sweet summer nights

By mensisnigrum

29.7K 3.9K 3K

Jeongguk sosyal bir oğlandı. Hoş geldin partisinde yasak olmasına rağmen direklere tırmanır, tezahüratlar ve... More

00//Sweet Summer Nights
01//Parti
02//Metro
04//Karmaşa
05//El Isıtıcısı
06//Yağmur
07//Güzel Oğlan
08//Ayrılık
09//Hatıra Hediyesi
10//Bere
11//Yılbaşı Partisi(1)
12//Yılbaşı Partisi(2)
13//Dans
14//Hiçliğin Ortası
15//Bahar Çiçekleri
16//Kusursuz
17//Kabus
18//Kart
19//Kararlar
20//Galaksi Güzeli ve Aşığı
21//Kayan Yıldız
22//Sınırı Aşmak

03//Tanrının Eli

1.2K 193 93
By mensisnigrum

İyi akşamlar👋🏻👋🏻👋🏻

Hoşuma gidiyor bu kurguya bölüm yazmak...

İyi okumalar ve yorumlar dilerim~~~

..

     İçinde bulunduğum an, herhalde bütün hayatım boyunca kendimi soktuğum garip durumlar sıralamasında herhangi bir çaba gerekmeksizin ilk üçe girerdi.

Bana bakıyordu, ona bakıyordum. İkimizin de kahverengi olan gözleri birbirine tutunmuştu ve arada oluşan köprüyü çevremizdeki hiçbir şey kolay kolay yıkamazmış gibi geliyordu. Dalmış gibiydim gözlerinin içine bakarken. Zamanın hızını, geri döndürülemez kişiliğini çıkarmıştım aklımdan. Zihnimde yüzlerce düşünce birbiriyle dans ediyordu ve tüm bu düşüncelerin ortak bir özelliği vardı. 

Hepsinin de uçları karşımda oturmuş, alttan gözlerimin içine bakan oğlana uzanıyordu. 

Tuhaf, ürkütücü bir bakış vardı gözlerinde. Öğlen kendi limonatasını bana sunarken güneşin altında parıl parıl parıldayan gözlerine şimdi bir karanlık çökmüştü. Metronun aydınlığına inat, kahverengilerindeki yıldızları göremiyordum. Göz bebeği küçülmüş, neredeyse yok olacaktı. Baktığı yerde bir şey görüyormuş gibi değildi. Sanki, öylece boşluğa bakıyordu. Siyah, derin bir boşluğun içlerine. 

Oysa az önce bir soru sormuştu bana, bundan emindim. Hayal gördüğümü sanmıyordum. Her ne kadar sorusuna pek bir anlam veremesem de, bana hitap ettiğini anlayabilmiştim. Cevap vermemi mi bekliyordu? O yüzden mi etrafımızdaki hava her geçen saniye daha da ağırlaşırken sessizliğini koruyor, gözlerimin içine bakıyordu. Peki benden nasıl bir cevap istiyordu? Sorusunu bile anlamamıştım, nasıl ona cevap verebilirdim? 

Kahverengilerim gözlerinden müthiş bir çabayla kopup yüzünde dingin bir gezintiye çıktı. Düz bir çizgi halini almış küçük dudaklarına, biraz büyük dursa da kemeri dümdüz olan burnuna, kaşlarına, pürüzsüz ve dolgun yanaklarına baktı. Bir an sonra ise boynuna, biraz önce tırnağıyla oynadığı bölgeye indi ve orada gördüğü kızarmış, kan toplamış kusursuz ten içimde bir rahatsızlık hissinin baş göstermesine sebep oldu. Yeniden bakışlarımı gözlerine çevirirken yüzümü hafifçe buruşturmuştum ve bu, onu bir şekilde kendisine getirmişti. 

Önce, gözlerini kırpıştırdı. Gözkapaklarının her irislerini örtüşünde bakışlarındaki boşluk biraz daha gözden uzaklara gidiyor, yıldızlar kahverengilerine geri dönüyorlardı. Yalnızca dört defa gözlerini kapatıp açmıştı ancak bu kadarı yetmişti. Tamamen kendisine gelmesi, nasıl bir durumda olduğunu fark etmesi ve panikle bedenini olduğu yerde geriye atması için yeterliydi. Ellerinin kucağındaki çantasını sıkıştırmaya başladığını, gözlerinin panikle irileştiğini gördüğüm gibi rahatlıkla görebiliyordum. 

Panik yapmıştı ve endişeliydi. Neden? Gözlerimi kıstım hafifçe. Dudaklarımı araladım ardından. "Sen," diye başladım cümleme fakat ne üzücüdür ki, devamını getiremedim. Çünkü benim takip edemediğim ve dalıp gittiğim ve kısacık sandığım zaman aralığı, meğer epey uzunmuş. Metronun kapıları zihnimi toparlamayı başardığım sırada yeniden açılmaktaymış. Ve her ne hikmetse, açılan bu kapılar, önümde kıstırdığım oğlanın durağına gidiyormuş. 

Sol tarafım açıktaydı. Ne zaman ortadan kaybolduğunu bilmediğim yanımdaki adamın yerinde yeller esiyordu ve sağ tarafımdan geçemeyeceğini çabucak ölçen tonlarca sorumun olduğu beden, kıskacımdan kaçmak için bu boşluğu kullanmıştı. Kucağındaki çantasıyla sol tarafımdan geçip gitmiş, öğlen onu tek kelime etmeden geride bırakmamın intikamını alır gibi çantasını düzeltmeye bile yeltenmeden kapının dışına koşturmuştu. Başımı omzumun üzerinden çevirip metronun kapıları kapanmadan hemen önce boşluktan sıyrılmasını seyrettim. 

Açılan kapılar kapandı, içinde bulunduğum bu koca demir yığını yeniden harekete geçmeden önce kısa bir an duraksadı ve ben o duraksama anında, metronun istasyonu gösteren camlarından dışarı baktım. Saçları karşı taraftan gelen metro yüzünden esen rüzgarda geriye doğru yatan bedenin kapıdan çıktıktan sonra merdivenlere doğru koşuşunu seyrettim. İçimde garip bir tutukluk, hayal kırıklığı hissi ve sinir vardı. Tutunmayı sürdürdüğüm demiri sıkıyordum ve bunun farkında bile değildim. Kaşlarım da çatılmıştı. 

Kaçmıştı benden, öyle değil mi? Lafımı kesmiş, kollarımın arasından sıyrılıp gitmişti. Meraklısı değildim onun, hatta umurumda bile değildi varlığı. Öyleyse neden bu kadar sinir olmuştum? Sanırım benden en az iki yaş küçük bir veledin saygısızlığı koymuştu. Normalde buna takılan bir herif olmazdım fakat bilemiyorum...

Tuhaf hissediyordum. Fazlasıyla tuhaf. Kaçmaması için elimden geleni ardıma koymadığım uykum tamamen açılmıştı, kulağımda kendisini tekrarlayan dingin melodi gerilmeme sebep oluyordu. Kalbimin üzerinde bir ağırlık vardı, garip, alışılmadık bir histi. Rahatsız hissetmeme sebep olmuştu. Boştaki elimi saçlarıma götürüp dağıttım hırsla. Her zaman planlı gözüken geleceğim bir anda sıfırlanmış, her şey boşluğa dönüşmüştü. Tıpkı kahverengi gözlerin gözlerime bakarken bomboş olması gibiydi. 

"Pardon, oturacak mısınız acaba?" Yan tarafımdan gelen sesle sinirden gerilmiş olan yüzümü aniden o tarafa çevirdim. Ortaokul ya da lise çağında olan bir genç kız önümdeki boş koltuğu işaret ederken soruyordu. Bana koltuğun boşluğunu hatırlatmıştı. Oturmak aklıma bile gelmezken başımı iki yana salladım. Ardından tek kelime etmeden geri çekildim. Zaman etrafımdaki kalkanı delip geçti, yeniden akmaya başladı. Yüz ifadem donuklaşırken kahverengilerim durakların listesine çevrildi. Kendi durağımı bir durak geçmiş olduğum gerçeği o anda zihnime vurmuştu. 

Ve aynı saniyeler içerisinde zihnimin çarkları dönmeyi sürdürürken kafamda yankılanan bir başka düşünce daha vardı. 

O da son birkaç gündür başıma sorundan başka bir şey açmayan tuhaf oğlan ile ineceğimiz durakların özünde aynı olmasıydı. 

Ve bu, pek çok şeyi açıklıyordu. Neden o gece partiden sonra parti mekanından epey uzakta olan evimin oralarda dolandığını, sokağımdan tesadüfen geçmesinin aslında mantıklı olduğunu açıklıyordu. 

Bakışlarım metro sonraki durağa yaklaşırken yer altından çıkan rayların etkisiyle doğan güneşe ve mavi gökyüzüne çevrildi ve geri kalan her şeyden bağımsız bir merak hissi karnımdaki varlığından haberdar olmadığım kelebekleri yokladı. 

Evi neredeydi acaba? 

.

     Metroda gerçekleşen tuhaf ve tesadüfi karşılaşmamızdan sonraki üç gün boyunca, tanrının benimle gerçekten dalga geçtiği hissinden bir türlü kurtulamamıştım. Bir haftadır başıma gelenlerin sıradan bir üniversiteli olarak hayatımı saçma sapan bir noktaya sürüklemesi için aklıma başka bir açıklama gelmiyordu. 

Gerçekten. 

Her şey o gün sonraki durakta inip karşı taraftaki metroya binip geri dönmemle ve kendi evime değil de Jimin'in evine gitmemle başlamıştı. Düşüncelerim birbirine girse, başıma garip garip olaylar gelse de hedefim değişmemişti. Arkadaşımın evine gidecek, sonunda uyuyabilmek için o ilaçlara ulaşacaktım. Buna o kadar odaklanmıştım ki, vücudumun verdiği sinyalleri takip etmeyi gözden kaçırmıştım. 

İlaçlara ihtiyacım olmamıştı. Tuhaftı ve biraz gerçekdışı geliyordu, farkındaydım ama cidden Jimin'in evine ulaştığımda ilaçlara gerek kalmamıştı. Dolabı açıp ilaç kutusundan bir hap çıkartıp kendime bir bardak su doldurduğum sırada farkına varmaya başlamıştım bu gerçeğin. 

Bir elimde hap, öteki elimde yarısına kadar dolu su bardağıyla kalçamı tezgaha yaslamıştım ve içimden bir ses, hapa falan ihtiyacım olmadığını söylemişti. Üç gündür uyumuyordum ve denediğim onca şeyden sonra hapa ihtiyacım olduğundan emindim. Yine de, o derinlerden gelen sesi reddedememiştim. Hapı ve bardağı tezgahın üzerine bırakmış, ayaklarımı sürüye sürüye misafir odasına yönelmiştim. 

Başta, uyuyamayacağımdan neredeyse emindim. İki dakika uzanır, işe yaramadığını fark ettikten sonra mutfağa geri dönerdim diye düşünüyordum. Öyle olmamıştı. Uzandıktan iki dakika sonra yataktan kalkamayacak kadar mayışmış bir haldeydim. Geçen dakikaları sayamıyor, gözlerimi açamıyordum. Zaten büyük ihtimalle beş dakika bile geçmeden uyuyakalmıştım ve bebekler gibi uyumuştum. 

İlaç alsam bu kadar kolay uykuya dalamazdım. Üç gündür uykusuz olduğum gerçeği göze alındığında bu belki mantıklıydı ancak yine de, tuhaftı işte. Bu işin mantığını çözemiyordum. Her şeyin bilimsel bir açıklaması olduğuna inanan benliğim üç gün içerisinde iki okkalı tokadı yemişti yanağına. Önce durduk yere uykuya dalmakta sorun yaşamaya başlamıştım, sonrasında da mucizevi bir şekilde iyileşmişti. 

Ortak olan tek şey Jeongguk denen oğlanın varlığıydı. İki durumda da, onunla temas kurduktan sonra bozulup düzelmiştim. Bu oldukça tuhaf ve kesinlikle bilimsellikten uzaktı. Yine de, derinlerden gelen bir batıl inanç hissiyle, onunla tekrar görüşürsem her şeyin tekrar sarpa saracağına inanmam için yeterliydi. 

Üç gündür onu görmemiştim. 

Sırf onu görmemek için kampüs içinde Jimin'in etrafında bile dolanmıyordum. Bir aptal gibi davranıyordum, farkındaydım ama umurumda değildi. Hem, onun da beni görmek istediğini sanmıyordum. Bu işime geliyordu. Birbirimizden sonsuza kadar uzak durmamız en iyisiydi kesinlikle. 

Bugünkü son dersimden, ki bu seçmeli bir dersti ve henüz ders içinde kimseyle tanışmamıştım bu yüzden bunaltıcı bir deneyim olmuştu benim için, çıkmış kampüsün içinde adımlarken gözlerim bu amaç doğrultusunda bir tedirginlik hissinin varlığıyla etrafımı tarıyordu. Ana meydanın yakınlarında değildim, etrafta çok fazla öğrenci de yoktu. Karşılaşmamız düşük bir ihtimaldi. Sadece ben son günlerde paranoyak birine dönüşmüştüm. Tanrının benden nefret ettiğini düşünmeye başladığım için bunu normal bir tepki olarak görüyordum. 

Adımlarımın hedefi okuduğum mühendislik bölümünden uzak sayılabilecek bir yerde olan konservatuar bölümüydü. Kampüsün öteki ucunda olsalar da büyük, gösterişli bir binaya sahiplerdi. Benimle tamamen alakasız olmasına rağmen oraya yol almamın sebebi ise So-hee'nin en aktif olduğu kulüp olan dans kulübünün toplanma odalarının o bölümde olmasıydı. 

Üç gün önce her şeyin düzelmesinden sonra kıza gereksiz yere kaba davrandığımı fark ettiğim için gönlünü alabilmek adına onu randevuya davet etmek istememdi şu anda bu kadar yol tepmemin sebebi. Kendisinin haberi yoktu. Öğleden sonra dersi olmadığı için orada olacağını Seul-gi'den öğrenmiştim. Sinir bozucu bir konuşmaydı. Arkadaşını doğru düzgün bir yere götürmem hakkında paragraflarca nutuk çekmişti. İçinde olduğum dersi olduğundan daha da boktan bir hale getirmek konusunda üzerine yoktu. 

Uzun lafın kısası, şu anda konservatuar bölümüne gidiyordum. Planım So-hee'ye sürpriz yapmak, onu pratikten erken çıkmaya ikna edip birlikte bir yerlere gitmekti. Henüz bir yer fikrine sahip değildim. Belki yemeğe giderdik, belki kahve alıp bir parkta çimlerin üzerine çökerdik. Randevu planlama işlerinde iyi olmadığımı en başından ona söylediğim için buna takılmayacağını düşünüyordum. 

Tek omzuma astığım kahverengi çantamı düzelttikten sonra sonunda kendisini gösteren bölümle adımlarımı hızlandırdım. Pazartesi günü olan berbat halimden sonra bugün kendimi oldukça güzel buluyordum. Üzerimdeki bol, desenli gömlek favorilerim arasındaydı. Altıma giydiğim soluk kahverengi pantolonu ise geçen günlerde almıştım. 

Sabah saçlarımı düzleştirmiştim, hatta bunu yaparken banyo kapısını yumruklayan kuzenlerim yüzünden sinir krizi geçirmiştim. Yine de buna değer diye düşünüyordum çünkü alnıma dökülen tutamlarım hala sabahki hallerini koruyorlardı. Parmağımda kendi zevkim olan, Hoseok'un ve Seulgi'nin itinayla dalga geçtiği büyük taşlı yüzüklerimden biri vardı. Bileğimde ise çıkarmakla asla uğraşmadığım ipli bir bileklik. Babamın yeni eşiyle başka bir ülkeye taşınmadan önce verdiği son doğum günü hediyesiydi. 

Evden çıkmadan önce baktığım aynada oldukça güzel bulduğum halimin, hâlâ varlığını korumasını umarak girdim konservatuar bölümüne. Pek bu bölümün adamı sayılmadığım için buradan hiç tanıdığım yoktu. Bu yüzden içeri girdiğim lobide başlarını kaldırıp bana bakan birkaç öğrencinin tuhaf bakışlarına maruz kalmıştım. Buraya ait gibi gözükmediğimi biliyordum bu yüzden onları görmezden gelip merdivenlere yöneldim. Dans pratik odaları alt kattaydı. 

Merdivenleri pek bir acelem olmadan indim. Bodrum kata ulaştığımda bir kez daha yerin altında olmasına rağmen oldukça aydınlık bir hava veren koridoru tasarlayanları tebrik etmiştim içimden. Bizim bölümü tasarlayanlarla aynı kişi olmaları imkansızdı. Adımlarım geniş koridorda ilerlemeye başladı. Koridorun sonundaki diğer kapıların aksine biraz daha eski bir kapıya sahip olan son pratik odasının önünde durdum. 

Modern dans üzerine eğitim veren bir bölüm üniversitemizde yoktu. Yalnızca kulüplere katılarak eğitim alabilirdiniz ve kulüplerin de pek finans desteği olmuyordu. So-hee bir kere mesajlaşırken bu konudan yakınmıştı. Dans pratik odasını bulmanın bile çok zor olduğunu söylemişti. Anlattığına göre bodrum katın en küçük odasını alabilmek için çok çaba harcamaları gerekmişti. 

Elbette, bu bilgiler beni hiçbir şekilde ilgilendirmezdi. Ben sadece kibarlıktan dinlemiş, onun konuyu değiştirmesi için can atmıştım.

Elimi kaldırıp pratik odasının tahta kapısını üç defa tıklattım. İçeriden herhangi bir ses gelmedi. Yalnızca canlı bir müzik sesi duyuluyordu. Yalıtımı da düşünürsek beni duymamış olmaları muhtemeldi. Gözlerimi devirip kapı kulpuna uzandım. Krem rengi tahta kapıyı içeriye doğru açtım. İlk başta girmeye tenezzül etmenin kabalık olduğunu düşündüğüm için yalnızca araladığım kapıdan So-hee'yi bulmak için odada gözlerimi gezdirmiş, bir duvarı boydan boya kaplayan aynadaki yansımadan yüzünü gördüğüm bedenle ise sesli bir küfür savurmuştum. 

"Siktir ya." Kampüs sınırları içinde itinayla kaçınmaya çalıştığım çocuğun burada olması bir şaka olmalıydı. Gerçekten tanrı benimle taşak geçiyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Şimdi kapıyı çekip buradan siktir olup gitsem ne olurdu? İçeri girmek istemiyordum. 

Seul-gi'nin bugün randevuya çıkmadığımızı öğrendiğinde So-hee'ye benim hakkımda söyleyebilecekleri aklıma düştüğünde yüzümü buruşturdum. Hayır, kaçıp gitmek mantıklı bir fikir değildi. En iyisi içeri girip So-hee'ye ulaşmak ve onu görmezden gelmekti. Saniyeler içerisinde puslanan zihnimde bulabildiğim en mantıklı çözüm yolu buydu. Bu yüzden bir an sonra el mahkum diyerek içeri süzülmüş, aynanın yan tarafındaki duvara sırtını yaslamış çalan şarkıya ritim tutan kıza odaklamıştım gözlerimi. 

Beni fark etmiş gibi durmuyordu. Saçları arkasında dağınık bir topuz yapılmıştı ve karmakarışık duruyordu. Yüzünde her zamanki hafif makyajından vardı. Üzerinde ise beyaz baskılı bir tişört ve şorttan başka bir şey yoktu. Pratik için giydiği kıyafetler bunlar olmalıydı. Her zamanki gibi, nasıl giyinirse giyinsin güzeldi. Benim aksime en sıradan kıyafetlerde bile bu kadar iyi görünmesi ilişki dinamiğimizi sorgulamama sebep oluyordu. 

Dudaklarında güzel bir gülümseme vardı. Elleriyle hafif bir alkış tutturarak eşlik ettiği ritmin varlığı kulaklarımdaydı. Beni fark etmemesinin sebebi olan beden ise kaçınmak istediğim yegane kişiydi. Şu anda odada bulunan dans kulübünün altı üyesinin de dikkatini üzerine çeken, ortada serbest stille dans eden kişi Jeongguk'tan başkası değildi. Başım kendi kendime aldığım karara karşı çıkarak ona döndü. Sırtımı kapının yan tarafında kalan duvara yaslamıştım. Önümdeki duvarı kaplayan aynadan yansımamı görüyor, ona dikkat etmiyordum. 

Parıltılı gülüşü, rastgele yaptığı dans hareketleri ve etrafta hoplayıp zıplaması. Eğleniyor gibi görünüyordu. Olduğum yerden göremediğim gözlerinde yine o bildik parıltılar vardı kesin. Üzerindeki bol siyah tişört belinin hareketleriyle nasıl kıvrıldığını gizlemek konusunda başarılı değildi. Karnını ve kasıklarının olduğu kısmı şarkının yavaşladığı bir anda öne doğru iterek bedenini kıvırdığında ve tişörtün kumaşı bu an içerisinde bedenine yapışıp ince belini gözler önüne serdiğinde kıkırdıyordu. 

Gittiği her yerde inanların ilgisini çekmek uzmanlık alanıymış gibiydi. Bunu çok kolay bir şekilde yapıyor, bir hiçmiş gibi hayran bakışları üzerine çekiyordu. Eğer bambaşka yönlerine tesadüfen şahit olmamış olsam sinir bozucu derecede kusursuz bir kişiliği olduğunu söyleyebilirdim. Nerede olursa olsun, bakışlarım bir kere üzerine döndüğünde bir daha ondan kopamıyordu ve bu alışılmadık yenilik rahatsız hissetmeme sebep oluyordu. Ondan nefret etmek için çok sebebim vardı, bunu yapamıyordum. 

Çalan şarkı sona gelirken bunun resmi bir koreografi olmadığını göstermek ister gibi gülerek etrafında iki tur dönmüş, reverans yaparak hareketlerini nefes nefese sonlandırmıştı. Şarkı bitti, yeni bir şarkıya geçilmedi. Pratik odası kısa bir an sessizliğe büründü. Bir an sonra ise odadaki geri kalan altı kişiden coşkulu övgüler ve alkışlar yükseldi. Dans kulübünün başkanı olduğunu bildiğim Minseo So-hee'nin yanındaki çöktüğü yerden sıçrayarak kalkıp ona doğru ilerledi. Elini Jeongguk'un omzuna koyup heyecanlı bir tavırla, "Dans kulübümüze bir kuyruklu yıldız düşmüş!" dedi. Jeongguk onun bu sözüyle omuzları sarsılırken kıkırdamıştı yeniden. 

Tanrı aşkına, neden bu kadar çok gülüyordu? Yanakları acımıyor muydu? Kaşlarım çatıldı ister istemez. 

"Taehyung? Hoş geldin kardeşim. Bize katılmak ister misin?" Daha önce de, So-hee ile aramızdaki bu şey başlamadan önce, bu kulübe onu görmek için geldiğim seferler olmuştu. Bu yüzden olsa gerek, So-hee'nin de aralarında bulunduğu ana üyelerin çoğuyla muhabbet etmişliğim vardı. Yanıma gelip kolunu omzuma atan adamın adı Sungmin'di. Kulübün serbest stil dansçılarının başındaydı ve onları eğiten de kendisiydi. Küçüklüğünden beri dans konusunda eğitim alıyordu. Şimdi de benim varlığımı odadaki farkında olmayan herkese açık etmişti. 

"Hoş buldum da. Keşke terli terli kolunu atmasaydın omzuma." Hafif imalı bir ses tonuyla konuşup kolunu omzumdan ittiğimde başını geriye atarak gülmüştü. Ardından başını başıma doğru yaklaştırmış, herkesin duyabileceği bir şekilde, "Neden? Prensesimizi randevuya mı çıkaracaksın yoksa?" diye sormuştu. Gözlerimi devirip ondan uzaklaştım. Bakışlarım varlığımın farkına kesinlikle varmış olan ona dönmezken So-hee'ye yöneldim. Bu sırada o da hafif şaşkın bir şekilde çöktüğü yerden kalkıyordu. 

"Geleceğini söylememiştin." Yumuşak bir ses tonuyla, yanaklarına belli belirsiz bir kızarıklık yayılırken söylediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Çünkü şu anda çok fazla göz önündeydik ve ben arkamızdan gelen kıkırdamaları duyuyordum. "Sürpriz yapmak istedim." dedim çıt çıkmayan odada. Yalnızca öteki duvarın dibinde oturan iki üyenin birbirleriyle olan kısık sesli konuşmalarının yankısı vardı aramızda. Ve So-hee bu ortamda bir tutam sarı saçı kulağının arkasına sıkıştırmış, "İyi yaptın." demişti gülümseyerek. 

Gülümsemesi garip hissettirdi. Neden bilmiyorum. Son zamanlarda uçlarda yaşadığım duygularımla ona karşı olan hislerimin şahlanması falan gerektiğinden emindim ama öyle olmuyordu bir şekilde. Bomboş hissediyordum şu anda. Dudaklarıma kondurduğum gülümseme bile duygudan yoksundu. Tıpkı, "İşin bittiyse bir yerlere gitmek ister misin?" diye sorarken sesimin kendime oldukça yabancı gelmesi gibiydi. 

So-hee teklifimle yüzü güneş o anda doğmuş gibi aydınlanırken gülümsemişti. Parıl parıldı gülümsemesi, göz bebeklerine bile yansıyordu. "Olur! Ama önce üzerimi değiştirmem lazım." derken heyecanı sesinden bile anlaşılıyordu. Başımı salladım belli belirsiz. Ardından bu odadan kurtulma arzum ağır bastığı için, "Seni bahçede beklerim." demiş bulundum. O ise bu teklifimi mantıksız bulmuş olmalı ki anlık olarak kaşlarını çatmış, "Neden ki? Burada bekle işte." demişti. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Bakışlarım ister istemez aynaya kaydı ve direkt olarak onu buldu. Burada kalmak istemememin, huzursuz hissetmemin yegane sebebini. 

Aynanın önüne, yere koyduğu çantasının önünde diz çökmüştü bu sırada. Sırtı bana doğru dönüktü ve bakışları da açık olan çantasının içindeydi. Bir şey arıyor gibi çantasını karıştırıyor, nedense oyalandığı ve varlığımdan rahatsız olduğu fikrine kapılmama sebep oluyordu. İç geçirerek So-hee'ye döndüm yeniden. Ne yapmam, ne hissetmem gerektiğini çözemiyordum. "Ben dışarıda bekleyeyim." dedim yeniden. So-hee de böylece dudaklarını büzmüş, daha fazla ısrar etmeden başını sallamıştı. 

Böylece odadakilere veda edip ayrıldım oradan. Kaçar gibi gitmiştim yeniden ama neden kaçtığımı çözemiyordum. Kendim için olduğunu düşünmüştüm fakat kafam karışıktı. Nereye kadar böyle devam edecektim ki? Benden küçük yeni dönemin tekinden köşe bucak saklanmam oldukça mantıksızdı. Birbirine giren düşüncelerim son bir haftadır olduğu gibi başımın belasıydı. Bölümden çıkıp yüzüme temiz hava çarptığında bile başımın üzerindeki kara bulutlar dağılmaktan uzaktı. 

Başım yere eğikken dalgın bir tavırla kenardaki çimenlik alana ilerledim. Gözüme çarpan boş bir bank hedefimdi. Neyse ki ben oraya ulaşmadan önce kimse oturmamıştı da So-hee'yi beklerken çimenlerin üzerinde oturmama gerek kalmamıştı. Bankın üzerine bedenimi yığar gibi bıraktıktan sonra çantamı yan tarafıma koydum gelişigüzel. Ardından geriye doğru yaslanıp gözlerimi kapattım. Etrafta hedeflerine doğru yürüyen öğrencilerin sohbetlerinin sesi duyuluyordu. Öğlen vakti olduğundan olsa gerek ortalık epey kalabalıktı. Zaten konservatuar bölümünde okuyanların çok fazla ağır dersleri de yoktu. Bu yüzden çevresindeki çimenlikler çoktan dolmuştu. Açıkçası, burada oturacak bir bank bulmak tamamen şansımaydı. 

Bir süre, orada öylece gözlerim kapalı, yüzüm gökyüzüne dönük zihnimi dinlendirdim. Düşüncelerimin sesini bastırmak için arkamda sohbet edenlerin söylediklerini dinledim, öğrenmemin gereksiz olduğu bilgileri öğrendim. Yine de, şikayetçi değildim çünkü zamanımı öldürmem için bana iyi bir fırsat yaratmışlardı. 

Yüzüme çarpan güneş içime hoş bir sıcaklığın yayılmasına sebep oluyordu. Batmaya yol aldığı için eğip bir açıyla vuruyordu ve güzeldi. Güneş kremi sürmemiş olsam sakınmaya çalışabilirdim, şimdi ise çok da dert etmiyor, tadını çıkarmakla yetiniyordum. 

Huzuru bulduğum o dakikaların sonunu getiren şey, yüzüme vuran güneşin ansızın ortadan kaybolmasıydı. İçime işleyen sıcaklık hissi bir anda ortadan kaybolmuş, garip bir ürpertiyle sudan çıkmış balığa dönmeme sebep olmuştu. Hafifçe kaşlarımı çatarken gözlerimi araladım. Yüzümü indirip güneşin geldiği tarafa, tam karşıma baktım. Gözlerim arkasından vuran güneş yüzünden yüzü gölgelenen bedeni seçebilmek için kısıldı. Seçtiğinde ve onun kim olduğunu fark ettiğinde ise normal haline döndü. 

Jeongguk. 

"Şey, rahatsız ettiğim için üzgünüm." Çekingen bir tavırla, bir eli öteki elinin parmaklarıyla oynarken söylemişti bu sözleri. Çatık kaşlarımın düzleşmesine, yerimde doğrulmama sebep olmuştu. Üç gün önceki gibiydi pek çok şey. Sadece yerlerimiz değişmişti. "Ne var?" Aksi bir tavırla konuştum ama özünde öyle hissetmiyordum. Ne hissettiğimi kendim de bilmiyordum. Tarif etmem çok da mümkün değildi. Kahverengilerim yüzünde geziniyordu. Az önce yüzüme vuran güneşin etki etmediği karnımın altında tuhaf kıpırtılar vardı. Yerimde kıpırdanmak istememe sebep oluyordu. 

Ciddi ve aksi ses tonum onu şaşırtmış gibi elleriyle oynamayı bırakmış, zaten iri olan gözlerini biraz daha irileştirmişti. "Ah, ben-" diye gevelemişti sonrasında da. Gergindi. Şimdi onu daha net görebiliyordum ve fark ettiğim ilk şey ellerinin titremesi olmuştu. Ayakkabısıyla ayağının altındaki asfaltı eşelemek istiyor gibi duruyordu. Tavırları onun hakkında oluşan yargılarımı bir kere daha yıkıp geçerken bıkkın bir ses tonuyla, "Biraz acele etsen?" dedim. Bunu söylerken gözlerim konservatuar binasının girişine çevrilmişti. Ne demek istediğimi anladığını tahmin ediyordum. 

"B-Ben, üzgünüm. Söylemek istediğim," Kısa bir an duraksadı. Başını eğip göz temasımızı imkansız hale getirdi. "Geçen gün, kaba davrandım. Üzgünüm." Ona ilk başta kaba davranan kişi ben olmama rağmen gelip özür dilemenin iyi bir fikir olmasını düşünmesi komikti. Yeniden baktığım kapının orada gözlerimin aradığı bedeni seçtiğimde, bu sefer yanından sessizce ayrılmak istememiş, banktan kalkmıştım. Uzanıp çantamı tek elimle omzuma astım ve tam önünde durdum. Giydiği postallar sayesinde aynı boya geliyorduk. Normalde benden biraz daha kısa olmalıydı. 

"Sana bir tavsiye," Gözlerim yüzünde öylesine bir tavırla gezinirken duyabileceği bir tonda mırıldandım. Hemen dikkat kesilmiş, başını bana doğru kaldırmıştı. Kahverengilerinde sönmeye koşan yıldızlar görüyordum. Benim hayal gücüm mü çözemiyordum. "Sana kaba davranan birine kaba davrandığında, özür dilemen bir anlam ifade etmeyecek." 

Bu kadardı. Ona söyleyebileceğim tek şey buydu. Kendi hatamı kabul etmek, kaba davrandığımı kendi ağzımla söylemek pahasına ona bunu belirtmek istemiştim. Çünkü bazı hareketleri gerçekten aşırı duruyordu. 

Yanından geçip gittim. Veda etmedim ya da kendimi tanıtma ihtiyacı hissetmedim. Adını biliyordum, adımı biliyordu. Gereksiz tanışma fasılları anlamsızdı. 

Sonuçta, tanrı inatla onu karşıma çıkartıp dursa ve tepkilerime karışsa da, onunla hiçbir şekilde bağ kurmayı düşünmüyordum.

Ya da öyle zannediyordum. 

.

Bölümü nasıl buldunuz?

Jeongguk tuhaf biri, ondan reasonable haraketler beklemeyin çok fazla.

Bana benziyor biraz ckmdkcdkx

Sonraki bölümde görüşmek üzere👋🏻👋🏻👋🏻

Continue Reading

You'll Also Like

1.8M 58.8K 72
In which the reader from our universe gets added to the UA staff chat For reasons the humor will be the same in both dimensions Dark Humor- Read at...
123K 3.4K 54
Daphne Bridgerton might have been the 1813 debutant diamond, but she wasn't the only miss to stand out that season. Behind her was a close second, he...
1.1M 61.6K 38
It's the 2nd season of " My Heaven's Flower " The most thrilling love triangle story in which Mohammad Abdullah ( Jeon Junghoon's ) daughter Mishel...
1.2M 52.1K 98
Maddison Sloan starts her residency at Seattle Grace Hospital and runs into old faces and new friends. "Ugh, men are idiots." OC x OC