GİRİFT

By justrosenna

46.1K 2.8K 1K

"İntihar etmek için çok genç duruyorsun." Yüzümü buruşturarak arkama döndüm kimdi bu? Genç bir adam benim ya... More

BÖLÜM 1: "BİR İNTİHAR GİRİŞİMİ"
BÖLÜM 2: "YENİ HAYATLAR"
BÖLÜM 3: "YALNIZLAR KULÜBÜ MÜ?.."
BÖLÜM 4: "ALTI YILDIZ"
BÖLÜM 5: "KARANLIKTAN AYDINLIĞA GİDEN YOLLAR"
BÖLÜM 6: "ZOR VEDALAR"
BÖLÜM 7: "TEHLİKELİ SULAR"
BÖLÜM 8: "İHANETİN PENÇESİ"
BÖLÜM 9: "GERÇEKLERİN VERDİĞİ ACI"
BÖLÜM 10: "ACININ VERDİĞİ TEBESSÜM"
BÖLÜM 11: "DOĞRULUK MU CESARET Mİ?"
BÖLÜM 12: "GÜVENİN NE OLDUĞU ÜZERİNE"
BÖLÜM 13: "Kader Mi Tesadüf Mü?"
BÖLÜM 14 "MEÇHUL BİR KAZA"
BÖLÜM 15: "BİR MESAJ"
BÖLÜM 16: "BABA"
BÖLÜM 17: "ÖZÜR DİLERİM HER ŞEY İÇİN..."
BÖLÜM 18: "BİR GÜN BULUŞACAĞIZ"
BÖLÜM 19: "9. SENFONİ"
BÖLÜM 20 "YANLIŞ AŞKIN BEDELİ"
BÖLÜM 21 "GÜNAHKAR KİM?"
BÖLÜM 22 "KELİMELERE DÖKÜLEMEYEN HAYALLER"
BÖLÜM 23 "ARAFTA KALMAK"
BÖLÜM 24 "SUÇ DOLU BELGELER"
BÖLÜM 25 "YÜZLEŞMESİ GEREKENLER YÜZLEŞİR"
BÖLÜM 26: "KENDİNE İYİ BAK"
BÖLÜM 27 "UMURSAMAZ KADIN"
BÖLÜM 28: "SON BİR KADEH"
BÖLÜM 29: "EHVENİŞER"
BÖLÜM 30 "İLK İNTİKAM"
BÖLÜM 31 "HUZURSUZ SESSİZLİK"
BÖLÜM 32 "SOY ADI MESELESİ"
BÖLÜM 33: "CEVAPSIZ SORULAR"
BÖLÜM 34: BEKLENMEYEN"
BÖLÜM 35: "BENİ SEVME"
"BİR KADIN" (ÖZEL)
BÖLÜM 37: "DAVETİYESİZ DAVET"
BÖLÜM 38: "MASKELİ BALO"
DUYURU
BÖLÜM 39: "DERİN BİR ÇUKUR"
BÖLÜM 40: "KAÇ DEFA"
BÖLÜM 41: "YENİDEN DOĞMAK"
BÖLÜM 42: "HAYAT NEDİR"
BÖLÜM 43: "KANAYAN RUH"
BÖLÜM 44: "YANGIN YERİ"
ANILAR ALBÜMÜ...
ANILAR ALBÜMÜ 2
BÖLÜM 45: "YAŞAMAK İÇİN SAVAŞANLARA"
FİNAL AÇIKLAMASI
ÖNEMLİ DUYURU!!!

BÖLÜM 36: "HİSLERİN AĞIRLIĞI"

622 46 32
By justrosenna

Yalnızın odasında
İkinci bir yalnızlıktır
Ayna.

Özdemir Asaf

AÇIKLAMAYI OKUYUN LÜTFEN

Selamlar, kitabın ilk bölümleri ile ilgili yorumlar alıyorum. Ben de bölümlerin kısa olduğunun, duygu aktarımlarının yetersiz olduğunun ve detaylandırılması gerektiğinin farkındayım. Yaz ayında bir noktaya kadar bölümler düzenlenecektir, merak etmeyin.^^

Ayrıca ayın 18'inde inanılır gibi değil ama kitabımızın birinci yılı tamamlanmış olacak. Bunun için yetiştirebilirsem Can'ın ağzından bir bölüm okumuş olacaksınız. Bunu ister misiniz?

Oy ve yorum atmayı unutmayın lütfen, ben buralarda olacağım. Keyifli okumalar.

Bölüm Şarkısı: NF- Remember This


Kalp her şeyi taşıyamazdı, taşıyamadığı zaman zehrini ağlayarak akıtırdı. Bahsettiğim kesinlikle gözden akan yaşlar değildi, bahsettiğim kalpten akan yaşlardı.

Bir kalp hem durmaksızın kanar hem de susmaksızın ağlardı. Ve dışarıdan görmemek bu yaşların gerçek olmadığı anlamına gelmiyordu.

Kalbim ağlıyordu.

Can'ı öyle gördükten sonra ağlamaması ne mümkündü zaten?

O, orada ufacık ve karanlık balkonda gözyaşlarını dökerken ben de kalbimden ağlıyordum.

Yatağa uzanmaya geri dönmüştüm. Bu durumda uyuyamazdım, istesem de uyku tutmazdı. Kim benim yerimde olsaydı uyuyamazdı. Uyumamalıydı.

En kötüsü de buydu ya. Hem teselli edememek hem de kahrolmak. Onunla birlikte yaşamaya başlayınca bilmediğim yüzünü öğrenmeye başlamıştım. Belki de karşılaşmaktan korktuğum o yüzünü.

Gözlerim yarı kapalı uzanırken Can da odaya girmişti. İç çektiğini duydum. Yavaş adımlarla banyoya geçti. Üzerindeki sigara ve alkol kokusunu temizleyerek bu gecenin izlerini silmeye çalışıyordu. Her yaptığı harekette artık düşündüğü biri daha vardı ve o bendim. Yaklaşık on beş dakika sonra duştan çıktı, her şeyi görmeye gerek yoktu. Bazı şeyler hissedilirdi. Keyifsizliğini dibine kadar hissediyordum. Kalkıp sarılmayı ne çok isterdim ama uyanık olduğumu ve onu gördüğümü bilse gizlice dışarıya taşıttığı duygularını bu şekilde bile yansıtmazdı artık.

Önce bacaklarıma inen ve gövdemi açıkta bırakan pikeyi üstüme örttü. Sonra yanıma uzandı.

Yüzümün bir tarafını kapatan saçlarımı çekti. Kıpırdanmamak için zor duruyordum.

Beni izlediğini biliyordum. Yüzümün her karesini ezberlercesine dolaşıyordu ela gözleri üzerimde.

İç çekmemek için tuttum kendimi.

Ne kadar süre geçtiğini hesaplayamamıştım.

Kendini yatakta düzelterek ellerini kafasının altında birleştirdi ve tavanı izlemeye başladı.

Keşke kafasının içindekileri okuyabilseydim. Gerçi ne fark ederdi? Çektiği acı ve ıstırabı onunla paylaşamadıktan sonra.

Onun ne düşündüğünü bilmiyordum ama ben onu düşünerek yenik düşmüştüm göz kapaklarıma.

Uykudayken saatler çok hızlı geçerdi. Keşke geçmeseydi.

Yeni güne başladığımda yanımda Can vardı ve benden erken uyanmamıştı ilk defa. Dün gecenin verdiği fiziksel ve ruhsal yorgunluk olsa gerek. Onu izleme sırası bendeydi. Bir tutam saçı göz kapaklarının üzerine düşmüştü, nefes alışverişleri o kadar sakin ve düzenliydi ki, rüyasında belki de cennetteydi. Hiç uyandırmamam gerektiğini düşündüm. Uyku ruhsal yorgunluğunu almazdı belki ama en azından fiziksel yorgunluğunu alırdı.

Kalkmak için ayaklanacağım sırada bir an da kolumun geri çekilmesiyle geri uzandım. Can, beni kollarının arasına almıştı.

"Gitme" dedi.

"Olur" dedim

Dünden razıydım. Ya da dışarının cehennem olduğunun farkındaydım. Unutmak istediğim iki şey sürekli zihnimde fısıltı halinde dolaşıyordu. Beynimde tümör olması, Ufuk'un yaşaması.

"Nasıl oldun?" diye sordu.

"O ilaç sayesinde iyi hissediyorum" dedim.

"Sana gelmemeni söylemiştim."

"Bir gün bu ağrıyı çekecektim zaten."

İşaret parmağımla tişörtünün üzerine anlamsız şeyler çiziyordum.

Tatlı bir tını ile "bugün ne yapmak istersin?" diye sordu.

Hızlıca "hiçbir şey" dedim.

"O zaman bir şey yapmayız" dedi.

Kısa bir suskunluktan sonra "Aslında dedim bizimkileri buraya davet etmek istiyorum."

Kafasını bana çevirdi. "Buranın adresinin gizli kalması daha iyi olmaz mı?"

Başımı iki yana salladım. "Sorun olmaz" dedim. "Onlar benim arkadaşlarım ve davet etmek istiyorum zaten canım da sıkılıyor."

Derin bir nefes aldı. "Peki, nasıl istersen."

İstemeye istemeye yataktan çıktık. Kendimizi karmakarışık olan dünya için hazırladık. Ufuk konusu kesinlikle çözülmesi gereken çok büyük bir sorundu. Yoksa sadece benim değil, herkesin hayatı cehenneme dönecekti.

Can, üstünü değiştirirken ben de o ara aşağıya inip bizimkileri aramıştım. Ev adresini verip akşam yemeğine eksik olarak gelmemelerini tembih ettim. Normal şartlarda gülüp dalga geçerlerdi ve şakalar yaparlardı ama şartlar normal değildi. Hepsi tedirgindi. Sürprizler kendi aramızda olmadıkça hoşlanmazdık. Hepimizin stres seviyesi üst düzeydeydi. Hepimiz birbirimizi korumak zorundaydık. Çünkü Ufuk yalnız değildi ve hazırladığı bir plan vardı. Bizi nerede vuracağını kestiremiyorduk.

Ben telefonu kapatınca Can da merdivenlerden iniyordu, o da bir başkasıyla konuşuyordu. "Doktor Bey" diye hitap ettiğini duymuştum. Doktorla konuşuyordu, büyük ihtimalle ameliyat gününü söyleyecekti. Her ne kadar belli etmemeye çalışsam da korkuyordum. Başarılı olma ihtimali yüksekti ama risk de vardı. Zaten asıl sorunlar ameliyattan sonra başlayacaktı. Ameliyat bu işin ufak bir parçasıydı.

Can bana arkası dönük şekilde telefonda konuşmaya devam ederken hastalığım da kendini hatırlatmıştı. Sanki unutuyormuşum gibi.

Burnumdan akan kan tişörtümü lekelemişti. Can görmeden odaya çıktım, burnumu temizledim ve üzerimi değiştirdim. Umarım bu kanama bugünlük bu kadardı. Gerçekten Can'ın derdi başından aşkındı ve benimle de uğraşmasını istemiyordum. Dün geceki o korkunç, cehennem azabı gibi ağrı kendini ortaya çıkarmadıkça bunlarla baş ederdim.

Dayanmam lazım, yapmam gereken çok şey var.

Can'ın seslenmesiyle tekrar aşağıya indim. "Ne diyormuş doktor?" diye sordum.

Gergin bir ifadeyle "iki hafta sonraya ameliyat için gün verdi."

"Umursamıyormuş gibi görünerek "iyi bari" dedim.

Bence yine de o her şeyin farkındaydı, ne hissettiğimi anlaması için bana bile bakması gerekmiyordu.

Ortamın havasını da değiştirmek amaçlı "bir yere uğramam gerek" dedim.

Kaşları çatıldı. Yukarıya çıkıp hazırlanacakken "nereye gittiğini söylemeyecek misin?" diye sordu.

"Pek seveceğin bir yere gitmiyorum" dedim.

"Yine de söylemelisin bence."

İç çektim. "Babamın yanına gidiyorum, itiraz etme."

Bir şey söylememişti ama gözlerindeki ifade çok şey söylüyordu. Sinirlenmişti.

"Bakma öyle" dedim. "Babamın kollarına sarılmaya gitmiyorum herhalde."

Cevap vermeden arkasını dönüp gitti, iyi keyfi bilir.

Yoldayken Uygar'ı da arayıp yemeğe davet ettim. Hepimizin bir arada olmasını istiyordum.

Babamın odasına ilerlerken eskiden olduğu gibi gergin hissetmiyordum, en fazla ne olabilir yani? Bu kadar ileriye gideceğimi bile düşünmemiştir. Can ile evlenmem onun için tam bir darbeydi. Aklına bile gelmezdi. Soyadını, babalığını reddettiğimin göstergesiydi.

Kapıyı vurdum, içeriden "gel" sesi geldi. Her zamanki gibi siyah jilet gibi takım elbisesiyle, sıkı bağlanmış kravatıyla masasında oturuyordu. Yüzündeki ciddi ifade sanırım yolunda gitmeyen bir şeylerin göstergesiydi. Beni ilgilendirmezdi.

Beni görünce yüzündeki ciddi ifadenin yerini şaşkınlık almıştı. Beni beklemiyordu. "Oturabilir miyim?" diye sordum.

Kafasıyla onayladı.

Bugüne kadar bana babalık yapmamış olan adam sinirli sinirli her hareketimi izliyordu. Herkes bugün bana sinirliydi.

"Hangi rüzgar attı seni buraya?" diye sordu.

"Konuşmamız gerek" dedim.

Önündeki diz üstü bilgisayarın kapağını kapattı. Artık bakışları sadece benim üzerimdeydi. Yerinden kalkarak şarap dolabına yöneldi. Geçen sefer geldiğimde o dolabı görmüştüm. Kendi kadehine beyaz şarap doldurmuştu.

"Hangisinden istersin?"

"Ben içki almayayım" dedim.

Şaşırmıştı. "Alkolü mü bıraktın?" diye sordu.

"Şimdilik" dedim.

Masasının üzerindeki telefondan bir numara çevirdi, ikimize de kahve getirmelerini söyledi. Ben içmiyorum diye o da vazgeçmişti.

Tekrar masasına geçti. Alaycı bir tavırla "Mine Aktuğ" dedi. "Soyadın ismine yakışmış ama biliyorsun ki bu benim sana verdiğim gerçek ismin değil, gerçi gerçek isminle de uyardı."

Beni sinirlendirmeye çalışıyordu, istediğini ona vermeyecektim. "İsmim ne olursa olsun eşimin soyadı hepsine uyar." dedim.

"Gerçekten inanamıyorum sana." Derin bir nefes aldı. "Benim öldürmek istediğim adamla evlenmem onu öldürmemi engeller mi sanıyorsun? Sınırlarınızı aşmayın."

Uyarır bir tonda "hiçbirimize dokunmayacaksın" dedim. "Karşılıklı olarak sınırlarımızı aşmasak iyi olur, yoksa bir bakarsın medya benim senin kızın olduğumu öğrenir, Funda ile yasak ilişkini öğrenir, annemin ölümünü öğrenir." Her cümlemi vurgulayarak söylemiştim.

Gülerek "sınırlarımı bugün aşmayacağım başka zaman aşmayacağım zaman anlamına gelmeyecek. Yaptıklarını ödemek zorundasın, herkes yaptıklarının cezasını ödemeli."

Boynundaki damarlar belirginleşmişti. "Büyümüşsün" dedi.

O sırada kahvelerimiz gelmişti, babamın tam aksine getiren kadına gülümsedim. Tek bir gülümseme bir insanın tüm gününü iyileştirebilirdi.

Kahvesinden bir yudum ağzına götürdü. Bardağı indirmeden dalga geçen bir tavırla "eşin mi izin vermiyor yoksa alkol içmene?" dedi.

Gülerek "aksine karşılıklı içiyoruz." dedim.

"Sağlıklı yaşam öyleyse ha?"

"Kanser hastasıyım" dedim. "Alkol tüketmem yasak."

Donmuştu. Bugün ki cümlelerimin nerden geleceğini tahmin etmiyordu ama bunu hiç.

Kaşları çatıldı, yüzündeki tüm duygular kayboldu.

"Anlamadım" dedi.

"Anlayamayacak bir şey yok. Duyduğun gibi kanser hastasıyım."

"Ne kanseri?"

"Beynimde tümör var" dedim. "Belki beni senin temizlemene gerek kalmadan ölürüm, kendini şanslı say."

Ayağa kalktı, odanın içinde turlamaya başladı.

"Tedavisinden bahset."

"Seni ilgilendirmez" dedim. "Sadece haber vermek için uğradım, belki vicdanın rahatsız olur diye, bir vicdanın olduğunu düşünmüyorum ama belki işte, anladın sen."

Ayağa kalktım. Çıkmadan önce "dolaylı olarak bunun da sorumlusu sensin" dedim. "Yıllardır içimdeki biriken zehir kendini böyle vurdu dışarıya."

"Mine" diye seslendi. "Arkamı döndüm. "Senin için en iyi tedaviyi bulacağım, en iyi doktorları bulacağım." dedi.

"Vicdanın mı rahatsız oldu? Olmasın. Eşim benimle ilgileniyor. Öldürmek istediğin o insanlar bana senden çok yardım ediyor. Senin varlığının benim için bir önemi yok yine de acı içinde ölmeni görmek istiyorum."

Odadan çıktım.

Ona kanser olduğumu söylememin tek nedeni gerçekten rahatsız olmasını istememdi. Yaptığı şeylerin sonuçlarının neler olduğunun farkında değil miydi? Dünyanın en kötü insanın içinde bile ufacık bir vicdan kırıntısı olduğunu düşünüyordum. Babam benim gözümde öyleydi ve ben bunu dürtmek istiyordum.

Yolda yavaş yavaş yürüyordum, akşama yemeği ben hazırlamak istiyordum ve markete de uğramam gerekiyordu. Düşüncelerimden sıyrılmama sebep olan şey biriyle çarpışmak olmuştu. Elimdeki çanta yere düşmüştü ve omzumun çıktığını hissetmiştim. "Pardon, bir daha ki sefere dikkatli olurum" deyip koşar adım uzaklaştı. Arkasından bakmakla yetinmiştim.

Siyah şapkalı, siyah deri ceketli ve güneş gözlüklüydü.

Ben, bir daha ki seferin ne olduğunu düşünürken aklıma düşen düşünceyle olduğum yere kilitlenmiştim.

Ufuk muydu?

Hayır olamazdı, olabilirdi neden olmasın?

Ufuk beni mi takip ediyordu, ben mi paranoyak olmuştum. Neden bir daha ki sefer desin ki?

Ses tonundan da emin değildim, fısıltıyla konuşmuştu.

Hızlı adımlarla kalabalığın içine karıştım. Can'ı arayıp beni almasını söyledim. Bunu çok sakin bir şekilde yapmıştım, telaşlanmasına gerek yoktu. İnsanların çok fazla olduğu bir kaldırımda beklemeye başladım. Benim uydurmam da olabileceği için bu konuyu açmamayı tercih ettim. Yaklaşık on beş dakika sonra Can gelmişti. Bu trafikte nasıl bu kadar erken gelebilmişti, hayret etmiştim.

Gülümseyerek arabaya bindim. "Umarım herhangi bir işini bölmemişimdir."

"Hayır." dedi. "Bizimkilerle birlikte çalışıyorduk."

"Seninle alışveriş yapmak istediğim için çağırdım seni" dedim.

Kocaman bir gülüşle "bana bu kadar aşık olduğunu bilmiyordum" dedi.

"Bence her dediğimden sen bu cümleyi çıkartmaya çalışıyorsun"

"Belki, neden olmasın?"

Gülüşü nasıl desem güzeldi.

Kısa bir sessizliğin ardından "babanla görüşme nasıl gitti? " diye sordu.

Elimi sallayarak boş ver şeklinde bir hareket yaptım. Neyse ki üstelemedi.

Markete girdiğimizde sebze meyve kısmını Can'a bırakıp kişisel bakım reyonlarına yönelmiştim. Nedensiz bir şekilde bakım malzemeleri almak gelmişti içimden. Sanırım ben bu yemek konusuna hiçbir zaman heves edemeyecektim. Sepetimi yüz maskeleriyle doldurdum. Başka bir el daha sepetime bir şeyler atmaya başlamıştı. Arkamı döndüğümde annesinin kucağında olan tatlı bir bebek elinin uzandığı şeyleri benim sepetime atıyordu.

Bebeğe gülümsedim.

Annesi bunu fark edince "kusura bakmayın arada yapıyor böyle yaramazlıklar" dedi.

Tebessüm ederek "sorun değil" dedim.

Anne ile bebek uzaklaşırken bebek bana el salladı, ben de bebeğe. Can'ın ne ara geldiğini bilmiyordum ama kulağıma "ileride bizim de böyle bir bebeğimiz olsun mu?" dedi.

"Off Can. Bir insan nasıl her şeyden kendine bir pay çıkarır?"

Kendi sepetindekileri benim sepetime boşaltırken "ama güzel olur yani şimdi kabul et. Babası gibi karizmatik ve yakışıklı."

"Pardon? Niye annesi gibi güzel olmuyor?"

Sinir bozucu bir gülüşle "sen de istiyorsun yani?"

"Bebek falan yok, bebek falan yok."

Önüne geçip hızlı adımlarla yürüdüm. Bebekleri bu kadar sevdiğini tahmin bile etmezdim. Ne kadar da baba olmaya meraklıymış.

Ödemeyi yaptıktan sonra Can, elindekileri bagaja koyarken ve sürekli arkama bakıp duruyordum. Gördüğüm Ufuk muydu? Ben mi öyle sandım bilmiyorum ama korkmuştum.

Neyse ki sağ salim eve varmıştık. Evin içi sanki tehlikeli olmazmış gibi...

Bugün yemek yaparken Can'a yardım etmiştim. Bana da birkaç şey öğretmişti. Onunla yemek yapmak keyifliydi.

Biz daha masanın hazırlığını bitirmemiştik ki kapı çalmıştı. Gelmişlerdi.

Deniz'in "biz geldiiik" nidaları eşliğinde masaya geçtik. Uygar da on dakika sonra gelmişti.

"Hoş geldiniz hepiniz."

Özgür, kocaman bir hediye kutusunu salona bıraktı. "O ne?" diye sordum.

"Yeni evlenenler için çam sakızı çoban armağanı" dedi.

Her şeye bir aradayken mutluyduk, güzeldik.

Güzel sohbetler eşliğinde yemeğimizi yiyorduk. Can bugün çalıştıklarını söylemişti, sanırım iş konularını yemekte açmayı sevmiyorlardı, ne de olsa bu işler temiz işler değildi.

Önümden tabaktan çatalıma bir parça et aldım, ağzıma götürmeden hemen önce "ben kanserim" dedim. "Beynimde tümör var."

Tüm masa buz kesmişti, herkes elindeki çatalı bıçağı bırakmışken ben devamında ne diyeceğimi bilmediğim için ağzımdaki eti yutmamak için savaş veriyordum. Benden bir tepki alamayınca Can'a döndüler. Can, kafasıyla onaylayıp başını öne eğdi.

Mecburen başladığım şeyi bitirmem gerekiyordu.

"Ama iyi olacağım, iki hafta sonra ameliyatım var."

Hala hiçbiri rahatlamamıştı.

"Beyler, gerçekten böyle durmanız benim keyfimi kaçırıyor. Arkadaşlarım olarak sizden saklamak istemedim."

Uygar, bir şey demeden masadan kalktı. Peşinden gittim. "Uygar bekler misin lütfen?" diye bağırdım.

Durmayınca "çok hareket edince başım dönüyor. Lütfen dur konuşalım."

Bunu söylememle durması bir oldu. Durması işime gelmişti ama yalan söylememiştim. Gerçekten çabuk yoruluyordum.

Havuz başında oturduk. "Neden sakladın benden?" diye sordu.

"Ben de öğreneli bir hafta oldu" dedim. "Benim de buna inanmam bir hafta sürdü."

"Canın çok acıyor mu?"

"Hayır." dedim. "Şu anlık bir şey yok."

Gözlerini gözlerime dikti. "Gerçekten iyileşecek misin?"

Derin bir nefes aldım. "Senin için iyileşeceğim." dedim. "Ama benden böyle kaçarsan, beni üzersen uzar bu süreç."

Güven vermek istercesine gülümsedim. "Her şey yolunda merak etme, biz neleri atlatmadık?"

Samimi bir şekilde gülümseyerek "haklısın" dedi.

Beraber içeriye geçtik. Ciddi bir tavırla "Bakın bana hepiniz" dedim. "Benim bunu size söyleme nedenim beni teselli etmeniz değil ya da üzülmeniz için de değil, keyfiniz kaçsın diye de demedim. İki hafta sonra bir ameliyat olacağım ve o gün öğreneceğinize erkenden haber verdim. Er ya da geç çıkacaktı ortaya. Ayrıca sizi böyle görmek beni üzüyor, ben üzüldükçe daha da hassaslaşıyorum."

İlk gülümseme Tufan'dan gelmişti, yanıma gelip bir elini omzuma koydu, sonra onu takiben Özgür gelmişti, sonra Oğuz ve hepsi. Bir çember oluşturmuştuk. Buruk gülümsemelerle birbirimize moral verdik. İyi ki varlardı. Onlar için bile savaşmaya değerdi. Onlar beni çok kez kurtarmıştı, bu sefer ben kendimi kurtaracaktım.

2 Hafta Sonra

Hastane yatağında üzerimde ameliyat önlüğü ile uzanıyordum. O iki hafta gelip çatmıştı. Bu iki haftada sürekli hep beraberdik, hep beraber bir şeyler yapıyorduk ve tüm işleri ertelemiştik. Hatta her istediğimi yaptırabileceğimi fark ettiğimde tüm erkeklere yüz maskesi yapıp yirmi dakika boyunca birbirimize bakıp gülmemek için zor dayanmıştık. Hepsi hayalete benzemişti. Tufan'a, Can'a ve Uygar'a yapana kadar canım çıkmıştı. Üstüne böyle bir fotoğraf bile çekmiştik. Çıkartıp odama asacaktım. Onun dışında Özgür ile Ece nişanlanma kararı verdiler, ameliyatımdan sonra nişan kutlamamız vardı. Hayatımda geçirdiğim en sakin ve en eğlenceli iki haftaydı.

Şimdi ise ben ameliyata girmeyi bekliyordum, Can ise karşı koltuğumda elindeki siyah tabletle oturuyordu. Garip şekilde çok fazla konuşmamaya özen gösteriyorduk çünkü ağlayabilirdim. Tableti koltuğun kenarına bırakıp yatağımın kenarına oturdu. Elimi ellerinin arasına aldı.

"Korkuyor musun?"

"Belki biraz"

"Korkacak bir şey yok, biraz uyuyacaksın uyandığında biz yanında olacağız." dedi.

"Her an ölebilirim." Bunu fısıltı şeklinde söylemiştim. Kendi içimde bu düşünce sürekli geziyordu ama kelimelerin dilime gelme cesareti yoktu.

Parmaklarını avuç içimde gezdirdi. "Ölmeyeceksin." dedi. "Yaşama tutunmaya karar veren biri her şeyin üstesinden gelir. " Gülümseyerek "ayrıca yapmamız gereken çok şey var, daha güçlü bir şekilde geleceğini biliyorum."

Minnet dolu gözlerle baktım. "Ben gelene kadar gitme bir yere" dedim. "İlk görmek istediğim yüz senin yüzün."

Alaycı bir gülümsemeyle "bu aralar ağzından bal damlıyor" dedi.

"Şımarmazsan olmaz değil mi?"

"Cık olmaz."

Biz şakalaşırken hemşire de gelmişti. "Hazırsanız sizi götürelim." dedi.

Can'a baktım, kafasını aşağı yukarı salladı. Hemşireye dönüp "hazırım" dedim.

Kalbim küt küt atıyordu, ameliyathane kapısına kapısına kadar Can elimi hiç bırakmadan eşlik etmişti. Kapı kapanmadan hemen önce gülerek göz kırpmıştı. Onun da en az benim kadar korktuğunu biliyordum.

Bu soğuk yerde tek tanıdığım doktorumdu, diğerlerini görmemiştim. Doktor da korkumu gidermeye çalışıyordu. Arkadan hemşire olduğunu düşündüğüm kişi "her şey hazır" dedi.

Demek ki başlıyorduk.

Yeşil önlüklü başka biri içi sıvı dolu bir şırıngayla yanıma yaklaşmıştı. Doktordan onay aldı. Doktor bana dönerek "şimdi 10'a kadar say" dedi.

Beyaz lambaların altında 1, 2, 3... 4 diyemeden kapanmıştı gözlerim.

Papatya tarlasındaydım, çiçekli kırmızı elbisemle koşuyordum. Arkamı döndüm, elimi Can'a uzattım. O da benimle birlikteydi. Beraber koşmaya başladık. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama o yanımdaysa nereye gittiğimin de bir önemi yoktu. Zaten bu tarlanın da bir sonu gelmiyordu, aksine papatyalar çoğalıyordu. Biz de durduk, mavi gökyüzünün altında yan yana uzanmaya başladık. Bir papatyayı saçlarıma taktı.

"Biliyor musun Mine?"

Yüzümü ona çevirdim. "Neyi biliyor muyum?"

"Papatyalar" dedi. "Öldüklerinde güzel kokarmış."

Gülen yüzüm bir an da solmuştu. "Gerçekten mi?"

"Evet öyle "

"Kafama taktığın papatyayı öldürdün öyleyse."

" Senin yerine milyonlarca papatyanın ölümünü tercih ederim."

"Bu hikayede hiç kimse ölmezse olmaz mı?"

"Ölüm de hayatın bir gerçeği, birileri ölmeli ki bir başkası yaşasın ama hak etmeyenler erkenden ölmemeli."

"Bu papatyanın ölümü hak ettiğini neden düşündün?"

"Papatya bunu kendi tercih etmişti, ben koparmadım. Diğerleri rüzgar ile savaşırken o rüzgara yenilmişti. Belki de ölümünün güzel bir kokuya sahip olacağının farkındaydı ve bunu tercih etmek onun için daha kolay olmuştur."

"Yine de savaşmalıydı değil mi? Zamanı gelince zaten ölecekti."

"Evet" dedi. "Her şey zamanı geldiğinde yaşanmalı. Ne de olsa yaşanması gereken yaşanacak."

Gözlerimi monitörün çıkardığı sesle açmaya çalıştım. Tık, tık, tık... Başımda inanılmaz bir ağrı vardı ve ağzım kurumuştu. Önce bulanık şekilde tavanla bakıştım, görüşüm açıldıkça başımda beni izleyen doktorla ve diğer tarafımdaki hemşireyle karşılaştım. Doktorum adımı sordu. Kısık sesle "Mine" dedim. Günlerden ne diye sordu. "Salı" dedim. Yanındaki hemşire dönüp bilinci yerinde dedi. Bilinç kontrolünden geçmiştim. "Nasıl hissediyorsun?" Zor çıkan sesimle "başım ağrıyor" dedim. Yanındaki hemşireye koluma takılı olan serumun içine ağrı kesici eklemesini rica etti.

"Eşim nerede?" diye sordum.

"Dışarıda ilk dakikadan beri sizi bekliyor. Birazdan içeriye alacağız."

Onaylar şeklinde kafamı salladım. Sormak istediğim çok şey vardı ama soracak gücüm yoktu. Sormam gerekenleri Can'ın sorduğunu düşünüyordum.

Kapıda doktoru duyuyordum ve daha sözünü bitirmeden içeriye girmişti. Önce endişeli gözlerle, sonra rahatlamış bir tavırla baştan aşağıya bana baktı. Elimi kaldırarak selam verdim çünkü çok konuşamıyordum.

Gülümsedi. Yanıma yaklaştı.

Beni duyması için eğilmesi gerekiyordu.

"Nasıl geçmiş?" diye sordum.

"Yolunda her şey merak etme, sen dinlenmeye çalış zorlama kendini."

Bunu duymak beni rahatlatmıştı. Bunu duymak için açmıştım gözlerimi, Can'ı tekrar görmek için açmıştım gözlerimi, yeniden başlamanın mümkün olup olmayacağını anlamak açmıştım gözlerimi, ne kadar direnebileceğimi görmek için açmıştım gözlerimi.

Bir insan bir insanın hayatını mahvedebilirdi, hayallerini çalabilirdi, ölümüne sebep olabilirdi. Bunu öğrenmiştim, bunu yaşamıştım lakin aynı zamanda bir insanın başka bir insanın hayatı olabileceğini de öğrenmiştim. Buna asla inanmayan, saçmalık bulan ben inanmıştım.

Uyku ile uyanıklık arasında sürekli gidip geliyordum, hemşire ve doktorun ara ara odaya girdiğini bir şeyler yaptığını ve Can ile konuştuklarını görüyordum. Can, hiç ayrılmamıştı yanımdan. Diğerlerini de arayıp her şeyin yolunda gittiğini iki üç günde taburcu olacağımızı söylemişti.

Hava kararmıştı. Kaldığımız oda yüksekte bir odaydı ve tüm ışıkları görüyordum. Odam bile yüksek kattaydı. Can'a seslendim.

"Telefonunu uzatır mısın?" diye sordum.

"Şu an biriyle konuşamazsın." dedi.

Gülümseyebildiğim kadarıyla gülümsedim. "Biliyorum, sadece telefonunun kamerası gerekiyor. Kendimi görmem lazım."

Başta vermemek için ısrar etse de sonunda ikna edebildim.

Bu durumdan etkileneceğimi düşünüyordu ama tam aksine kendimi görür görmez kahkaha atmak istedim, tabii ki başaramadım.

Beni mumyaya çevirmişlerdi. Tüm kafam sargılıydı, Can nasıl bana bakıp gülmüyordu?

Telefonu uzatarak "ilk günden sıkıldım bile" dedim.

Can, şaşkın gözlerle bana baktı. "İlk gün mü?"

Kaşlarımı çatarak "evet" dedim.

"Üç gündür buradayız." dedi.

"Ne?"

"Evet, ameliyattan sonra hemen odaya getirmediler. Önce gözlem için yoğun bakımda kaldın iki gün, sahi hatırlamıyor musun?"

Beynimi zorlama çalıştım, ben bu kısmı tamamen silip atmış gibiydim. Bazı şeyler gözümün önüne geliyordu ama sanki hep buradaymışım gibiydi.

Can, gülümseyerek "sorun yok" dedi. "Bilincin kapalı olmadığı ya da tam açık olmadığı için hatırlayamaman çok normal."

Rahat bir nefes almıştım, bir an aralıklarla hafıza kaybı mı yaşıyorum diye düşünmüştüm.

"Uygar'a haber verdin mi?"

"Evet, Ece dahil herkes seni bekliyor."

Beni bekleyen birilerini duymak o kadar güzeldi ki.

"İşin varsa git sen, boşuna durma."

Gözlerini gözlerime dikti. "Daha neler, bunu duymamazlıktan geliyorum."

Gülümsedim.

"Ayrıca" dedi. "Sana mumya olmak da yakışıyormuş."

"Yaa, abartma hayatım sen de. Açmalarını dört gözle bekliyorum."

Kafasını tabletten kaldırdı, muzip bir ifadeyle "gerçekten" dedi.

"Tamam, öyle olsun." dedim. "İşlerin çok mu yoğun? Telefonun susmuyor, tabletten kafanı kaldıramıyorsun bir türlü?"

"Hayır, birkaç pürüzü temizlemem lazım."

Ufuk'u kast ediyordu. Bu konuyu açmamaya karar verdim.

Beni yoran bunların hiç biriydi, asıl yoran dışarıdaki hayattı. İç çektim.

Can, yanıma geldi. "Neden öyle dertlendin?"

"Bu ameliyat bir başlangıç değil mi?"

"Hayır." dedi. "Ortası."

Sandalyesini yanıma çekti, elimi tuttu. "Uyuyalım" dedi. "Bunun bir kabus olduğunu farz et. Papatya bahçesinde uyanacağımız günler de olur elbet."

Papatya bahçesi mi? O benim rüyamdı, ona rüyamı anlatmak için çok yorgundum. Bu bir tesadüf müydü? Aynı rüyadan mı uyanmıştık?

Taburcu olalı çok olmuştu. Her şey yolundaydı. İlk günler çektiğim baş ağrısı ve halsizliği saymazsak tabii. Bunları yaşadığım için arkadaşlarımı daha görmemiştim. Onlar da bu süreçte çok anlayışlı davranıyorlardı, Can evin içinde bile ses çıkarmamaya dikkat ediyordu ve beni yalnız bırakıp gitmiyordu. Sanki hiç ameliyat olmamış gibiydim, bir süreliğine yalnız kalmayı tercih etmiştik gibi. Sargı bezlerinden kurtulmuştum, dikişlerim de alınmıştı. İlk günler babam sürekli arayınca telefonumu kapatmak zorunda kalmıştım, onunla konuşmak ve görüşmek istemiyordum.

Bugün doktora gitme günüydü. Aslında taburcu olduğumdan beri iki defa gitmiştik ama bugünü özel kılan kemoterapimin başlangıcıydı. Ya iyileşecektim ya da iyileşemeyecektim. Son süreç buydu.

Ameliyattan çok beni strese sokan kısım bu kısımdı. Can, hazırlanmama bile yardım ediyordu.

Alaycı bir şekilde "bebek miyim ben?" diye sordum.

"Evet, benim bebeğimsin."

Bu çocuğun ağzı iyi laf yapıyordu. Beraber arabaya bindik ama bu sefer ön tarafa oturmama izin vermemişti. Araba sarsılırsa, bir şey falan olursa diye. İtiraz etme hakkı bile tanımıyordu.

O kadar çok alışmıştım ki bu yola. Yol üzerinde gördüğüm her tabelayı ezberlemiştim. Ne kadar sürede varacağımıza kadar ezberlemiştim. Yirmi iki dakika.

Gelmiştik. Bu süreçte yanımda olan herkes bana o kadar iyi davranıyor ve yardımcı oluyorlardı ki onların da etkisi çok büyüktü. Bundan birkaç önce ki Mine çabalamazdı, hastaneye bile uğramazdı.

Doktorum tedavi sürecinin iyileşme hızına bağlı olarak uzayacağını söyledi. Kemoterapinin yan etkilerinden bahsetti, bilgilendirdi. Her şeye katlanırdım ama saçlarımın döküleceği bir miktar üzmüştü beni.

Upuzun onkoloji koridorunda yürüyorduk. Hastanelerin belki de en umutlu insanların bulunduğu bu bölüm tüylerimi diken diken ediyordu. Kalbimi herkes kırıyordu ama kollarına takılı her şeye rağmen neşeli olan çocuklar biraz daha kırıyordu. Ayrıca aralarında saçları hala olan sadece bendim.

Bana gülümsüyorlardı, onlara gülümsüyordum.

Bir hemşire damar yolumu açtı, gerekli ilaçları kanıma gönderdi. Başlamıştık.

Çok çabuk bitmesini istiyordum. Papatya bahçesinde uyanmak istiyordum ben.

Kocaman dört saat sürmüştü. Can her zaman ki gibi yanımdaydı ve ben onun artık yorulduğunu görüyordum, neticede o da bir insandı. Git dediğimde gitmeliydi ve ben bunun için asla üzülmezdim, benden daha yorgundu o. Elinden geldiği kadar çabalıyordu. Hatta zaman geçsin diye komedi filmi açmış, beraber videolar izlemiştik.

Eve geri dönerken de sohbet ederek dönmüştük, yan etkileri hemen belli etmezmiş kendini. Bu zamanlarımı iyi kullanmalıydım çünkü halsiz Mine yakında ortaya çıkacaktı.

Eve vardığımızda hızlıca bir duş aldım, üstümü değiştirdim ve banyoda saçlarımı tararken Can'a seslendim.

Dolaptaki makası ve makineyi çıkardım.

Gülümseyerek "saçlarımı keser misin?" diye sordum.

Saniyeler geçti, dakikalar geçti. Kapının önünde gözlerini gözlerime dikmişti ve ben aklını okuyamıyordum.

"Bunu şimdi yapmak zorunda değiliz."

İç çektim. "Ne fark eder ki? Her türlü kesmek zorunda kalacağız. Bu gece ya da iki hafta sonra bir önemi yok."

Ne düşündüğümü anlamaya çalışıyordu ama o da ben de bunu yapmak zorunda olduğumuzu biliyorduk.

"Hadi ama" dedim. "Kökü ben de üzülmüyorum, hem uykum geldi."

İç geçirdi. İstemeye istemeye arkama geçti.

Belimin altında biten saçlarıma baktı. Eline makası aldı, kesmeye başladı. Konuşmadı, konuşmadım, konuşmadık.

Ağlamamak için gülümsüyordum. Gözü sürekli aynadaki yansımamızdı.

Sonra makinayı aldı, saçlarımı kazımaya başladı. Birazdan hiç saçım kalmayacaktı. Birkaç hafta önce saçlarım kapıya takılınca ben Can'a makas getirip kesmesini istemişken o bana

"Sendeki en sevdiğim şey saçların, tek teline bile zarar gelsin istemem." demişti.

Tek bir tel için uğraşıp didinen adam bugün saçlarımı kazıyordu.

Hayatın bizi nereye götüreceği, hangi kapıları açıp hangi kapıları kapatacağını asla kestiremiyorduk. Kendi planlarımız vardı ama kaderin planları daha ağır basıyordu.

Saçlarımın kazımasını bitirince ben bir şey söyleyemeden, tepki veremeden Can saçımı kazıdığı makineyi kendi saçına götürdü. Kendi saçını da kazımaya başladı.

Dönüp elinden makinayı almaya çalışınca buna izin vermedi, beni göğsüne yasladı, tüm saçları yere dökülüp benim saçlarımla buluşuncaya tek saçlarını kazıdı.

Bu banyoda sadece saçlarımız dökülmemişti, duygularımız da dökülmüştü. Her şeyde beraber olduğumuza şahit olmuştu bu duvarlar, bu ayna.

Bu gece ben ağlamıyordum, ağlamayacaktım da ama bize şahitlik eden bu duvarların haykırışlarını duyabiliyordum.

BÖLÜM SONU

Continue Reading

You'll Also Like

22.1K 8.9K 22
Hangisi daha kötüydü bilemiyorum. Kör bir ressam mı? Sağır bir müzisyen mi? Yoksa katil olduğunu bildiği hâlde onu tutuklayamayan polis mi? Komiser G...
289K 26.1K 53
"Deniz ile gökyüzünü ayıran o ince çizgiye astım hayallerimi. Bazen bir rüzgar esti, savurdu düşlerimi. Bazen de yağmur yağdı, damlalar değdi tenime...
30.6K 3.8K 27
Evet, o Romeo'ydu. Yalnız ben Juliet değildim. -Tamamlanmış hikayedir.- 27.11.20 #1 chick-lit ..... Kapak tasarımı @Tent_oria 'ya aittir
Belki By أ

Romance

2K 165 18
Lakin anlayamadığım şey niçin aklımda hep Cemal Süreyya 'nın Hamza şiiri yankılanıyordu.. HAMZA Büyük bir ihtimalle ölmüştük Şehir kan kıyametti aya...