Yılan Yuvası

By S-Mare

117K 14.4K 14.8K

"Çok yakınımdasın kedicik. Dikkat et, ısırabilirim." "O halde sana yeni bir bilgi daha çıngıraklı." Öfkesi bi... More

Giriş
1.1 - Ak Yılanlara Ölüm!
1.2 - Kan Dolu Düğün
1.3 - Kukla ve Zehirli Taç
1.4 - Parlak Sarı Gözler
1.5 - Yak Ve Isıt
1.6- Ya Özgür Ya da Ölü
1.7 - Kanlı Anlaşmadaki Pençeler
1.8 - Aslan İnindeki Yılanlar
1.9 - Ateşi Başlatan Kıvılcım
1.10 - Aslana Dişlerini Geçirmiş Yılan
1.11 - Ağaçlar ve Dalları
1.12 - Ateşler İçindeki Saray
1.13 - Şifa Veren Dudaklar
1.14 - Tehlikeli Bilinmezlik
1.15 - Canlandıran Öldürülmeli
1.16 - Avcı Olmaya Çalışan Av
1.17 - Kırmızı Bir Çiçek
1.19 - Düşünce Korkakları
1.20 - Şehvet Zehri
1.21 - Oyunlar ve Sırlar
1.22 - Çekilmez Prensin Yılanı
1.23 - Kanla Boyanmış Gümüşi Saçlar
1.24 - Rüzgar, Tuz ve Orman
1.25 - Taşınamayan Nefret Yükü
1.26 - Bir Öpücük Bin Çelişki
1.27 - Tutkulu Bir Son
1.28 - Kötü Bir Masal
Final - Ateş, Öfke ve İntikam
YILAN YUVASI KARAKTERLER
Yılan Yuvası Sözlüğü ve Haritası

1.18 - Ölümcül Kükreyiş

2.6K 465 428
By S-Mare

Merhabalar Yılanlarım 😈

(Uyarı: Bildirim sorunu ya da bölüm açma sonunu için önceki bölümü okuduğunuzdan emin olunuz)

Yeni bölüm için yapmanız gereken tek şey bol bol yorum yapmak ve oy vermek ❤️

Bir de sizden ricam diğer oy vermediğiniz bölümlere dönüp oy vermeniz 😘

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Hadi şuraya da bir aslan emojisi alalım bu seferlik 🦁

Keyifli Okumalar...

🎶

Saint Mesa - Lion

🎶

Instagram: e.s.mare
Esmare_den

Tiktok: Esmareden (Alıntılar, bölüm çizimleri için takip edebilirsiniz.)


"O benim Yılanım ve siz...
Ona dokunduğunuz andan itibaren ölü Yılanlarsınız."

Gözlerimi açtığım an gördüğüm şey küfle kaplı tavandı. Başım öyle çok ağrıyordu ki gözlerimi tekrar yumdum. Ağrıyan sadece başım da değildi. Yüzüm, kollarım, bacaklarım... Her yanım şiddetle sızlıyordu. Elimi kaldırdığımda gözlerimi tekrar açtım ve yüzüme dokundum. Çürüklerin acısı dişlerimi sıkmadan önce tıslar gibi nefeslenmeme neden oldu. Sağ göz kapağım hafifçe şişmiş ve aşağı inmişti. Yanağımda da hissedilebilir bir şişlik vardı. Zorlukla doğruldum ve fırlatıldığım pis zeminde kayarak duvara yaslandım. Her hareketimde acıma biraz daha acı eklendi. Sırtımı duvara dayadım ve o an neredeyse çığlık atacaktım.

Etrafıma baktım, kim bilir belki de saatler önce içinden çıktığım o odanın birebir aynısının içindeydim yine. Tek farkı ayak bileğimde paslı bir pranga olmasıydı. Öyle paslıydı ki hareket ettiğimde zemine sürtünme sesi bile metal sesinden çok uzaktı. En azından bana biraz hareket alanı bırakılmıştı. Parmaklıklı kapı penceresinden çok az sızan ışıkla bir şey daha gördüm. Ufak bir kırmızılıktı. Kopardığım o kırmızı çiçek...

"Gerçekten kendini bu kadar hırpalatmanın işine yarayacağını mı düşünüyorsun?"

Bu Kurttu. Ayağa kalkmaya çalıştım. Ölecekmiş gibi hissettim. Ancak üçüncü denemem ve altıncı küfrümden sonra ayaklarımın üzerinde durmayı başarabildim. Duvardan destek alarak kapının penceresine doğru zorlukla yürüdüm. Parmaklarım demirlere tutundu, aksi halde yere serilebilirdim.

İşte Kurt oradaydı. Tam karşımda... Eski hücremin kapısı hala aralıktı. Kilidi ise kırık, beni Kurdun tam karşısındaki odaya atmışlardı. Delice tartakladıktan sonra.

Gözlerimi Kurda çevirdim. Artık yüzünü görebiliyordum. Gözleri iri ama çekikti, rengi ise koyu bir kahverengi ya da siyahtı. Düz siyah saçları omzuna geliyor olabilirdi, geniş ve köşeli çenesinden aşağısı pencereden görünmüyordu. Yüzü kemikliydi ama buna rağmen çok sert bir ifadesi yoktu. Vahşi bir çekiciliği vardı. Kurtlar hakkında duyduklarımın aksine... Yılanlar onlardan çok da güzel bahsetmezdi, en azından annem.

"Hala yeterince tanınabilir haldesin," dedi konuşmamam üzerine.

Her şeyi bilmesine mi, bilmediklerini tahmin etmesine ve bunların doğru çıkmasına mı sinirleneceğimi bilemedim. Beni bu hale getirmelerinin sebebi bendim, kurtuluşumun olmadığını biliyordum; o kadar Yılana karşılık hiçbir şey yapamazdım. Direniyormuş gibi yapmam, dayak yemek istememdendi. İstediğime de ulaşmıştım, beni feci benzetmişlerdi.

"Yine de aranan bir prenses için... Beni bu halde kimseye göstereceklerini sanmıyorum," dedim, konuşurken çenem bile ağrıyordu. "Ya o prenses gerçekten bensem değil mi?"

Soluk ama belirgin hatları olan dudakları yukarı kıvrıldı. "Çiçeğimi getirdin mi?"

Bir an yerdeki çiçeğe bakacak gibi oldum ama gözlerimi onun üzerinde tutmayı başardım. "Çiçek falan yok! Şimdi bana her bir boku nasıl bildiğini anlat!"

"Çiçek?" dedi yine.

"Sen benimle alay mı ediyorsun?"

"Sadece hakkım olan çiçeği istiyorum," dedi gülümseyerek. "Vermeyeceksen gidip biraz daha kestireceğim."

Başımı geriye atıp öfkeli bir nefes verdim. Boynum da şiddetle acıyordu artık. Tekrar ona baktığımda, "Kahrolası çiçeğini vereceğim," dedim. "Ama sonra bana her şeyi anlatacak ve buradan kurtulmanın yolunu söyleyeceksin."

"Her şeyi anlatma kısmına söz veremem," dedi. "Ama buradan kurtulmanın yolunu söylerim."

Aptalcaydı belki ama bu beni rahatlatmıştı. Kesinlikle aptalcaydı. Daha ilk defa gördüğüm bir Kurda güveniyordum. Ona ilk güvendiğimde aldığım sonuçlar hala ortadayken üstelik. Yine de arkamı döndüm, acıyan canımla ağır ağır yerdeki ezilen çiçeğe doğru yürüdüm. Eğilip onu almak bile vücudumdaki tüm acıları aynı anda hissetmeme sebep oldu. Doğrulmak da bir o kadar işkence gibiydi. "Onu sana nasıl..." Arkamı döndüğümde irkildim çünkü Kurt tam kapımın önündeydi artık. Elini parmaklıklardan içeri uzattı.

"Sen odadan nasıl çıktın?" dedim şaşkınlıkla.

Dudaklarını büktü ve yan dönüp açık kapısını gösterdi. "Kapım kilitli değildi."

Dudaklarım birkaç saniye aralık kaldı. "Ne zamandır?"

"Seni bir çuval gibi içeri fırlattıktan sonra açtılar," dedi umursamazca. "Kırmamı beklemeleri can sıkıcı olmaya başlamış olmalı. Belki de kilidi kırabileceğimi düşünemeyecek kadar aptal olduğumu düşünüyorlardı ve bunu kendileri yapmaya karar verdiler. Anlayacağın sabah olmadan kaçmaya çalışacağımı düşünerek eğlencelerini benimle beslemeyi planlıyorlar."

"Kaçmaya çalışmayacak mısın yani?"

"Hayır," dedi direkt. "Çalışmayacağım çünkü kaçacağım. Kaçmaya çalışmak bunun için çabalamak demek, benim çabaya ihtiyacım yok." İçeri uzattığı elinin parmaklarını kıpırdattı. "Çiçek?"

Bu adam bir deliydi!

Neden karşılaştığım herkes deliydi?

İleri adımlayıp sonunda ona ezilmiş çiçeği uzattım. Eline alıp uzun uzun ezilmiş çiçeğe baktı. Sonra arkasını döndü ve odasına yürüyüp içeri girdikten sonra yere oturdu. Öylece odanın ortasına oturup bağdaş kurdu. Çiçeğe biraz daha bakarken şaşkınlıkla onu izliyordum. "Toprağımdaki ilk çiçek sana ait prenses."

"Ne?"

Gülümsedi sadece. Sonunda şaşkınlığımı bir kenara atabildiğimde, "Benim kilidimi kırabilir misin?" diye sordum. "Beni buradan çıkarırsan..."

Çiçeği kirlenmiş pantolonunun cebine attı ve bana baktı. "Kırsam ne yapacaksın? Şu halinle benimle beraber kaçabileceğini mi düşünüyorsun? Sen bana sadece ayak bağı olursun."

"Buradan kurtulmanın yolunu söyleyeceğim demiştin!" dedim öfkelenerek.

"Söyleyeceğim zaten ama benimle beraber demedim. Yolumuz kısa bir süreliğine ayrılacak ama ikimiz de buradan bugün çıkacağız."

Söylediklerinin çoğunu es geçtim çünkü onu çoğunlukla anlamıyordum. Yine de bana yardımcı olabileceğine güvenmek istiyordum. "Nasıl?" dedim heyecanla. "Bana yardım edersen sana borçlanırım ve eğer bir gün yine karşılaşırsak sana borcumu öderim. Yemin ederim ki..."

"Talu."

"Ne?"

"Adım," dedi sakince. Ellerini yere dayadı ve bedenini hafifçe geriye verdi. "Adım Talu."

"Adını falan sormadım," dedim yine öfkelenerek. "Adını merak da etmiyorum. Bana cevapların lazım! Kahrolası cevaplar, anlıyor musun?"

"Benim cevaplarım tehlikelidir," dedi Kurt. "Zararsız soruların varsa elbette sana cevap veririm ama en zararsız sorunun bile cevabı kadere yön verebilir."

"Sen delirmişsin!" dedim şaşkınlıkla. Bunlar kesinlikle normal bir insanın konuşmaları olamazdı.

"Belki," dedi umursamazca. "Belki de sizin aksinize bana karanlık yoktur."

Sonunda sabrımın sınırına gelip bağırdım. "Ne saçmalıyorsun sen?"

"Karanlık..." Omuz silkti. "Çoğu şeyi gizler, bilirsin ama benim gözlerimdeki çoğu ışık sizin aksinize açık."

Yine öfke dolu sözcükler dilimin ucuna dizildi ama onları yuttum. Zihnimde Lian'ın boynuma bir kılıç dayamadan önceki sözleri yankılandı. Birkaç saniye sadece ona baktım. O da sessiz kaldı. "Sen şu Kutsal Varlık zırvalığından biri misin yoksa?" diye sordum sonunda. "Haber Getiren..."

Lian'ın saydığı Kutsal Varlık'lardan Kurda en yakın olan tabir buydu ama o kabullenmek ya da reddetmek yerine yine aklımı karıştırmayı seçti. "Kutsal Varlık'lar isimlerini meziyetlerine göre alır. Sana herhangi bir haber getirdim mi?"

"O halde ne haltsın sen? Eğer bir şeyler göremiyorsan prenses olduğumu, dahası kaçamayacağımı nasıl bilebiliyorsun?"

"Haber vermekle ilgim olmadığını söyledim, bir şeyler göremediğimi değil. Gözlerimdeki ışıklar prenses... Görebildiğimi zaten biliyorsun." Yine öfkeli bir cevap alacağını anlamış gibi konuşmama izin vermeden devam etti. "Seni çok zorlayacak değilim. Şu an sadece yüzünü görerek bile olduğun yerde sallandığını ve acı çektiğini anlayabiliyorum. Ayakta zor duruyorsun. Bir yere otur ve sorularını sor. Ben de cevap verebilir miyim diye bir bakayım. Sonra sana buradan nasıl çıkacağını söylerim."

Başımı geriye attım ve tavana kısa bir an bakarken derin nefesler aldım. Sakinleşmeye çalıştım, bu elbette başımın arkasına saplanan şiddetli ağrıyla pek mümkün olmadı. Kurt beni delice öfkelendirse de bir konuda haklıydı, bütün bedenim acıyordu ve ayakta durmak gerçekten çok zor olmaya başlamıştı. Olduğum yere çöktüm ve sırtımı kapıya yasladım. Bu biraz daha rahatlatmıştı ama aynı zamanda zemine değen bacaklarım ve kapıya yaslanan sırtımdaki yaraların acısını daha net hissettirmişti. Baş ağrısından biraz daha kurtulmak ümidiyle gözlerimi kapattım. "Neden buradasın?" diye ilk sorumu sordum. "Nasıl askerlere değil de yağmacılara yakalandın?"

"Yağmacılar birinin onları yağmalamasından hoşlanmıyorlarmış," dedi.

"Onları mı yağmalamaya çalıştın?" dedim alayla gülerek.

"Yakalanmaya çalıştım."

"Neden?"

"Neden Yılan Topraklarına gelmişsem o yüzden."

"Bunun cevabını vermedin zaten."

Güldü. "Şu an veriyorum ya işte."

Gözlerimi açtım ve karşımdaki sıvası dökülmüş, yer yer küflenmiş duvara bakarken yüzümü buruşturdum. "Benimle konuşmak için olamaz değil mi? Çünkü bu çok saçma olurdu."

"Bir şeyleri görebilmem gibi saçma mı?"

"Baykuşların da görü gücü var."

"Peki, ya Kurtların?"

Uzun ve bıkkın bir nefes aldım. "Yok, ama belki sen bu saçmalığı da açıklamak istersin."

"Uzun ve sıkıcı bir hikaye," dedi alaycı bir tınıyla.

Ben ise bariz bir alayla, "Ve tehlikeli mi?" dedim.

"Sana söylediğim her şey tehlikeli olabilir, o yüzden tehlike sınıfında en altta kalanları söylemeye çalışıyorum."

"Neden tehlikeli peki?" Sesimde biraz merak vardı artık.

"Görüler hakkında bildiklerin çok sınırlı olmalı. Şöyle açıklayayım. Bir yol ayrımında olduğunu düşün. Sana yollardan birinin sonunda çok sevdiğin birini kaybedeceğini söyleseydim, o yola girer miydin?"

"Muhtemelen hayır," diye cevapladım. Aklıma Vilas geldi çünkü değer verdiğim tek kişi o kalmıştı. Başımı iki yana salladım. "Kesinlikle hayır."

Vilas'a bir şey olursa ben de ölürdüm. Ya özgür ya da ölü ama beraber...

"Diğer yolu seçerdin," dedi Kurt. "Belki de diğer yolun sonunda sevdiğin o kişiyle beraber çok daha fazla kişi kaybedeceksin ama görü sahibi, sadece ilk yolda ilerlersen olacakları görmüştü. Diğer yolu bilmiyordu bile."

"Görüler kısıtlı öyleyse," dedim anlayarak. "Baykuşlar aynı yolu mu görür hep? Ya da sen diye mi sormalıyım? Görü gücü olan bir Kurt..."

"Ben o konunun tamamen dışındayım," dedi. "Neden diye sorma, Kutsal Varlık'lar zırvalığı olarak kabul et bunu ki konu daha fazla uzamasın. Gitmem gereken zamana yaklaşıyoruz. İlk soruya gelelim. Baykuşlar bazen aynı görüyü görür. Hatta bazen aynı görüyü gören kişi sayısı o kadar fazladır ki, gerçekleşecek olanın tam da gördükleri şey olduğunu düşünürler. Eğer bu onlara göre kötü bir sonuç getiriyorsa paniklerler, sana saldıran Baykuş bunu görüsü, hatta görüleri yüzünden yaptı mesela." Bunu da bilmesine karşılık şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. "Diğer yandan bu onu ölüme götürdü. Görüleri açıklamak bile bazen ölüme sebep olabilir, Kader Döngüsünü alt üst edebilirsin çünkü. Kaldı ki buna birebir müdahale etmek... Bu intiharla eşdeğer."

"O halde böyle bir güçlerinin olmasının manası ne? Kullanamıyorsun bile."

"Kullanıyorsun. Sadece görüyü iyi yorumlaman ve dikkatli olman gerekiyor. Bir insanın kaderi bir yere bağlıdır, asıl sonuç değişmez. Sadece gideceğin yolda yaşayacaklarını değiştirebilirsin. Kaderinde bir tepeyi tırmanmak varsa o tepeyi er geç tırmanırsın ama zirveye çıktığında belki orada yalnız dikilirsin, belki de yanında onlarca insanla. Anlıyor musun?"

Kısmen anlamıştım, başımdaki kahrolası ağrı olmasa daha iyi bir iş başaracağım da aşikardı. "Kaderin alt üst edilmesi ne öyleyse?"

"Bir Baykuş sana dağa tırmanmanı engelleyecek bir şey söylerse ve sen de onu dinlersen kaderin değiştirmiş olur. Baykuş sana önündeki yollardan başka bir yol açar. İşte bu kaderin alt üst edilmesidir. Baykuşların görü gücü bu yüzden tehlikelidir. Görüyü açıklamak seni dağa tırmanmaktan alıkoymuyorsa sorun yok ama sana yeni bir yol açıp kaderini baştan şekillendiriyorsa işte o zaman ölümle cezalandırılırlar."

"Bundan nasıl emin olabilirsin ki?" dedim yüzümü buruşturarak.

"Olamazlar zaten," dedi. "O yüzden tehlikeli görüleri dillendirmezler."

"O Baykuş ölmem gerektiğini söyledi," dedim düşüncelere dalarak. "Beni öldürmek istedi. Hatta bunun için kendi ölümünü göze aldı. Bunun anlamı ne?"

"Kadının ne gördüğüne bağlı," dedi sakin bir sesle. "Belki yolun sonunu, belki o yolda ilerlerken sebep olacağın herhangi bir şeyi gördü. Ölmeni istedi çünkü bunun çoğu insanın kaderini iyi yönde değiştirebileceğini düşündü. Belki de kadın kötü olan taraftaydı ve iyi şeylere sebep olabileceğini gördü. Sorun da bu, ölmen birçok kişinin kaderini değiştirir belki ama bu iyi sonuçlar getirebileceği gibi çok daha kötüsüne de sebep olabilir. Baykuş her ne görmüşse senin yaşamanın en kötüsü olduğuna karar vermiş olmalı. Kendi bakış açısıyla elbette."

"Sen peki?" diye sordum. "Sen bir Baykuş değilsin ama bir şeyleri belli ki görüyorsun. Kutsal Varlık zırvalığı falan. Bu seni de öldürebilir mi?"

"Belki," dedi, bunu dürüst olarak söylediğinden emin değildim. Aslında söylediği hiçbir şeyin gerçekliğini şu an sorgulayamazdım.

"Kaçmamıza yardım ederek risk almadın mı? Bu üçümüzden birinin bile kaderini alt üst edebilirdi."

"Bu da uzun bir konu," diye geçiştirdi. Öyleyse ya çok cesurdu ya da bunun onu öldürmeyeceğini biliyordu. "Son bir soru? Çünkü zamanımız gerçekten doldu."

Aklıma Yılan Krallığı geldi, aslında o an düşünebileceğim en son şey bu olmalıydı. O saraydan kaçtıktan sonra neler olduğunu sormak istedim ama son bir soru demişti. Eğer onu böyle bir şey ile harcarsam bana başka bir cevap vermeyip yine sessizlik oyununa dönebilirdi. Kısıtlı süreyi sorabilirdim ama bu da tek soru hakkımı harcamaya değmezdi.

"Vilas," dedim, içimden bambaşka bir sıkıntı oluştu. Göğsüm aldığım derin nefesle ağrıdı. "Nerede? Bunu da gördün mü?"

"Evet," dediğinde omuzlarımdaki bir ağırlık azaldı sanki. Elbette o rahatlamayı söküp alması uzun sürmedi. "Nerede olduğunu söyleyemem, zaten sana yararı da dokunmaz bunun. Ona şu an ulaşamazsın. Biraz daha iyi hissetmeni sağlayacaksa senden çok daha iyi bir durumda olduğunu söyleyebilirim. Güzel yemekler yiyor, rahat bir yatakta uyuyor." Yüzümün asıldığını görmüş gibi güldü. "Merak etme, bu halinden memnun olduğu anlamına gelmiyor. Seni merak ediyor ve bir şekilde kaçmanın yolunu bulmaya çalışıyor."

"Kaçabilir mi?" dedim ümitle.

Ayağa kalktığını adım seslerinden anladım. Kapı kapanma sesi hemen ardından geldi. Kapıma doğru yürüdüğünü anlayıp ben de tekrar ayağa kalktım. Tekrar yüz yüze geldik, gülümsüyordu. "Vaktim doldu.

Sola doğru dönmüştü ki, "Dur!" diye atıldım. "Bana... Bana buradan çıkmanın yolunu söyleyecektin. Cevabı tehlike, kader, yol kelimelerine kullanmadan ver."

Bana doğru döndü yine. "Yapman gereken tek şey var." Bir adım geri gitti. "Ve şu an tam da onu yapıyorsun."

Algılayamadım, birkaç saniye boyunca bu böyle sürdü. "Ne?" dedim sonunda.

"Buradan çıkmak istemiyor musun?" dedi ve bir adım daha geriledi. "Bunun için yapman gereken tek şey orada öylece kalmaya devam etmek."

Tekrar önüne döndü ve saatler önce ilerlediğimiz o koridoru adımlamaya başladı. Şaşkınlıkla ardından bakarken, "Hey!" diye bağırdım. "Ne yaptığını sanıyorsun sen?"

"Kaçıyorum," dedi yürümeye devam ederek. "Yalnız."

Benimle alay mı etmişti? Tüm o saçma konuşmaları bu aptal an için miydi? Öylece arkasından bakmam için olamazdı, bu beni öfkeden öldürebilirdi. "Beni kandırdın!" diye bağırdım ardından. "Bunu sana ödeteceğim! Yemin ederim ki ödeteceğim!"

"Hala sallanmadan ayakta duramıyorsun prenses," diye seslendi. "Sana tavsiye, biraz dinlen!"

"Talu!" diye bağırdım. Benimle oynamış olamazdı. "Kahretsin! Bunu yapamazsın!"

Yapabilirdi.

Onu tanımıyordum bile. Günlerdir tanıdığım Aslanlar beni kolayca harcarken ilk kez gördüğüm bir Kurt için bir değerimin olduğunu düşünmek saçmaydı. Bir şeyler gördüğüne emindim ama o gördükleriyle beni sadece eğlenmek için kullanmıştı. Yakalanmamı, delice hırpalanarak buraya geri tıkılmamı izlemişti. Beni saçma sapan sözlerle oyalamış ve sonunda da yüzüme gülerek kaçıp gitmişti. Görü gücü olan biri kaçacak onlarca yol bulabilirdi, nasıl beni de buradan çıkaracağına güvenmiştim ki zaten?

Onu ele verebilirdim, bunun için delice bağırır ve yağmacıları buraya çekerdim ama belki de istediği buydu. Kaçması için ona bir şekilde zemin hazırlardım. Diğer yandan benimle oynaması sonucunda böyle bir şey yapacağımı görü gücü olmayan bir insan bile tahmin edebilirdi ama Talu bundan korkmamıştı bile. Bağırmayacağımı mı biliyordu, yoksa bağırırsam olacaklara mı güveniyordu?

Hiçbir şeyden emin değildim. Kafam o kadar karışmıştı ki...

Kapıdan uzaklaştım ve duvar dibine doğru zorlanarak ilerledim. Bileğimdeki zincir sinir bozucu bir sesle zemine sürünürken kendimi sonunda yere bıraktım ve sırtımı duvara yasladım. Elim yine yüzüme gitti ve yanağımdaki şişliğe dokundum. Acısıyla tıslar gibi nefeslendim ama biraz daha kendimi rahatlatmaya çalıştım. Beni arıyorlarsa Yağmacılar bu halde karşılarına çıkmama izin vermezdi, buna güvenerek dayak yemiştim zaten. Elbette bir de Kurda... Ondan bir şeyler öğrenebileceğimi düşünmüştüm, belki o bilgilerle buradan çıkacak bir yol bulmayı da; ama kahrolası köpek boku benimle alay etmişti sadece.

Etraftaki sessizliğe bakılırsa gerçekten kaçmıştı da.

Dakikalarımı düşüncelerde boğularak harcadığımda baş ağrım da katlanarak artmıştı. Gözlerimi sıkıca kapatıp içeri sızan ışıktan bile gözbebeklerimi sakındım, sanki bu başımdaki ağrıyı geçirebilecekmiş gibi. Küf ve pislik kokusu bana hiç yardımcı olmadı, farelerin gezisi ise can sıkıcıydı artık.

Ayak sesleri duyduğumda gözlerimi açtım. Kapının parmaklıklı penceresine döndüm. Kalp atışlarım hızlanırken beni getiren Yılanın yüzü içeri sızan ışığı neredeyse tamamen kesti. Kapının kilitleri tek tek açılırken bunu başka biri yapıyordu, çünkü Yılan hala bana bakıyordu. Sonunda kapı açıldığında üç Yılan gördüm. En önde hala yüzüne aşina olduğum o Yılan vardı ama arkasındakiler de dikkatle bana bakıyorlardı. "Prensesmiş," dedi alayla öndeki Yılanın sağ arkasında kalan, alayla. İçmişti, sesinden belliydi.

Soldaki tiksindirici bir sesle gülmeye başladı. "O sürtüğün hasta olduğunu duymuştum. Onu görenler derisinin çürümüş ete benzediğini söylüyor. Kara Yılan onunla evlenmek gibi bir hatayı nasıl yaptı bilmem ama bu kız, fazlasıyla sağlıklı görünüyor."

"Kaçmaya çalışmadan öncesine kadar," dedi öndeki Yılan. Diğerlerinin aksine o gülmüyordu. "Şimdi bize Aslan piçleriyle ne iş yaptığını anlatacak."

İçeri doğru adımladığında sırtımı duvardan ayırdım ve ellerimi yere dayayarak zincirin bağlı olduğu duvara doğru geri geri süründüm. Bir silahım yoktu, amacım sadece gerilen zinciri serbest kullanacak kadar alan açmaktı. Yılanların bedenlerinin izin verdiği ölçüde Kurdun hücresine baktım, onu nasıl fark etmediklerini de o an anladım. Hücrenin kapısını kapatmıştı ve bu aptalların aklına elbette oraya bakmak gelmezdi. Onun kaçısını kullanmak işime yarar mıydı peki? Belki sadece kısa bir süre... Yani hiç...

"Esirleriydim," dedim o yüzden.

"Onlarla kaçmaya çalışırken de öyle miydin?" dedi öndeki Yılan. Çenemi kavradığında zinciri kullanabileceğim bir mesafe sağlamıştım ama yine de buna hemen yeltenmedim. "Anlat Aslan fahişesi! O Aslanı sadece yatakta tatmin etmiyordun değil mi?"

Söylediğinin imkansız ve ne kadar aptalca olduğunun farkındaydı ama zaten amacı sadece beni aşağılamaktı. "Esirdim," dedim boğuk bir sesle yine. "Sadece kaçabileceğim bir fırsatı... Değerlendirdim."

"Yalan söylemeyi kes!" diye bağırdı, tükürükleri yüzüme yayıldı. Her ne kadar pislik içinde olsam da bu beni yine de iğrendirdi. "Bana doğruları anlat! Yoksa..." Başını önce sağa, sonra sola çevirdi ve diğer yılanlara baktı. "Seni onlara veririm. Etini dilim dilim keserek yılanların önüne atarlar."

İki Yılanın pis gülümseyişi gözlerimin önüne serildi. Eğer saatler önce bayılana kadar dövülmeseydim, ikisini de kolaylıkla haklardım. Zincirli olmama rağmen üstelik. Şimdi ise bundan pek emin değildim. "Arkadaşımla tarafsız topraklara geçecektik," dedim Yılana. "Aslanların sınırlarına girince yakalandık. Bizi sizden biri sandılar üstelik. Arkadaşım hala onların elinde." Boğazımdaki elin acısıyla susup yutkunmaya çalıştım. "Yalan söylemiyorum, esirdik. Eğer onlara çalışıyor olsam beni arkalarında bırakırlar mıydı sence?"

Yılan bir an kararsız kaldı, ardından boynumdaki eliyle beni şiddetle itti. Sırt üstü düştüm. "Tarafsız Topraklar demek," dedi gözlerini kısarak. "Kendi topraklarınızdan neden kaçıyordunuz?"

"Arkadaşım..." dedim doğrulmaya çalışarak. Her yanım acıyla yanıyordu yine. "Bir şeyler çaldı. Kraliyet askerleri tarafından aranıyordu."

Yılanın kaşları havalandı. "Bundan sana ne peki? Çalan da aranan da o değil mi?"

"Onu yalnız bırakamazdım," dedim dişlerimin arasından.

"Belki de arkadaşı değil kocasıydı," dedi sağdaki Yılan.

"O bir kızdı," dedim hemen.

"İki kız sınırı öylece geçemezdiniz canım," dedi sağdaki. "O kocandı değil mi?"

"Değildi," dedim hemen.

"O halde bize kocanın adını ve nerede yaşadığını söyle," dedi yine önümdeki Yılan.

Onlara öylesine bir adres ve isim verebilirdim ama bu prenses olmadığım konusunda şüphelerini artırırdı ve iki Yılanın pis hayallerinin önündeki engeli kaldırırdı. Prenses olduğumu söylersem eğer buna da inanmayabilirlerdi, buna hayli heveslilerdi zaten. Diğer yandan inanırlarsa başka bir problem gün yüzüne çıkıyordu, bir prensese böyle bir muamele göstermenin sonuçlarını da tahmin eder ve beni o an öldürüp ardımda hiçbir iz bırakmaya çalışabilirlerdi.

"Size isim falan vermeyeceğim," dedim. "Gidip kendiniz bulun. Eğer şanslıysanız kocam Kara Yılan Prensi çıkmaz."

En tehlikesiz yolun bu olduğunu düşünmüştüm ama öyle olmadı. Önümde duran Yılan ileri atılıp boynumu tekrar kavradı ve beni yere yığıp ağırlığını üzerine verdi. Başım zemine çarptığında gözlerim kısa bir an karardı. Midem bulandı. "Kendini akıllı mı sanıyorsun Aslan Artığı?"

Nefeslenip kendimi toparlamaya çalıştım. Boğazımı sıkan elden bu mümkün olmadı. Yine de, "Evet," dedim kendime mani olamayarak.

Ucunun ayak bileğimdeki prangaya uzandığı, yanımdaki zinciri kavradım ve hızla Yılanın boynuna dolayıp çektim. Eli boynumdan hızla ayrılıp zinciri buldu. Öfkeyle acılarımı bile hissedemez olurken zinciri öyle sıkı doladım ki çırpındı. Elbette elimden kurtulması uzun sürmedi, diğer Yılanlardan birinin karnıma tekrar nefesimi kesecek bir tekme indirdi ve acıyla haykırdım. Boğazını sıktığım Yılan zincirden sıyrıldığında öksürmeye başlarken diğer ikisi kollarıma bastırıp yerde kalmamı sağladı. Yılan ise kendini toparlar toparlamaz tekrar üzerime çıktı ve yüzüme şiddetli bir yumruk indirdi. Burnundan solurken küfürlerini de esirgemedi. Diğer yumruğu başımı da tekrar zemine çarpmama neden oldu.

İçeri dolan az ışık kayboldu. Gözlerim mı kapanmıştı yoksa kendimden mi geçmiştim bilemiyordum ama ikincisi duyduğum sesle daha mantıklı gelmeye başlamıştı.

Bu bir kükremeydi. Aslan kükremesi...

Saniyeler, belki de dakikalar geçmişti. Emin değildim ama sonunda ışık tekrar gözlerime vurdu. Üzerimdeki Yılanın afallamasını zar zor seçtim. Başını yana çevirdiği anda duvara çarptı ve yere yığıldı. Puslanan görüşümü temizlemek için gözlerimi tekrar kapatıp açtım. Odaklanmak zordu ama bir haykırış duydum. Yüzüme ıslak damlalar sıçradığında ellerim serbest kaldı. Tam da o an Yılanlardan birinin kopan başı yanıma yuvarlandı. Zemin kana bulayan başının bir kılıçla kesilmediğini anlamak için net görebilmeme bile gerek yoktu.

"O benim Yılanım ve siz..." Hırıltı sesi kükreme kadar yüksekti artık. "...ona dokunduğunuz andan itibaren ölü Yılanlarsınız."

Yüksek hırıltı sesiyle başımı diğer yana çevirdim ve ağrısıyla inledim. Yine de diğer yılanın boynuna pençesini geçirmiş Aslanı gördüm. İnleyişimle başını bana çevirdi, yüzü kırmızı bir boyayla yıkanmış gibiydi ve onu çok uzun süre tanımasam da ilk defa böylesine korkunç bir yüzle görüyordum. Başını tekrar Yılana çevirdiği an onun da boynunu pençesiyle kopardı. Duvara fırlattığı Yılan kendini toparlamış olmalı ki üzerine atıldı. Esilian'ın eli bir kılıç gibi göğsünü delip geçti. Yılan yerdeki kan gölünün içine devrildi.

Başını çevirip tavana bakarken güldüm. Çenem, yüzüm, her bir yanım acıyla yansa da gülüşlerim kahkahaya dönüştü. "Çok... Saçma!" dedim gülerken.

Yanıma eğildiğinde nefes nefeseydi ve o nefesler hala hırıltılıydı. Yüzüme dehşet verici öfkesiyle baktı ama konuştuğunda sesi yumuşamıştı. "Beni çok özlemiş gibisin çıngıraklı."

Başımı çeviremedim, bir kez daha o acıyı yaşamak istemiyordum ama ona doğru çevirdiğim gözlerimin çukurları bile acıyordu artık. "Çok saçma! Burada... Olamazsın."

"Hayal görüp görmediğinin tartışmasını seninle yapamayacağım çünkü misafirlerimiz çoğalıyor."

Beni şiddetle çekip ayağa kaldırdığında acıyla art arda küfrettim ama gerçek olduğuna da emin oldum. Bana destek olup ilerlememi sağlarken kapıya yönelmedi. Aksine o kapının hemen yanına yaslanmamı sağladı ve açık kapıdan dışarı baktı. Diğer Yağmacıların seslerini o an duydum. Burada nasıl olabildiğini, içeri nasıl girebildiğini bilmiyordum. En önemlisi neden beni kurtarmak için bu çabaya girdiğini de. Bu soruları sonraya bırakırken, "Ne yapacağız?" diye sordum.

Bacaklarım beni güçlükle taşıyordu artık. Başım ise şiddetle dönüyordu, beni tutmasa yere yığılmam an meselesiydi. Kendimden geçmem de. Yürüyebilmem söz konusu bile değildi, beni taşımayı göze alsa o da yürüyemezdi şüphesiz; çünkü Yağmacıların sesi az kişi olmadıklarının kanıtıydı. Ama bir planı olmalıydı, içeri girmeyi bir şekilde başarsa bile böylesine bir gürültüden sonra nasıl çıkacağını da hesaplamış olmalıydı.

"Yardım alacağız," dedi ve başını bana çevirdi. Yüzü kanla yıkanmıştı ve gülümserken hala ürkütücü görünüyordu. Başıyla yeri işaret etti. İri yılanlar az önce yattığım zeminde geziyorlardı ve yerdeki kesik başları çoktan yemeye başlamışlardı. Yılanlar, Yılan ırkı ile beslenmezdi. Bu da bir şeyi açığa çıkarıyordu.

Çok açlardı.

"Bize saldıracaklar," dedim panikle.

Dışarıdan haykırışlar yükselmeye başladığında Lian'ın sırıtışı büyüdü. "Saldıracaklar ama bize değil."

Belimi kavradığında bir an nefesim kesilir gibi oldu. Kahrolası Yılan kaburgalarımı öyle bir tekmelemişti ki kırıklar bile oluşmuş olabilirdi. "Biraz daha dayanman gerek," dedi bana. Başımı zorlukla salladım ve yerdeki yılanlara baktım. Yağmacıları yemekle meşguldüler ama bize saldırmaları an meselesiydi. Lian nasıl bunun aksinin olacağına emindi, anlamıyordum.

"Bastığın yere dikkat et!" derken bana destek oldu ve odadan çıkardı. Daha o an ayaklarım yılan şelalesinin ortasında kaldı. Ben bile bundan bir an irkildim ama Lian oldukça rahattı. Haykırışların kaynağını o an gördüm. Çığlık çığlığa bağıranlar yağmacılardı çünkü yılanlar onlarla ziyafet çekiyordu. Bunun bir an hala netleşmeyen görüşümden kaynaklandığını ya da başıma aldığım darbelerden oluşan bir sanrı olduğunu düşündüm ama değildi.

Öylesine şok olmuştum ki dikkatsizce bir yılanın üzerine bastım. Yılan şiddetle ayağıma dolanırken Lian bana kınarcasına baktı. Birden beni kaldırıp yine kucağına aldı. Bakışları ayağıma sarılan yılandaydı artık. Yılan kıvrılıp sıktığı bacağımdan çözüldü ve yere düştü. Ağzımdan bir hayret nidası çıktı. Gözlerim karşımda çığlık çığlığa bağıran yağmacıları buldu yine. Kılıçlarıyla karşı koymaya çalışıyorlardı ama yılanlar öylesine saldırgandı ve çoktular ki hiç şansları yoktu.

Tüm ağrılarımı unuttun adeta. Sadece aklıma gelen şeyle öylece onlara baktım. Yılanları biz kaçmadan önce beslemişlerdi, Kurt bana böyle söylemişti ve haklı da çıkmıştı. Bize saldırmamışlardı. Kaçma girişimimizin üzerinden ise bir gün bile geçmemişti. Yılanların açlığa neredeyse on gün dayanabildiği göz önüne alındığında bu denli vahşileşmeleri için çok daha fazla bir zaman geçmesi gerekiyordu.

Yılanlar aç falan değildi.

Başımı Lian'a çevirdim. O da karşısındaki vahşetten gözlerini bana çevirdi. "Ceylan..." dediğimde dudakları yana doğru kıvrıldı. Dişleri yine açığa çıktı. Bana verdikleri atı düşündüm, hiç huysuzlanmamasını ama birden Lian'ı öfkelendirdiğimde huysuzlaşmasını... "Toprağın Hakimi adına! Sen sadece o aslana hükmetmiyorsun. Sen..."

"Ben..." dedi ve yine yüzünü öfke bürüdü. Gözlerini karşısındaki vahşete çevirdi. Hırıltılı sesi geri geldi. "Hükmeden'im ve onlar artık kimi karşılarına aldıklarını biliyorlar."

⚔⚔⚔

Merhabalar Yılanlarım ve Aslanlarım,

Keyifler nasıl?

Peki, ya bölüm? 😈

Öncelikle Kurdun söylediklerini nasıl yorumluyorsunuz?

Lian'ın girişi nasıldı? 😈

Evet, bundan sonra tüm dengeler değişiyor. Hazır mıyız? 🔥

Diğer bölüm yaralarımızı saracağız, eh ama biz saramayız da 😈

Haftaya görüşmek istiyorsak ne yapıyoruz? Bol bol yorum yapıp oy veriyoruz.

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar 💃🏻

Continue Reading

You'll Also Like

3.7K 331 4
Ocak 2021 yazma günü kazananı! Yıl 2140, teknolojinin oldukça geliştiği bir zaman diliminde bilim insanlarının icat ettiği bir makine tüm dünyaya yay...
14.4K 626 28
"Benim uçurumumda açarsan, adın Alp Yıldızı olur... Çiçeğim." -2022 Watty Ödülleri KAZANANI- *** Aynı acıyı paylaşmış insanlar bir noktada buluşurdu...
282K 24.7K 45
Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardımcı komutanıdır. Görev, sınır ötesindeki...
75.9K 5.5K 38
Altı elementin bulunduğu bir okul. Bu okula her şeyden habersiz, bir gece yarısı zorla kaçırılıp getirilen bir baş rol. Annesiyle aynı gece kaçırılıp...