İktidar Oyunları | ognis.

By MSHanDeniz

28.1K 2.3K 956

Kanuni Sultan Süleyman'ın halasının torunu olan Mahnisa Sultan, ailesini kaybetmesinin ardından padişahının h... More

0
1
2
3
4
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
son

5

991 104 11
By MSHanDeniz

Hello, akşam büyük oylama var bildiğiniz gibi. Hem Nisa'ya hem de Ogeday'a desteklerinizi esirgemeyin lütfen. Akşam başlayacak ve gün boyu sürecekmiş sanırım. Ayrı ayrı Nisa ve Ogeday yazıp 1890'a göndermeyi unutmayalım lütfen. Ayrıca dün bizimkileri potadan çıkarmamızın şerefine bol bol da yorum bekliyorum ona göree 💖😍

Atımla Şahin Tepesi'ne doğru hızla koşarken bir süre sonra Selim'in arkamdan gelmediğini fark ettim. Normalde bu kadar arkamda kalması imkansızdı, bir şey olmuş olmalıydı. Atımdan indim ve ağabeyimi aramaya başladım. Umarım başına bir şey gelmezdi. Ormanlar tehlikeli olabiliyordu.

Bir süre yürüdükten sonra uzaktan sesler duymamla oraya doğru koştum. Birkaç eşkıya Selim'in yolunu kesmişti ve ağabeyim onlarla dövüşüyordu. Biri ağabeyimin elindeki kılıcı düşürmesini sağladıktan sonra onun üzerine çıktı. Tam öldürücü darbeyi yapacakken üstüne atladım.

Ben de onun kılıcını düşürmesini sağladıktan sonra kendi kılıcımı onun gövdesine sertçe sapladım. Bir şehzadeye pusu kurmanın bedelini böylece ödemişti. Bu sırada diğerleri de kaçmıştı. Selim ise hala yerde, beni izliyordu.

Yanına gittim ve başından tutup kalkmasına yardım ettim. "İyi misin?" diye sordum merakla. 

Bir şey söylemeyip başını salladı. Birlikte yürümeye başladık. Babamların olduğu yeri arıyorduk ama kaybolmuş olmalıydık, etrafımızda kimse yoktu.

Bir süre susup öylece yürüdükten sonra dayanamayıp konuştum. "Attan düşmüş olman beni ilgilendirmiyor Selim. Nihayetinde ben kazandım."

"Attan düşmüş olmasaydım zor kazanırdın," dedi. Hafif topallıyordu, kötü düşmüş olmalıydı.

Parmağındaki yüzüğü çıkarıp bana uzattığında sırıttım. "Kalsın. 'Attan düşmediğin' bir zaferimde alırım onu senden."

"Ogeday!" diye bağırdı sinirle. Ona baktığımda hala elindeki yüzüğü bana uzatıyordu.

"Ya istemiyorum dedim, duymuyor musun beni?"

"Ben kimseye borçlu kalmak istemem kardeşim. Hele ki sana, asla."

Başımı iki yana salladım sinirle. "Yüzük ne ki ağabey? Artık bana bir can borcun var."

Selim bana cevap vereceği sırada uzaktan at nalı sesi duymamızla ikimiz de kılıçlarımıza davrandık ama gelenlerin babam ve muhafızları olduğunu gördüğümüzde selam vermeye durduk.

Babam atından indikten sonra karşımıza kadar geldi. "Selim, Ogeday?" dedi soru sorar bir biçimde.

"Merak etmeyin hünkarım, bir şeyi yok. Sadece ayağını incitti," dedim.

"Ne yaptın sen? Kavga mı ettiniz yoksa yine? Ben sana kaç defa ağabeyine hürmet edeceksin dedim."

"Baba ben-" diyerek kendimi açıklayacağım sırada babam ağabeyime döndü.

"Yaralı mısın?" diye sordu.

"Mühim değil hünkarım." Kardeşimden yanıtını aldıktan sonra tekrar bana döndü.

Selim niçin olanları anlatmıyordu? Hünkarımız niye direkt benim ağabeyimi dövdüğümü düşünmüştü, böyle bir şey olmamıştı ki. Ben durup dururken onu niye dövecektim? Sinirden kızardığımı ve gözlerimin dolduğunu hissediyordum.

"Validen senin büyüdüğünü, huyunun değiştiğini söylemişti. Lakin görüyorum ki bir arpa boyu kadar bile ilerlememişsin. Yazık."

"Hünkarım, benim bir kabahatim yok." Babama kendimi açıklamaya çalışıp ağabeyime döndüm. "Kardeşim söylesene, neler olduğunu anlatsana."

"Hayli yorgunum hünkarım, müsaadenizle biraz dinleneceğim."

Selim'in beni yoksayıp babama selam verdikten sonra gidecek olması çok sinirime dokunmuştu. Nasıl da üste çıkmıştı böyle. Ama ben buna izin vermeyecektim.

"Attan düşüp yolunu kaybetmiş! Onu bulduğumda eşkıyaların elindeydi. Eğer vaktinde yetişmeseydim öldüreceklerdi onu. Ben kurtardım!" diye bağırdım sinirle.

"Sus!" Babam bana bağırdıktan sonra tekrar Selim'e döndü. "Doğru mu bu?"

"Eşkıyaların yolumu kestiği doğrudur hünkarım. Lakin Ogeday geldiğinde zaten hepsinin işini bitirmiştim," diyerek yalan söylemesiyle sinirden gülmeye başladım.

"O yüzden mi korkudan elin ayağın titriyordu?"

Bana inanmayan babam ve yalancı ağabeyimle daha fazla kalmaya dayanamayıp arkamı dönerek ormana doğru yürüdüm.

*

Babam, Selim, Cihangir ve ben yemek yiyorduk. Gerçi onlar yiyordu ama ben pek aç değildim. Babama ayıp olmasın diye oturmuştum ama iştahım olmadığı için bir şeyler dediğim söylenemezdi.

"Uyumadan evvel merhem sürelim. Yarına bir şeyin kalmaz," dedi Cihangir, Selim'e.

"Sen yanında mı taşıyorsun?" diye sordu Selim.

"İkinizi de bildiğim için, ne olur ne olmaz dedim," dedi Cihangir gülerek.

Gözüm uzaklara dalmışken babamın bakışlarını üzerimde hissettim. Ona döndüğümde göz göze geldik. Hemen gözümü kaçırıp ağzıma küçük bir ekmek parçası attım. Ona sinirliydim. Selim'e daha çok sinirliydim ama babama olan sinirim de hala geçmemişti.

"Yarın sen de gel ava," dedi babam Cihangir'e bakarak.

Cihangir bir süre sessiz kaldı. "Bağışlayın beni hünkarım. Bu halimle size yük olurum anca," diye mırıldandı üzgün bir şekilde. Bir anda mahzunlaşmıştı.

"Ne yükü Cihangir? Hangi baba, evladını yükü olarak görürmüş? Senin bahsettiğin şu sırtındaki kusursa, her insan evladının bir kusuru vardır elbet. Kimisi kusurunu senin gibi sırtında taşır, kimisinin de kusuru kalbinde, ruhundadır."

"Hünkarımız haklı Cihangir. Keşke herkesin kusuru senin gibi gözükseydi. O vakit dünyada ne yalan olurdu, ne riyakarlık kardeşim."

Babam ve Cihangir konuşmam boyunca bana bakarken ben gözlerimi Selim'den almamıştım. O ise bana hiç bakmıyor, büyük bir iştahla yemeğini yiyordu.

Yemeğimizi bitirdikten sonra Selim "Hünkarım, müsaadenizle," dedi ve babamdan müsaade aldık. Babam başıyla onayladı. Selim ve Cihangir kalkarken ben de kalkmak için hamle yapacaktım ki eliyle beni durdurdu. Demek konuşmamızın vakti gelmişti.

Selim, Cihangir'in kalkmasına yardım ettikten sonra babama hayırlı geceler dileyip gittiler. Babamla yalnız kaldığımızda bana döndü. Ben ise ona değil, yere bakıyordum.

"Selim ile aranızda ne geçti bilmiyorum lakin o başka bir şey anlatıyor, sen başka bir şey anlatıyorsun. Bu da beni hayli üzüyor. Zira bu ikinizden birinin yalan söylediği anlamına geliyor." Yerde olan bakışlarımı kaldırıp babama baktım.

"Benimle konuşmayı tercih ettiğinize göre yalan söyleyenin ben olduğumu düşünüyorsunuz, öyle değil mi?"

"Diyelim ki hata senin, senin hiç mi hatan yok? Gördüğüme göre sen ona karşı derin bir haset ve öfke içerisindesin. Onu her fırsatta rencide etmekten mutluluk duyuyorsun." Babam anlamam için yavaş yavaş konuşurken ben de başımı iki yana sallıyordum. Çok yanlış düşünüyordu.

"Hünkarım ben-"

"Eğer bir insanı hata yapmaya zorlar, ona başka bir şans bırakmazsan onun hatasından kendine de pay biçmelisin."

"Madem öyle hünkarım, benim hatalarımdan da kendilerine pay biçmesi gereken insanlar olabilir," diye konuştum babama bakmadan.

"Sen evvela kendi üzerine düşeni yap. Keskin sirke gibi küpüne zarar verecek huylarından kurtul, ondan sonra belki senin o bahsettiğin insanlar kendi hatalarını görürler. Çekilebilirsin." Yine sinirlendirmiştim onu. Elimde değildi, ne zaman konuşsam babam bir şekilde sinirleniyordu. 

Başımı salladım ve kalkıp selam verdim. Ardından Selim'in çadırına doğru yürüdüm. Kapı görevi gören perdesini araladığımda, üzerini değiştirmek üzere olduğunu gördüm.

"Selim," dedim geldiğimi göstermek için.

"Yalnız bırak beni." Yüzüme bile bakmamıştı.

Onu dinlemeyip içeri girdim. "Kavga etmeye değil, senden af dilemeye geldim." Bakışları şaşkınca beni buldu.

"Babam mı istedi senden bunu?"

"Hayır, ben kendim istedim. Zira bu utanç verici olayı babamdan saklamak isteyeceğini anlamalıydım. Rezilliğini ifşa ettiğim için bağışla beni kardeşim," dedim sırıtarak.

"Ne düşündüğün umurumda değil kardeşim. Ben doğru olanı yaptım." Yanıma geldi sinirle. "Ya senin yaptığına ne demeli? Babamın gözüne girmek için yapmadığın şey kalmadı. Eminim o adamları da sen gönderdin karşıma. Aklınca beni rezil edecektin, bu bir oyundu lakin ben oyunu bozdum."

Sinirden gülmeye başladım. Ona vurmamak için kendimi zor tutuyordum. "Bu doğru bile olsa hakikati değiştirmez. Senin korkak olduğun hakikatini değiştirmez Selim," dedim ve arkama bile bakmadan çadırından çıktım.

-Mahnisa Sultan

Gülfem Hatun, Beyhan Sultan'ı ziyaretinden dönmüştü. Onunla konuşmak için Hürrem Sultan'ın dairesindeydim. Hürrem Sultan, Mihrimah Sultan ve Hümaşah da vardı. Onlar üçü Hürrem Sultan'ın yanında konuşurken biz de yan tarafta Hümaşah ile birlikte lokum yiyorduk. Zaten ben lokum yemeye gelmiştim, Gülfem Hatun umurumda değildi. Bahsi geçen Beyhan Sultan'ı da tanımıyordum.

"Dün aldım mektubu. Beyhan Sultanımız sana hususi olarak selam gönderdi," dedi Gülfem Hatun, Afife Hatun'a gülümseyerek.

"Lütfetmişler sultanımız. Afiyettelerdir inşallah?" diye sordu Afife Hatun da.

"Sıhhati iyi. Fatma Sultanımızı ziyarete, Antakya'ya gitmişler," dedi Hürrem Sultan'a dönerek.

Hürrem Sultan da onu başıyla onayladı. "Gitmesi lazım tabii, kardeşler zor günler içindir." Gülfem Hatun'un yüzü düşerken Mihrimah Sultan merakla kaşlarını kaldırdı.

"Zor günler mi, ne oldu ki?" diye sordu.

"Fatma Sultanımızın kocası Mustafa Paşa'yla aralarında bazı sıkıntılar hasıl olmuş diye işittim," diye kızını yanıtladı Hürrem Sultan.

"Maşallah sultanım, gözünüzden de bir şey kaçmıyor," diye laf sokmaya çalıştı Gülfem Hatun. Gözlerimi devirdim, ondan hoşlanmıyordum. Bana sevimsiz ve soğuk geliyordu.

"Mesele neymiş, merak ettim doğrusu."

"Mühim değil, araları düzeldi zaten. Bir sıkıntı yok çok şükür."

Gülfem Hatun, Mihrimah Sultan'ın lafını neredeyse keserek ona cevap verdi. Bu konuyu kapatmak istediği her halinden belliydi. Kapının çalmasıyla içeri Sümbül Ağa girdi. Bu şekilde Fatma Sultan konusu kapanmış oldu. Sümbül Ağa, Hürrem Sultan'ın kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra geri çekildi. Bunun üzerine Hürrem Sultan ayağa kalktı.

"Siz devam edin, ben hemen geliyorum," dedi ve Sümbül Ağa ile birlikte çıktılar.

Hümaşah'ın beni dürtmesiyle bakışlarımı ve odağımı konuşulanlardan çekip ona döndüm. Yüzüme baygın bir ifadeyle bakıyordu.

"Mahnisa, ben çok sıkıldım," diye mırıldandı üzgünce.

"Ben de çok sıkıldım bu yaşlıların arasında, ne yapsak ki?" diye sordum gülmemek için kendimi zor tutarken. Yüzündeki ifade öyle komikti ki onu yemek istememe neden oluyordu.

"Sen validemden izin alsan, birlikte hasbahçeye çıksak olur mu? Orada çiçeklerin arasında seninle yakalamaca oynarız. Yalnız çıkmama validem izin vermiyor ama sen yanımda olursan izin verir belki, lütfen," dedi son kelimeyi uzatarak.

Gülümsedim ve başımı sallayarak kalktım. Mihrimah Sultan'ın yanına gidip oturdum. Hürrem Sultan gittikten sonra ortam sessizleşmiş, kimse konuşmuyordu. Yanına oturduğumu fark eden Mihrimah Sultan, başını kaldırıp bana baktı.

"Hümaşah'ın canı burada oturmaktan bir hayli sıkılmış. Hazır hava da çok güzelken, hasbahçede onu biraz gezdirsem diyorum sultanım, ne dersiniz? İsterseniz siz de gelin."

"Sen de yanında olacaksan gidin tabii ki. Yalnız ben gelmeyeyim, Gülfem Hatun'a ayıp olmasın. Belki sonra katılırım size."

Başımla onu onayladıktan sonra Hümaşah'a doğru elimi uzattım. Koşarak geldi ve elimi tuttu. Ardından validesine selam verdik ve odadan çıkıp sarayın çıkışına doğru yürüdük.

"Bahçedeki bütün papatyaları toplayacağım!" Hümaşah'ın bağırmasına büyük bir kahkaha attım.

"O papatyalarla başına taç yapalım mı?"

Şaşkınca bana döndü. "Sen yapabiliyor musun?" diye sordu. Bu hali benim tekrar kahkahalara boğulmamı sağladı.

"Yapabiliyorum tabii ki, ne sandın?"

Konuşa konuşa hasbahçeye geldik. Hümaşah elimi bırakıp gördüğü bütün çiçekleri koklamaya başladı. Birinden birine koşuyordu sürekli. Arkasından yavaş olmasını söylüyordum ama beni dinliyor gibi görünmüyordu.

"Ben bu pembe laleleri çok seviyorum Nisa! Peki sen hangi çiçekleri seviyorsun en çok?" Hümaşah uzaktan bağırarak sordu.

"Bilmem, hepsini seviyorum."

"Hayır ya, kabul olmaz. Birini seçmek zorundasın, haydi seç."

"Aslında benim en sevdiğim günebakanlar ama burada o yok maalesef. Büyük tarlalarda olur, benim geldiğim sarayda yani Edirne'de vardı." Uzağımda olmasına rağmen kaşlarını çattığını görebiliyordum. Bu haliyle annesinin küçüklük hali gibiydi.

"Günebakan mı, o nasıl bir çiçek? Laleye benziyor mu?" diye sordu merakla ve yanıma doğru yürüdü.

Güldüm. "Hayır, laleye pek benzemiyor. Uzun boyu ve sarı yaprakları var. Güneşi görünce yüzünü ona doğru dönüyor, güneş gittiğinde ise yere doğru bakıyor ve solmuş gibi görünüyor."

"Güneş gidince ona küsüyor mu yani? Belki arkasından ağlıyordur. Ben bazen geceleri kabus görüp uyanıyorum ve ağlıyorum, o da ağlıyordur belki güneş gitti diye." Dudağını sarkıttı.

"Ben hiç görmedim ama ağlıyordur belki."

"Peki İstanbul'da hiç yok mudur bu günebakan? Ben çok merak ettim, ağalardan birine söylesek getiremezler mi? Babam benim bir sultan olduğumu ve saraydaki herkesin benim emrime uymak zorunda olduğumu söylüyor. Bana günebakan getirin desem, getiremezler mi Mahnisa?"

"Belki bulup getirirler, bilemiyorum. Tohumunu bulabilirsek, bahçeye de dikeriz. Burada tutar mı bilmiyorum ama denemeye değer."

"Biraz yakalamaca oynayalım, sonra papatya toplarız. Olur mu Mahnisa?" Yanıma iyice gelip sorduğu soruya başımı salladım ve koşmaya başladım. Bu arada bir anda konu değişmişti ama ben de iyi ayak uydurmuştum ona. Zaten çocuklarla oldum olası iyi anlaşıyordum.

Böylece ilk o beni yakalamak için peşimden koşmaya başladı. Bir yandan da farkı açmamak için bütün hızımla koşmuyordum. Sonuçta küçük bir kızla oynuyordum, rekabetçi ve hırslı olmama gerek yoktu.

"Yavaş!"

Sert bir gövdeye çarpmamla Şehzade Selim'in kalın sesini duymam aynı zamanda olduğu için ona çarptığımı sandım. Eğilerek selam verdim. Lakin çarptığım kişinin yüzüne baktığımda Şehzade Selim değil, Şehzade Ogeday'ı gördüm. Şehzade Ogeday'a çarpmıştım ama beni uyaran yanındaki ağabeyiydi. O ise yarım bir gülüşle bana bakıyordu.

"Bağışlayın şehzadem, görmedim sizi. Hümaşah'la oyun oynuyorduk da," diye mırıldandım.

Hümaşah bu sırada koşarak yanımıza geldi ve "Selim dayı!" diyerek Şehzade Selim'in kucağına atladı. Şehzade Selim, onu kucağına alarak birkaç sevgi sözcüğü söyledi. Ben gülümseyerek onları izlerken yanımda duran Şehzade Ogeday kolumu tuttu.

Ona döndüğümde hala kolumu bırakmamıştı. Tutuşunda hem bir naziklik hem de sahiplenici bir duruş vardı. Şehzadenin sizi tuttuğunu her halinden anlayabilirdiniz.

"Yakaladım seni," diye mırıldandı kulağıma doğru. "Yeğenimden kaçmayı başardın belki ama bana yakalandın."

Dudaklarımda beklemediğim bir gülüş peydah oldu. Ne zaman benimle konuşsa veya onun sesini duysam, istemsiz olarak gülümsüyordum.

"Yanılıyorsunuz şehzadem. Sizden hiç kaçmadım, nasıl kaçabilirim ki?"

Bakışlarımın dudaklarına kaymasını önlemeye çalışıyordum ama ne kadar başarılı olduğum tartışılırdı. Bana bu kadar yakınken ve boy olarak dudak hizasına çok yakınken, başka nereye bakabilirdim ki? Yanımızda ağabeyi ve bir sürü hatunla muhafız varken belki bu kadar yakın olmamız doğru değildi. Buna hasbahçede olduğumuzu da eklersek, hiç doğru değildi. Bir odada yalnız değildik sonuçta. Lakin neden hiç yanlışmış gibi hissettirmiyordu?

"Ogeday dayı!"

Hümaşah, Şehzade Selim'in kucağından inip, Şehzade Ogeday'ın yanına geldi ve onu kucaklaması için kollarını havaya kaldırdı. Bu sayede bir rüyadan uyanır gibi uzaklaşmak zorunda kaldım. Onun kokusunun efsunundan uzaklaştım ve Şehzade Selim'le yan yana geldim.

"Şehzadem," diyerek ona selam verdim.

"Seninle hiç yalnız konuşamadık Mahnisa Sultan, umarım sarayda sıkılmıyorsundur. Validem ve Mihrimah senden övgüyle söz ediyorlar, Cihangir de öyle. Herkese kendini sevdirmişsin anlaşılan." Gülümsemeye çalıştım lakin ona gıcık olduğum için pek de başarılı olamadım.

"Ben sultanlarımızı ve şehzademizi çok seviyorum. Ailemin yokluğunda bana aile oldular. Siz avda değil miydiniz, ne çabuk döndünüz?" diye sordum. Niçin bu kadar erken döndüklerini öğrenmek istiyordum esasen.

Yüzünü buruşturdu. Bir şey olmuş olmalıydı, yüzündeki sıkıntılı ifade kendini ele veriyordu. "Şehzade Mustafa, Amasya'ya dönmek için yoldaydı biliyorsun. Yolda pusu kurulmuş ona, gözdesi vefat etmiş. Hünkarımız sinirle ve apar topar geldi, biz de pek bir şey anlamadık."

Şehzade Selim'in açıklamasından sonra şaşkınca Şehzade Ogeday'a döndüm. O, ağabeyini Şehzade Selim'den daha çok severdi ve ondan daha çok üzülmüş olmalıydı. Lakin bizi duymamış, yeğeniyle konuşuyordu.

"Şehzade Mustafa'ya bir şey olmamış ama değil mi?" diye sorduğumda başını iki yana salladı.

Derin bir oh çektim. Zaten şehzademize bir şey olsa, onlar da bu denli rahat olmazlardı ama benimki de soruydu işte. Şehzade Selim odasına gitmek istediğinde ona dönüp selam verdim. Gitmesi üzerine de Şehzade Ogeday ve Hümaşah'ın yanına doğru yürüdüm.

"Biz de artık validenizin yanına gidelim mi Hümaşah?" diye sordum hala dayısının kucağında olan küçük kıza.

"Hayır Mahnisa, daha oyun oynayacağız. Dayımla çok güzel bir oyun düşündük, evcilik oynayacağız. Sen anne olacaksın, dayım baba olacak, ben de sizin küçük kızınız olacağım."

Continue Reading

You'll Also Like

496K 56.8K 33
alfa jungkook, en yakın arkadaşının kardeşi olan omega taehyung'a deliler gibi aşıktı.
31.4K 2.3K 100
Kocasının ellerinde ölen bir kötü kadın karakterin bedenine reenkarne olan bir kızın hikayesi. Babası ve erkek kardeşi tarafından siyasi bir amaç uğr...
38.2K 3.2K 12
Kim Taehyung öğrencisine fazla mı ayrıcalık tanıyordu? Daha ona sınav cevaplarını verdiği kısma gelmedik. Yaş farkı !
Survivor By f-cksociety

General Fiction

17.7K 712 25
"Biraz eğlence için kendimi satarım." * "Hepiniz söz verin. Öyle gücüm kalmadı diye bırakmak yok." "Söz." "Söz."