NALE

By msaslann

549K 38K 14K

Benimle yalnız kaldığı ilk anda hesap soracağını sanırken o bambaşka bir şey yaptı. Uzandı, tek seferde kendi... More

GELECEKTEN KESİT
1- Darağacı
2 - Kana Bulanan Hayatlar
3- Şeb-i Hicran
4- Yüzleşme
5- Anne
6- Can Bağı
7- Hesap
8- Medyora
9- İhanet
10- Kızım
11- Vuslat
12- Portakal Çiçeği
13- Felaketin Eşiği
14- İlk Fotoğraf
15- Tuzak
16- Sığınak
17- Kızım
18- Kıyametin Pençesi | 1. Kısım Finali
19 - Mahşer
20 - Göçmen Kuşu İle Serçe
21 - Fırtına'nın Delisi
22- Kıskançlık
24- Baba
25- Gün ve Gece
26 - Çiçek
27 - Teklif
28 - Plan
29- Vuslat
30 - Ateş
31- Yürek Sancısı
32- Anılar
33 - Öfke Ve Güven
34- Son Bir Yol

23 - Gerçekler

15.9K 1.3K 721
By msaslann

Herkese yeniden merhabalar Ben geldim bebişler, nasılsınız?

Uzun yüzleşmeli bir bölüm bizi beklediği için uzatmadan bölüme geçeceğim. Sınır olayından bahsetmeme de gerek yok sanırım. Birçok arkadaş ne anlatmak istediğimi bir önceki bölümde, gelmeyen oylarla birlikte anlamış ve isyan etmişler bile 😍

Hepinizi çokça öpüyorum ve asla mağdur etmeyeceğimi tekrar söylüyorum🧡

Ayrıca twitter üzerinden #nale etiketini kullanarak attığınız bütün tweetleri yanıtlayacak, basacağım🫶

Sınır: 1.3 k beğeni | 500 yorum

Herkese keyifli okumalar! 🧡

"Anne mutsuzsa, kimse mutlu değildir."

John Gray


"Bende bir emanetin var!" dedim kısık çıkan sesimle. Titreyen ellerimle çantamı açtım, fotoğrafı çıkardım. Ona uzatırken son bir kez baktım. "Al..." dedim zorlukla. "Bu da benim sana güvenişimin bedeli..."

Bir eşik vardı.

Yarım bırakıp gidilen, yolun sonunda her seferinde dönülen bir eşik vardı. Pişmanlık kokan bir eşik...

Şimdi ben, tam o eşikteydim işte. Öteki tarafında beni neyin beklediğini bilmeden durduğum, belki de bir arayışın içinde olduğum o eşikteydim. Bir beklentim, bir arzum yoktu. Bir cesaret o eşikten geçeceğim, ardımda neyi bırakacağımı bile düşünmeyeceğim o anı bekliyordum.

Kadir o eşikte olduğumu hatırlatırcasına karşımda dururken amber rengi gözleri, elindeki fotoğrafta gezdi. Uzun uzun. Belki bu fotoğrafı kimin çektiğini düşündü o an. Belki de asıl bundan sonra ne yapacağını.

Bilemedim.

İlgilenmedim de açıkçası. Yapacağı hiçbir açıklama o gerçeği değiştirmeyecekti. Hissettiğim belki o haksız kırgınlığı yok etmeyecekti.

"Mihre..."

Duraksadı. Oysa ben cümlesinin yarım kalmasına sebep olacak bir şey söylememiş, yapmamıştım. Sadece gözlerine bakmıştım. Ateşe bulanan kahvelerimi, amberleriyle buluşturmuştum.

"Mihre..." diye yeniledi. Sonra dayanamadan bir kez daha elindeki fotoğrafa baktı.

Ablası ile karşılıklı durduğu o fotoğrafa.

"İyi hissettirdi mi?" dedim bağırmaktan çok uzak sesimle. "Ben karşında durduğum her an ezilirken, gözlerine bakmakta bile zorlanırken iyi hissettirdi mi?"

Derin bir nefes aldı. Elindeki fotoğrafı sıkmaya başladığı anlarda "Hissettirmedi..." dedi dakikalar sonra net çıkan sesiyle. "Hissettirseydi, her şey çok başka olurdu."

Dudaklarımda hüzün dolu bir kıvrım oluştu. Oluştu çünkü kabul etmişti. Reddetmemiş, bu fotoğrafta gördüğün bu şeye inanma dememişti. Ben sana bunu yapmam dememişti. Eski dememişti.

Gözlerinin içine baka baka bir yalanın azabını çekmene izin vermem dememişti.

"Mihre..." dedi zorlukla. Konuşmak adına derin bir nefes alırken cümlelerini toparlamaya çalıştı. "Ben yapmadım. Bunca yıl ben saklamadım onu..." Gözlerimin içine baktı kendini inandırma isteğiyle. "Ben yapsaydım... Özlemine katlanamadığım o yerde gelip dizlerinde ağlar mıydım?

Biliyordum bunu zaten. Biliyordum fakat gözlerine bakarken yaşadığım o hayal kırıklığının sebebi bu değildi.

Kafamı hafifçe sallarken "Tamam... O zaman bilmiyordun." dedim netlikle. Ardından yüzünde oluşan en ufak bir hareketi bile kaçırmama isteğiyle ona baktım. "Peki ya doğum günümde? O gün, tenimde soluklanırken de mi bilmiyordun?"

Duraksadı.

Bunu söylememi beklemiyor olacak saniyelik de olsa bir şaşkınlık geçti gözlerinden.

"Mihre..." diyecek olduğunda bir adım ona doğru attım. "O gece biliyordun Kadir..." dedim doğrudan. "O gece biliyordun. O halin, o bakışların, o tavrın... Biliyordun ve bile bile sustun!"

Kadir'in gözleri her bir kelimemde ayrı bir şiddette karardı. Kaşları da aynı ölçüde tepkisini belli edercesine çatıldığında buna takılmadım bile.

Fakat o bunu daha da belli edercesine bana doğru bir adım attı. "Biliyordum..." dedi doğrudan. Gözlerimdeki o öfkeyi aynı saniye yakalarken devam etti. "Biliyordum da senin kalbini kıracak tek bir kelime mi ettim o gece? O halin, o tavrın diyorsun..." Bu cümlelere daha çok kırıldı mı öfkelendi mi anlamadım. "Dokunmaya kıyamıyordum ben! Hasretinden kavrulurken dokunmaya kıyamıyordum! Ne hali ne tavrı?!"

Öyle bir bağırdı ki her bir kelimesi ayrı bir sarsıntı yarattı bedenimde. O hasret yalnızca bahsiyle bile yüreğimde derin bir sızıya sebep olurken yaşadığım o sinir biraz olsun diner sandım ama dinmedi.

"Sorunda bu ya!" dedim sesim titremesine rağmen onun gibi bağırarak. "Sustun! Çektiğim o azabı bile bile sustun! O azaptan arınmamın senin tek bir kelimene baktığını bile bile sustun!" Sıkıntı dolu bir soluğu serbest bıraktığım anlarda hayal kırıklığı ile baktım. "Oysa içimde yanan o ateşi gördün Kadir. Benim nasıl kıvrandığımı gördün!"

Haksız bir hayal kırıklığı sardı dört bir yanımı. Oysa bu kırıklığı yaşayamayacak şeyler yapmıştım. Ebru'nun ölüp ölmemesinin de bir yerden sonra öneminin kalmayacağı şeyler yapmıştım. O silahı kaldırmıştım mesela.

O silahı onu öldürmek için kaldırmıştım.

Bunu hiçbir şey değiştirmeyeceği gibi bende inkâr etmiyordum zaten. Ne yaptığımı biliyordum. Aynı bana ne yapıldığını bildiğim gibi. Herkesin, Özgür de dahil herkesin yaptıklarını bir yere kadar kabullenmiştim bu yüzden. Fakat Kadir bende öyle bir yerdeydi ki tüm bu bildiklerime rağmen kabullenemiyordum.

Kabullenemiyor, yakıştıramıyordum.

"Bir kere..." dedi aramıza bir anda düşen o keskin sessizliği bozarak. "Bir kere olsun bana gel istedim. Kendi isteğinle, bana sığın istedim."

Kaşlarım pürüzlü çıkan sesi, sözleri ile çatılırken "Kadir..." derken buldum kendimi. O ise dakikalar önce benim yaptığımı yaparak sözümü kesmiş, yeniden konuşmuştu.

"Sustum. İçim içimi yerken sustum, bekledim. Ne zaman bana geleceğini, nasıl geleceğini görmek istedim." Gözleri her bir cümlede daha da kararırken bana doğru adımladı. "Sıkışmanı seyrettim bu yüzden. Seni oradan çekip almam tek bir kelimeme bakarken ben, sıkıştığın o yerde bana gelmeni bekledim. Gelirsin sandım..."

Gözlerimdeki o yanma görüşümü bulanıklaştıracak bir kıvama geldiğinde daha fazla dayanamadım. Bir damlanın onun gözleri önünde düşmesine izin verdim.

"Düşünebiliyor musun Mihre? Ben, bana gel diye bütün yolların kapansın istedim. Hesap sormak için bile senin bana gelmeni bekledim..." Sözleri geçen her saniyede daha da ağır geldi yüreğime. "Gelmedin. Sıkıştın, işin içinden çıkamadın ama gelmedin. O adama gittin ama gelmedin."

Ebru ile karşılıklı durdukları bu fotoğrafı ona verdiğim zaman ne söyleyeceğini düşünüp durmuştum hep. O dört duvarın arasında geçirdiğim her dakika bununla zehir olmuştu. Onlarca cümle zihnimde oradan oraya savrulup durmuştu. Her ihtimali düşünmüştüm. Fakat bu söyledikleri... Bu söyledikleri aklımın ucundan geçmemişti.

"Nasıl gelebilirdim?" dedim en sonunda zorlukla. "Meva'ya, Damla'ya hatta benim yüzümden battığın bu karanlığa rağmen..." Derin bir nefes almak zorunda kaldım. "Nasıl gelebilirdim Kadir? Ablanın katiliyken nasıl gelebilirdim?"

Dudakları hüzünle kıvrıldı. "Doğru..." dedi kafasını sallayarak. "O silahı kaldırdığın an ablamın katili oldun." Dayanamadığım o anda birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattım. "Ama eğer gelseydin... Ben o battın dediğin karanlığı yolun uğruna aydınlatırdım Mihre. Kendimi yakmak pahasına aydınlatırdım..."

Şüphe bu hayatta her daim yanı başımda, yamacımda durmuştu. Bu yüzden insanı içten içe kemirirken ne hissettirirdi iyi bilirdim. Bu hissettirdiği şeye rağmen her şeyden şüphe duymakta, bana ihanetin reva görüldüğü o ilk yerde başlamıştı.

Fakat şimdi Kadir'in bu sözlerinden zerre şüphe duymuyordum. Eğer ona gitseydim, her şeyin çok farklı olacağını bende biliyordum çünkü. Yolumu, kendini yakmak pahasına aydınlatacağını çok iyi biliyordum. Biliyordum bilmesine de yok sayamadığım şeyler vardı. Onaramadığım kırgınlıklarım, sindiremediğim ihanetlerim vardı.

"Beni cezalandırmak mı istedin bu yüzden?" dedim sesimdeki o kırgınlıkla. "Bu yüzden mi ablan kanlı canlı dışarıdayken benim haftalarca hatta aylarca o delikte kalmama müsaade ettin? Bu yüzden mi kızımı yine haftalarca getirmedin bana?"

Her bir kelimesi dilimi yaktı. Her bir kelimesi gözümden yaş oldu, aktı. Oysa hala gözlerine keskinlikle bakıyor, omuzlarım bir olsun düşmüyordu.

"Seni cezalandırmak mı?" Kısık sesiyle bunu nasıl sorduğumu inanamazcasına konuştu. "Sence senin o cehennemde olman yalnızca seni mi cezalandıracaktı?!" Kaşları mümkünmüş gibi yeniden çatılırken benim farkında olmadan açtığım o mesafeyi kapattı, bana doğru yürüdü. "Ben... Ben, sen oradayken neler yaşadım biliyor musun?"

Öyle bir girdapın içerisindeydik ki birbirimize sorduğumuz onlarca soru vardı fakat tam anlamıyla hiçbirinin cevabını veremiyorduk. Çünkü her sorunun ucu, tüm o ihanetlere rağmen çektiğimiz o hasrete dayanıyordu.

Kolumuz kanadımız kırılıyordu o anda. Yüreğimizin en hassas yeri sızlıyordu. Aynı, şimdi olduğu gibi.

"Senin ne yaşadığını bilmiyorum..." dedim onlarca cümlenin gölgesinde. Kafamı iki yana sallarken titreyen sesimi kontrol edemedim. "Ama ben ne yaşadım çok iyi biliyorum. Bunca yıl... Senin ablanın oyunu uğruna kızıma ne yaşattım çok iyi biliyorum!"

Nefesimin yetmediği o yerde susup soluklamak zorunda kaldım. Küçük bir hıçkırık dudaklarımdan firar ederken onun da bakışlarının değiştiğini daha o saniye fark ettim. Fakat aldanmadım.

Gözümdeki yaşı elimin tersi ile silerken bir kez da amber rengi gözlerine baktım. Tam bu anda konuşacaktım ki "Bunca yıl beni kızımdan eden ablam değildi..." dedi dayanamadan. "Sendin Mihre!"

Bu benim bam telime dokunmuş olacak ki bir anda elimdeki çantaya rağmen öfkeyle omuzlarından ittirdim. "Ettim de keyfime mi ettim?!" dedim sesim odadan taşarken. "Ben bu memleketten giderken bilmiyordum bile! Bilmiyordum!" Göğsüm hızla inip kalkarken kontrol edemediğim o öfkemle bir kez daha vurdum, ittim. "Damla'yı düşünmek zorundaydım tamam mı?! Bir anda hem yetim hem öksüz kalan yedi yaşındaki kardeşimi düşünmek zorundaydım!"

Sustu.

Kelimelerini bürüdüğü bu sessizliğin o anlarda beni daha da çıldırtacağını bilmiyormuş gibi.

"Ayrıca kaldığımda ne olacaktı sanıyorsun?" diye aynı tonda devam ettim. "Ben senin gözlerine hiçbir şey olmamış gibi bakabilecek miydim? Sen... Sen beni bırakabilecek miydin?" Bu sorunun cevabını verircesine gözleri, gözlerime tutundu. "Eğer kalsaydım benim sonum belliydi Kadir!"

Zorlukla yutkunurken "Neydi sonun?" dedi pürüzlü çıkan sesiyle. "Neydi bana rağmen inandığın o sonun?"

Bir adım geri çekilirken alayla güldüm. "Çok değil iki gün önce aldık bu sorunun cevabını. Hapise girmediğim o yerde başıma ne geleceğini çok değil iki gün önce gördük..." Kaşlarını anlamadığını gösterircesine çattığında devam ettim. "Sana rağmen, kardeşin o silahı bana doğrultmaktan bir an olsun tereddüt etmedi! Üstelik yeğeninin gözünün önünde..." Kafamı iki yana salladım. "Kendi kanına acımayan benime kardeşime acır mıydı ? Söyle Kadir! Kalsaydım Damla'ya acır mıydınız?"

Meselenin onun beni koruyup korumaması olmadığını açıklamaya çalışıyordum. Herkesin önünü iliklettiği o gücünün bir yerden sonra yetersiz kalacağını göstermeye çalışıyordum. Çünkü benim derdim hayatta kalmak değildi. Hayatta kaldığım anda nefretle bakacak olan gözleri yine aksini diletecekti bana. Benim derdim Damla'ydı.

Ben içeriye girdiğim anda, ablasının yaşadığını bilmesine rağmen kırmaktan çekinmediği Damla.

"Ben..." dedi bir an için zorlukla. Bu sözleri duymayı beklemiyor olacak ki afallamıştı. "Ben seni korurdum Mihre. Seni de senden olanları da korurdum."

İçten olmasa da güldüm. Kafamı iki yana sallarken "Yapma..." dedim sesimin titremesine engel olamayarak. "Ablanın yaşadığını bildiğin halde o öfkeyle Meva'yı alıkoymaktan, Damla'nın kalbini kırmaktan geri durmadın. Öldüğünü sandığında acınla neler yapardın kim bilir?!"

"Mihre.."

Öfkeyle konuşacak olduğu o yerde izin vermeden araya girdim. "Hakkın değil demiyorum Kadir. Hakkın, evet..." dedim derin bir nefesle soluklanarak. "Ne kızgınlığın yersiz ne de kırgınlığın. Yaptıkların, söylediklerin... Kimsenin bunda kusur bulduğu yok zaten. Yok ama atladığın bir şey var!" O zorlukla yutkunurken bende tırnaklarımı bastırdım avuç içime. "Ben senin sandığının aksine hiçbirini bile isteye yapmadım! Ama sen yaptın Kadir! Sen, ben çaresizce sana geleyim diye Meva'yı bile isteye alıkoydun benden. Canımdan geçecek raddeye geldiğim o yerde bile isteye tuttun! Benim aksime sen, bile isteye yaptın!"

Titrek bir soluk döküldü dudaklarının arasından. Söylediklerim kadar söylerkenki tavrımda onu dumura uğratmıştı hiç şüphesiz. Fakat ben bunun onda bıraktığı etkiye aldanmadan devam ettim.

"Kendi yaptıklarımla seninkini de kıyaslayacak değilim." dedim derin bir nefes alıp sakinleşmek istediğim anlarda. "Değilim ama bana yapılan bu şeyi de artık kabul etmeye niyetim yok." Kafamı iki yana sallarken kendimden emin bir şekilde gözlerine baktım. "Görmezden gelmeye, yok saymaya niyetim yok. En azından düştüğüm o yerden kalkıncaya dek..."

Sözlerimin üzerindeki etkisini her saniyede daha net gördüm. Bakışlarına düşen o gölgeyi, düşen omuzlarını ve sıkıntıyla soluklanışını... Dayanamadığı o yerde elleriyle yüzünü sıvazlarken saniyelerce öylece durdu karşımda. Belki de bu konuşmanın sonunun nereye varacağını gördüğü anda öfkesini kamçılamak tek çaresi oldu.

Bu yüzden kendi sakinleştirme isteğiyle kafasını belli belirsiz sallarken "Mihre..." dedi bir kez daha önce adımı dillendirerek. "Sen benim seni bile isteye o delikte bırakacağımı nasıl düşünürsün?"

Sakince sorduğu o soru beni bir an dumura uğratırken "Karşı karşıya geldiğin ablanı sen saklamadın mı?" diye sordum doğrudan. "Yaşadığını bile bile karşıma geçip hesap sormadın mı?"

Dakikalar önce açtığım o mesafeyi bir kez daha kapattı Kadir. Çatılı kaşlarına rağmen öfkesini dindirmek için gösterdiği o gayret buradan bile anlaşılırken tam karşımda durdu.

"Ben, sen ne yaptıysan onun hesabını sordum Mihre. Ablamın hayatta olup olmamasının bir önemi yoktu çünkü. Sen baban denen o şerefsizle ablamın ilişkini sakladın mı? Sakladın. Hamile olduğunu öğrendiğinde kapısına dayanmana rağmen bunu benden gizledin mi? Gizledin. Sen..." Mümkünmüş gibi bir adım daha attı. "O silahı ateşledin mi? Ateşledin..."

Her bir kelimesi titreyen ellerim sabitlenemeyecek bir kıvama gelse de suskunluğumu koruyup öylece karşısında durmaya devam ettim.

"Gerisi yok Mihre. Gerisi yok..." dedi kafasını iki yana sallarken. "Ben o gün sen ne yaptıysan onun hesabını sordum. Kendine, bize yaptıklarının hesabını sordum. Kızımın hesabını sordum Mihre ben! Ne eksik ne fazla..." Sesinin yükseleceği o yerde buna engel olmak istercesine duraksadı. Derin bir nefes alırken kaldığı yerden devam etti. "Karşına geçip hesap sorduğum o gün, ablamın ölümüyle ilgili tek bir kelime ettim mi sana? Katilsin dedim mi?"

O gün tekrar tekrar canlanırken gözümde "Ellerinde ablamın kanı var dedin..." diye o günü hatırlattım.

"Yok mu?" Es vermeden sorduğu bu soru bir an için nefesimi kesti. "Yok mu Mihre?"

Durdum.

Şiddetli bir ağlama isteği bütün bedenimi ele geçirse de durdum ve bu yüzleşmede onun payına düşeni dinledim.

"Mihre..." dedi bu halime dayanamazcasına. Sonra da hiç beklemediğim bir şey yaparak yüzümü avuçladı. "Ben bulamıyordum..." dedi ne söylediğini anlamadığım anlarda. "Yaşadığını öğrenmiştim ama nerede olduğunu bilmiyordum. Bulamıyordum da..."

Kaşlarım söylediği şeyle birlikte çatılırken "Nasıl?!" derken buldum kendimi. "Nasıl yani?"

"Biri, güçlü biri saklanmasına yardım ediyordu." dedi benim gibi pürüzlü çıkan sesiyle. "Onu her nasıl koruyorsa bulamıyordum işte. Öyle ki bir an için yaşadığına bile şüphe duyacaktım. Eğer o mezar olmasaydı..."

Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken geriye doğru adımlayarak ellerinin yüzümden çekilmesine sebep oldum.

"Nasıl yani?" dedim afallamış ifadeyle. "Sen mezarı mı açtırdın?"

Benim şaşkınlıkla sorduğum sorunun ardından kafasını salladı belli belirsiz. Bunun, onun için ne denli zor olduğunu düşünüp kendime dert edeceğim anlarda yeniden sesini duyurdu.

"Emin olmam lazımdı." dedi düşünceli bir sesle. "Tek yolu buydu."

Eğer o açılan mezarın ardından Ebru olsaydı, Kadir'in acısı kırk kat katlanacaktı. Açarken hissettikleri bile gölgede kalacak, bir ömür bunun vicdanıyla cebelleşecekti. Her mezarının başına gittiğinde bu ihtimal adına özür dileyecekti. Fakat o her şeye rağmen öğrendiği o gerçeğin altında yatanı bulmak için, benim için açtırmıştı mezarı.

Üstelik bunu yaparken, tüm bunları hissederken bir yandan Meva'nın varlığıyla değişmişti hayatı. Tanımaya çalıştığı kızı, ablasının acısının ardından kalmasın diye uğraşmıştı.

Bize bir şey hissettirmeden, hissettirmeye çalışmadan hem de.

"Biliyorum Mihre... Her ne kadar bana gelmeni istesem de ablamı bulsaydım yine dayanamaz, karşına geçerdim. Karşına geçmesini sağlardım." Gözleri ona inanmamı istercesine gözlerime tutundu. "Ben seni orada bırakır mıydım Mihre? Ailenden ayırır mıydın? Her ne olursa olsun..." Gözlerime bakmaya devam ederken zorlukla yutkundu. "Dünya bir yana, sen bir yana."

Bu yüreğimde titreyen o yere dokundu. Yaşlar, birer birer yol aldı gözümden. Aramızdaki o engeller sırtımdan inen o yüklerin yerini aldı sanki.

"Kadir..."

"Bulduğum anda kendi ellerimle götürdüm Mihre." dedi tok sesiyle. "Hesaplarımı, özlemimi, hepsini bir kenara bıraktım. Sen bir an önce oradan çık diye, kendi ellerimle götürdüm."

Göğsümün sıkıştığını hissettim. En son annesinin ardından geçirdiğim o krizin eşiğindeydim sanki. Titremeye yüz tutmuş bedenim geçen her saniyede gerilirken bana bunu düşündürmüştü. Öyle ki aldığım derin nefeslerde bunu önlemek adınaydı. Çünkü tam şu anda Kadir'in karşısında geçireceğim bir sinir krizi isteyeceğim son şey bile değildi.

"Sendin..." dedim kendi kendime söyler gibi. Aybike'nin sözlerini hatırlarken devam ettim. "Bana yardım edip beni oradan çıkartan sendin..."

Dudakları bir an için kıvrılacak gibi oldu. "Bendim..." dedi beni destekleyerek. "Bendim Mihre."

Yaşadığım şaşkınlığı atamadım üzerimden. Atamadım çünkü karşısına geçtiğim şu güne dek hep o fotoğrafı yalanlayacağını düşünmüştüm. Daha doğrusu öyle olmasını ummuştum. Fakat şimdi çok başka bir şeyin içindeydim sanki. Evet, sorularım cevaplanmıştı belki ama cevaplanan sorularımın yanına onlarcası da eklenmişti.

Katlanamadığım o yerde bakışlarımı ondan çekerken şakaklarımı ovaladım başıma giren o şiddetli ağrıyı dindirebilirmiş gibi. Bu titreyen ellerimi görmesini sağlasa da aldanmadım.

Tam o anda "Mihre..." deyip bana doğru adımladığında "Nerede?" dedim sözünü keserek. "Nerede şimdi?"

Duraksadı sorduğum soruyla birlikte. Belki de ablasının yerini bana söyleyip söylememenin ne kadar sağlıklı olacağını düşündü kendi içinde.

"Anlaştığımız gibi, özgürlüğüne kavuştu." Dedi en sonunda da sesiyle bu konudaki düşüncelerini belli ederken. "Babana kavuştu!"

Öfkeyle hatta nefretle dudaklarından dökülenler karşısında gözlerimi kapattım birkaç saniye. Duymamayı diledim. Yıllardır yerini bilmediğim, haber almadığım, bir sıfatın ardına sığdırmadığım o adamın adını anmamayı diledim.

"Bunun karşılığında mı geldi seninle?" dedim zar zor çıkan sesiyle. "Beni çıkarmak için bunu mu öne sürdü?"

Ellerini cebine koyarken gözleri hiçbir ifademi kaçırmak istemezcesine yüzümde gezdi. 'Evet' dercesine kafasını salladı belli belirsiz.

"Her türlü çıkacaktın oradan. Bunu biliyordu." dedi bir duygu barındırmayan sesiyle. "Sadece babana ulaşmak için şansını kullandı."

Sinirim bozulmuşçasına kafamı sallarken "Babama..." diye tekrar ettim. Ağzıma aldığım yakıcı bir his tüm bedenimi ele geçirdim. "Babama demek..."

Tavrım sanırım bir an için Kadir'i tedirgin etti. Çünkü düzelttiği kaşlarını yeniden çatarken ellerini cebinden çıkartarak bana doğru adımladı.

Bir şey söylemek üzere ağzını aralamıştı ki "Peki madem mezarı açtırdın..." dedim dayanamadan yeniden konuşarak. "Neden ona ihtiyaç duydun? Neden ona istediğini verdin ki?"

Sanki ablasından değilde bambaşka birinden bahsediyordum. Öyle nefret öyle kinle konuşuyordum. Bunun ona ne hissettireceği ise o anlarda aklıma gelebilecek son şey bile değildi.

"Çünkü  mezar yasal yollarla açılmadı." dedi hiç sekmeden. "Ayrıca senin oradan çıkmanı sağlayacak en kısa yol buydu. Gerçi bulması tahmin ettiğim kadar kolay olmadı ama..."

Bu sefer benim bakışlarım oldu üzerinde dikkatle gezen. Gözlerim aynı saniye kısılırken anlaşılması zor ifadesinde durdum uzun uzun.

Nedenini sorguladım. Bu denli sakin bir şekilde anlatışının nedenini, babamı görmezden gelişinin nedenini sorguladım. Eskiden olsa bu sorunun cevabına kendimi koyardım ama şimdi işlerin farklı olduğunu biliyordum.

Bu yüzden tek bir mimiğini bile kaçırmak istemediğim anlarda "Ölüm emrini verdin değil mi?" dedim aklıma gelen tek şeyle birlikte. "Babamın ölüm emrini verdin. Ondan bu rahatlığın..."

Sessiz kaldı.

Sessiz kalarak belli ettiği kabullenişinin ise beni ne denli etkileyeceğini kestiremedi. Bakışları üzerimde gezerken bir an için ağzını aralayacak gibi olsa da her ne söyleyecekse vazgeçti. O an aklıma yıllar önce onun evinde, onun kollarında babamı öldürmesine dair o isteğim geldi. O isteğim, o yanıtı.

"Görmek mi istemiyorsun? Görmeyeceksin."  Demişti  sesindeki o itiraz edilmeyen tonla. "Ömrün boyunca görmeyeceksin." Her bir kelimesini ayrı bir baskıyla vurgulamış , kafasını sallamıştı iki yana. "Ama ben senin babanın katili olmayacağım Mihre! Olmayacağım..."
                                                                                                    

Derin bir nefes alıp yeniden bana adımladığı anlarda "Sorun yok..." dedim onlarca sorunun tam ortasında. Bunu ondan çok kendime söyler gibiydim. "Olması gereken bu..."

Yine, yeniden sessiz kaldı.

Kaldı çünkü bu konu beni uzun uzun teselli edebileceği bir konu değildi. Benim için yapması gerekenden vazgeçeceği bir konu değildi. Üstelik Ebru'dan bile daha fazla suçlu olan biri varsa bu babamdı. Ve o adam tüm bu yaşadıklarımıza, yaşattıklarına rağmen bir kez olsun bedel ödememişti. Anneme rağmen bir kez olsun bedel ödememişti. Şimdi ne ben ne o aksi için konuşamıyorduk.

Çünkü ne ben eski Mihre'ydim ne de o eski Kadir. Yıllar önce karşılıklı durduğumuz o çift değildik. Beni, benden önce düşünmesini de bekleyemezdim, bu yaşadıklarımızdan sonra yıllar önce düşündüğü gibi düşünmesini de. Zaten buna dair en ufak bir isteğim yoktu. O adamın nefes alması, bana yalnızca yük olurdu.

"Mihre..." dedi benim sessiz kaldığım anların ardından melodik bir sesle. Gözlerimi yeniden gözlerine ulaştırdığımda dayanamadan bana doğru adımladı. Derince bir iç çekerken bir kez daha avuç içi yanağımdaki yerini aldı.

Durdurdum.

Öyle ihtiyacım vardı ki her şeye rağmen onu hissedeceğim en ufak bir ana. Engel olmak, kendime yapacağım en büyük kötülük olurdu.

"Biz nasıl bu hale geldik?" dedi pürüzlü çıkan sesiyle. Parmakları hareketlendi usulca. "Hangi ara geldik?"

En acısıda bu sorunun cevabını verememekti sanırım. Nefesini tenimde hissettiğim o yerde soluklanamamak, deli gibi isterken ona sığınamamaktı. Oysa birbirimize attığımız ufacık bir adım belki de hangi ara geldiğimizi sorguladığımız bu yeri kapatacaktı. Geçmişin o paslı kapısını yeniden aralayacak, bizi yeniden bir araya getirecekti.

"Mihre..." dedi içi gidercesine konuşurken. Zorlukla yutkunurken gözleri yüzümün her zerresinde ayrı bir istekle gezdi, parmakları usulca hareketlenmeye devam etti.

Ben ise titrek soluklar eşliğinde dudaklarımı kemiriyor, yanan gözlerimle mücadele etmeye çalışıyordum. Burnumu bulunduğumuz yakınlığa rağmen çekinmeden çekerken "Kadir?" diye kafamı kaldırdım. Sesim öyle titrek öyle nazlı çıkmıştı ki gözleri aynı saniye bana ulaşmıştı. "Sana bir şey sorabilir miyim?"

Kafasını sallayarak yanıtladı aynı saniye. "Ne istersen..."

Akan yaşlara rağmen dudaklarımın kuruduğunu hissederken bir kez daha dilimle ıslattım. "Yaşıyor mu?" Dedim göz göze geldiğimiz anlarda. "Bebeği yaşıyor mu?"

Gözlerinden saniyelik bir ifade geçtiğinde bunun ne olduğunu anlayamadım bile. Zaten bunun adına çaba harcamama kalmadan kafasını iki yana salladığını gördüm. Aldığım bu cevap, bütün dengemin şaşmasına sebep olunca geride ne varsa unuttum.

"Yaşamıyor..." dedi sonra bir de sesli olarak. "Doğumdan sonra..."

Konuşmasına izin vermedim. Parmaklarım kendiliğinden dudağına gittiğinde tek çaremmiş gibi onu susturdum.

Duymak istemedim, kaçtım.

"Tamam!" dedim hızla. Titreyen ellerim hala dudaklarındayken devam ettim. "Tamam anladım ben!"

O ana kadarki en merhamet dolu ifadesi yerleşti yüzüne. Gözleri, bu halime dayanamadığını haykırarak üzerimde gezmeye devam etti. Parmaklarımı olduğu yerden ayırırken bunu konuşmak için yapmadı. Önce ellerinin arasında tuttu bir süre. Sonra gözlerimin içine baka baka dudaklarına götürdü ve gözlerini kapatarak öptü.

Gözlerini açarken de "Seni bu hale getiren kim varsa..." dedi bir yemini dile getirir gibi. "Asla affetmeyeceğim Mihre." Dudakları kıvrıldı ruhsuzca. "Seni bile..."

Bu sözler belki de bu anlarda söylenecek en son sözlerdi fakat söz konusu ben olduğumda Kadir'in bir sınırı olmadığımı biliyordum. Bu yüzden o bunları söylerken dakikalar önce dikine gidercesine onlarca cümle kuran o Mihre yok olmuş, sessizliğe bürünmüştü.

"Kadir..." dediğimde sesimin bu denli titrek çıkmasına dayanamamıştı. Belki de nazlı olduğunu düşündüğü tavrımla birlikte "Gel..." demişti aylar sonra. "Gel buraya!"

Kollarını açtı bana. Kızıma adını verdiğim o yerden yeniden yüreğime dokundu, ona sığınmamı istedi. Her şeyi yok sayarak, belki de unutarak.

Ben ise bu isteğini görmezden gelmedim. Yalnızca saniyeler içerisinde kollarındaki yerimi aldım ve kendime birkaç dakika verdim.

Az da olsa ruhumu dindireceğim, birkaç dakika.

"Kadir..." dedim sessiz bir ifadeyle geri çekilip ayrılmak isterken. O ise müsaade etmeden bir kez daha kollarını sıkılaştırdı.

"Şişştt..." dedi sesinin o sakinleştirici etkisinden bihaber. "Birkaç dakika izin ver Mihre." Ne yapacağımı bilmeden olduğum yerden memnun öylece dururken o saçlarımın arasına ufak bir öpücük kondurdu. Benim düşündüklerimi dile getirdi. "Sadece birkaç dakika..."

Bu sözlerinin ardından daha fazla dayanamadım. Kokusu burnuma dolarken derin bir nefes aldım ve beklemeden kollarımı sardım bedenine. Kafamı hangi ara göğsüne yasladığımı bile hatırlamazken ne kinim kaldı ne öfkem. Ona olan kızgınlığım, kırgınlığım tam da dediği gibi birkaç dakikalığına yok oldu.

Keyfini çıkardım.

Buna ne kadar keyif denebilirdi bilmiyordum ama gözlerimi kapattım aynı saniyelerde. Ciğerlerime dolan kokusu, hızla atan kalbi ve güven veren varlığı ile onu hissetmek istedim. Sevginin iyileştirdiğini bildiğim o yerde sevilmek, onun tarafından iyileştirilmek istedim. Oysa yalnızca dakikalar sonra bu anın biteceğini, ikimizinde yüreğinin gölgesinde hissettiği o kinin yerine yerleşeceğini biliyordum. Bunu görmezden gelmek ise tek seçeneğimdi.

Ne kadar olduğunu fark etmediğim anların en sonunda gözlerimi açtım. "Ben..." dedim bir cümlemi toparlayamazken. "Ben gideyim."

Geri çekildiğim anda gözlerimi gözlerine değdirmedim. Yaşadığım o kısacık andan kaçarcasına, ondan kaçarcasına olduğum yerden kıpırdanıp durdum. Benim aksime o ise bakışlarını bir an olsun üzerimden ayırmadı.

"Aç kapıyı..." dedim yeniden konuştuğumda. Kapıyı açması için önünden çekilip yan durdum ancak o buna aldanmadı. Yerinden bile kıpırdanmadığı anlarda "Kadir..." dedim yeniden. Ses tonum kısık olsa da uyarı doluydu. "Aç şu kapıyı."

Zihnimin birbirine dolandığı, kokusunun hala burnumun ucunda kaldığı o anlarda o benim bu sakinliğimi yok etmek istercesine öylece karşımda duruyordu. Sessizce beni seyrediyor, belki de her ne söyleyecekse söyleyip söylememek arasında ikilemde kalıyordu.

"Kadir?!" dedim sinirimin ufaktan hareketlenmeye başladığı anlarda. "Açar mısın artık şu kapıyı?"

Bu sessizliğin benimle göz göze gelmek için olduğunu bakışlarımız kesiştiğinde anladım. O anda derin bir nefes verdiğini, gözlerimizi ayırmadan anahtarı çıkardığını gördüm. Benim titrek çıkan sesimi aksine o hiç konuşmazken anahtarı uzattı almam için. Uzattığı o kısacık anı değerlendirmekten geri durmadı tabii. Parmakları özellikle tenime değerken zorlukla yutkunup gözlerimi gözlerinden ayırdım.

Ufacık bir temas bile, ruhumla birlikte bütün bedenimi hareketlendirebilir miydi? Hareketlendiriyordu.

"Mihre..." dedi ben hareketlenmeden hemen önce. Ona döndüğümde kesik bir soluk eşliğinde devam etti. "Özür dilerim."

Onun gibi duraksadım.

"Ne için bu özür?" dedim sakin bir ifadeyle.

Bana doğru birkaç adım attı yeniden. Zorlukla yutkunurken "Meva için..." dedi o da aynı ifadeyle. "Kızını senden ayırdığım o üç hafta için..."

Gülümsedim. Hüzün dolu, soluk bir şekilde hem de.

"Sana çok kızgınım. Çok..." dedim pürüzlü çıkan sesimle. "Fakat işin kötü tarafı tüm bu kızgınlığıma, kırgınlığıma rağmen bu özrü hakketmemem." Ağzını aralayıp konuşacağı o anda duraksadığım yerden devam ettim. "Yıllarını aldım senden Kadir. Yıllarını! Şimdi kalkıp o üç haftanın hesabını nasıl sorayım? Nasıl hak edeyim bu özrü?"

Haklı olduğumu o da biliyordu elbette. Fakat benim haklılığım yada ona yaşattığım o şey onun yaptığı şeyi aklamıyordu maalesef. Bu yüzden söze girdiğinde anda sesinden ve söylediklerinden akan samimiyet bunun adınaydı.

"Senin oraya girişini kabullenemedim Mihre. Senin oraya girmene sebep olacak şeyler yapışını kabullenemedim. Çok kızgındım. En çok da bunu kendine yaptığın için sana." diye uzun uzun açıklamaya başladı. "Bana gelmeni istediğim o an bu kızgınlıkla yaptım ne yaptıysam. Yoksa niyetim kısasa kısas yapmak değildi. Eğer olsaydı bunu daha en başında yapardım."

Sıkıntılı bir soluk aldığım anlarda birkaç saniye duraksadım. Ardından bu konuşmanın daha fazla uzayacağını anladığım o yerde kafamı salladım belli belirsiz. Sözlerinin doğru olduğunu bilsem de bunun içimi rahatlatmadığı büyük bir gerçekti. Fakat bunu ona yansıtmamak için konuşmamayı tek seçeneğim olarak gördüm.

Bir şey daha demesine müsaade etmeden hareketlenirken dakikalar önce büyük bir hırsla kapattığı kapıya doğru adımladım. Çıkan topuk sesime aldanmadan çantamı el değiştirirken kapının kilidini açtım.

Kapıdan çıkmak üzere olduğum tam o anda hızla "Mihre?!" diyen sesini duydum bir kez daha. Arkamı döndüğümde ise onu tereddüt dolu bir ifade ile bana bakarken buldum. "Bir şey soracağım..."

Kaşlarım merakla çatılırken bedenim tamamen ona döndü. "Sor..." dedim ne geleceğini bilmeden.

Fakat hiç beklemediğim bir şeyle karşılaştım.

"O çiçek..." dedi olabilecek en yersiz zamanda. "Kimden gelmişti?"

Şaka yapıyor mu diye baktım ilk önce. İnanamadım çünkü. Bulunduğumuz bu ana, konuştuğumuz bu şeylere rağmen bunu gerçekten sorduğuna inanamadım.

"Ne?!" dedim şaşkınlıkla solurken. "Ne çiçeği?!"

Oysa ne çiçeği olduğunu biliyordum aslında. Sadece o an için afallarken ne söyleyeceğimi şaşırmış, bir anda yeniden sorarken bulmuştum kendimi.

Fakat buna gerek olmadığını onunda çattığı kaşlarıyla birlikte merakla bana geldiğinde anlamıştım. "Geçen eve gelen çiçek..." dedi sakin sakin açıklayarak. "O şerefsizden gelmediğini söylemiştin. Ondan gelmediyse kimden geldi?"

Gerçekten sormuştu. Hem de hiç çekinmeden, bunun adına bir an olsun tereddüte düşmeden sormuştu.

Yaşadığım şaşkınlıkla gözlerim hiç olmadığı kadar açılırken eminimki ağzım da bir balık misali aralanmıştı. O ise dışarıdan nasıl göründüğümü bile bilmediğim anlarda sorusunun cevabını alma isteğiyle dikkatle bana bakıyordu. Fakat bu sefer beklenmedik bir şey yapan ben oldum. Öyle ki rolleri değiştirmişiz gibi onu şaşkınlığa sürüklenmiş ve belki de uzun zamandır attığım en gür kahkahayı atmıştım.

Hem de oldukça içten bir şekilde.

"Mihre?"

O afallamış ifadesiyle bir an için neden güldüğümü mü sorgulamıştı bilmiyorum ama dudaklarının arasından ismim dökülmüştü aynı saniye. Ben ise bunu duymadan bozulan sinirlerimle birlikte gülmeye, daha doğrusu kahkaha atmaya devam ediyordum. Gözlerimden yaş gelmeye başladığı o yerde durulmaya çalışsam da nefesim düzene girmiyordu.

"Ge-gerçekten mi?" dedim zar zor konuşurken. Az da olsa sakinleştiğimde yüzündeki o komik ifadeyle sorumu tekrar ettim. "Bu konuşmanın üzerine mi?"

Kaşları çatılırken neden bu kadar güldüğümü sorguladı sanırım. Neden bu kadar güldüğümü, neden bu soruyu garipsediğimi.

"Niye güldün ki sen şimdi?" dedi bu duruşuna rağmen bana o an oldukça şirin gelen bir ifadeyle. "Ne var yani?"

Yüzümdeki gülüş alay dolu bir hal alırken "Ne mi var?!" diye sordum ciddileşmeye başlayan tavrımla. "Sence bunca konuştuğumuz şeyin ardından sorduğun bu soru normal mi?"

"Beni mi oyalıyorsun?" Hiç es vermeden verdiği cevapla olduğum yerde şaşkınlıkla afalladım. "Kimden geldiğini söylememek için beni mi oyalıyorsun?"

Beni oldukça eğlendirecek olan bu hali ile dudaklarımı birleştirirken bir kez daha gülmemek için direndim. Güldüğüm anda onun da sinirlerini kendiminki gibi bozacağımı biliyordum çünkü.

Bu yüzden gülmek yerine onunla ufak bir oyun oynamaya karar verdim. "Aslında bakarsan evet..." Gözlerine bakarak kafamı salladım onaylarcasına. Ardından da omzumdan dökülen saçlarıma dokundum. "Söylemeyeceğim kimden geldiğini. Sonuçta bu seni ilgilendirmiyor değil mi?"

"Mihre?"

Dişlerinin arasından söylediği ismimle birlikte konuşmaya başlayacağı anda "Yeterince oyalandık!" dedim sözünü keserek. "Daha fazlasına gerek yok bence."

Yanıtlamayan sorusuna eşlik eden tavrımın onu daha da kudurtacağını bile bile arkamı döndüm. Benim unuttuğum o detayın günlerdir onu için için yediğini öğrenmiştim ve bunun bana keyif verdiğini inkar edemezdim.

Onu ardımda kulaklarından duman çıkacak bir kıvamda bırakıp yürürken de bu keyifin tadını çıkardım.

🕊️🕊️🕊️

O yüzleşmenin ardından sakin bir gece geçirmiştik. Daha doğrusu kavgasız bir gece. Öyle ki içeriye yeniden döndüğümde ihtiyar beni, asıl masanın üyesi olduğunu öğrendiğim birkaç kişiyle tanıştırmıştı. Kadir'in bakışları bütün gece üzerimde olsa da geceye katılmayan Özgür ile işim daha da kolaylaşmış, zaman biraz daha kolay geçmişti. Mehmet Akaydın'ın, yani nam-ı diğer ihtiyarın yaptığı konuşmanın ve yenilen yemeğin ardından gitmiş, gecenin sonuna dek kalmamıştım zaten.

Şimdi ise evimdeydim.

Oturduğum yerden sırtımı yaslarken çantamı hemen yanıma bıraktım. Babasıyla konuşan Meva'nın telefonumu getirmesini bekliyordum. Çıkmak üzere olduğum anda Meva gelip babasıyla konuşmak istediğinde elbette reddetmemiştim. O da zaten büyük bir hevesle aldığı telefonumla birlikte dakikalardır Kadir ile konuşuyordu.

Kadir'i çıldırtıp 'abi' 'abi' diyerek üstelik.

"Anne?"

Avucumu yüzüme yaslamış, düşüncelere dalmak üzereyken duyduğum kızımın sesi, olduğum yerden doğrulmamı sağladı. Ona doğru döndüğümde elindeki telefon ile birlikte bana doğru geldiğini gördüm. Ben uzattığı telefonu alırken o, hemen yanıma oturmak için adeta koltuğa zıpladı. Ardından da benim hareketlenmeme kalmadan göğsüme yaslandı.

"Konuştun mu bakalım babanla?" dedim saçlarını okşayarak öperken. Kafamı eğip ona baktığım "Hı hıı..." diyerek tam anlamıyla olmasa da onayladı.

"Ne için aramıştın annem peki?" diye dayanamadan yeniden sordum. Sonra araması için illa bir şey olması gerektiğini düşünüp yanlış anlamaması için de devam ettim. "Sadece sohbet etmek için mi?"

Kafasını salladı onaylarcasına.

"Bisikletimi sürmek istediğimi söyledim." dedi açıklayarak. "Bana yeniden öğretecekti ya hani... Ne zaman diye sordum işte."

Kaşlarımı havalandırdım söyledikleriyle birlikte. Çünkü o günün ardından bisiklet konusunu hiç anmadığımızdan bunun Meva'nın aklında kalmış olacağını düşünememiştim. Diğer türlü sorusunun cevabını biliyordum zaten. Biliyordum çünkü istediği herhangi bir şeyi yaptırmak için Meva'nın bunu Kadir'e dile getirmesi yeterliydi. Bahsi geçen her neyse en kısa sürede gerçekleşirdi.

"İşi olabilir çiçeğim." dedim yine de bu duruma alışmaması adına. "Hemen olmasa da müsait olduğu ilk anda devam edersiniz artık."

Meva dudaklarını bükse de söylediklerime aldanmadan omuz silkti. "Olsun..." dedi onaylayarak. "Zaten bugün gelemezmiş Kadir abi. Yarın olur mu diye mi sordu, bende olur dedim. Olur değil mi anne?"

Babasıyla anlaşmış olmasına rağmen bana da sorması gülümsememe sebep oldu. Aynı saniye yeşil gözleri cevabını almak istercesine üzerime kitlendiğinde ise "Olur tabii..." dedim onu bekletmeden. "Önemli olan babanla anlaşman."

Meva sessiz kaldı bunun ardından. Daha doğrusu bir şey daha eklemek istediği fakat ekleyeceği şey her ne ise bundan vazgeçerek araladığı ağzını geri kapattı.

Ben kaç saniye dayanabileceğini hesap ettiğim anlarda "Anne?" diye daha beşinci saniyesinde konuşarak beni güldürdü.

Bunun hemen ardından "Söyle annem." dedim yumuşak bir ses tonuyla. "Bir şey soracaksın belli. Sor hadi."

Meva aynı saniye dudaklarını bükerken "Kızmayacaksın ama!" diye pazarlık yaptı. Minik parmakları kaşlarımın arasına değdi. "Burayı da böyle yapmayacaksın!"

Kaşlarımı çattığım anda yaptığı pazarlık gülmeme sebep oldu. Parmaklarımın arasında burnunu sıkıştırırken "Küçük hanıma bak sen!" dedim yalancı bir kızgınlıkla. "Benimle pazarlık yapıyor bir de. Dökül bakalım hemen!"

"Annee..." dedi daha da uzatır gibi. "Sor hadi çiçeğim!" dedim bende. Ardından kısık sesimle devam ettim. "Alıştık sen ve babanın ahiret sorularına..."

Meva ise yaslandığı yerden tamamen doğrularak bana döndü.

"Hani arkadaşın bir çiçek göndermişti ya sana..." dediği an ne geleceğini anladım. "Kimdi anne o arkadaşın?"

Kesik bir soluk bırakırken doğrudan bana bakan kızımla birlikte gülmemek için dudaklarımı birleştirdim. Buna rağmen ufak bir kıvrılmaya engel olamadığım anlarda Kadir'in bu olaya bu denli takmış olmasına bir kez daha şaşırdım. Oysa ki söz konusu kıskançlık olduğunda bir şeylere şaşırıp sorgulamamam gerektiğini öğrenmiş olmam gerekiyordu.

"Bunu sormanı babam mı istedi?" dedim hiç lafı dolandırmadan. Dudaklarını kemirdiğini gördüğüm anda da uyarıyla devam ettim. "Yalan söylemek yok bak!"

"Yok yok!" dedi hızla yalan söylemeyeceğini gösterircesine. "Yalan söylemem ki ben."

Gülümserken saçlarını okşadım. "Aferin benim kızıma!" Dedim kendime çekip öperek. "Şimdi söyle bakalım ne istedi baban senden?"

"Bunu sana sormamı istedi." Bu isteğini gerçekleştirememiş olduğundan olacak ki dudaklarını büktü. "Arkadaşının ismini öğrenmemi istedi."

Kafamı iflah olmayacağını belli edercesine iki yana sallarken "Nedenini söyledi mi peki?" diye sormaya devam ettim.

Kızım isim "Merak etmiş..." diye yanıtladı sakince. "Çok çok merak etmiş."

Anladığımı gösterircesine kafamı sallarken zihnimde dolanıp duranlara takılmamaya çalıştım.

"Sen peki?" Dedim sonrasında da. "Sende merak ediyor musun?"

"Yoo..."

Meva'nın cevabı güldürdü beni. Öyle kendi halinde öyle umursamaz bir şekilde söylemişti ki bu diyalogun tek sebebinin babası olduğunu göstermişti bir kez daha.

"O zaman üzgünüm ama bu sorunun cevabını veremeyeceğim çiçeğim." Dedim dudaklarımdaki arta kalan tebessümle. "Çünkü madem bunu merak eden baban, o zaman bunu sorması gerekende o değil mi?"

Meva kararsız bir tavırla baktı bana. Ardından onaylayarak kafasını salladı.

"Peki ne söyleyeyim Kadir abiye?"

Saçlarını kulaklarının ardına sıkıştırırken cihazını düzelttim. "De ki bu soruyu yeniden senin sorman gerekiyormuş baba. Belki o zaman cevabını alırmışsın..." Ardından gülümseyerek yüzüne bakarken burnunu sıkıştırdım. "Anlaştık mı?"

"Anlaştık!"

"Güzel..." dedim bir kez daha kendime çekerek. Saçlarının arasında dolanırken de dayanamadan "Meva?" Diye melodik bir şekilde seslendim. "Başka bir şey sordu mu peki baban? Söyledi mi daha doğrusu?"

Kafasını tam anlamıyla bana çevirmeden "İstanbulda arkadaşın olup olmadığını sordu bir de." Dedi kaşlarımın havalanmasına sebep olarak.

"Sen ne dedin peki?" dediğimde de "Var dedim."  Diye melodik bir şekilde uzatarak yanıtladı. "Yok mu?"

Gülümsediğim anlarda "Var annem." Dedim bende yanıt olarak. "İyi demişsin."

Derin bir nefes alarak Kadir'in bu merakına takılmamaya çalıştım. Daha doğrusu yaşadığımız şeylerin ardından bunun beni heyecanlandırmasına izin vermemeye.

Bu yüzden Meva'nın benden ayrılmasını sağlarken "Neyse annecim..." dedim hareketlenerek. "Ben şimdi çıkıyorum, Aybike teyzen de bahçede zaten. Bir şey olursa seslenirsin. Hem bugün Emre abinde gelecekti."

Emre'nin adını duyduğu an "Yaa..." dedi heyecanlanarak. "Ne zaman gelecek?"

"Bilmiyorum çiçeğim." Ayaklanıp çantamı alırken ona baktım. "Ama arar öğrenirim. Eğer işi yoksa gelir hemen yanına."

Meva yanıt olarak gülümseyerek kafasını salladığında uzanıp son bir kez daha öptüm yanaklarını. Ardından da daha fazla oyalanmadan çıkmak için hareketlendim.

Dış kapıdan bahçeye ulaştığım anda ise Emre'yi gördüm. Dalgın bir ifadeyle eve doğru yürürken beni fark etmemişti bile.

"Emre?!" Dedim varlığımı belli ederek. "Hoş geldin."

Silkelenerek kendine geldiği anlarda aynı dalgınlıkla "Abla?" dedi her zamankinin aksine. "Çıkıyor muydun?"

Kafamı salladım belli belirsiz. "Evet de iyi misin sen?" dedim kaşlarımı çatarak. "Ne bu halin?"

Tek omzunu kaldırıp indirdi sıkıntıyla. "Her zamanki şeyler." Dedi aldırmadığını gösterircesine. "Takılacağın bir şey yok yani."

Sessiz kaldım sözleriyle birlikte. Aklının aslında abisinde olduğunu, sorun her neyse onunla ilgili olduğunu biliyordum. Aksi halde Emre'nin söz konusu ailesi bile olsa canının sıkıldığı anda soluğu bizim yanımızda almaması, dert yanmaması mümkün değildi. Fakat şimdi öyle bir durumun içindeydik ki abisinin adını bile anamıyordu karşımda.

En yakınım dediğim adamın adını bile anamıyordu.

"Emre..." dedim günlerdir aklımda dolanan şeyler. "Abinle konuş, müsaitse Meva'yı yanına götür. Uzun zaman oldu..."

Emre ilk başta duyduğu şeyin doğru olup olmadığına emin olamadı. Ne söylediğimi algıladığı anda ise o cansız ifadesi bir anda değişirken "Nasıl yani?" dedi şaşkınlıkla. "Özgür abime mi?"

Güldüm bu haline. "Başka abin mi var?" dedim alay edercesine. "Yoksa Kadir'e hayranlığının ardından abi demeye mi başladın?"

Sözlerim onu da güldürürken "Yok daha neler?!" dedi o da. "Oradan bakınca gençliğime kıyacak kadar akılsız mı duruyorum?"

Bu söylediğine karşılık bende daha fazla dayanamadan kafamı geriye dayayarak güldüm. Bir an için Emre'nin Özgür yerine Kadir'i manevi abisi olarak kabul ettiğini hayal etmiştim. İçinde bulunduğumuz ana rağmen komik gelmişti.

"Neyse oyalama beni." Dedim hala canlı çıkan sesimle. "Meva artık sana emanet. Sen aldın sen getireceksin eve. Başka bir şeyle karşılaşmak istemiyorum."

Bu söylediklerimin onu rahatsız etmesi gereken yerde dudaklarını birleştirirken tebessüm etti. Anlayışlı bir ifade ile kafasını sallarken "Teşekkür ederim abla..." dedi sıcacık çıkan sesiyle. "Abimin buna çok ihtiyacı vardı."

Bununla birlikte derin bir nefes aldığımda, yüzümde arta kalan o tebessümün silinmesini engelleyemedim. Meva ile Özgür'ün arasındaki o bağ benim bir lafımla kesilebilecek tarzda bir şey değildi. Bunun için onlarla uzun yıllar geçirmeye de gerek yoktu. Yan yana oldukları ufacık bir an bile bunu gösterir, her ne düşünüyorsa aksini yöneltirdi.

Zaten kıyamazdım ki. İçimdeki bu öfkeye, hatta belki de nefrete rağmen kıyamazdım.

Göğsümün dolup taşacağını hissettiğim anlarda "Neyse..." dedim daha fazla bu konunun uzamaması için. "Görüşürüz artık."

Emre son bir kez kafasını sallarken bir şey daha demesine izin vermeden arkamı döndüm. Onu ardımda bırakarak bir an önce bahçeden çıkmak için hızlanmaya başladım. Fakat sürekli bir engele takıldığımdan bahçeden dışarıya adımımı atıp yürümeye başladığım anda Ali ile karşılaşmam tesadüf olmadı aslında.

"Yenge?"

Duyduğum sıfat ile birlikte derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Ali ile bu konuda anlaşamıyorduk. Ben ne söylersem söyleyeyim, ne kadar uzun konuşursam konuşayım o günün sonunda bana 'yenge' demekten vazgeçmiyordu. Bu durum artık sinirimi bozmaya başlasada Ali'nin iyi niyeti ve tavrı tepki vermeme engel oluyordu.

"Bir yere mi gidiyorsun?" Hızla yanıma ulaştı. "Getirsin çocuklar arabayı bırakayım gideceğin yere."

Kafamı iki yana salladım. "Sağol Ali gerek yok." Dedim gülümseyerek. "Kendim gideceğim."

"Ama..."

"Sen Meva'dan sorumlusun Ali." Diye sakin ifadeyle sözünü kestim. "Bak ben Kadir'in kızını koruma isteğine karşı çıkamam. Bunun adına aldığı önlemleri da engelleyemem. Bu konuda dilediğini yapabilir." Ne düşündüğünü anlayamadığım bir ifadeyle bana baktığında kesik bir soluk bıraktım. "Fakat bu farklı. Sonuçta sende dahil bunca adamın kapımda olmasının sebebi Meva. Ben değilim..."

Dudaklarını birleştirirken yumuşayan ifadesi ile birlikte bana baktı. Uzun uzun açıklamam karşısında gülümsedi ilk önce.

"Yanılıyorsun yenge." Dedi doğrudan. "Ben Meva'dan önce senden sorumluydum. Senin güvenliğinden, canından... Meva'nın ortaya çıkması benim de görünür olmam demek oldu sadece."

Kaşlarım çatılırken ona doğru adımladım. "Nasıl yani?" dedim anladığım şeyi doğrulama isteğiyle. "Sen zaten beni takip mi ediyordun?"

"Koruyordum."  Dedi es vermeden düzelterek. "Uzaktan uzağa da olsa koruyor, kolluyordum."

Çatılı kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Kadir'in beni öylece bırakmadığını elbette her adımımımdan haberdar olmasıyla anlamıştım ancak bunu bana hiç hissettirmemesi bu konuda konuşmama engel olmuştu.

Bugün kaçıncısı olduğunu bilmediğim bir şekilde bir kez daha derin bir nefes alırken "Pekala..." dedim bu konuyu şimdilik rafa kaldırarak. "Ben bu konuyu Kadir ile konuşacağım Ali. O zamana dek de senin yapman gereken tek şey bu kapıdan ayrılmamak. Daha doğrusu Meva'nın ardından..."

"Yenge..."

"Fırtana'dan çıkmayacağın zaten!" dedim bir kes daha onu sustururken. "Ayrıca seninle farklı bir şekilde konuşmak istemiyorum Ali. İtiraz edip zorlama beni lütfen."

Bir an için kararsız kalsa da ona başka bir hak tanımadığımdan olsa gerek sessiz kaldı. Belli belirsiz kafasını salladı en sonunda da isteksiz bir tavırla.

"Tamam yenge..." dedi özellikle bu kelimeyi fazlaca kullanır gibi. "Bir şey olursa ararsın."

Bende onun gibi belli belirsiz kafamı salladıktan sonra "Ararım..." diye yanıtladım onu. Ardından da bir şey daha demesine kalmadan hareketlendim. Zaten bugün benim için yeterince zorken daha da zorlaştırmak istemedim.

Döndüğümden beri ilk kez bugün gidecektim annemin mezarına.

Benim için çok zordu. Bu kararı vermekte, uygulamakta çok zordu. Bütün yüzleşmelerin arasında en katlanılmazı olacaktı hiç şüphesiz . Çünkü karşımda ağız dolusu hesap soracağım biri yoktu. Bana karşılık verecek, öfkemi dindirecek biri yoktu. Ben sadece iki avuç topraktan medet umacak, gönlümü ferahlatmasını umacaktım.

Ezbere bildiğim yolun en sonunda, tepedeki mezarlığa ulaştığımda kalbim olmadık bir şiddette atmaya başladı. Annemi görecek olmanın heyecanı sardı her yanımı. Mezarın başına  geldiğimde ise duraksayan adımlarımla birlikte derince bir çektim.

"Anne..."

Bir kelime bir insanın canını bu denli yakmamalıydı.

Bu denli eksik hissettirmemeli, bu denli yok saymamalıydı.

"Ben geldim..." Görüşüm bulanıklaştığı o yerde dudaklarımdan dökülenlerle birlikte gülümsedim. "Ben geldim anne."

Tam anlamıyla mezarının yanına gitmek için hareketlendiğimde ise o ana kadar fark etmediğim bir şey fark ettim.

Mezarın üzerinde renk renk ekilmiş çiçekleri.

"Nasıl?" diye bir fısıltı döküldü dudaklarımdan. Dolan gözlerime rağmen çatılan kaşlarımla birlikte bir huzursuzluk kapladı her yanımı.

Kim neden annemin mezarıyla ilgilenirdi ki? Hem de bu denli düzenli olduğu anlaşılacak bir şekilde. Bunun cevabını aradığım, düşündüğüm o kısacık vakitte aklıma gelen tek isim Zümra teyze oldu. Kadir de dahil kimsenin bu şiddette ilgilenmeyeceğinden emindim.

Gözümden dökülen yaşı hızla silerken buna şu anlık takılmamaya karar verdim. Daha sonra Zümra teyzeye sorar, gerçeği öğrenirdim nasılsa.

Beyaz mermerin kenarına otururken ellerim çiçeklerle bezenmiş toprağında gezdi. "Anne..." dedim bir kez daha. Küçük bir çocuk gibi sürekli anne demek istiyordum sanki.

"Görüyorsun değil mi halimi?" dedim yüreğimde biriktirdiklerimi dökmeye bir yerden başlarken. "Görüyorsun değil mi beni ne hale getirdiğini?"

Çiçeklerin kuruyan dallarını aldım. Toprağına karışan çöpleri, düşen yaprakları topladım.

"Ben sana üzülüyordum biliyor musun anne? Sevdiğin adamdan gördüğün o değere, ailensiz geçirdiğin o zamana... Üzülüyordum, anlamaya çalışıyordum." Dudaklarımı ısırdım yaşadığım o stresle. "Bizden esirgediğin o anneliğine rağmen hem de."

Aklıma Damla'nın anneme dair o kırgınlıkları geldi. Ufacık bir sevgi görmek için yaptığı şeyler, büründüğü o kimliği geldi.

"Oysa her ne olursa olsun anneliğin önceliğin olmalıydı. Bir adamın sevgisi, canından olanların önüne geçmemeliydi. Sevgin hastalık kıvamına gelmemeliydi...." Birkaç saniye soluklanmak için duraksarken gözlerim isminin üzerinde gezdi. "Sana o kadar kırgınım ki. O kadar kırgınım ki..."

Dayanamadım.

Sanki karşımdaymış gibi hissettiğim o anda hüngür hüngür ağlamaya başladım.

"Yalan bir mektupla kocaman bir yük bıraktın omzuma. Kızlarından aldığın âh yetmezmiş gibi torununun da hakkına girdin..." Kafamı iki yana salladım. "Hepimizi, hepimizi mahvettin. Baba bile olamayan bir adamın uğruna feda ettin. Bunun altından nasıl kalkacaksın? Bunun hesabını nasıl vereceksin?!"

Gözümden akan yaşlara rağmen kuruyan dudaklarımı ıslattım. Titrek soluklarım eşliğinde duraksadım, öylece bakıp durdum.

"Bak her şeyden geçtim. Kendimden, kızımdan... Geçtim anne. Geçtim geçmesine de sen bunu Damla'ya nasıl yaptın?" Yüzü gözlerimin önüne gelen kardeşim, acımı daha da katladı. "Bir sözüne, bir gülüşüne bakan küçücük bir kıza nasıl kıydın?"

Keskin bir titreme gezindi bedenimde. Toprak olan ellerim yüzüme ulaştı, göz yaşlarımı yok etti.

"Benim onu düşünmediğim tek bir an bile yok. Damla benim her anımda!" dedim annemin yaptığı şeyi bir kez daha şaşkınlıkla karşılayarak. "Neden biliyor musun? Çünkü yok anne! Senin sayende hiç kimsesi yok!"

Zehrini akıttığım her bir kelimede omzum hafifledi sanki. Yıllardır içimde biriktirdiklerim teker teker dökülürken gönlüm hafifledi.

"Belki de en çok bunun için kızgınım sana." Gözlerim mezarın en ucundaki beyaz çiçeğe takıldı. "Uğruna iki satır bile yazmadığın küçük kızın için kızgınım. Ne o mektup ne o yalanlar ne o adam... Ben en çok hayatını çaldığın kardeşim için kızgınım! Yapamadığın anneliğinle, kızımdan çaldığın o yıllar için kızgınım!"

Yanan gözlerimle daha fazla mücadele edemedim. Akmasına, annemin kuruyan toprağına düşmesine izin verdim.

Titreyen sesimle "İşin en kötüsü de ne biliyor musun?" diye kısık çıkan sesimle. "Tüm bunlara rağmen günün sonunda seni özlemek! Keşke yanımda olsaydı demek!"

Her ne olursa olsun, hayallerimde dahil her şeyimin ucu ona dokunurdu. Yüzündeki ufacık bir tebessüm, tüm kızgınlığımı yok ederdi. Nefretle dolduğum o günlerde 'kızım' dediği tek bir an bile ne hissediyorsam siler atardı.

Güvende hissettirdi.

Anne demek de bu değil miydi zaten? Güven demek değil miydi?

"Buraya neden geldiğimi merak ediyorsun belki de. Öyle ya, sen sevmezsin uzun uzun konuşmaları." Derin bir nefes alırken gözümden akan ne kadar yaş varsa sildim. Ayaklandım vakit kaybetmeden. Bir yabancıya bakar gibi tam karşısında durup elimde sıkı sıkıya tuttuğum çantamla baktım ona.

"Beni affetme demiştin. Buraya seni asla affetmeyeceğimi söylemeye geldim anne." dedim günlerdir yüreğimle birlikte zihnimde dolananları döktüm dilime. "Ben affetmeyeceğim! Affetmeyeceğim... Ama umarım diğer hakkını yediklerin affeder. Affeder de az da olsun huzur bulursun...."

Annem yarım kalan umutlar bırakmıştı bize. Çaresiz dertler, altında ezilecek yükler bırakmıştı. Kurtulmak, tamamlanmak çok zordu.

Bir mektup, bir pranga ve kocaman bir mahkumiyet.

Bize annemden kalan buydu işte.

"Mihre?"

Anneme ardımı dönüp hareket ettiğim anda duyduğum ismim, zihnimde birbirine dolanan ne kadar şey varsa yok etti. Tanıdığım, daha dönmeden bile kime ait olduğunu bildiğim o ses dumura uğrattı beni.

Bir kez daha seslenmesine kalmadan büyük bir merakla arkamı döndüğümde tam da karşılaşmayı beklediğim kişi ile karşılaştım.

Serhat... Serhat ile.

"Sen?" dedim belki de onun bile duyamayacağı kadar kısık bir sesle. "Senin ne işin var burada?"

Ne söylediğimi duymuş olacak ki benimle konuşmadan önce etrafına bakındı. Kimsenin olmadığına emin olduğu anda kendini daha da gizlercesine şapkasını indirdi önce. Şapkasının üzerinden attığı kapüşonuna dokundu.

"Merhaba Mihre..." dedi bir kez daha konuşarak. Aramızdaki mesafeyi kapattığı anlarda tam karşımdaki yerini aldı.

"Serhat..." dedim zorlukla. Sonra yeniden aynı soruyu sordun. "Senin ne işin var burada?"

Ne işi olduğundan daha çok buraya nasıl geldiğini düşündüm sonra. Fırtına'ya girmesinin imkansız olduğu o yerde belli ki gizli saklı yapmıştı her ne yaptıysa. Yalnızca üzerindeki kıyafeti bile bunun anlaşılması için yeterliydi çünkü.

"Seninle konuşmak için geldim." Dedi sakinlikle. Ellerini hırkasının cebine yerleştirdi. "Uyarmak için geldim Mihre."

Kaşlarım çatıldı söyledikleriyle birlikte. Uyarı dediği anda yüreğime anlaşılması kolay olmayan bir korku salındı.

"Ne için?" dedim titreyen sesimle. "Ne için uyaracaksın?"

Sorumun ardından konuşmadan hemen önce bir kez daha kontrol etti etrafı. Gözleri bir kez daha bomboş mezarlıkta gezindi.

"Kalendar her zamankinden çok daha öfkeli." Diye başladı beni dumura uğratarak. "Önce Ebru'yu öldürenin sen olduğunu öğrendi. Boşuna ölen abisi adına sana, Kadir'e bilendiği anda ise Ebru'nun yaşadığını..." Yarım kalan cümlesinin ardından kafasını iki yana salladı. "Şu an hiç olmadığı kadar öfkeli Mihre. Bana tedbir almanı söyletecek kadar da tehlikeli..."

Zorlukla yutkundum.

Tüm bunların bir de Tekin Kalendar kısmı olduğunu unutmuştum. Daha doğrusu unutmak istemiştim. Yoksa bu hikayede bir suçu olmamasına rağmen ölen o adamın peşimizi bırakacağını düşünmek aptallık olurdu.

"Nasıl bir tedbir?"

"Meva'dan vuracak sizi." Dedi doğrudan. "Kadir'in de senin de en zayıf noktası oyken, size bunu yaptmaktan gocunmayacak."

Meva'nın adının geçtiği anda keskin bir öfke yüreğime salınan o korkunun yanına eklendi. Bir uğultu dolandı zihnimde. Adım adım beni ele geçiren bir uğultu.

"Ne saçmaladığının farkında mısın sen?" Dedim sesimin yükseldiği anlarda. Ona doğru adımladım. "Ne demek Meva'dan vuracak?!"

Benim öfkeye bürünen halimin aksine o sinirlerimi bozacak bir sakinlikte karşımda durmaya devam etti.

"Ben olanı söylüyorum Mihre." Dedi sözlerinin beni ne hale getirdiğini bilmeden. "Meva'yı her nasıl koruyorsanız, kırk katı daha fazla korumanız gerekiyor artık. Çünkü her ne yapacaksa bunu sizden önce Meva'ya yapmak isteyecek."

Göğsümden karnıma uzanan o şiddetli ağrıyla elimi göğsüme yerleştirme isteğimi bastırdım. Nefes almanın bile zor geldiğini fark ettiğim o yerde sakin kalmaya çalıştım. Karşımdaki adamın dost sandığımız o adam olmadığını hatırlattım kendime.

Sözlerine inanmamalıydım. İnanmamalı, takılmamalıydım.

"Sen..."

"Masadan bir koltuk..." dedi sözümü keserek. "Tekin Kalendar'a masadan bir koltuk teklif et. Onu yeniden oraya oturtacağının vaadini ver."

Kaşlarım bu sefer şaşkınlıkla havalandı. Ne söylediğini algılayıp cevap vermem ise birkaç saniye sürdü.

"Sen ne söylediğinin farkında mısın?" dedim oldukça gergin bir ifadeyle. "Daha doğrusu ne saçmalığının farkında mısın?"

Dudaklarını birleştirirken kafasını eğdi. Rahat bir ifadeyle ayağının hemen ucundaki taşı öteki tarafa attı. Yeniden bana doğru adımladı.

"İhtiyarın seni yakınında tutmak istediği çok aşikar." Dedi söylediklerime takılmadan. "Bunu yeterince belli etti. Kaldı ki sana bunun adına bir şey teklif ettiği de belli..." Tek omzunu kaldırıp indirdi aynı rahatlıkla. "Sen böyle bir istekle karşısına geçtiğinde, seni reddetmeyecektir."

Uzun uzun yaptığı bu plana mı şaşırmalıydım yoksa gelip bunu anlatmasına mı kestiremedim. İşin garip yanı Fırtına'da durmuş Özgür'ün bir zamanlar sağ kolu, her şeyi olan adama bakarken yalnızca bir düşman görüyordum.

"Sen ne söylediğininden de benden ne istediğinden farkında değilsin! Her şey böyle anlattığın kadar basit mi?"  diye sordum keskinlikle. "Üstelik ne olacağını sanıyorsun? Bunun neyi değiştireceğini sanıyorsun? Özgür ve Kadir'in olduğu o masada oturabilecek mi? Her şeyden öte hayatta kalabilecek mi?"

Art arda sorduğum soruların ağırlığına takılmadı bile. Önce dudaklarını büktü bilmiyorum dercesine. Sonra konuşmadan hemen önce gözlerini gözlerime değdirdi.

"O hayatta kalır mı bilmem..." dedi rahat bir ifadeyle. "Ama sen ve kızın kalırsınız. Hatta bir tek böyle kalırsınız."

Bir seçenek sunmuştu bana. Kızımı güvence altına alacağımı düşündüğü bir seçenek.

Bu seçeneğin benim canıma değen kısmı değildi önemli olan. Önemli olan kızımın kalkanı olması, olduğunu sanmamdı. Bir öncelik olacaksa benim veya Kadir'in aksine bunun her zaman Meva'da olacaktı çünkü. Çünkü biz baş ederdik.

Hele de yan yanaysak.

"O masaya oturması doğrudan doğruya olmasa da Kadir'i de koruyacak Mihre." Dedi sessizliğimi korumaya devam ettiğinde. "Bir kerelik bir istisna, kaideyi bozmayacak ve onlar masanın kuralını uyup birbirilerini korumaya devam edecekler. Bir şeyler sandığının aksine düzelecek yani."

Bahsettiğim o huzursuzluk bir kara duman misali yeniden sardı etrafımı. İçime sinmeyen o şey yeniden gün yüzüne çıktı.

"Neden?" dedim yüzündeki en ufak bir hareketi bile kaçırmama isteğiyle. "Bunu neden yapıyorsun peki?"

Duraksadı.

Bu yaptıkları olmasa, mahsun diyebileceğim bir ifade ile bana bakarken bir kez daha bana adımladı. Öyle ki aramızda gittikçe kısalan o mesafe benim de bir adım geriye gitmeme sebep olmuştu.

"Meva için." dedi netlikle. "Her şeye rağmen senin için..."

Serhat iyi bir insandı. En azından bir zamanlar öyle olduğunu düşünürdüm. İyi derdim. İyi, merhametli, anlayışlı... Öyle ya her zaman bir çalışandan ziyade Özgür'ün can dostu olmuştu. Şimdi ise herkes gibi o da ihanet denen o bataklıktan payına düşeni almış, kirlenmeye yüz tutmuştu.

"Ben..."

"Sen her zaman iyi bir insandın Mihre." Dedi sözümü keserek. Bir kez daha şaşırttı beni. "Eline bulaşan o kanın hiçbir önemi yoktu. Sen, her zaman masum olandın. Bu yüzden bunu sana yapmak, sana yapılırken göz yummak benim bile kaldırabileceğim bir şey değil."

Sözler benim yeniden duraksamamın sebebi olmuştu. Duraksamamın, içimdeki o kargaşayı susturmamın.

"Peki..." dedim emin olamadan. "Sana neden güveneyim? Bu sözlerinin doğruluğuna neden inanayım?"

Gülümsedi. Ona oldukça yakışan, uzamış sakallarına dokundu. "Bunun adına bir nedenin yok." Dedi yeniden bakışlarımızı denk düşürerek. "Zaten sana kendime inandırma gibi bir çabam da yok. Ben sadece bana düşeni yaptım, seni uyardım. Uyarmakla da kalmadım, yapman gereken neyse söyledim. Bundan sonrasında karar artık senin."

Kendinden emin, beklentisiz konuşması beni bir an için şüpheye düşürürken 'acaba mı' dedirtti.

"Ayrıca biliyorum Mihre..." diye bir şey dememe kalmadan yeniden konuştu. "Özgür'ün karşıma çıkıp beni öldürmesine engel olanın sen olduğunu biliyorum."

Kaşlarım çatılırken bu konuyu Özgür ile konuşmuş olmama rağmen "Böyle bir şey yapmadım." Diye yanıtladım onu. Bilmesine gerek olmadığını düşündüm.

O ise kafasını iki yana sallarken sahici olmayan bir gülüş sundu bana. "Eğer sen olmasaydın Özgür beni karşısında gördüğü ilk anda öldürürdü. Bir an olsun tereddüt etmezdi..." Dudaklarındaki o gülüş solarken duraksadı. "Çünkü senin onunla konuştuğunu tahmin edecek kadar iyi tanıyorum sizi."

Bahçemde hiç olmayacağı kadar durgun bir ifadeyle oturduğu o gün konuşmuştum Özgür ile. Yüzündeki o solukluğu, üzerindeki o belirsizliği gördüğüm an bunun Serhat ile ilgili olduğunu anlamıştım. Serhat'ın ihanetini kaldıramadığını anlamak için masmavi gözlerine bakmak bile yeterliyken kelimelerimi dökmüştüm önüne.

Annemin yalan bir mektubuyla birinin canını aldığımı söylemiştim ona. Sebebini öğrenmesini gerektiğini, öğrenmeden böyle bir şeyi yapmamasını söylemiştim. Öldürdüğü hiç kimsenin bununla aynı olmayacağını, benim çektiğim bu azabı çekmemesini getirmiştim dile. O günü unutmuyordum.

Unutmuyordum çünkü ben uzun zaman sonra ilk kez çocukluk arkadaşımı görmüştüm karşımda. Savunmasız, kırgın bir şekilde hem de.

"Özgür içten içe bunu yapmazsın diye bin tane bahane sundu kendine." Dedim kesik bir nefesle. "Dili aksini söylese de inanmadı, inanmak istemedi. Konduramadı sana." Dudaklarım kıvrıldı ruhsuzca. "Peki ya sen nasıl kondurdun Serhat? Nasıl yapabildin bunu ona?"

Gözlerinde aralanan o perdeden saniyelik bir hüzün geçti sanki. Dudaklarındaki o sahte kıvrıma bulaştı sonra.

"O sana nasıl yapabildiyse..." Kafasını kaldırıp göz göze geldiğimiz anda devam ettirdi. "Öyle."

Zorlukla yutkundum. Her seferinde görmezden geldiğim, unutmak istediğim o ihanet yeniden önüme serildiğinde kaçmak istedim. Fakat yapabildiğim tek şey, tutulmuş bir şekilde karşısında durmak oldu.

"Özgür'ün beni affetmesinin ya da öyle sanmasının bir başka sebebi de neydi biliyor musun Mihre?" Kafasıyla beni işaretti. "Sendin." Dedi netlikle. "O bir gün aynısının kendi başına geleceğini de biliyordu. Her şey ortaya çıktığında bana verdiği şansın, kendisine de verilmesini umut etti. Aksini bu yüzden yapmadı."

Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken işin bu boyutunu düşünmediğimi fark ettim o an. Bana yapılan, yapılmaya devam edilen bu şeye öyle takılıp kalmıştım ki geçmişe dair hiçbir şey zihnimde sorgulanmamıştı belki de.

"Serhat..." dedim aklıma dolananlar ile birlikte. "O gün..." Zorlukla devam ederken nefesim kesildiğini hissettim. "O gün Ebru yaşıyor muydu?"

Duraksadı.

Bu sorunun cevabını verip vermemesi gerektiğini düşündüğü anlarda aklından geçen her neyse kafasını salladı.

"Yaşıyordu..." dedi ilk defa kısık çıkan sesiyle. "Öldü sandığın o gün yaşıyordu."

Gözlerimi kapattım.

Kaçmak istediğim, tam önümdeyken yapabileceğim tek şey buydu çünkü. Öyle ya, Özgür'ün yapamadığı o açıklamaya rağmen hep bir ihtimal diye düşünmüştüm. Yüzüne nefretimi kusmaktan çekinmesem de hep bana her ne olduysa anlatacağı o günü beklemiştim.

Şimdi öyle bir hayal kırıklığıyla dolmuştum ki ağlamak bile gelmiyordu içimden.

"Silahı da sakladınız..." dediğimde "Silahı da sakladık." Diye çekinmeden, bekletmeden yanıtladı beni.

Sinirimin bozulduğunu belli etmekten çekinmeden güldüm.

Aşağı yukarı kafamı sallarken ağzımı aralamama kalmadan "Silahı teslim eden o değildi." Dedi sonrasında. Dudaklarımdaki o sahte gülüş solarken devam etti. "Onu alan her ne kadar biz olsak da seni ihbar edip silahı teslim eden Özgür değildi. Bendim. Daha doğrusu Tekin Kalendar..."

Öğrendiğim her bir gerçekle hikayemin eksik parçaları tamamlanır sanıyordum. Oysa tamamlanmıyordu. Benden eksiltiyor, tamamlanmıyordu.

"Ne diyeyim ki..." dedim kırıklıkla. Gözlerim annemin mezarın değerken devam ettim. "Ha silahı teslim etmiş ha o silahı yıllarca saklamış... Ne fark eder?"

Sustu.

Bu konuda konuşacak, yorum yapacak son kişi bile olmadığının farkındaydı belki de. Bu yüzden hangi ara çıkardığını görmediğim ellerini yeniden hırkasının ceplerine koyarken "Söylediklerimi düşün, taşın. En azından bunu Meva adına yap." Dedi son kez. Aramızda geçen o son konuşmayı görmezden geldi. "Benden bu kadar. Hadi eyvallah..."

🕊️🕊️🕊️

"Nereden çıktı ki şimdi bu?"

Aybike'nin söylenmelerini bitmeyeceğini anladığım o yerde oflayarak arabanın kapısını açtım. Bir yandan da görmeyeceğini bile bile göz devirmekten alıkoyamadım kendimi.

"Aybike?" Diye soludum melodik bir tavırla. Meva'nın kapısını açıp inmesini sağladım. "Artık söylenmesen mi? Ali amcayı red edemeyeceğimi sende biliyorsun. Kaldı ki bir sürü şey sıraladım ama dinlemeden yüzüme kapattı telefonu."

Soğumaya başlayan havalarla birlikte Meva'nın önünü kapatıp kucakladım.

Yüzüme kapatmış olması ona komik gelmiş olacak ki "Tamam tamam..." diye kapattı konuyu. Damla'yı yanına çekti. "Bir şey demedim."

Kafamı iki yana sallarken gözlerimi Ali amcanın tepede bulunan, sislerin ardında gizlenen evinde gezdirdim. Sanırım Akman ve Soykan ailesinin konaklarına rağmen Fırtına'da en beğendiğim evlerden biriydi bu ev. Çay tarlasının hemen ardında, tek katlı ahşap bir evdi. Bahçesi, bahçesinin içerisinde Ali amcanın ekinlerine ayrılan kısmı ve hatta girişi ile bile her zaman çok beğenmiştim. Şimdi, bir kez daha beğeni ile süzmekten alıkoyamıyordum kendimi.

"Anne?" diye solgun yüzüne rağmen kucağımda heyecanla soluyan kızımın sesi, ona dönmemi sağladığında yeşil gözlerinin doğrudan yüzümde olduğunu gördüm. "Burası Zerda'nın evi! Ona mı geldik biz?"

Aybike de bende sesli güldük bu söylediğiyle. "Zerda değil annem..." dedim tatlı bir dille uyararak. "Zerdava."

"Ona mı geldik?" diye ne söylediğime takılmadan sorduğunda ise bir kez daha güldüm. Kafamı sallarken "Ona geldik çiçeğim." Diye yanıtladım.

Tam bunun ardından ise "Siktir ya..." diyen Aybike'nin sesini duydum. Kaşlarımı çatarak ona dönmüştüm ki bakışlarının bizim geldiğimiz yönün aksi kısmında kalan arabalarda olduğunu gördüm.

Daha doğrusu Soykanlara ait olduğu anlaşılan arabalarda.

Ettiği küfüre ise Meva duymadığı için takılmazken "Bunların ne işi var burada?" Diye öfkeyle soludu. "Hayır daha doğrusu onlar buradayken bizim ne işimiz var?"

Çatılı kaşlarımı düzeltmeden "Belli ki bilerek çağırdı Mehmet amca." Dedim tereddütle. "Gerçi bir şey de söylememişti."

Bahçeye girmemize rağmen "Yok yok..." diye hızla konuştu Aybike. Hatta yapacağı şeyi göstererek Damla'nın elini tutup çekiştirdi. "Hiç girme boşuna, gidiyoruz."

Gözlerim şaşkınlıkla açılırken "Saçmalama istersen!" diye hızla yanıtladım. "Ne demek gidiyoruz? Ali amcaya ne diyeceğim ben?"

"Ne dersen de!" diye kızgınlıkla konuştu. "De çünkü bizim onlarla aynı ortamda olmamızın hiçbir mantığı yok. Üstelik bir zorunluluğumuz yokken!" O Damla ile birlikte birkaç adım atsa da benim duraksamam ile birlikte duraksamak zorunda kaldı. "Ayrıca Ulaş'ın sana ne yaptığını çok çabuk unuttun sanırım!"

Kendi içimde sakin olmak adına kendime verdiğim telkinler işe yaramasa da derin bir nefes alıp Meva'yı indirdim. Özellikle ters bir şey söylememeye dikkat ederek kızımı ardımda bırakıp onun yanına ulaştım.

"Bunlar çocukların yanında konuşulacak şey mi Aybike?" dedim kızgınlık dolu kısık sesimle. "Ayrıca kimsenin ne yaptığını unuttuğum yok. Bende çok hevesli değilim burada olmaya. Fakat düşündüğünün aksine olmak zorundayım. Meva, Kadir ve benim kızımken istesem de istemese de olmak zorundayım!"

"Mihre..."

"Ali amcanın yapmaya çalıştığı şey belli!" diye kestim sözünü. "Belli ama bu neyi değiştirir? Meva bir Soykan Aybike. Meva bu ailenin içerisinde büyüyecek! Ne yapayım istiyorsun?" Sessiz kaldığı anlarda zorlukla yutkunurken devam ettim. "Bir bencillik daha mı yapayım? Ben görmek istemiyorum diye, gördüğümde canımı sıkıyorlar diye kızımı düşünmeden uzak mı durayım?"

Aybike hemen arkamda duran Meva'ya baktı göz ucuyla. "Canını sıkmıyorlar Mihre..." dedi doğrudan. "Canını almak istiyorlar!"

"O adamın karşısında ablasının katili olarak duruyordum Aybike." Dedim her şeye rağmen Ulaş'ı anlamaya çalışarak. "Evet yeri değildi, zamanı değildi... Değildi ama saf bir nefretle kızamazsın ona. Anlamak, anlamaya çalışmak zorundasın."

Bakışlarının sekteye uğradığı yerde derin bir nefes aldım. Yumuşattığım ses tonumla devam ettim.

"Bak sen ne gelmek ne görmek zorunda değilsin. Ben zaten senin yanımda olduğunu her daim hissediyorum. İnan bana varlığını görmemem hiçbir şeyi değiştirmez." Dedim samimiyetle. " Fakat ben gelmek zorundayım Aybike. Ben istemesem de görmek zorundayım. Meva'yı çiğneyemem, yok sayamam..."

Dudaklarını birleştirdiği o yerde gözlerini kaçırdı. Ben aksi bir şey düşünmemesi için özellikle bakışlarımı ondan çekmezken kafasını salladı belli belirsiz.

"Güzel..." dedim omzuna dokunarak. "Hadi sen şimdi eve git. Akşam gelmeden o sevdiğin meyveli pastadan da alırım. Meşhur gecelerimizden birini yapar, sabahlarız."

Sinirlerinin bozulduğunu, bu konuda Ulaş'ın büyük payı olduğunu görebiliyordum. Bu yüzden zorlamak da üstüne de gitmek istemiyordum. Bir yerde haklıydı çünkü. Haklıydı haklı olmasına da benim dengeyi sağlamam gerekiyordu işte. Üstelik Meva böyle hassas bir dönemdeyken.

Aybike'nin sessiz kalacağını anladığım anlarda bunu bir kabulleniş sayıp son kez omzunu ovaladım. "Hadi Damla..." dedim ona son bir kez bakıp arkamı dönecekken.

Fakat ben gideceğini sanırken o daha aynı saniye dayanamamış, arkadan gelerek adeta sırtıma atlamıştı. "Ya ben seni o yamyamların içine iki çocukla bırakır mıyım?" Demişti neşe katmaya çalıştığı sesiyle. "Bir de tonla şey söyleyip arkanı dönüp gidiyorsun! Şov insanısın sen biliyorsun değil mi? Boşuna masalarda ağırlanmıyorsun!"

Son söylediği şeye gülerken yumruk yaptığım elimle karnına vurdum. "Şebek!" dedim yalancı bir kızgınlıkla. "Madem paşa paşa geleceksin ne konuşturuyorsun?"

Bu sefer sözlerime gülen o olurken ağzını aralamasına kalmadan "Anne?" diyen kızımın nazlı sesi duyuldu. "Yoruldum ben hadi!"

Meva'nın dün geceden beri üzerinde olan o yorgunluğu bildiğimden hızlıca ona doğru ilerledim. Yanına ulaştığım anda kucaklarken  "Annem?" dedim.  "Bir yerin ağrıyor mu?"

Meva ise başını omzuma yasladı. "Sadece yorgunum anne. Kollarım, bacaklarım hep uyumak istiyor." Dedi kısık çıkan sesiyle. Tepkisine güleceğim o anlarda Aybike kapıyı çalarken ben kızımın saçlarını okşadım.

Zaten birkaç gündür üzerinde olan halsizliği fark ettiğimden daha fazla sorgulamadan "Tamam çiçeğim..." dedim hızla. "Çok kalmayız zaten."

Meva'nın alnındaki saçları geriye doğru atarken kapı açıldı.  Bizi gülen yüzüyle Mehmet Ali karşılamıştı.

"Hoş geldiniz..." dedi canlı çıkan sesiyle. "Tam da babam söylenmeye başlamıştı."

Ali amcanın nasıl söylendiğini az çok tahmin ettiğimden güldüm sözlerine. "Hoş bulduk..." dedim içtenlikle. "Nasılsın Mehmet Ali?"

"İyiyim nasıl olsun..." dedi gözlerini üzerimizde gezdirerek. Biz ayakkabılarımızı çıkarırken bakışları Meva'ya takıldı. "Fıstık?" dedi sorgularcasına. Ardından bana döndü. "Neyi var?"

Hala kucağımdan inmeyen kızımla birlikte "Halsiz iki gündür..." dedim açıklayarak. "Şimdi Zerdava'yı gördüğünde canlanır ama."

Mehmet Ali sözlerime gülerken "Hadi gelin." dedi.  "Gerçi bizimkiler bahçeye geçti ama isterseniz siz içeriye geçin, ben onları da çağırayım."

İçeriye doğru adımlarken "Bu havada neden dışarıya geçtiler ki?" diye sorguladım. "Esiyordu sanki."

Mehmet Ali bilmem dercesine tek omzunu kaldırıp indirdi. "Babam ve Tuba ana geçince diğerleri de peşinden geçti." Dedi açıklayarak. "Şimdi de çardakta hep birlikte çay içiyorlar işte. Çağırayım mı içeriye?"

"Yok yok!"  Diye hızla yanıtladım. "Zaten Meva da Zerdava ile vakit geçirecekti. Hava daha da soğumadan oynasın bari."

Mehmet Ali onaylayarak kafasını salladı.  Ardından da Aybike'ye nasıl olduğunu sorarak konuşmaya başladı.  Ben ezbere bildiğim yoldan bahçeye doğru ilerlerken onlar da bir yandan konuşup bir yandan beni takip ediyordu.

Bahçeye girdiğimiz daha ilk anda bedenimin gerginlikle kasıldığını hissettim.  Bunu Meva'ya yansıtmamaya çalışsam da yüzüme yansıdığından emindim.  Öyle ki çardaktaki bütün bakışların bize dönmesiyle Aybike'nin de benden farklı değildi.

"Puli?" diye bizi gördüğü anda ayaklandı Ali Amca. Hepsinin bakışları eşliğinde bize doğru adımladı. "Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz."

Onun bu içten  karşılaması  karşısında gülümsemeden edemedim.  Kafamı hafifçe sallarken "Hoş bulduk Ali amca." diye yanıtladım onu.  Aybike de benimkine benzer bir şekilde yanıtladı.

"Nasılsınız bakalım?" dedi gülümseyen gözleri dikkatle ikimizin arasında gezerken. "İyi gördüm sanki..."

Ali amcanın yumuşak sesine rağmen ortamda öyle bir gerginlik vardı ki insan rahatsız olmadan duramıyordu. Zaten Ali amca da bunun farkındaydı.  Burada olmanın bizim için ne denli zor olduğunu o da görüyordu. Bu yüzden aslında sorduğu bu soru  öylesine sorulmuş bir soruydu.

Yine de bunu yansıtmamaya çalışarak "İyiyiz Ali Amca sağ ol." Diye yanıtladım. "Sen nasılsın? İyi misin?"

Soruma karşılık gülümsedi. "İyiyim tabii." dedi netlikle. "Sizi de gördüm ya... Daha iyi oldum şimdi."

Samimiyetle kurduğu cümlelerin ardından aynı samimiyetle bende gülümsedim. Kafamı salladım belli belirsiz. Ardından o bizi çardağa davet ederken ben daha geldiğim ilk andan beri yoğunluğunu hissettiğim bakışlara döndüm.

Kadir'e yani.

"Hoş geldiniz..." dedi ilk olarak o da diğerleri gibi. Ben kafamı sallarken onun bakışları çoktan Meva'ya takılmıştı bile. "Neyi var?" demişti kendisine sormadan önce kısık sesle. Çatılı kaşlarıyla Meva'nın saçlarına dokunmuştu. "Canı mı sıkkın?"

"Hasta olacak sanırım." Dedim bende doğrudan. "Dünden bir halsizlik var üzerinde. Yorgun hissediyormuş kendini..."

Sözlerim huzursuz olması için yeterli olmuştu.  Mümkünmüş  gibi daha da kaşlarını çatarken ellerini bir kez daha kızının saçlarının arasında gezdirdi.  "Babam..."  dedi sıcacık bir ses tonuyla. "İyi misin güzelim?"

Meva babasının sesini duyduktan sonra kafasını kaldırdı.  Başını iyi olduğunu gösterircesine aşağı yukarı sallarken "İyiyim Kadir abi." diye yanıtladı onu.  Ardından da sanki özellikle yapar gibi gülümsedi.

Kadir onun bu haline dayanamadığını gösteren ifadesiyle birlikte "Gel bakalım..." diye kucaklamak için uzandı. "Gel bakalım babanın kollarına!"

Meva da sanki bu anı bekler gibi hızla babasının kucağına atıldı. Tabi babasının kollarının arasındaki yerini aldığı anda başını omzuna dayanmayı da ihmal etmedi.

"Hastaneye mi gitsek?"  Dedi Kadir huzursuzlandığını belli ederek.  Ardından göz ucuyla yeniden kızına baktı, elini ateşini ölçercesine alnına yerleştirdi. "Ateşi de yok ama..."

"Şimdilik gerek yok bence."  Diye mesafeli bir sesle yanıtladım. "Zaten iyice zayıfladı gibi.  Kontrole götürmek istiyordum. Eğer gece rahatsızlanmazsa, yarın için doktorundan randevu alır götürürüm."

Kaşları çatılırken "Götürürüz!" diye uyaracak oldu. Bu duruma kızmak yerine anlayışla karşılarken bıraktığım sıkıntı dolu soluğun ardından kafamı salladım. "Götürürüz!" diye onayladım onu.

Bakışları bir an sekteye uğrayıp yüzümde gezse de sözlerim aklına takılmış olacak ki düzeltemediği bakışıyla yeniden Meva'ya döndü.

"Neden zayıfladı ki acaba?" dedi kendi içinde konuşur gibi sıkıntılı bir sesle. "Stresten mi acaba?"

Göz ucuyla çardağa bakmak istediğimde Tuba hanımla göz göze geldim. Yüzümdeki ifadenin solduğunu hissettiğim anlarda kafasını selam verircesine salladığını gördüm. Şaşırdım. Şaşırdım ancak bunu belli etmek istemeden aynı şekilde karşılık verdim.

Tam bu anın ardından yeniden Kadir'e dönmek istemiştim ki "Yenge?" diyen o sesi duydum. Bir an için olduğum yere kitlendiğimi hissederken benim aksime Meva, Ulaş'ın sesini duyduğu an babasını şaşırtacak bir hızda doğrulmuştu yaslandığı yerden.

"Anne?!" demişti hepsinin dikkatini çekecek bir gürlükte. Benim cevap vermeme kalmadanda hızla babasının kucağından kucağıma gelmek için yeniden atılmıştı.

Düşmemesi için  "Hop hopp..." diyerek kollarını sıkılaştıran  Kadir'i dinlemedi Meva. Saniyeler içerisinde kollarımın arasındaki yerini aldı.

"Meva?" diye sorguladım ne yaptığını. Çatılı kaşlarının arasında kıstığı gözlerine baktım. "Ne yapıyorsun annem sen?"

Benim soruma takılmadan ateş saçan gözlerini neye uğradığını şaşıran Ulaş'a değdirdi. "Yaklaşmasın sana!" dedi öfkeyle. "Silahı var onun yaklaşmasın!"

Bir kez daha afalladım.

O gün Meva'yı arabaya yerleştirmiştim ancak Meva'nın kalkarak arabanın arka camından bizi seyrettiğini görmemiştim. Bunu ancak eve gittiğimizde Ulaş hakkında sorduğu sorularla anlamıştım. O gün nefrete bulanmaması için bir şeyler gevelediğimde ise bunun işe yaradığını sanmıştım.

Belli ki yaramamıştı.

"Meva?" diye uyarıyla konuştum. Ulaş'ın pişmanlık kokan, mahcup yüzünü gördüğümde ise daha da gerildim. "Annem o ne demek? Yabancı değil ki o. Ulaş amcan o senin!" Saçlarını geriye doğru atarken derin bir nefes aldım. "O bana zarar vermez. Bize zarar vermez çiçeğim..."

Gözlerim Meva'nın ardından tesadüfen Kadir'e değdiğinde bir kez daha hiç hak etmediği bir yükü sırtlandığını gördüm. Gözlerine çöken o hüzün benim de yüreğime çökerken zorlukla yutkundum.

Meva ise anne ve babasının halinden bihaber "Değil!" dedi saf bir kızgınlıkla. "Gördüm ben. Kızdı sana o! Bağırdı!"

"Meva..." diye yeniden uyarıp konuşacağım esnada "Tamam yenge!" diye yumuşak bir sesle uyardı Ulaş. "Meva haklı..."

Ablasının gözlerine benzeyen renkli gözlerini Meva'nın gözlerine değdirdiğinde tüm gerçeği öğrendiğini o an anladım.

"Ben annenden özür dileyecektim aslında..." dedi yeğenine yaklaşamadan. "Ama belli ki özür dilemem gereken başka biri daha varmış."  Meva'nın bakışlarının yumuşadığı anlarda ona karşı gülümsedi. "Özür dilerim Meva. Seni böyle korkutmak istemezdim..."

Sanırım benimle öncelikle konuşması gerektiğinden bahsettiği özrü ilk Meva'ya sunmuştu. Fakat bu özür Meva için o anlarda tam anlamıyla bir şey ifade etmemiş olacak ki tepki vermek yerine konuşmak istemediğini gösterircesine kafasını boyun girintime yerleştirmişti.

"Ulaş?" Hepimizin bakışlarının Meva'da olduğu anlarda Mehmet amcanın sesi duyuldu. "Gel oğlum buraya..."

Ulaş bu sorunu halletmek istediğinden sanırım bir an için tereddüt etmişti. Fakat Kadir ile göz göze geldiği an Kadir'in soğuk bir hareketle yaptığı kafa işareti daha fazla düşünmesini engel oldu. Son bir kez benimle göz göze geldiğinde daha fazla oyalanmadan dediklerini yapmıştı.

Ben ise onun gidişinin ardından derin bir nefes alırken dakika bir gol bir demekten geri duramadım.

"Hadi o zaman..." dedim konuşacak mecalim olmadığını düşünsem de canlı çıkarmaya çalıştığım sesimle. "Gidip Zerdava'ya bakalım biz. Ne dersin babası?"

Kadir'in canı bu konuda öyle sıkılmıştı ki her ne kadar bunun aksini yansıtmak istese de becerememişti. "Olur. Gidelim hadi..." demişti o da pürüzlü sesiyle bir şey demiş olmak için.

Sonrasında ise göz ucuyla yeniden çardağa bakıp ilerlemeye başlamıştık. Bahçenin diğer ucunda, kapıya yakın kısımdaki Zerdava'ya doğru küçük adımlarla yürümüştük. Bu esnada Meva kucağımda,  Kadir ise hemen yanımdaydı.

"Bak..." dedim en sonunda Zerdava'nın yanına geldiğimizde. Diz çöküp Meva'nın da inmesini sağladım. "Bak kim var burada?!"

Kahverengi kürkünün arasında parıldayan, oldukça güzel gözlere sahip köpeğin hemen yanına çektim onu. Daha ilk dakikadan havasının değiştiğini hissederken ellerimi yumuşak tüyleri arasında gezdirdim.

Benim aksime onun çekingen kaldığını gördüğümde "Meva..." dedim melodik bir sesle. "Sen dokunmayacak mısın?" Yeşil gözleri ikimizin arasında gezdi. "Çok özlemiş Zerdava seni."

Meva'nın bakışları aynı saniye değişirken gülümsedi. "Çok mu özlemiş?" dedi ilgisini çekmeyi başardığımı göstererek. "Nasıl anladın ki?"

Dudaklarım kıvrılırken "Bak..." dedim ona yaklaşan köpekle. "Hep senin yanına geliyor." Gözleri tam dibinde duran Zerdava'ya değdi. "Üstelik gözlerini de ayırmıyor senden."

Meva daha fazla dayanamadan kocaman gülümsedi ve ellerini uzun, yumuşak tüylerinin arasına değdirdi. "Bende seni özledim Zerda..." dedi her zamanki gibi beni güldürerek. "Oyun oynayalım mı?"

Ben tuttuğum nefesimi bırakırken Zerdava ile oyalanan kızımı seyrederek ayaklandım. Aynı Kadir gibi gözlerimi ondan ayırmadım bir süre. Zerdava'nın tanırcasına sırnaşmalarını, Meva'nın kıkırdamaları izledim.

"Kadir?" dedim en sonunda. "Konuşalım mı biraz?"

Kadir hâlâ düzelmeyen kaşlarıyla birlikte bakışlarını kızından çekti. Belli belirsiz kafasını salladı.

"Meva?" dedim hareketleneceğimiz için. "Biz ilerdeyiz çiçeğim. Sıkılırsan gelirsin tamam mı?"

Meva dudaklarını birleştirirken kafasını salladı. Ben ise dayanamadan uzanıp saçlarının arasına baskılı bir öpücük kondurdum. Daha sonra ise Kadir'in sessizlikle başlayan adımlarına eşlik etmeye başladım.

"Kadir..." dedim daha fazla dayanamadığım anlarda. "Meva'nın söylediklerine aldanma. Dedim ya hasta olacak işte. O yüzden biraz huysuz..."

Kadir sözlerim karşısında gerçekçi olmayacak bir şekilde gülümsedi.

"Yapma işte bunu..." dedi tok sesiyle. "Hakkının olduğu o yerde, ben de dahil bir başkasını düşünme."

Bunun karşılığında ne diyeceğimi bilemedim. Çünkü karmakarışık bir durumun içerisindeydik. Herkes haklıydı bir yerde. Herkes haksızdı. Üstelik Ulaş'ın yaşadığı durumun birebir aynısını bende yaşamıştım. Ve onun aksine o silahı ateşlemiştim. Şimdi hakkımın olduğu o yerde bile, başkasını düşünmem çok da garip değildi aslında.

Fakat bu konunun aramızda daha da uzamasını istemediğimden yapabileceğim en iyi şeyi yapıp konuyu değiştirdim.

"Aslında ben seninle başka bir şey konuşacaktım." Dedim adımlarımızın duraksadığı anlarda. Tam karşısındaki yerimi aldım. "Meva ile ilgili..."

Bakışları dikkatli bir hal alırken kafasını salladı belli belirsiz.

"Geçen annemin mezarına gittim..." diye başladım söze. "Orada biriyle karşılaştım."

Kaşları yeniden çatıldı, öne doğru hareketlenir gibi oldu.

"Kiminle?" diye sordu tehlikeli çıkan sesiyle. "Kiminle karşılaştın?"

O an aklına onlarca ihtimalin geldiğini biliyordum. Her ihtimalin onu tedirgin etmek için yettiğini, bir an önce duymak istediğini de öyle.

Bu yüzden oyalanmadan "Serhatla..." dedim beklemediği o cevabı ona verirken. "Serhatla karşılaştım. Daha doğrusu o karşıma çıktı."

Çatılı kaşları mümkünmüş gibi daha beter bir hal alırken "Ne?" diye soludu sinirle. "Ne demek Serhat karşıma çıktı? O herif nasıl giriyor senin dibine kadar?"

Bir an için yükseldiğini fark ettiğimde elimde olmadan etrafı kontrol ettim.

"Çıktı işte." Dedim doğrudan. "Fırtınaya nasıl girdiğini ise bilmiyorum. Fakat neden girdiğini biliyorum..."

Bunu ona nasıl söyleyeceğimi düşündüm. Çünkü nasıl söylersem söyleyeyim Serhat'ın Meva'nın adını ağzına alması bile onun o öfkeye bulanması için yeterli olacaktı.

O ise benim haklı çıkacağımı gösteren o ses tonuyla "Neden girmiş?!" diye sordu. Hatta bunu öyle bir sordu ki lafı döndürmeyi bile düşündürdü.

Derin bir nefes alırken "Uyarmak için gelmiş Kadir." Dedim sakin çıkarmaya çalıştığım sesimle. "Meva adına uyarmak için gelmiş."

Bedeninin bile kaskatı kesildiğini hissettiğim anlarda sözlerim komik olmaktan çok uzak olsa da alayla güldü. Kaşlarını havalandırdı sonra.

"Uyarmak için..." diye tekrar etti sözlerimi. "Peki nasıl bir uyarıymış bu?"

Dümdüz yaptığım saçlarımın soğuk sayılabilecek havaya rağmen beni bunalttığını hissederken geriye attım.

"Tekin Kalendar'ın bizi Meva'dan vuracağını söyledi." Dedim gizlemeden, saklamadan. "Meva'yı her nasıl koruyorsanız, kırk katı daha fazla koruyun dedi. Ona..."

Cümlemi tamamlayamadım.

Tamamlayamadım çünkü tam o anda bir silah sesi karıştı havaya. İkimizin de bakışlarını denk düşüren, yerinden hareketlendiren bir silah sesi. Üstelik ardını tamamlayan o ses ise Meva'ya aitti. Kızımıza aitti.

"Baba?!"

🕊️

Bölümü nasıl buldunuz  ballarım ?

Sonunda Kadir'in ardından baba baba diye gezeceğimiz günler geldi mi dersiniz ajsjsjs

Ayrıca bu satırada okumak istediğiniz sahneleri veya karakterleri bırakabilirsiniz 🧡

Alıntı duyuru ve niceleriii için:

İnstagram: msevdaas
Twitter : hikayecinsan | M. Sevda | #nale

Continue Reading

You'll Also Like

209K 13.7K 24
Bütün cümlelerimi, kelimelerimi feda ettim. Şakaklarımdan, köprücük kemiklerime doğru süzülen terleri hissediyordum. Avuç içlerimdeki kanların yere d...
1.5K 94 2
"Sana olan sevgimden şüphe ediyorsun."diye fısıldadı yavaşca. "Kavramları karıştırma." Bedenimi esir alan öfkenin içinde yandım. "Bir sevgiye inanma...
4.9M 230K 52
"Ulan bari Polat de." dedi. Sesi yalvarır gibi çıkmış gözleri beklentiyle doluydu. "Mirza demiyorsan deme ama en azından Polat de." "Sen yengeye Eli...
993K 55.1K 24
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...