım bina falan değiştirmeye karar verdin bunu bana verdiğine göre?" Konu dağılsın diye sorduğumda, kafasını hafifçe sola yatırdı. "Bunca zaman istediğine göre boynundan çıkarmazsın artık?"

"Tabi ki çıkarmayacağım," dedim, o da beni kafasıyla onayladı. "Lütfen, çıkarma." Bakışları tekrar gözlerimi bulduğunda sadece gülümsedi. "Ben artık gideyim, derse yetişmem lazım Aylin."

Onu onayladım, "Görüşürüz," dediğimde ise yanımdan ayrılmış, arkasına bir kez olsun bakmadan fakülteden çıkmıştı. Az önce onun tarafından engellenen ikilememi dekanın odasına girerek sonlandırdığımda aklım hala arkadaşımın söylediklerindeydi.

Ufuk Hocaya ne anlatmış, nasıl işin içinden sıyrılmıştım kendim bile bilmiyordum. Aklım sadece Gökalp'teyken kelimeleri bir araya getirmekte bile zorlanırım diye düşünüyordum ama sırtımı sıvazlayan adamın odasından çıkarken oldukça rahattım. Bilmiyorum, yaşadığım hayat boyunca paçayı sıyırmaya o kadar alışmıştım ki konu üzerinde düşünmeden halledebilecek kıvama gelmiştim. Yoksa kim fakülteyi ödüle taşıyacak projenin as elamanlarından birine, en işe yarayacak zamanda iki haftalık izin verirdi ki?

"Başımdaki belalardan da kurtulacağım, o ödülü de alacağım," dedim kendi kendime, Tuğrul'un beni beklediği çıkışa doğru yürümeyi de ihmal etmedim. Açık havaya çıktığımda sanki içeride nefes alamıyormuş gibi hızlı hızlı nefes alıp vermeye başlamıştım. Üstümde yorgunluk hissediyordum ve elim sürekli az önce boynuma takılan kolyeye gidiyordu.

Her şey yolunda, Aylin. Hiçbir sorun yok.

Her yanın sorun olsa bile önemi yok, sen devam edebildikçe hiçbir şeyin önemi yok.

Hızlı adımlarla bahçeye çıktığımda kimsenin olmadığını fark etmiştim. Tuğrul beni beklemesi gereken bankta değildi, insanlar derste olduğu için de çevrede kimseyi göremiyordum.

Dikkatlice her yerde gözlerimi gezdirdim, acaba içeri girmiş olabilir miydi? Mantıklı gelen ihtimal ile arkamı döndüm ve birkaç adım önümde bekleyen tanıdık yüzle göz göze geldim.

Koyu kahverengi gözler, ela gözlerime kilitlenmişti.

Tam arkamda bekliyor olmasından dolayı afallayıp, duraksadım. Direkt bana bakıyordu, giydiği koyu kıyafetler bu hava için pek uygun değildi. Taktığı kapüşon ve atkı yüzünden de yüzünün büyük bir bölümü gözükmüyordu.

Yok, yanlış görüyorsun.

Gözlerimi hızla açıp kapattım, bazı geceler onun silüetini gördüğümü zannederdim hep. Şimdi de öyle olmalıydı, karşımdaki adam gerçek olmamalıydı. Gördüğüm beden abime ait olmamalıydı.

"Nihayet," dedi, onun ağzından tek kelime çıkmıştı ama etkisi beynimdeki binlerce kelimeyi bir araya getirmişti. Yaşama, acı çek, öl, öldür...

"Karşılaştık," dedi abim, bense kontrolünü sağlamakta zorlanan elimi yumruk haline getirmiş, bedenimi de olabildiğince dik bir konuma sokmuştum. Bugünün geleceğini biliyordum, bir yanım çabuk karşına çıktı dese de diğer yanım geç bile kaldığı görüşündeydi. Yine de içime sinmeyen bir his vardı, onu görünce beni şaşkına çeviren, "Abi?" derken sesimi savunmasız çıkartan bir his.

"Benimle geliyorsun," dediğini duydum, sesi o kadar net ve eski günleri hatırlatıyordu ki tüm bedenim bir anda gerilmişti. Kafamı sağa sola sallamak, "Gelmeyeceğim," diye karşı koymak bugünü kafasında devamlı canlandıran benim için fazlasıyla zor olmuştu. Hele ki bana doğru adımladığında geriye gitmeyeyim diye verdiğim zihinsel mücadele neredeyse bacaklarımı titretecekti. "Sıkıntı yok," dedi abim, eli iki gün önce bıçak darbesi alan kolumun tam üstünde durduğunda ise "Zorla götürürüm," diye tamamlamıştı cümlesini.

Gözlerimi gözlerine diktim, yaramın üstüne baskı uygularken canımın acıması pahasına kolumu kendime doğru çekmiştim. "Bu sefer o kadar kolay değil," dedim üstüne bastıra bastıra, belki de binadan çıkan silüeti gördüğüm için kendimi daha güvende hissettiğimden böyle konuşabilmiştim, bilmiyordum. Onun da gözleri bakışlarımı takip edip tekrar bana döndüğünde kolumu tutan eli her nasıl olduysa gevşemiş hatta bir saniye dahi kaybetmemişti.

Tuğrul'un bakışları benden, önümde bekleyen abime doğru kaydı önce, adımları duraksar gibi oldu ama şoku çabuk atlatmış, adımlarını da hızlandırmıştı. Bense yüzündeki sırıtışla bana dönen abimin "Güzel," dediğini işittim, "Eğlenceli olacağa benziyor," diyerek koşmaya başladığını görmek içimdeki hoşlanmadığım o hissin üstünü örtmüştü.

Tuğrul koşarak yanımdan geçerken ben de gözlerimi kapattım ve yüzüme yerleşen gülümsemeyle olduğum yerde öylece kalakaldım.

Ona karşı koydun.

Meydan okudun.

Bu sefer söylediği hiçbir şeyi yapmadın, onunla gitmedin.

"Gitmedim, karşı koydum," dedim kendi kendime, "Güçlü durdum," derken de hala sırıtıyordum. Belki beş dakika kadar da aynı pozisyonda ara ara konuşarak olduğum yerde beklemiştim. Ta ki "Aylin?" sesini duyana kadar.

Tuğrul nefes nefese yanıma dönmüş, bakışlarımı ona çevirdiğim an endişeyle "İyi misin?" diye sormuştu. Heyecanla konuşup "İyiyim," diyeceğimi hesaba katmadığından olacak ki şaşkın görünmüştü gözüme.

"Benimle geleceksin dedi ama ben karşı koydum gördün mü?" diye sordum, elimle de onun durduğu yeri işaret etmiş, "Kolumu tuttuğunda geri çekildim, biraz kolum acıdı ama problem değil." Kafamı aşağı yukarı salladım ve kendimi tebrik edercesine "Onunla gitmedim," dedim.

"Kimdi o?" diye sordu Tuğrul, abim yüzünü gizlemiş olsa da o gün benim evime giren adam gibi giyinmişti. İki gün önce evimde yaşananlarla şu an karşımdaki adam arasında bağ kurması onun için zor olmasa gerekti. "Abim."

Tuğrul zaten beklediği cevabı duymuş gibi bakıyordu bana, kafasını sallayıp "Gitmemiz gereken bir yer var," diye elimi tutmasıyla ortamın havası bir anda değişmişti. "Neresi?" O beni sürüklemeye çoktan başlamıştı, ben de adımlarımı düzene sokmaya çalışıyordum.

"Kafamı karıştırıyorsun," dediğinde yere eğdiğim kafamı kaldırdım ve direkt olarak gözlerine baktım. Kısık bakışları üstümdeydi, kafası gerçekten karışık bir insan gibi bakıyordu. Muhtemelen benim gibiydi.

"Hangi tarafta olduğunu anlayamıyorum Aylin."

Ben de anlayamıyordum, kendimi nasıl yine belanın tam ortasında bulmuştum?

...

♥️♥️

Continue Reading

You'll Also Like

3M 162K 40
Heja güzelliği ve cesaretiyle Amed'e nam salmış kadın. Ağir yakışıklılığı ve bastığı yeri titreyișiyle Amed'in saygı duyulan ağası... Kadın çok sevd...
1M 58.3K 25
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...
5.3M 246K 52
"Ulan bari Polat de." dedi. Sesi yalvarır gibi çıkmış gözleri beklentiyle doluydu. "Mirza demiyorsan deme ama en azından Polat de." "Sen yengeye Eli...
1M 56K 42
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...