Lake in the Moor

By BelieveAndBeHappy

5.8K 671 4.6K

1852 İngiltere'de küçük bir kasabanın hikayesi. More

bir
iki
üç
dört
beş
altı
yedi
sekiz
dokuz
on
on bir
on iki
on üç
on dört
on beş
on altı
on yedi
on sekiz
on dokuz
yirmi
yirmi bir
yirmi iki
yirmi üç
yirmi dört
yirmi altı
yirmi yedi

yirmi beş

145 15 227
By BelieveAndBeHappy

Sivri tırnaklar çenemde gezinince ürperdim. Bir şeyler koşuşturuyordu. Birinin çok uzaktan hayır dediğini duyuyordum sanki. Göğsüm sıkıştı. Bedenimdeki kaslar gergindi. Gözlerimi açtım. Ancak karanlığın ortasında sadece bana bakan bembeyaz iki gözün fısıldadığını duydum.

"Uyan."

Ter kan içinde yatağımdan kalktım. Bu, bu hafta içinde gördüğüm kaçıncı kabustu bilemiyordum. Tirtir titreyerek merdivenlerden aşağı indim. Luni'nin hazırladığı kahvaltıya büyük bir mide bulantısı ile oturdum. Neler olduğunu hala çözemiyordum. Ormanda başıma gelenlerden sonra kendimi sadece öylesine etrafta dolanan bir ruh gibi hisseder olmuştum. Aylar geçiyordu. Bahar çoktan gelmeye başlamıştı fakat hala ölümlere bir açıklama, karşılaşılan talihsiz olaylara bir çözüm getiren olmamıştı.

Bense sadece ardı arkası kesilmeyen kabuslarla yüzleşiyor, bir gün daha birinin başına bir şey gelmemesi için dua etmekten başka hiçbir şey yapamıyordum.

İlk kez Tanrı'ya yalvarmaktan başka hiçbir şey yapamayacağımı kabul edecek kadar çaresiz hissediyordum kendimi.

Oliver'ın okulla işi çok yakında bitecekti. Bu yüzden geldiğinde daha sık kaldığını biliyordum. Ancak Thompsonlar'ın malikanesinde geçirdiğim son günden beri onu görmüyordum. Ki doğrusu da bu olmalıydı. Daphne, Jamie ve annemin böyle daha mutlu olduğu açıktı. Oliver da beni görmek için bir çaba harcıyor gibi görünmüyordu- haklı bir davranışta bulunarak.

Sonuçta artık Daphne ile ikisi nişanlanlılardı. Bana seçim şansı sunmuştu. Birçok kez. Ben de ona ne istediğimi söylemiştim. Yo, hayır. Ne istediğimi değil. Ne olması gerektiğini.

"Connie çok yaramaz bir çocuktu," dedi Luni el işini örürken sesini duydum. Merdivenlere oturup gizlice kiminle konuştuğunu dinledim. "Manavda arkasından atılmayan meyve, öğretmenlerden yemediği tebeşir, beyaz çarşaflarını asan kadınlardan duymadığı azar kalmamıştı. Ne söz dinler, ne utanır, ne de hayırdan anlardı. Hatta bazen bu minik cadının insanları sadece kızdırmak için yaramazlık yaptığını düşünürdüm."

"Bayan Griffiths zor zamanlar geçirmiş olmalı."

Jamie.

"Çok. Hele de babası gittiğinde. Bay Giriffiths geldiğinde dizinden ayrılmaz, uslu uslu yalnızca babasının hikayelerini dinler ve getirdiği oyuncaklarla oynardı. Çok sevdiği Oliver'ın bile pabucu dama atılırdı onun gelmesiyle. Zaten Bay Griffiths de hiç sert bir adam değildir. Tek kızını şımartabildiği kadar şımartır, minik iblisliklerini hoş geçerdi. Ancak tekrar gitmesi gerektiğinde kızcağız yemekten, uykudan kesilir günlerce cama bakakalırdı. Geçen birkaç haftanın sonunda da yine tüm yaramazlıklara devam ederdi."

"Size de zor zamanlar yaşatmış," dedi. Biraz güldüğünü duydum ve Luni ile çocukluğumun epey sıkıcı ve yüz kızartan anılarını dinlemek zorunda kaldığından onun için kötü hissettim.

"Hem de ne. Hiç durmak bilmezdi. Bazen Oliver onu durdururdu ama küçük şeytan herkesi nasıl idare edeceğini de iyi bilirdi. Ne zaman onu fırçalayacak olsan insana diktiği kocaman gözleri, gamzeli tonton yanakları ve sevimli suratıyla insana söyleyeceğini ta küçücük bir çocukken unuttururdu. İnsanlar ona hayranlıklarından mazur görürlerdi hep onu."

"Ya Oliver? O epey somurtkan bir çocuk gibi."

"Öyledir de. Çok çekti o da yavrucak kaç senelerce. Yalnızca gerçekte gülümsediğini Connie'nin yanında görürsünüz. Connie'nin keyiflendiremeyeceği insan yoktur."

Ben beni aşağılayacak kibar bir şaka beklerken beni şaşırtarak, "katılıyorum," diye mırıldandı Jamie. Belki de hala ayı kapanındaki gün için kendini suçluyordu. Ya da- onun eşi olmaya yaklaştığım her gün için daha olumlu bir profil çizmesi gerektiğini düşünüyordu.

Annem bu fikirden ne kadar nefret etse de, yazın sonunda Jamie ile ülkeden ayrılacaktık. Bu geçtiğimiz zaman içinde Thompsonlar'ın ne denli benimle ilgilendiklerini, neden Jamie'ye güvenmesi gerektiğini ve gezimizin çok kısıtlı olacağını söyleyerek geçirmiştim. Oysa Jamie'yi hayran olduğunu ve Oliver'a ziyade onu seçeceğini düşünürdüm ama bu evlilik fikrine bayılmıyor görünüyordu.

Yine de Jamie de nasıl kendini sevdireceğini biliyordu. Anneme gezilerinden ithal kumaşlar getiriyor, her kahvaltıda çok sevdiği limonlu kekle beliriyor ve beni önemsediğinden durmadan bahsediyordu. O kadar ki- bazen sadece bir rol olduğunu ben bile unutuyordum.

Elbet, son karar ne annemin ne de benimdi.

Merdivenlerden inerken biraz gıcırtı olunca Jamie koridora geldi. Tam karşımda durup, Luni'yi geride bırakarak beni selamladı. Luni onu görebiliyor diye bu centilmen rolünü üstlendiğini biliyordum. Gülmemek için dudaklarımı bastırıp ona karşılık verdim. Dünyam bir cehenneme dönüyor olsa bile Jamie çoğu zaman işleri daha çekilir hale getiryordu. İyi bir dost, iyi bir ortaktı.

Şimdi tam karşımda, ben birkaç basamadığın üstünde dururken gözlerimiz aynı hizzadalardı.

"Bayan Griffiths. Beklediğimden daha uzun süredir uyuyorsun."

"Hala sabahın erken saatlerindeyiz, Bay Thompson." Başını sallayıp tekrar içeriye baktı. Luni'yi göremeyince de omuzları rahatlıkla gevşedi. "Ne kadar uzun süredir uyanmanı bekliyorum, biliyor musun?"

"Hayır."

Geceliğimin uzun, lastik, kayışını çekip bırakınca basamakların üstünde tökezleyip halıda durmak zorunda kaldım. Bana yukarıdan bakmak her zaman hoşuna gidecekti. Çenem göğsüne çarpınca yüzünde beliren gülümsemeden anlamak çok netti.

"Neden geldiğimi merak etmiyor musun?"

"Yine anneme yalakalık etmeye?"

"Bunu kendim için yapıyormuşum gibi konuşma."

"Üzgünüm, haklısın." İçindeki gömleğin düğmeleri fırfırının içinde kaybolduğundan düzeltmek için uzandığımda çenesini kaldırıp görmemi daha kolaylaştırdı. "Babamla tanışacağın için heyecanlı mısın?"

"Babanı tanıyorum zaten."

"Evet. Ama artık Londra'da değilsiniz. Üstelik hayatında kaç kez bir adamdan evlilik için izin istedin?"

"Hmm. Sadece Londra'dakileri mi sayıyoruz? Yoksa tüm İngiltere mi? Yoksa tüm hayatı— AH!"

Yakasındaki düğmeyi sıkınca yüzü ekşidi. O bu konuyu ciddiye almıyor olabilirdi ama benim için önemliydi. Jamie ile ne kadar romantik anlamda bir birleşme sağlamayacak olsak da babamın seçimlerimi onaylamasına ihtiyacım vardı. Jamie'yi sevmesini istiyordum. Yalnızca arkadaşının oğlu olduğu için değil. Hayatımın hayalini gerçekleştirmek için bir anlaşmanın koşulu olsa bile benim tercihimdi ve bunun babam tarafından beğenilmesini istiyordum. Babam, bu hayatta örnek aldığım ve olmak istediğim kişiydi.

Diğer yandansa suçluluk duygusu beni bitiriyordu. Jamie'yi ne kadar seversem seveyim, ona aşık değildim. Gerçek birer eş olamayacaktık. Belki babam aklı yüzünden birçok kez deli ünvanını almıştı ama aynı zamanda da- bir zamanlar- anneme olan hislerinden dolayı da doğmuştu bu isim. Aklı kadar kalbine da saygı gösteriyordu. Anneme olan bağlılığının boyutunu, bunca zamandır birbirlerinden uzak yaşamak zorunda kalsalar bile bir kez dahi sevgilerinde azalma olmamasından anlayabiliyordum.

Bu yüzden, eğer her şeyi bilseydi Jamie'yi onaylamayacağını biliyordum. Çünkü Jamie'yi Jamie olduğu için istemiyordum evlilik hayatımda.

"Gerçekten yakında eşin olacak bir kadınla böyle mi konuşuyorsun?"

Düğmesini düzelttikten sonra yüzündeki gülümseme ile karşılaştım. Neredeyse bu gerçek olmayan söylem hoşuna gitmiş gibi başını salladı. "Neden? Kıskandın mı yoksa?"

"Evet. Sonuçta seninle evlenmeyecekleri bir ömürleri var. Bense bir süre seninle kapana kısılmak zorundayım."

Gülümsemesi daha da büyürken altın rengi bir dalga başının üstünden alnına düşüp, kaşına çarptı. Buraya ilk geldiğinde yüzünün o kırmızı sağlıklı bronz ifadesi burada geçirdiği ayların sonunda grileşmişti. Ancak yeşil gözler onu hala ele veriyordu. Fazla parlak, fazla... canlılardı.

"Evet. Heyecanlıyım. Ve hayır. Daha önce kimseden böyle bir şey istemedim."

"Güzel," Luni'nin hazırladığı masaya bakmak için ilerledim ama kolumu tuttu. Oysa tam da ekmeklerden birine uzanmıştım. "Hayır. Seni zaten kahvaltı için almaya geldim. Bir şey yiyemezsin."

"Neden? Luni bunca uğraş vermişken bu güzel masayı bırakacak mıyız? Merak etme, annem eziyet etmek için bugün burada değil. Başka işleri var. Cehennem'de günahkarları kırbaçlıyor olmalı."

Jamie'nin yumuşak gülüşü evi tekrar doldurdu ama inatla masaya oturmama karşı da direndi. Kolumu bırakmadı. "Hayır. Kızlar seni görmek istiyorlar. Özellikle de Daphne. Baban buraya vardığında zaten vakit epey geç olacak."

Daphne'den bahsettikten sonra beni tutuşu biraz gevşedi. Gözlerini kaçırdı. Daphne ile... hala arkadaştık. Hala iyi bir dosttu bana karşı. Fakat Oliver ile ikisi her gün daha da yakınlaşırlarken benim yakınlarında varlığımı sürdürmemin doğru gelmediğini daha da çok fark ediyordum. Daphne'nin beni Oliver'ın yakınında görmek istediğinden bile emin değildim.

Öyle olsa bile ikisini görmenin bana pek iyi geleceğini düşünmüyordum.

Böyle iyiydim. Oliver'dan uzak. Şehvetten uzak. Tutkudan ve kontrolsüzlükten uzak. Anneme yardım edip, Jamie ile günlerimi geçirirken mutluydum. Kasabadaki her şey ters giderken bile aklımı başka yöne çekebiliyordum bu sayede. Kabusları görmezden gelebilirdim. Buradan çıktığım an, onların da son bulacağını biliyordum. Benden sonra annem de babamın yanına, Londra'ya gidebilecek kadar serveti olmuş olacaktı babamın. Bu evi de satabilirlerdi.

Ve tüm izimiz böylece Misty Moor'dan silinir giderdi. 

Daha fazla acı çekmeme gerek kalmazdı. Yalnızca birkaç ay daha sabretmem gerekiyordu.

Jamie'yi durgunlaşmış bir şekilde tabaklara bakarken yakaladım. Benim ne hissettiğimi tahmin bile edemezdi ama ne zaman Oliver konusu açılsa mutluluktan havalara uçmadığı belli oluyordu.

Onu anlıyordum. Sonuçta onun da tüm planı bana bağlıydı. Ondan hiçbir beklentisi olmayacağı bir kız bulması onun için zordu. Sonuçta zengindi, soyluydu ve birçok kızın ilk iki özelliğini bile umursamayacağı bir yüze sahip olduğu söylenebilirdi.

Ama ikimizin de kurtuluş bileti benim özgürlük arayışımdı. Oliver'a karşı kaybettiğim tek bir savaş bunu ikimiz için de mahvederdi.

"Hey," dikkatini çekebilmek için çenesini tuttum. Sakalları ellerime batsalar da, ardındaki teni çok yumuşaktı. Saşırtıcı bir şekilde. Sıcaktı da. "Fikrimi değiştirmeyeceğim."

Zorla gülümsedi. "Biliyorum. Hadi giyin artık. Kızları bekletmek istemezsin."

* * *

Kahvaltıda kızların telaşı, gevezelikleri ve şamdanları tir tir titretecek kadar yüksek kahkahaları her zamanki gibiydi. Neredeyse ardı arkası kesilmeyen tuhaf lanetli bir kasabada yaşadığımızı unutuyordum ne zaman bu tepeye, Thompsonlar'ın evine çıksam. Tepede, güneş gören ve sıcak koskocaman bir malikane... Belki de onları bu kadar habersiz oldukları için suçlamamalıydım.

"Biliyor musun?" Ida yumurtasını belki de otuzuncu parçaya bölerken kıvır kıvır bukleleri konuşurken sallanıyordu. "Ağabeyimin sende gözü olduğunu partide bile çözmüştüm. O geceden sonraki sabah kahvaltıda senden bahsetmeden duramıyordu. Ne kadar sinir bozucu ve kendini beğenmiş olduğundan bahsediyordu ama bunun bir ışık olduğunu görmeliydim. Üstelik senin—"

Jamie, Ida'nın susması için tabağına fasulyeleri boşalttı. Bu da kıza alması gereken işareti verdi ama ben söyleyeceklerini duymaya hevesliydim. Jamie'nin benden ne denli nefret ettiğini o gece az çok anlamalıydım sanırım. Ancak ısrarcı olan da kendiydi.

Ida mutsuzca fasulyesini yerken Jane onun yerine konuşmaya başladı. "Haberi aldığımızda o kadar mutlu olduk ki... Başından beri sevgili Jamie'miz için tek dileğimiz mutlu olmasıydı. Seni ne kadar sevdiğimizi biliyorsun ya zaten. Ah, çocuklarınızı hayal etmekten kendimi alamıyorum. Dünya üstündeki en güzel bebekler olacaklar! Değil mi, Daphne?"

Daphne başını kaldırıp bana baktı. Hemen gülümsedi ama eskisi kadar sıcak olmadığını yine de seçebiliyordum. Gergin görünüyordu. Belki de gündemin ben olmasından hoşlanmamıştı. Sonuçta Oliver'la bolca vakit geçiren ve yüzüğünü taşıyan kendiyken, ben yine belirip duruyordum hayatlarında.

Diğer yandan da ağabeyini kurban etmeye gönülli görünüyordu Oliver için. Oliver'a olan sevgisini küçük görmüyordum. Onu açıkça fazlasıyla seviyordu. Oliver'ın ieteyebileceğinden bile fazla belki. 

Ancak benimkiyle aynı değildi. Olmayacaktı. Hiçbir zaman.

"Evet. Elbette. Connie'nin güzelliği... yarışlamaz." Sonra da tabağına baktı. Fakat tek bir çatal almadı. Uzun uzun kendi söylediğini düşündü sanki.

"Ben ahırda olacağım, izninizle." Jamie masadan kalkıp odadan çıkarken bile Daphne çok düşünceliydi. Diğer kızlar sohbetlerine devam ederken, aralarında en konuşkanları Daphne olmasına rağmen bile tek kelime çıkmıyordu ağzından.

"Daphne," elbette bu sessizliği yalnızca ben değil Jane de fark etmişti. "Bugün pek suskunsun. Aklın hala Oliver'da değil mi? Merak etme iyi olacak."

"Oliver'a bir şey mi oldu?"

Tüm masa benim ani çıkışımla bana baktı. Düşünmeden, merakıma yenildiğim için Daphne'nin dağılan ifadesi tekrar üstüme çekilmişti. Yerime sinecek oldum ama arkadaşımın nasıl olduğunu öğrenmek benim kendi hakkımdı. Misty Moor'a tekrar döndüğünü bile bilmiyordum.

"Önemli değil," Daphne genzini temizledi. "Mürdümeriği yüzünden hastalandı. Biraz baygın ama önemli bir şeyi yok."

Ben daha ağzımı açamadan Jane atladı. "Onu görmek ister misin? Arkadaşın için endişelenmiş olmalısın. Rengin bembeyaz oldu."

"Oliver'ı izlemek için bahane uydurmayı kes, Jane." Edith güldüğünü saklamadı bile. Oliver'ı görmekten kaçmak için bir şekilde kaçmayı düşündüm. Fakat benim arkadaşım, benim endişem olduğunu düşünerek onu ziyaret etmemi istiyorlardı. Daphne dışında hiçbirinin Oliver'a karşı hislerimin dostluktan öte olduğuna inanmayacak gibi görünüyorlardı.

"Evet," dedi Daphne sonunda genzini temizleyip. "Hadi, Connie. Gel. Oliver'ı gör. Eminim o da seni görünce daha hızlı iyileşecektir."

Sandalyesinden kalktı. Kız kardeşleri de onu izledi. Neden ne zaman Thompsonlar'a gelsem, başıma iş açılacağını bile bile buna boyun eğiyordum? Oliver beni görmekten hoşlanmayacaktı. Dürüst olmak gerekirse ben de bu fikirden hoşlanmamıştım. Herkesin önünde birer dost taklidi yapmak... Kendime bir düzen kuruyor, Oliver tarafındansa mahvedilmesine izin veriyordum nerdeyse bir senedir.

Tekrar tekrar yıkılması, artık kendimden yeniden dizmek için güç aramaya korkar hale getirmitşi beni. Yine de sürüklendim. Koridorları aşıp, bahçeye indik. Oradan da başka bir binadan bir odaya girdi Daphne. Çoğu kez burada bulunmuştum ama yine de ne kadar büyük bir yerde oturduklarını çoğu zaman unutuyordum. Buraya hiç bulut uğramıyordu sanki. Hep sıcak, havasına güvenilir ve parlaktı.

Göğsüm sıkıntıyla şişti yine de. Ne zaman Oliver'ı görsem zaten bu histen kurtulamıyordum artık. Fakat, işte, oradaydı. Toz pembe renginde, kadife koltuğun üstünde yatıyordu. Dudakları ve ağız kısmı çenesine kadar kızarmışlardı. Muhtemelen meyvenin tepkisiydi.

Oliver epey derin uykusunda, tamamen huzurlu ve rahat görünerek derin derin uyurken etrafını saran kızlar sessizce gülüştüler.

"Meleğe benziyor," dedi Ida. Oliver'ın kaşına doğru kıvrılan kestane dalgasına uzanıp olabilecek en nahif şekilde başının arkasına koydu.

"Melekten daha güzel," dedi Jane iç çekerken elini gömleğinin en üstteki düğmesine bırakıp, uyanmasından korkunca geri çekti. "Tanrı diğer melekler kıskanmasın diye onu dünyaya göndermiş olmalı."

Beynime kan sıçrıyordu. Kanım tüm bedenimden çekilip tek bir noktasındaki kazanda fokurdaya fokurdaya kaynıyordu sanki. Ellerimi altımdaki yastıklardan birine bastırdım. Altı kızın da hayatlarında ilk kez bir erkek görüyormuş gibi davranmalarına bir anlam katmaya çalıştım. Kendileri şehirlilerdi. Onun gibi tonla erkeği görmemişler miydi?

"Gelecekteki kocama dokunmayın," dedi Daphne, Edith'in Oliver'ı hayranlıkla izleyen eline vurup hepsine ters ters baktı. "İlahi güzelliğini tadıcak tek kişi benim, hatırlayın."

Rosie, Oliver'dan zorla da olsa uzaklaşabilen tek kardeş oldu. Yanıma oturup bana dikkatle bakınca yeşil gözleriyle karşılaşmaktan biraz çekindim. "Söylesene, Connie... Nasıl oldu da Oliver'dan hiç etkilenmedin? Uzun süredir onun yakınındasın sonuçta."

"Etkilenmiştir," dedi Ida. Eline yasladığı başı bir tülü Oliver'dan ayrılamıyordu ama. "Şu yüzden kim etkilenmez ki?"

Oliver'ın baygın olduğunu bilmeme rağmen panikle bir ona bir kendi ellerime baktım. Hiçbirinin Oliver ile aramda olan ya da olacak bir şeyi bilmesine izin veremezdim. Benden ömürleri boyunca nefret ederlerdi. Belki inanmazlardı bile. İnanmamalarını da suçlayamazdım. Oliver'ın her zaman için güzel bir çocuk olduğunu düşünmüştüm ama tüm Thompson kızlarını aptal edecek kadar büyülü olabileceğini düşümemiştim. Onun yanında muhtemelen sıradan kalıyordum.

"Oliver arkadaşım," diyebildim sadece.

Daphne'nin yanıma geldiğini, kilitlenen gözlerimden fark etmemiştim. Kaskatı kasılan omuzlarımı sıkıp açtı. "Şhh, saygısızlık etmeyin. İkisi beraber büyümüşler. Connie arkadaş olduklarını söylüyorsa, öylelerdir. Tartışmanın sonu. Üstelik," saçlarımı ensemden uzaklaştırıp serinliğin nemlenen tenime çarpmasını sağladı. Derin bir nefes alabildim. Kardeşlerine aramızda duyduğu şüpheden bahsetmediği açıktı. "Connie gerçekten onu isteseydi burada birimiz bile şansının olmayacağıyla yüzleşmemiz gerekiyor. Demek ki onu istemememiş. Değil mi Connie?"

Çenemi tutup kaldırınca Daphne'ye baktım. Benden onay bekleyen gözlerine endişemi, körelen kıskançlığımı, güçlenen öfkemi göstermemek için binlerce kez kırptım gözlerimi. "Oliver'la aramızdan hiçbir zaman arkadaşlık dışında bir şey geçmedi."

Daphne rahatladığını saklamadı bile. Derince aldığı nefesiyle omuzları genişleyip, keyiflenerek Oliver'ın yanına döndü. Gerçekten kendini inandıracak tek söz mü beklediğinden rahatlamıştı yoksa kardeşlerine yalan söyleyip onu küçük düşürmediğime mi çözemedim. "Sizce onu öpmeli miyim? Belki gerçek aşkın öpücüğü ile uyanır."

"Eğer bayılmadan önce alerjik bir reaksiyon geçirmişse, ve eğer hala yemekler sindirimini tamamlamamış ve ağzındaysa, muhtemelen onu öldürebilirsin."

Tüm altı kız da bana az önce soyadlarına lanetler okumuş gibi dönüp dik dik süzdüler. Sıkmakta olduğum yastığa daha çok geçti tırnaklarım.

"Gerçek aşkın öpücüğü, besin intöleransı tedavisinden daha kesin bir çözüm ama," dedim telafi etmek isteyerek hızlıca. Neyse ki Oliver iç çekip rahat koltukta biraz dönünce kızların da dikkatini tekrar kendi tanrısal güzelliğine çekti.

Meh. Abartıyorlardı. Kesinlikle abartıyor olmalılardı. Oliver'ın dış görünüşün etkileyeceğinin seviyesi hakkında düşünmeyi bile reddediyordum.

Sakin olmam gerekiyordu. Şu anda düşünmem gereken şey Oliver'ın gerçekten de söyledikleri kadar nefes kesici mi olduğu yoksa sadece yakışıklı bir erkek olduğu mu tartışması olmamalıydı. Midem kasılıp duruyordu zaten. Daphne'nin Oliver'ı öpme düşüncesi vebalıymışım gibi ellerimi yerinden söküp bedenime ateşi yaydı. Buradan kalmak kendime acı çektirmekten başka bir şey değildi. Oliver bir sanat eseriymiş, tarihi cevhermiş, Tanrı'nın gönderdiği bir lütufmuş gibi iç çekip dokunmalarını izlemelerine daha fazla dayanamayacaktım.

"Annem daha fazla endişelenmeden gideyim," dedim çoktan kapıya yönelmişken.

"Ah, bekle! Seni geçireyim. Barbar mıyız biz?"

Elbette değillerdi. Hepsi çok kibardı. Kuralları takip ediyorlardı. Oyunu oynamaları gerektiği şekilde oynuyorlardı. Alımlı, flört etmesini bilen, bir erkeğin hoşuna gidecek türden insanlardı. Üstelik art niyetleri de yoktu. Bu en acı kısmıydı çünkü, çok da iyilerdi. Benim olmayı istemediğim, olmaktan korktuğum her şey olmalarına rağmen kafamda kurduğum korkunçluktan çok uzaklardı.

Daphne beni kapıya kadar getirdi. İyi bir arkadaş olmaya çalışıyordu da. Ne kadar içeriye dönüp, Oliver'la ilgilenmek istediğini bilsem de benim tek başıma kapıya gitmeme bile izin vermemişti.

"Merak etme, Connie. Oliver'ına çok iyi bakacağız. Sapasağlam olacak. Sen iyisin, değil mi? Yüzün biraz solmuş. Yoksa yemek yemedin mi? Zayıf düşersen beni çok üzersin, biliyorsun Connie."

Gülümsemek için adeta ellerimi yanaklarıma koyup, ovacaktım yüzümü. Ağırlığımı ilk kez bu kadar çok hissediyordum üstümde. Bir an önce evimde bulmak istiyordum kendimi ama botlarım birer tonlardı sanki. "Evet, evet ah... yemek. Akılsız ben. Unuttum yemeği. Ondan oldu. Her şey için teşekkürler, Daphne. Sonra görüşürüz."

Daphne hızlıca yanağımı öpüp dikkat etmemi söyledikten sonra neşeyle arkasını dönüp Oliver'a koştu. Ben de basamakları ağır ağır önce çıkıp, sonra da inip hissettiğim bu krampların geçmesini diledim. Ne zaman Oliver'ın etrafında bir kız olsa kendimi hasta, kusacak gibi hissediyordum. Şimdiyse nişanlısının samimiyetine saygı gösterip, uzakta durmam gerekiyordu.

Ki yapabiliyordum da. Artık bu gücü kendimde buluyordum. Sanırım kabullenmek çok daha kolay oluyordu. Oliver için isteğim mutlu olmasıyken olacaktı. Ben de hep olmak istediğim yolculukta bulacaktım kendimi. Evren tüm isteklerimi elime veriyordu. Thompsonlar'ın kasabaya geldiklerine memnun olmalıydım. Onlar da bir taraftan arkadaşım sayılırlardı. Şimdi hissettiğim nefret yalnızca kendine hedef arıyordu. Bunlar geçici şeylerdi.

Ancak o zaman neden gözlerim durmadan sulanıyorlardı, anlayamıyordum. Ağacın önünde nefeslenmek için durdum. Bir damlası bile kalbime damladığı için damarlarıma birer birer işleyen o zehrin acısı çok yıkıcıydı. Ayaklarımın yere bastıklarını hissetmiyordum. Beynimdeki sesler asla kesilmiyorlardı. Oliver'ı sonsuza kadar kaybedeceksin. Olması gereken bu. Ona hissettiklerini bir daha başkasına hissedemeyeceksin. Güzel, istediğim de bu ya zaten. Ama hayatım boyunca böyle mi hissedeceğim? Tüm ömrümde onu özleyecek miyim? Hayır. Alışacaksın.

"Connie," omzuma dokunulunca refleksle geriye çekildim. Jamie de benim ani tepkimle şaşırdı. Yüzümü bir süre inceledikten sonra şaşkınlığı kopup gitti. Yerini sıkılgan gözleri aldı.

"Oliver'ı mı gördün?"

"Daphne istedi. Görmemi," ona fark ettirmemek için arkamdaki güneşe bakıyormuş gibi sırtımı döndüm Jamie'ye. Dönmüşken de kirpiklerimi sildim. Ancak anladığını ikimiz de biliyorduk. Yüzüme baktığı andan itibaren onu gördüğümü söyleyebilmesinden belliydi. "Ben istemedim. Kızlar—" sesim bir anda çatallanınca genzimi temizledim. "Kızlar görmemi istediler. Merak ettiğim—"

"Bana açıklama yapmak zorunda değilsin," dedi gülüp topuzumdan çıkan tonlarca saç tutamından birini ıslaklığından dolayı bırakmayan kirpiğimden uzaklaştırdı. "Unuttun mu yoksa? Gerçekten eşin olmayacağım."

Başımı sallayıp onun gülümsemesine katılmaya çalıştım. "Haklısın. Biraz... başım döndü."

"Kahvaltıda bir şey yiyemedin, değil mi? Kız kardeşlerim ve güzel göründükleri için yaptırdıkları o korkunç tattaki yemeklerden bir tanesini çiğnemek imkansız zaten. Gel."

Birkaç adım ötedeki ahıra girince atların iki tanesi kişnediler. Jamie onları susturmak için boyunlarını okşayıp, şhh diye fısıldadı. Gerçekten atlarını çok mu seviyordu yoksa onu dinleyen ve ondan emir alan her varlığa bir düşkünlüğü mü vardı söylemesi güçtü. Oturmam için bir ahşap tabure verdi bana. Bir tane de elma. Atlardan birinin atığı olmadığını ummaktan başka bir şey de gelmedi elimden. Yerler hep saman, ahşap kapılar kilitli ve aynı ağaçtan yapılma tavan yüksekti. Eteklerime dolanan samanları görmezden geldim.

"Jamie," dememle yeşil gözleri hızlıca yüzüme geçti atlardan. "Senden bir isteğim var. Ama karşı çıkmayacağına söz vermene ihtiyacım var. Ve altını deşmeyeceğine."

Jamie botlarından birini önüne aldı. Merakla suratımı süzdü ama bu, ondan isteyeceğim dileği daha da korkutucu hale getirdi sadece. Gözlerine bakamayınca eteğimin dantellerini inceledim. Ne kadar saçma, anlamsız ve imkansız bir dilek isteyeceğime karşı hazırlandığını hissedebiliyordum.

"Tamam," dedi ama.

Sadece.

Tamam.

"Efendim?" Ciddi olup olmadığını anlamak için ağır ağır süzdüm bakışlarını. Onu ikna etmenin bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim.

"Benden bir şey istiyorsun, ben de yapacağımı söylüyorum."

"Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim."

"Eşim olacaksın, değil mi? Öyle ya da böyle. İsteklerini yerine getirmek benim vazifem."

Önce şaka yaptığını düşündüğüm için gülmeye başladım. Jamie gibi bile konuşmuyordu. Bir an için tüm bunları ailelerimizden kurtulmak için değil de, gerçekten benimle evlenmek için yaptığını bile düşündürtecek sözlerdi bunlar. Sonra ciddi olduğunu gördüm. Gülmüyordu.

Konuyu değiştirmeye çalıştım. Asıl odak noktasına getirmeye. "İsteğim bununla ilgiliydi. Bence... yazı beklememize gerek yok. Neden bekliyoruz? Baharda evlenebiliriz."

Jamie elmayı yemediğimi görünce elimden alıp, bıçakla kesmeye başladı. Elma dilimlerini sabırla yememi bekledi. Bense onun cevabını tek bir saniye dahi bekleyemiyordum. Ne düşündüğünü, ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilmemek beni mahvediyordu.

"Neden?"

"Çünkü beklememizi anlamsız buluyorum."

"Oliver'ı gördükten sonra bu karara varmandan ne çıkarmam gerekiyor sence?"

"Neden umurunda ki? Sadece bir çıkış bilet değil miyim? Ne zaman olacağı neden umurunda olsun? Her şey buradan gittiğimizde son bulacak. Gitmek istiyorum artık yalnızca. Bunun nesi yanlış?"

Jamie uzun uzun içini çekip yerinden kalktı. Dalgalı altın sarısı saçları yüzünün etrafına dağılmışlarken rüzgar vurdukça düzenleri değişiyordu. Beni ne ile suçladığını anlamıştım. Oliver'a inat bunu yapmak istediğimi sanıyordu ama yanılıyordu. Benim tek istediğim uzak olmaktı. Herkese. Her şeye. Vakit kaybetmek beni yalnızca geriletiyordu.

"Biliyorsun, evlilik düşündüğün kadar kolay değil. Evlendikten sonra şak diye beni ortada bırakamazsın."

"Biliyorum. Ama bu hiçbir zaman gerçek bir evlilik olmayacak. Bunu bu yüzden yaptık ya zaten."

"Bir adamlayken de bağımsız olabilirsin, Connie. Kendine sahip olmak için yalnız olmak zorunda değilsin."

Anlamıyordu.

"Bu bağımsız olmaktan daha farklı."

"Oliver'ı bu yüzden reddetmedin mi?"

"Hayır," şaşkınca Jamie'nin bıçakla soyduğu elmayı izledim. Beni yargılıyor ya da suçluyor gibi görünmüyordu. Cevaplanması çok basit bir soruymuş gibi, sanki yediğim yemeği merak ediyormuş gibi havası vardı. Bunu ciddiye almadığını göstermeye çalıştığı için ona gücenmemeliydim belki ama bundan ziyade kelimeleri birleştirmesi bu denli zorken, kolaymış gibi gösterdiği için cesareti daha kolay buluyordum.

"Neden reddettin o zaman? Bir kadın olarak, eş olmaya yüklenen her şeyden nefret ettiğin için? Sana söz hakkı verilmemesinden, küçük görülmekten, hak sahibi olamamaktan, hep yukarıdan bakılmaktan nefret ettiğin için? Sana biçilen rolden nefret edip aksi olduğun için?"

"Evet. Belki de. Ama onu reddetmemin sebebi nefret etmekten çok... tam tersiydi."

Elmanın bir yarısını iştahsızca kemirirken büyük dilimini bana uzattı. Şimdi dikkatini çekmiş, artık önemsizleştiremeyeceği kadar şaşırtmışım gibi görünüyordu. "Ne demek istiyorsun?"

Rahatsızca kıpırdanırken sözcükler bir ağzıma gelip bir mideme gitmesinden kendimi kusacak gibi hissettim. Camdan dışarıya, günün ne kadar berrak olduğuna baktım. Jamie beni konuşmak için zorlamasa da inatla cevabım için sessiz kalışı, bir şeyler için beklentisini gösteriyordu.

"Evet. Elbette onunla evlenmem üstüme bir etiket koyardı ve kendi başıma varoluşumu insanlara tanıtmamın da önüne geçerdi. Ama onu sırf bu yüzden reddetmedim, Jamie. Onu reddettim çünkü... onu çok seviyordum. Bay Thompson'ın anneni sevdiği gibi bir sevgi değil bu. Ya da annemin babamı sevdiği gibi. Daphne'ninki gibi bile değil. İnsan sırf birini sevemiyor diye sevmeyi bilemiyor olmuyor. Birini sevmeyi bilmiyorum çünkü benim Oliver'a karşı duyduğum hislerle bir insanın varolması çok acı verici. Benliğime bu kadar tutunurken ona bu kadar kapılmak korkutucu. Onunlayken olduğum Connie'yi tanıyamıyorum. Kaçmak zorundayım çünkü kaçmazsam tüm güç Oliver'ın elinde olur. Ve ona güveniyorum-- evet, elbette. Ama güç benden ona geçince her şey değişecek. Oliver'la aramdakinin sevgi olduğundan bile şüpheliyim. Babam akıllı ve sıcak biridir. Ancak annemin sadece bunun için onunla evlenmediğini biliyorum. Biliyorum çünkü bir gün bile annemi, babam ona surat astığında kahrolurken görmedim. Her şey dengeli. Her şey mantıklı ve olması gerektiği gibi. Fakat Oliver'la her şey kabus. Ona hayır demek şu anda bile çok zorken yenildiğimde canımı istese bile vermeyeceğim ne meçhul?"

Jamie sessizce bir elmaya daha uzandı. Ancak soymadı. Elinde bir süre bıçağıyla beraber çevirdi çevirdi çevirdi. Kaşları çatık, dediklerimi düşünüyordu. Onun için aptalcaydı belki tüm bunlar. Sonuçta evlilik ile sevgi çok da beraber olmak zorunda değillerdi. İyi bir eş adayı, diğer uygun eş adayı ile tanıştırılır ve evlenirlerdi. Altında çok da bir şey aranmazdı. Bu bir mit ya da masal değildi. Ortada eş olmak için, bir kadından beklenilecek tek iki vazifeden birini yerine getirmekten başka daha ne beklenebilirdi evlilikten? Oliver ile evlenmek belki en mantıklı seçenekti benim için, diğerlerinin karar verdiğine göre. Fakat benim için, yapılabilecek en aptalca hareketti. Dünyanın bilmediğim diğer ucuna gitmek, kendimi bildiğimden beri tanıdığım Oliver'ın yanında kalmaktan çok daha güven veriyordu bana. Sonu belli ve yalnızca bana bağlıydı. Oliver'a olan hislerimde boğulup, kaybolup ayaklarının dibinde söyleyeceği tek güzel sözü arzulayan bir kadına dönmemek için kendimi hep geriye itmem gereken hayatı göremiyordum. En sonunda pes edecektim.

Jamie gülmeye başladı ama bana bakmıyordu. "Ben de seni kalpsiz sanırdım," diye mırıldandı. "Etrafındaki insanlardan durmadan kaçan, ters ve dik burunlu biri için düşündüğümden daha romantiksin."

"Özgürlüğümü sevmem başka bir şeyi sevmeyeceğim anlamına gelmiyor."

"Birini. Senin durumunda birini." Derince nefes alırken bıçağı sonunda kayışına geri sokup, cebine soktu. "Bir gün Oliver'ı özgürlüğünden daha çok seversin diye korkuyorsun. Ama bana kalırsa, Oakley arayı kapatmış gibi. Bunu sen de biliyorsun. O yüzden benimle evlenmekte ve Amerika'ya gitmekte bu kadar bu kadar ısrarcısın."

Sessiz kaldım. Sıcak havayla birlikte ötmeye başlayan cırcır böceklerini dinledim. Bu Misty Moor'da çok ama çok nadir bir sesti insanın duyabileceği. Thompson Malikanesi buradaki belki de tek güneşli ve en sıcak tepeyi bulabildikleri için şanslılardı.

"Kararından vazgeçebilirsin," dedim Jamie'nin düşünceli yüzünü fark edince.

"Bana karşı hiçbir zaman hiçbir şey hissetmeyeceğinden eminsin, değil mi? Bu yüzden benimle evlenme konusunda bu kadar pervasızsın. Senin için sadece... Tanrı'nın huzurunda bir yemin."

"Senin için değil mi? Bir gemi yolculuğu sonrasında tekrar birbirimize yabancı olmayacak mıyız?"

Tekrar gülmeye başlayınca saçlarını geriye ittirmek zorunda kaldı. Ahırdaki atlardan bir tanesinin sesini duydum. Sonra da yerinde toynaklarını vurup vurup yattığını. "Arkadaş bile olmayacak mıyız?"

"Elbette olacağız. Sen, bir yerde, en iyi arkadaşım sayılırsın. Belki de tek arkadaşım."

"Güzel," kendi kendine gülümsedi. "Peki. Madem daha erken bir tarih istiyorsun... öyle olsun. Ancak hala geminin tarihi aynı. Unutma. Her şeyi öne çekebilirim ama hala halletmem gereken işler var, Londra'da. Sen de bu sırada Bay ve Bayan Griffiths'in bu haberler karşısında beni öldürmeyeceğinden emin olmaya çalış, tamam mı?"

Başımı salladım. Aniden aklıma giren bir kararın, Jamie tarafından bu kadar kolay onaylattırıldığına hala inanamıyordum. Düşünmeden hareket edip, kararı da aslında bir yandan Jamie'nin üstüne atmıştım. Ancak o bundan kaçmayı başarmıştı. İstediğimi bana vermişti.

* * * 

Ertesi gün uyandığımda kendimi hiç olmadığım kadar ağır hissediyordum. Kalkmak için ayaklarımı yere basınca, tenimin altındaki ıslaklığı hissettim. Belki sürahimdeki su dökülmüştü. Ya da çatım sızdırmaya başlamıştı. Diğer ayağımı da yere bastım. Fakat bu sefer, öncekinden de daha derine girmişti ayağım. Ve bu ıslaklık, su gibi değildi. Beni bırakmıyordu. Yoğun, iz bırakan ve ağır kokulu...

 Kan.

 Çığlık attım fakat duyulmadı. Karanlık odam kanla doluyordu. Ayağım kayınca kan gölünün içine düştüm. Ağzım, kulaklarım, burnum her yer kanla doldu. Boğulmaya başladım. Bir yandan öğürürken diğer yandan da kolumu çıkarmaya çalıştım. Ancak işe yaramıyordu. Sonunda sert bir şeye çarptı kolum. Tuttuğum gibi bedenimi yukarıya çektim. Göz kapaklarımı ağırlaştıran kanı silmeye çalıştım yüzümden. Ancak bunu yaptığıma da pişman oldum. Çünkü gözlerimi açtığım an tuttuğum şeyin bir domuz leşi olduğunu gördüm. Kan gölünün üstünde yüzen tonlarca köpek, domuz ya da insan parçaları ile dolu olan leş denizine dönmüştü.

 Göğsümde biriken çığlık tekrar çıkmaya çalıştı ama sesim sanki alınmış gibiydi. 

 Ölümümü kabul edeceğim anda bir el tarafından bu kanın içinden çıkarıldım. Tekrar nefes alabildiğimi hissettim. Hava giriyordu bu sefer vücuduma. Ve o iğrenç koku yoktu artık. Üstümdeki yoğun ıslak his de geçmişti. Burnuma temiz hava, ateş ve odun kokusu geliyordu şimdi ama o kadar korkmuştum ki sımsıkı kilitlenen dişlerim de gözlerimi taklit ederek açılmamakta inat ediyorlardı. 

 "Connie," omuzlarımdan sarsıldım. "Connie, gözlerini aç!"

 Titreyen bedenimi tutan Oliver'la göz göze gelince dudaklarım da aralandılar. Kahverengi gözleri de sonunda ona baktığımdan emin olunca rahatladı. Ben daha neler olduğunu anlamadan beni göğsüne bastırdı. "Tanrım," dediğini duydum saçlarımın arasından. O da benim gibi baştan aşağı ıslanmıştı. Ağaçlara baktım. Sonra da tepelerindeki açık noktadan göğe. Burayı tanıyordum. Daha önce de burada bulunmuştum. "Tanrım, Connie. Ne yapıyorsun! Öldürmek mi istiyorsun kendini?"

 Kollarımı tutup beni kendinden uzaklaştırırken dikkatle izledi. Boğazım soğuktan öyle şişmişti ki yutkunamıyordum dahi. Etrafıma bakınca nereden tanıdığımı anladım. Göl. Ormanın içinde, Oliver'ı ilk kez öptüğüm gölün yanındaydık. Fakat buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Evden çıktığımı bile hatırlamıyordum. Tek hatırladığım babamı camda oturup beklerken uyuyakalmış olduğumdu. Şimdiyse burada, Oliver'la, gölde...

 "Connie, neden konuşmuyorsun? Beni korkutuyorsun?"

  Tekrar Oliver'a baktım. Onunla en son aylar öncesinde ormanda yaralandığım zaman, Thompsonlar'da ziyaret ettiğinde konuşmuştum. Dün görmüştüm fakat... 

 Elimi dudaklarına koyunca kaşlarını çatıp beni izledi kafası karışık. Dudakları ve burnunun altından çenesine kadar uzanan kısım hala hafif pembe rengindeydi. Düne nazaran belirsiz sayılırdı. Ancak hala yüzünde komik bir kabartı oluşturuyordu. Ona dokunup, sudan serinlemiş teninin ama onun altında cayır cayır yanan bedeninin hissini parmak uçlarımla tadınca biraz daha sakinleştim. 

 "Gerçeksin."

 "Evet. Elbette, gerçeğim. Ne oldu? Neden buradasın? Ve gölde kendini boğmaya çalışıyorsun?"

 "Ben... gölde... ne?"

 "Anneni tüccar pazarında gördüm. Evde olduğunu söyledi. Fakat Daphne, ağabeyinin sana bakındığını söylemişti. Ters giden bir şeyler olduğunu anlayınca ilk buraya geldim. Sonra da çığlıklarını duydum. Ama çok tuhaf hareket ediyordun. Beni korkuttun. Fazlasıyla. Gölde kendinle savaşıyor gibiydin. Hem kendini suyun dibine çekiyor, hem de kurtulmaya çalışıyordun."

 Göle baktım. Güneş üstüne vururken parıl parıl rengi ile çıkan ışıltı gözlerimi alıyordu. Ellerime baktım. Suyun içinde durmaktan parmak uçlarım pespembe olmuşlardı. Tıpkı Oliver'ın ağzı gibi. Aklımı mı kaçırıyordum? Babam gelmemiş miydi? Annem ya da Luni beni kontrol etmemişler miydi? Neden hep kendimi bu ormanda, bu gölün yanında buluyordum? 

 Oliver pelerinini omuzlarımın üstüne örttü. O zaman neden bu kadar titrediğimi de anladım. Aynı zamanda çıplak, ılık havaya rağmen donmak üzere ve hala sırılsıklamdım. Ellerini kollarımda hızlıca yukarı aşağı oynatıp ısınmamı sağladı. Beni ateşin daha yakınına çekti. Oliver'dan ne kadar uzaklaşmaya çalışırsam çalışayım her zaman onun tarafından bulunup kurtulmamdan nefret ettim. Aklımı kaçırıyor olmaktan nefret ettim. Kendimi kaybediyor olduğuma her gün biraz daha fazla yaklaşırken, hiçbir şey yapamıyor olmaktan nefret ettim. 

 Oliver gözümün altını, baş parmağı ile sildi. "Sorun yok," fısıldadı. "Her şey yolunda."

 Ama değildi. 

 "Deliriyorum, Oliver." Sesim yutkunamadığım boğazımdan dolayı boğulur gibi çıktı. Tek bir kelime daha edersem gözyaşlarımı daha fazla tutamayacağımı anladım. 

 "Hayır. Delirmiyorsun."

 "Sana ihtiyacım olmadığını düşünüyorum. Sonra da sen olmadan öleceğim gerçeğiyle yüzleşiyorum."

 "Bu doğru değil. Sen beni, benim seni kurtardığımdan çok daha kez kurtardın."

 Başımı iki yana salladım. Dudaklarım aşağı doğru büküldü, yüzüm acı ve korkudan kırıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlamamak için gözlerimi yukarıya diktim. Belki de sonumu kabul etmeliydim. Kasabadaki kayıplar, Daphne ve Oliver, korktuğum ama her şeyden daha çok istediğim gelecek.. Sonunda delirmeme yol açmıştı. Belki de düşündüğüm kadar sağlam bir bünyem yoktu. Belki de inkar ettiğim o güçsüz, kurtarılmayı bekleyen ve aklı olmayan bir kızdan başka bir şey değildim en nihayetinde.

 "Daphne ile evleniyorsun," dedim sonunda. "Burada olmamalısın."

 Genzinden gelen bir sesle güldü Oliver. "Burada ölmek üzeresin ve hala Daphne'nin kıskançlık krizini mi düşünüyorsun?"

 "Üzgünüm." Göle tekrar baktım. Oysa buradan ne kadar sakin ve zararsız görünüyordu. Berrak. İçinde sadece yosunlar ve zararsız birkaç küçük balık vardı. Tertemizdi. Sanki bu gür, kalın ağaçlar da gölün güzelliğini koruyorlardı. "Düzgün düşünemiyorum."

 Oliver da benim gibi göle baktı. Beyaz tenine yansıyan gölün turkuaz tonu yansırken, acı kahve irislerinin çevrelediği gür kirpikleri belirgin elmacık kemiklerinde gölge oluşturuyorlardı. Büyümüştü. Omuzları daha geniş, kolları ve bacakları daha kalın, gövdesi daha kaslıydı. Onu ne kadar nadir görürsem, o kadar hızlı büyüyordu. Tamamen bir erkeğe dönüştüğünü artık yakından izleyemiyordum. 

 Ona baktığımı yakalayınca gülümsedi. Artık kızgın değildi. Üzgün de değildi. Sadece yanımdaydı. Ateşin yanında durmama rağmen onu izlemenin verdiği sıcaklık daha hızlı yayıldı bedenime. Yanaklarım tutuştu, boğazım kurudu ve göğsüm yatışmışken, tekrar hızlanmaya başladı. "Daphne'yi suçlayabilir misin?"

 Başını iki yana suçlulukla salladı. Dizlerinde dinlendirdiği dirseklerinin ortasındaki çimlere bakmak için eğdi yüzünü. Böylece koyu kahverengi saçları da ona eşlik etti. Şimdi ona bakarken tek düşünebildiğim, onu resmen Daphne'ye altın bir pakette vermişken ne kadar aptal olduğumdu. Kararı verirken Oliver'ın yanımda olmaması iyi oluyordu. Yoksa, tüm benliğimi bile unutturan varlığının yanında ne istediğimi unutmak çok kolaydı. Güneş batmaya başlarken saçlarım kuruyup, dalgalanmaya başlamışlardı. Artık titremiyordum ama hala çıplak olduğum gerçeğini de kabullenemiyordum. 

 Geceliğimi görmek için etrafıma bakındım. En azından göle geldiğimde çıkardığımı umdum. Kasabadakilerin beni tamamen deli kategorisine sokmasına biraz daha zaman tanımak istiyordum. 

 "Hayır. Suçlayamam. Sonuçta en çok korktuğu şey seni ona tercih etmem herhalde."

 "Demek istediğim bu değildi."

 Oliver gözlerimi ağır ağır süzerken tekrar dudaklarına baktım. Hala pembelerdi. Daha çok bir refleks gibiydi. Çünkü benim dudaklarım, gözlerim, boynum- Oliver'ın bakışlarının değdiği her bir noktam cayır cayırdı. Daphne'yi suçlamazdım. Oliver hayatında tek bir kadınla konuşmamış olsa bile onu kıskanırdım herhalde. Bu Daphne'nin suçu değildi. 

 "Kafanı mı çarptın?" 

 Oliver pek iltifatlarıma açık olmadığından elini kolunu bir yere koyamaz halde güldü. Belki de kafamı çarpmıştım. Ve bu, Oliver'a duyduğum arzunun bir anda körüklenmesine neden olmuştu. Şu anda bir çölde kaybolmuş bile olsam su yerine Oliver'ı seçermiş gibi hissediyordum. 

 "Belki. Ya da, sadece, seni gördüğüme mutluyum. Fazlasıyla. Mutluyum." Göle baktım. "Neden basit bir su birikintisinden bu kadar korktuğumu bilmiyorum."

 Oliver kurudukça kabaran ama hala biraz nemli saçlarını kaşıdı. Sonra da ayağa kalkıp gömleğini çıkarttı. Ardından çizmelerini. En sonunda da yanında taşıdığı silahlarını. Ayağını göle soktu. Sonra gittikçe derinleşen kısmına, beline kadar girdi. Su üstüne vururken, hala batmamış güneş ile birlikte gümüş haç kolyesinin yansıması gözlerimi aldı.

 "Sadece bir göl, Connie." Elini suyun yüzeyine koydu. "Aptal bir göl. Gördün mü? Beni boğamaz bile."

 Hızla çarpan kalbimle Oliver'ın suda biraz yüzmesini izledim. Ensesindeki saçlar ıslandı ama su tamamen onu yutamayacak kadar sığdı. "Gördün mü?" Sonunda tamamen batıp tekrar içine girdi. Yüzüne gelip, ıslanan saçları geriye itti. "Hala canlıyım. Gel hadi. Görüceksin. Hepsi sadece aklında. Bu da sadece bir göl."

 Beni nasıl sakinleştireceğini kesinlikle biliyordu. Göl şimdi sadece bir göldü. Ne o gördüğüm acı verici kabus, ne de aklımı kaçırıp kendimi burada bulduğum gerçeğinin korkutuculuğu ağır geliyordu şimdi. Oliver suda yüzerken gelmemi birkaç kez daha söyledi. Üstümdeki pelerine daha çok sarıldım. Kadife kumaşının tenimdeki yumuşak ve sıcak hissini o kadar rahatlatıcı bulmuştum ki, üstümden atmak için uzun bir süre cesaretimi toplamam gerekti. Oysa beni çıplak görmüştü. Ama bana karşı ne kadar düşünceli olabildiğini unutmuştum. Sanki hiçbir şey görmemiş gibi davranmıştı. Çünkü tek umurunda olan, iyi olmamdı.

 Yüreğim aklımla bir olup da beni orada bitirmek istiyormuş gibi vurmaya başladıklarında vücuduma güneşin tamamen batmış olmasını diledim. Oliver'ın yaktığı ateş gölü aydınlatmak için yeterliydi. Bir de batmakta olan ışıklarla Oliver'ın karşısında dikilme fikrini... tamamen rahat edebileceğim bir konumda bulmuyordum. Diğer yandan ona yakın olma fikri, çok cezbediciydi. Daphne'den daha önce. Daphne'den daha çok. Kıskançlığın verdiği bu medeniyetsiz, ilkel sahip olma içgüdüsü beni ürpertti. Sertçe yutkundum. 

 Pelerini bırakıp, ayağımı suya soktum. Serinlik saniyesinde bedenime çarpıp tüylerimi diken diken etti. Refleksle kollarımı bedenime sardım. Diz kapağıma kadar girdiğim göl yüzünden tekrar bedenim beyaz renginden pembesi, üşüyen tonuna büründü. Oliver da bu zamana kadar göle girdiğimi fark etmedi. Saçlarımı önüme almaya çalışsam da esinti benden inatçıydı. Midem kazanda canlı canlı kaynıyor, aklım bin kez ayrılıyorken Oliver'la göz göze geldim. 

 Üst üste birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. İşlediğim günahı sanki Tanrı'ya kendisi bildirecekmiş gibi dikkatle baktı bana. Göğsünün inip kalkması hem hızlandı, hem de arttı. Dudaklarını araladı ama bir şey de söylemedi. Oliver'ın aklından geçen her bir düşünceyi duymayı ne kadar isterdim, Tanrı biliyordu. Kulaklarımdaki uğultu tekrar başımı döndürüyordu. Daphne, Jamie ya da günahkar olmak. Hiçbiri umurumda değildi sanki Oliver'ın kırptığı için pişman olmuşça çektiği bir acı yüzüne yayılıyor gibi gözüken ifadesi üstümde olduğu sürece.

 "Annem cehennemde yanacağım için pek üzülecek."

 Oliver başını iki yana sallayıp yaklaştı. Bileğimi tuttu. "Cezalandırılacaksın. Ama günahlarından dolayı değil. Günahlarını Tanrı affeder. Fakat seni melekler cezalandıracak. Onlardan daha güzel olduğun için."

 Sonunda zorla da olsa yutkundum. Suyun soğukluğundan dolayı buz gibi kesilen parmak uçlarımı Oliver'ın ağzına koydum. Mürdümeriğine gösterdiği tepkimeden dolayı hala yanıyordu teni. Elimi koyduğumda rahatlamayla omuzları biraz düştü. Gözlerini gözlerimden ayırmadı. 

  Parmaklarımın ucunu öptü. Sonra da elimi alıp kalbinin üstüne koydu. Hızlı atışı yüzünden, avucumun içinde bir kuş tutuyormuşum gibi hissettim. Sonra da yüzüme dokundu. Eliyle bedenimin üstüne benim resmimi çizmek ister gibi hareket ettirdi parmaklarını yavaşça. Boynuma, omuzuma, göğsüme, bel oyuntuma. Soğuk parmak uçlarıyle titredim. "Sıcaklığın, yumuşaklığın, kokun... Bu dünyadan olamazsın. Seni tanıyan herhangi bir erkeğin senin dışında bir şeyi arzulamasını bekleyemezsin."

 Sonra iki eliyle de yüzümü tutup beni öptü. Teni serin olmasına rağmen dudakları sıcaktı. Sadece beni öpmesiyle bile suda durmak zorlaştı. Anlamış gibi sırtımın arkasından belimi tutup beni suya çekti. Su da soğuk olduğundan refleksle onun sıcak bedenine yapıştım. Oysa suya girmeden önce, soğuk hissettiren Oliver'ın bedeniydi. Oliver'ın kolyesi saçlarıma dolandı ama çözmekle uğraşmadı bile. Sadece canımın yanmasını engellemek için beni hep yakınında tuttu. Burnu ve dudakları boynuma dayalıyken suyu içinde bana dokunmaya devam etti. Nefeslerimi sessizleştiremeyeceğim kadar uzun bir süre boyunca hem de. Ensesinde parmaklarımı birbirine geçirdim. Hala gerçek olduğuna inanamadığım vücuduna istediğim kadar dokundum ve aklıma kazınacağından emin olana kadar öptüm. 

 Bacaklarım onun belinde sarılı olduğundan, ondan daha uzun dururken başını kaldırıp bana baktı. Yüzündeki gülümseme daha önce hiç görmediğim cinstendi. Sanki yüzüne hiç görmediğim bir hayat gelmişti. Ruhu şenlenmiş, sonunda doğmuştu. "Hala gölden korkuyor musun?"

 Başımı iki yana salladım. Elleri göğsümden birini tutarken diğeri elindeki parmakları, beni hareket ettirmek için belime gömülmüşken elimde olmadan gözlerimi kapattım. Bedenimin aldığı ateş sanki tüm suyu buhar edip, kurutacaktı. İsmini kulağına söylediğimde gülümsedi. Şimdi iki eliyle kalçalarımı öne arkaya hareket ettirebilmek için belimi sıkıca tutarken suyun üstünde kalan bedenimi ağır ağır izlerken arada onun da gözlerinin kapandığını gördüm. Nefesleri ile hareketleri hızlanırken omzunu sertçe tuttum. Çok ses çıkartmamak için kendimi fazlasıyla zorlamam gerekiyordu. 

 "Lütfen," dediğini duydum Oliver'ın nefes nefese. Yalvaran sesi yüzünden gözlerimi açıp ona baktım. "Sesini duymak istiyorum."

 Ancak adını söyleyeceğim sırada sesim çıkmadı. Genzimi temizledim. Dudaklarım oynuyordu ancak sesim çıkmıyordu. Elimi boğazıma götürdüm. Öksürmeye başladım. Oliver'a durmasını söylemek için yüzüne baktım ama Oliver artık orada değildi. Yerinde tanıyamadığım bir yüz vardı. Oliver'a göre çok daha yaşlıydı. Otuzlarının başında, saçları omuzlarına uzanan, mavi gözlü ve bıyıkları ile sakalları olan bir adamdı. Neredeyse üç katım, beni tutuşu ise can yakan cinstendi. Elimi göğsüne koyup ondan uzaklaştığımda ise gülümsemsi büyüdü. Dişlerinden kanlar dökülmeye başladı. Ardından da gözlerinden. Ben gölden çıkmak hızlıca yüzüp, kaçmak için ormana dalacağım anda saçımdan beni tuttu. Arkada tek duyduğum ise yanan ateşin tüm gölün etrafına yayılıp, tüm ağaçları yakan o çatırtılı sesiydi. Göl tekrar kanla dolmuştu. Adam ise beni yakaladığı gibi yere attı. Çıkardığı kılıcı elinde çevirip, iki avucunu üst üste getirerek tam göğsüme sapladı. Acıdan önce yanma hissi göğsüme yayıldı. Sonra kılıç daha da derine girerken kemiklerimin kırılma sesiyle hayatımda tatmadığım bir acıyla bayıldım. Gözlerim kapanmadan önce tek gördüğümse o iki kanlı, mavi gözdü. 

Continue Reading

You'll Also Like

2.2M 104K 44
On dokuz yaşında, hayatı yalanlarla süslü, güzel, zeki ve cesur bir genç kız. Ettiği intikam yemininin esiri, etrafına korku salan, güçlü ve sevgisiz...
10.9K 781 8
"Sana iki seçenek sunacağım" dedi kısık ve boğuk sesiyle. Bir yandan da elindeki kadehi hafifçe sağa sola sallayarak içindeki alkolle oynuyordu. Gözl...
1.4M 61.1K 41
Gavina MacDougal güzelliği ve asiliği ile efsaneleşmiş asil bir İskoç leydisiydi. Tehlikeliydi, cesurdu ve en önemlisi mücadele etmekten asla vazgeçm...
ZAMAN KIRAN By ay parçası

Historical Fiction

6.6K 479 15
Zaman her şeyin ilacı olarak bilinir. Ancak her ilaç gibi bu ilacın da içileceği zamanı sadece kendi belirler... Annesini kaybeden Karmen birden bire...