İktidar Oyunları | ognis.

Par MSHanDeniz

28.1K 2.3K 956

Kanuni Sultan Süleyman'ın halasının torunu olan Mahnisa Sultan, ailesini kaybetmesinin ardından padişahının h... Plus

0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
son

23

440 38 28
Par MSHanDeniz

Selam bölümü yayınlama günüm cuma aslında ama perşembe ve cuma dışarı çıkacağım için sizi bekletmek istemedim, o yüzden bu geceden yayınlıyorum. Sonraki bölüm haftaya okulum açılacağı için bu pazar gelecek. 💞

"Bursa'ya gitmek de nereden çıktı? Ahali öfkeli, bir kıvılcım dahi ortalığın alev almasına kafi. Müsaadem yok, zinhar yola çıkamazsın," dedi validem. Sinirle ona döndüm.

"Sizden müsaade istemedim validem."

"Ogeday-" Sözünü kestim sinirle.

"Bırakın en azından acımı yaşayayım, Mustafa ağabeyime karşı son vazifemi yerine getireyim!" Validem de sinirlenmişti. Bana doğru geldi.

"Ben yalnızca doğru bildiğim şeyi yaptım, doğru bildiğim şeyi söyledim! Şehzade Mustafa'nın katili ben değilim, suçluyu bu kubbenin altında arama. Onu ölüme götüren kendi gururu ve hırsıydı." Ona arkamı döndüm, yüzüne bile bakamıyordum artık.

"Beni yalnız bırakın."

*

Ertesi gün Bursa'ya, ağabeyimin gömüleceği yere geldiğimde Mahidevran Sultan tabutunun başında ağlıyordu. Arkasında da Mihrinisa Sultan ve ağabeyimin kızı vardı. En arkada ise Mihrinisa Sultan'ın oğlu, bir hatunun elini tutmuş etrafa bakınıyordu. Bir hatun Mahidevran Sultan'ın elini tuttu ve onu tabutun başından kaldırdı. Mihrinisa Sultan tabutun başına doğru giderken Mahidevran Sultan beni gördü ve sinirle yanıma doğru yürüdü.

"Senin ne işin var burada, hangi yüzle geldin buraya? Sen, validen, doymadınız mı kana? Daha ne istiyorsunuz?!" diye bağırarak omzuma vurdu.

"Benim de canım yanıyor sultanım, canımdan can gitti. Bilseydim.. bilseydim gitmesine müsaade etmezdim."

"Senin de suçun var, onun sana emanet ettiği sırları saklayamadın. Şimdi karşıma geçmiş günahsızım mı diyorsun?" diye sordu başını iki yana sallarken.

"Allah şahidim ki, benim bir günahım yok. Acım en az sizinki kadar hakiki."

"Sen Hürrem'in oğlusun, bu günahın vebalini ömrün boyunca taşıyacaksın. Bırakmayacak yakanı."

Hatunlardan biri gelip Mihrinisa Sultan'ı ağabeyimin tabutunun başından aldıktan sonra ben oraya doğru yürüdüm. Ağabeyimin başına gelince olduğum yere çöktüm. Orada yatan atam hiç benim sevgi dolu ağabeyime benzemiyordu. Bembeyazdı bir kere. Ben yiğit, cengaver ağabeyimi hiç beti benzi bu kadar atmış görmemiştim. Boynunda yağlı urganın izi kalmıştı.

Uzanıp ağabeyime dokunmak, tabutuna da olsa sarılmak istedim lakin yapamadım. Mahidevran Sultan'ın da dediği gibi ben Hürrem'in oğluydum. Ağabeyimin katilinin oğluydum. Gözlerimden yaşlar inci misali dökülürken hıçkırarak ağlamama da mani olamadım. Hayatımda belki de ilk defa böylesine hıçkırarak ağlıyordum.

Ağabeyimi gömdükten sonra lalamla beraber dönüş yolundaydık. O da beni yalnız bırakmamış ve benimle beraber buraya kadar gelmişti, şimdi de dönüyordu. Biraz dinlenmek için mola vermiştik ve oturuyorduk.

"Payitahta dönmek bile istemiyorum lala. Elimde olsa kalır, ağabeyimin mezarı başında günlerce dua okurdum."

"Siz saltanat naibisiniz şehzadem, vazifeniz mühim. Buraya gelmeniz bile doğru değildi." Sinirle güldüm.

"Hünkarımız beni bu vazifeye neden layık gördü diye düşünüyordum, cevabı belli oldu. Ordugahta olsaydım lala, Mustafa ağabeyim ölüme giderken ona mani olurdum. Belki de bu yüzden beni orada istemedi. Sırf.. sırf payitahtta kalmam için beni Selim yerine naip tayin etti."

"Maziyi unutun şehzadem, bunları düşünmeyin. Aklınızı bundan sonra olacaklara verin, savaş devam ediyor. Savaş asla bitmez yalnızca taraflar değişir, bundan böyle Şehzade Selim ve siz varsınız. Sizin savaşınız başlıyor artık." Ofladım.

"Sırası mı lala? Bırak da yasımı tutayım, bir müsaade et."

"Yas dediğiniz kırk gün sürer şehzadem. Kırk birinci gün yas biter, hayat kaldığı yerden devam eder."

Bir günün ardından tekrar saraya gelmiştik. Hünkarımızın dairesine doğru yürürken beni Sokullu Mehmet Paşa karşıladı.

"Yokluğunuzu fırsat bilen zorbalar Mihrimah Sultan'la Rüstem Paşa'nın sarayının etrafını sardılar şehzadem. Kan istiyorlar."

"İyiler mi?" diye sordum endişeyle.

"Çok şükür iyiler, sıhhatleri yerinde."

"Validemin vaziyeti nedir?" diye sordum çok ilgilenmiyormuş gibi görünmeye çalışarak. Ona hala kızgındım.

"Hadiseleri işitince Mihrimah Sultanımızın sarayına gitmeye kalkmışlar, zor da olsa saraya varmışlar."

"Mustafa ağabeyimin acısını bir tek ben yaşamıyorum elbet. Asker de ahali de kızgın, öfkeli. Öyle görünüyor ki Sokullu, sular kolay durulmayacak."

Sokullu bir şey söylemeyip başını eğince arkamı dönüp hünkarımızın dairesine girdim. Akşama kadar dinlendikten sonra akşam kitap okurken daireme validem geldi.

"Mihrimah'ın başına gelenlerden, benim yaşadıklarımdan haberin yok mu?" diye sordu kaşlarını çatarak.

"Mehmet Paşa anlattı," dedim bakışlarımı kitabımdan çekmeyerek.

"Demek haberdarsın ve bir geçmiş olsunu benden esirgiyorsun. O gafillerin canımıza kast etmesi umurunda değil, öyle mi?"

"Öyle olmadığını gayet iyi biliyorsunuz validem. Siz de Mihrimah da canımın bir parçasısınız fakat bu isyanlar da durduk yere çıkmıyor." Kitabı bırakıp ayaklanarak onun karşısına dikildim. "Siz, Rüstem Paşa, belki de Mihrimah, Mustafa ağabeyime kıyan o celladın ellerinden tuttunuz. Ona güç verdiniz. Ahali şimdi çileden çıktıysa kabahati biraz kendinizde arayın."

"Yanılıyorsun, asıl kabahat ağabeyin Mustafa'ya o yanlış akılları verenlerde. Onlar düşünsün."

"Kim düşünsün validem, evlat acısıyla yanıp kavrulan Mahidevran Sultan mı? Yoksa günahsız bir çocuk olan Mehmet mi? Gördüm validem, ikisini de gördüm. Ölmeden mezara girmişlerdi sanki, ruhları çekilmiş gibiydi."

"Ogeday ben-" Elimi kaldırarak onu susturdum.

"Kafi validem. Biraz daha konuşursam ağzımdan daha beter laflar dökülecek, biliyorum siz de altta kalmayacaksınız. O vakit birbirimizin yüzüne bakamaz hale geleceğiz."

*

Ertesi gün haremden geçip gidecekken Fatma Sultan ve Gülfem Hatun'la karşılaştım. Durup ikisine de selam verdim.

"İyi misiniz?" diye sordum merakla. Onların da ağabeyime çok üzüldüğünün farkındaydım.

"Nasıl iyi olalım Ogeday?" diye mırıldandı Fatma Sultan.

"Rahmetli Şehzademiz Mustafa'nın elli ikisi için Kur'an okutacağız, fakirleri doyuracağız," dedi Gülfem Hatun.

"Yardıma ihtiyacınız olursa her türlü desteğe hazırım." Gülfem Hatun başını salladı.

"Arslan şehzadem benim. Rahmetlinin acısı nasıl dinecek inan hiç bilmiyorum," dedi Fatma Sultan yere bakarak.

"Hürrem Sultan hünkarımızı nefretle beslemese, aklına fitne sokmasa, şehzademiz hala yaşıyor olacaktı. Biz de bu acıyı çekmeyecektik," dedi Gülfem Hatun gözlerimin içine bakarak.

"İçimi ferahlatan tek haber, Rüstem'le Mihrimah'ın başına gelenler. Herkes hak ettiğini bulacak." Fatma Sultan'ın söylediklerine kaşlarımı çattım.

"Sultanım laflarınıza dikkat edin. Mihrimah benim kardeşim, ona bir şey olsun istemem. İlaveten ağabeyimin başına gelenlerle ilgili onun bir hatası yok, o masum."

"Masum, sen bu dediklerine inanıyor musun sahiden? Şehzademiz ölüme yürürken hiçbir şey yapmadan duranlar, susanlar, sessiz kalanlar, masum mu? Validen masum mu, daha dün sen ondan hesap sormuyor muydun? Onu itham etmiyor muydun?"

"O mesele validemle benim aramda sultanım. Öfkeyle, kızgınlıkla söylenmiş laflardı onlar. Elimde delil yokken validemi bu konuda itham edemem."

Akşam olduğunda ağalardan biri gelip ahali ve yeniçerinin Mihrimah ile Rüstem'in sarayını bastığını ve bu sefer içeriye kadar girdiklerini söyledi. Telaşla yerimden fırlayıp sarayın bahçesinden atımı aldım ve Mihrimah'ın sarayına doğru sürmeye başladım.

Sarayın arka tarafındaki ormanlık alanda onları gördüm. Mihrimah korkuyla kızına sarılmıştı. Rüstem önlerinde onlara siper olmuştu. Birkaç asker yeniçeriyle dövüşmeye çalışıyordu ama sayıları çok azdı. Kardeşimin ismini bağırdığımda hepsi bana döndü.

"Ogeday, buradayız!" diye bağırdı Mihrimah korkuyla.

Kardeşime ulaşmaya çalışırken önüme gelen yeniçeriyi atımdan bile inmeden kılıçtan geçiriyordum.

"Bre gafiller, siz kim oluyorsunuz da bir sultana kılıç çekip canına kast edersiniz?!"

Beni gördükten sonra kavga nihayet durdu. Mihrimah, Hümaşah ve Rüstem'i alıp saraya getirdim. Sarayın kapısında bizi endişeyle bekleyen validem karşıladı. Mihrimah'ı görünce koşup ona ve Hümaşah'a sarıldı.

"Şükürler olsun sağ salim geldiniz, iyi misiniz?"

"Nasıl olayım validem, Rüstem yüzünden az kalsın canımızdan oluyorduk. Allah'tan kardeşim vaktinde geldi de bu cehennem azabından bizi kurtardı."

"O ateşin altına odun atanlardan biri de sendin Mihrimah." Rüstem'in söylediklerine kaşlarımı çattım.

"Ne demek istiyorsun sen?" diye sordu Mihrimah.

"Sen ne demek istediğimi gayet iyi anladın."

"Ne yapıyorsunuz siz, münakaşanın sırası mı? Hem de benim huzurumda. Anlaşılan hadiseler asabınızı bozmuş."

Mihrimah valideme selam verip sinirle hareme doğru yürüdü. Arkasından Hümaşah ve hizmetindeki hatun da onu takip etti. Validem, Rüstem ve ben kaldığımızda validem bana döndü.

"Arslanım, şehzadem, bu yaptığınla bana dünyaları bağışladın," dedi ve bana sarıldı.

"Sizin için yapmadım validem, kardeşim için gittim oraya," diyerek ondan uzaklaştım.

Ertesi gün olduğunda durum değerlendirmesi yapmak için Rüstem'i daireme çağırdım. Dün akşam yaşananlarla ilgili konuşmamız gerekliydi zira.

"Bir müddet Mermer Köşk'te kalacaksın Rüstem Paşa. Bu sefer daha dikkatli olacağız."

"Peki ya sultanımız Mihrimah, kızım Hümaşah?" diye sordu Rüstem. Bu durumdan hoşnut olmadığı belliydi.

"Mihrimah burada kalmak istiyor vaka benim de arzum budur, validemin dairesinde kalacaklar. Geçici bir tedbir bu Rüstem Paşa, hadiseler yatışınca sarayınıza dönersiniz."

Rüstem Paşa bir şey söylemeyip hoşnutsuzca bana baktı. O arada kapı çalındı ve emrimle içeri Sokullu Mehmet Paşa girdi. Telaşlıydı, endişeli görünüyordu.

"Şehzade Hazretleri, başıbozuklar kapıya dayandı. Sarayın önünde toplanıyorlar."

Rüstem'le birbirimize baktık. Ayağa kalktım ve dairemden çıkıp sarayın çıkışına doğru ilerledim. Orada da beni lalam karşıladı.

"Kalabalık gitgide artıyor, bostancıların derhal müdahale etmesi lazım," dedi korkuyla.

"Ne yapacaksınız şehzadem, emriniz nedir?" diye sordu Sokullu Mehmet Paşa merakla.

"Ne icap ediyorsa onu Sokullu, onları durduracağım."

Onları orada bırakıp arkamda birkaç askerle bahçeye çıktığımda yanımda tek gelen Sokullu Mehmet Paşa'ydı. Rüstem korkusundan dışarı adım atamıyordu. Ahalinin hedefinin kendisi olduğunu çok iyi biliyordu.

"Şehzadem ne olur bir daha düşünün, saraydan dışarı adımınızı attığınız an hayatınız tehlikeye girecek. Konuşmak hiçbir şeyi çözmez, aksine bundan güç alırlar. Sizi mağlubiyete uğrattıklarını düşünür ve daha beter üstünüze gelmeye kalkarlar."

"Sen karışma Mehmet Paşa, korkuyorsan saraya dön."

"Destur, Şehzade Sultan Ogeday Hazretleri!" İsmimin bağrılmasıyla büyük kapılar açıldı ve ahaliyle tabiricaizse burun buruna geldim. Beni gören herkes sustuğunda bir sessizlik oluştu.

"Ben cihan padişahı Sultan Süleyman Han'ın oğlu, saltanat naibi Şehzade Ogeday'ım! Allah rahmet eylesin, Şehzade Mustafa Hazretleri ne yazık ki idam edildi. Buradaki hiç kimse benden daha üzgün olamaz. Siz şehzadenizi ben canımdan, kanımdan bir parçayı kaybettim." Yürüyüp aralarına girdim. "Neyleyelim ki bu karar Sultan Süleyman Han'ın hükmüdür! Ne sizler, ne de ben yüce hünkarımızın iradesine karşı gelemeyiz. Kararlarını tartışamayız, kulları olarak ona itaat etmeye mecbursunuz."

"Rüstem Paşa'yı verin bize şehzadem." İçlerinden biri bağırdı.

Diğerleri de ona katılınca tekrar bağrışmaya başladılar ve gürültü koptu. Elimi kaldırarak onları tekrar susturdum.

"Hünkarımız, Rüstem Paşa'ya gerekli cezayı vermiş vazifesinden azletmiştir ancak kendisi hala hanedan damadıdır. Bu sebeple onu size teslim etmem. Şehzade Mustafa kimsenin canı yansın, karıları dul, çocukları yetim kalsın istemezdi. Şimdi dağılmazsanız kan dökülecek, buradaki hiç kimse sağ kalmayacak! Acınızı anlıyorum, acınız benim de acım lakin gittiğiniz yol yol değil. Şehzade Mustafa'yı sevenler incinsin istemiyorum."

Ahali yavaş yavaş dağılmaya başladığında kendi kendime gülümsedim. Onları ikna edebilmiştim. Ben de daha fazla beklemeden arkamı döndüm ve saraya girdim.

*

"Validem ne olur yapmayın, buradan çıkmak demek ölüme yürümek demek. Halep dünyanın öbür ucu."

Mihrimah'ın telaşlı sesini duymamla dairemden çıktım. Kapımın önünde validem, Sümbül Ağa, Fahriye Kalfa ve Mihrimah vardı. Hepsi telaşlı ve üzgün görünüyordu, yine bir şeyler olduğu belliydi. Validem beni gördüğünde telaşla bana döndü.

"Ogeday ben de seni görmeye geliyordum. Selim, Cihangir'in hasta olduğunu yazmış. Perişan haldeymiş kardeşin, hekimler derdine derman bulamıyormuş. Evladımın yanına gitmem lazım, onu görmem lazım," diyerek ağlamaklı bir sesle konuştu validem.

"Ogeday sakın, vaziyet malum," dedi Mihrimah başını iki yana sallayarak.

"Gideceksiniz validem, birlikte gideceğiz kardeşimin yanına."

Validem ağlayarak bana sarıldığında ben de ona sarıldım. Çabucak hazırlıkları yapıp ertesi gün henüz güneş doğmadan yola çıktık. Çok yağmur yağıyordu, bu yüzden at üstündeyken pelerinimi giymiştim. Validem ise Sümbül'le birlikte arkamdaki at arabasında beni takip ediyordu. Yanımıza ne olur ne olmaz diyerek birkaç asker de almıştık.

Yolun yarısına bile gelmemişken karşıdan gelenleri görmemle elimi kaldırıp arkamızdan gelen at arabasını ve askerleri durdurdum. Atımdan inip gelenlere doğru yürüdüm, onlar da bizi görünce durmuşlardı. Karşıdaki kişi de atından inip karşımda dikilince onun ağabeyim Selim olduğunu anladım. Ağlamaklı bir ifadesi vardı, dokunsan ağlayacak gibiydi.

Omzunun üzerinden arkaya baktığımda bir tabut getirdiğini anladım. Bana destek olmak istermiş gibi elini omzuma koyduğunda ben de gözyaşlarımı zor tutuyordum. Kardeşime yetişememiştik.

İkimiz de tek kelime dahi etmeden validemin olduğu at arabasına doğru yürüdük. Kapısını açtığımda validem bana şaşkınca bakıyordu. Arkamda olan Selim'i gördüğünde kaşları daha da şaşkınca havalandı. "Cihangir," diye mırıldandı korkuyla. Benden evvel anlamıştı olan biteni.

Başını uzatıp dışarı baktığında Selim'in getirdiği tabutu o da gördü. Selim elini uzatıp at arabasından inmesine yardım ettikten sonra o önde, Selim arkasında ben de en arkada kardeşimin tabutuna doğru yürüdük. Benim arkamdan da Sümbül Ağa geliyordu. Validem kardeşimin ismini sayıklamaya devam ediyordu, tabutun önüne geldiğinde ise ağlamaya başladı.

"Aç," diyerek emir verdi tabutun açılması için ağlayarak.

Tabut açıldığında kardeşimin üzerindeki beyaz kefeni açtı yavaşça. Cihangir'in bembeyaz yüzü ve çatlamış dudakları ortaya çıktığında ise daha çok bağırarak ağlamaya başladı. Ben de acı içindeydim, valideme gidip sarılmak istiyordum lakin olduğum yere mıhlanmıştım sanki. Bir adım dahi atamıyordum. Yanımdaki ağabeyim Selim'in de benden bir farkı yok gibiydi.

Ağabeyimin cenazesini ilk defa gördüğünde hüngür hüngür ağlayan ben, şu an ağlayamıyordum bile. Oysa Cihangir benim en kıymetlimdi, bu dünyada en çok değer verdiğim kişiydi. Onun yokluğuyla nasıl başa çıkacağımı bilmezken insan hiç ağlamaz mıydı? Sanırım gözyaşlarım Mustafa ağabeyimde tükenmişti, daha da akmıyorlardı.

Validem kendini bilmeyerek birkaç adım geriye attı. En sonunda dengesini bulamayıp kendini yere attığında Selim ile birlikte telaşla yanına doğru koştuk. Üzerine yağmur yağarken hiçbir tepki vermiyordu, bayılmıştı.

*

Cihangir'in cenazesini saraya getirdik. Rabbi'm ağabeyimin tabutunu taşımama izin vermemişti lakin kardeşimin tabutunu en önde, Selim ile birlikte taşıdık. Hava dün sanki hiç yağmur yağmamış gibi aydınlık ve güneşliydi. Hoca gelip dua okuduktan sonra Selim ile birlikte kardeşimin tabutuna doğru yürüdük.

"Başımız sağ olsun kardeşim, artık sadece ikimiz kaldık," diye mırıldandı Selim.

"Doğru. Evvela Mustafa ağabeyim, şimdi de Cihangir. Ne yazık ki asıl ölmesi gerekenler hala hayatta." Başımı yavaşça sallarken gözlerimden bir damla yaşın süzülmesine de mani olamadım.

"Boşuna heveslenme Ogeday, ikimizden biri hayatta kalacak ve o ben olacağım."

Selim bir anda bana döndüğünde ben de ona baktım ve karşı karşıya geldik. Orada, Cihangir'in tabutunun başında kendime bir söz verdim.

Yalnızca kendime de değil. Valideme, Mihrimah'a, Mustafa ağabeyime, Cihangir'e, Mahnisa'ya, oğullarım Orhan ve Osman'a. Onları yüz üstü bırakmayacak, benim yanımda oldukları için onları pişman etmeyecektim. Eğer tahta çıkmam demem kardeşim Selim'i ve oğlu Mehmet'i öldürmek demekse, bunu da yapacaktım. Ne olursa olsun o kanlı tahta çıkacaktım.

Mustafa ağabeyim ve Cihangir de benden bunu bekler, bunu isterlerdi.

Son Mahnisa'sız bölüm promisee artık aşkım saraya geliyor, ona burada ihtiyacımız var Kütahya'da çok bile kaldı tek başına :((

Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

406K 37.2K 33
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...
31.4K 2.3K 100
Kocasının ellerinde ölen bir kötü kadın karakterin bedenine reenkarne olan bir kızın hikayesi. Babası ve erkek kardeşi tarafından siyasi bir amaç uğr...
171K 12.7K 91
Türkçe adı; Kötü Adamın Üvey Annesi Olarak Yaşamak Yıllar süren çocuk istismarından dolayı bir tiran olarak geri dönecek olan erkek başrolün ellerind...
19.4K 2.2K 76
"Başkalarıyla göremeyeceğimi bildiğin renkleri gösterdin bana." "Sen de başkasıyla konuşamayacağım gizli bir dil öğrettin." *** Lisyantus: Teşekkürü...