GÖLGE KANI

By yzrperest12

240K 21.1K 12K

Eleanor için kurt adam, vampir ve büyücülere inanmak kolaydı. Sonuçta o, anne ve babasının kurt adamlar ve va... More

BÖLÜM 1: IŞIK
BÖLÜM 2: DELİLİK
BÖLÜM 3: MASUMLUĞUN RENGİ
BÖLÜM 4: SÖZLER
BÖLÜM 5: YARANIN YARASI
BÖLÜM 6: KIZ ÇOCUĞU
BÖLÜM 7: HIÇKIRIK
BÖLÜM 8: KATİL
BÖLÜM 9: YARATIK
BÖLÜM 10: SAF NEFRET
BÖLÜM 11: YANSIMALAR
BÖLÜM 12: ACIMASIZLIK
BÖLÜM 13: BİLİNMEZLİKLER
BÖLÜM 14: SATRANÇLAR ve OYUNLAR
BÖLÜM 16: MERCAN
BÖLÜM 17: GÜÇ
BÖLÜM 18: KARANLIĞIN GÖLGELERİ
BÖLÜM 19: BAKMAK ve GÖRMEK
BÖLÜM 20: SİYAH ve BEYAZ
BÖLÜM 21: KİBİR
BÖLÜM 22: BELALAR
BÖLÜM 23: BİR DAMLA
BÖLÜM 24: İMKÂNSIZLAR
BÖLÜM 25: KALP KALBE
BÖLÜM 26: KARŞILIK
BÖLÜM 27: GÜLÜMSEMELER
BÖLÜM 28: YABANCILAR ve YALANCILAR
BÖLÜM 29: AV
FİNAL: ZAAFLAR
S2-BÖLÜM 1: CANAVARLAR
S2- BÖLÜM 2: BAŞLANGIÇLAR
S2- BÖLÜM 3: ZAFERLERİN KARANLIĞI
S2- BÖLÜM 4: İPLER
S2- BÖLÜM 5: DÜŞÜŞLER ve KALKIŞLAR
S2- BÖLÜM 6: DÖNGÜ
S2- BÖLÜM 7: FERYAT
S2- BÖLÜM 8: GEÇMİŞİN KÜLLERİ
S2- BÖLÜM 9: PUSU
S2- BÖLÜM 10: TUTSAK
S2- BÖLÜM 11: İÇİNLER
S2- BÖLÜM 12: OLANLAR ve OLACAKLAR
S2- BÖLÜM 13: DELİLİĞİN OYUNLARI
S2- BÖLÜM 14: HESAPLAR
S2- BÖLÜM 15: YÜKLER
S2- BÖLÜM 16: KİRLİ RUHLAR
S2- BÖLÜM 17: KARTLAR
S2- BÖLÜM 18: RİSKLER
S2- BÖLÜM 19: DELİLİĞİN SINIRLARI
S2- BÖLÜM 20: UMUTLAR
S2- BÖLÜM 21: KAN GÖLETİ
S2- BÖLÜM 22: FIRTINANIN İZLERİ
S2- BÖLÜM 23: ÇARESİZLİK
S2- BÖLÜM 24: ŞÜPHELER
S2-BÖLÜM 25: İHTİYAÇLARIN YARALARI
S2- BÖLÜM 26: PARADOKS
S2- BÖLÜM 27: AÇIK KALAN YARALAR
S2- BÖLÜM 28: ÇIĞLIKLAR
S2- BÖLÜM 29: BAŞLANGIÇLAR
S2- FİNAL: KAN YOLDAŞLARI

BÖLÜM 15: AKIL OYUNLARI

4.3K 419 121
By yzrperest12

Herkese helüüü!

Nabersiniz bakalımm?

Ummarım iyisinizdirrr!

Ben de idare ederim diyelim!

Güzel bir bölümle geldim diyelimm ;)

Oyları ve yorumlarınızı bırakmanızı bekliyorumm!

İyi okumalar dilerimm!

🌜🌚🌛

"Kendi zihnim bile beni rahatlatamazken onun bir çift lafı bana güven aşılıyordu. "

🌜🌚🌛

Hayat buydu işte. Her an her şey olabilirdi ve senin elinden bir şey gelmezdi. Bir plan yapardın ama hayat inadına planını bozardı. Sen şimdiden beş yıl sonrasını planlardın ama birden planlarını yıkan bir olay gerçekleşirdi. Kendinizi bir anda dağılmış hayatınıza bakarken bulabilirdiniz.

Her şeyi bildiğimizi sanıyorduk ama aramızda gezinen yabancılardan bir haberdik. Şizofrenleri yargılayıp kınıyorduk ama hiç kimse onların gerçekleri görme ihtimallerini düşünmüyordu. Daha tüm evreni keşfetmemişken ve hiçbir olaydan haberimiz olmadığı hâlde uzaylılar hakkında hüküm kesiyorduk. Yargılıyorduk ve çoğu zaman yargılarımız yerini bulmuyordu. Birini kötüledikten sonra seni eleştirdim diyorduk ama bunun eleştiri değil o insanı kötülemek olmadığını anlamıyorduk. İnsanları gerçekten tanıdığımızı düşünerek böbürleniyorduk ama aslında herkes bir gülüşe inanabilecek kadar inanmak istiyordu insanlara. Hiçbirimiz birbirimizi tanımıyorduk ama birbirimiz hakkında hüküm verebiliyorduk.

İnsanlık tezatlıktan ve grilerden oluşuyordu. Bizim zihinlerimiz bilinmeyen şeylere karşı zihnimizi örtüyordu. Görmememiz gereken bir şeyi gördüğümüz zaman beynimiz hop diye onu ya yok ediyordu ya da değiştiriyordu. Böyle bir durumdayken insanlar cidden gerçekleri bildiğini nasıl düşünebilirdi?

Bilinmezlikler arasında kıvranırken insanları yargılayıp onları üzme hakkını kendimizde görüyorduk. Ne büyük bir yanılgı!

Şu an olanları düşündükçe aslında dünyada kalan son gölge olsanız da umudun her şey olduğunu anlayabiliyordum. Çaresiz ve bilgisiz varlıklardık, bilgisizliğimiz insanları yargılamaya itiyordu bizi ve bu da bizi daha büyük bir çıkmaza sokuyordu. Hayatım boyunca yargılanmıştım ama benim Caleb'a yaptığımın da bundan farklı bir yanı yoktu. Daha bu yeni olaylar hakkında bir bilgi sahibi olmadan herkes gibi onu dinlemeden yargılamıştım. Çocukluğumu emanet ettiğim kişiyi zalimce yargılamıştım.
Çocukluğumu emanet ettiğim kişi benden ailemin gerçeğini saklamıştı.

Çıkmazdaydım. Çıkmazların en büyüğündeydim. Bu çıkmaz bir bıçak olup kalbime saplanıyordu. Canımı yakıyordu. Ben daha alışamamıştım ki bu olanlara. Daha alışamadan alınmıştı elimdeki her şey.

Belki şu an Caleb'ı değil beynimde yankılanan kadın sesini düşünmeliydim. Muhtemelen beni öldürmek isteyen kişiyi bulmalıydım. Ama şu an içimdeki kendimi belirlemek çok daha önemliydi. Ne yapmalıydım? Bunun hakkında hiçbir fikrim yoktu.

"Eleanor başka ilginç bir şeye rastladın mı?" diye sordu Watson. Gayet ciddi bir şekilde bana bakıyordu. Ona birkaç saniye boş bakışlar attım.

"Bir de siyah bir kapı gördüm. İçindeki bir şey beni çağırıyordu ama çok kötü bir enerji yayıyordu." Elimi alnıma götürdüm. Zaten dedikleri hiçbir şeyi beynim algılamıyordu. Ve şu an beynimde bir iflas gerçekleşiyordu. "Muhtemelen dışı kara büyü ile saklanmış enerjim vardı." Dişlerimi başımın zonklamasına karşın sıktım "Odama çıkabilir miyim?" diye sordum.

Caleb'ın deniz mavisi gözleri beni tartıyordu. "Sen iyi olduğuna emin misin?" Hayır.

"Bu şey beni zorladı sadece."

"Yukarı çık." dedi Marcus kaşları çatık bir şekilde. "Gözlerin kızarmış. Alissa sen de ağrı kesici vardır. Eleanor'a ver." Başımı iki yana sallayarak bu teklifi reddettim.

"Uyusam geçer." dedim yüzümü ekşiterek. Gözümün önüne parıltılar geliyordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp ayağa kalkmak için harekete geçtim ama daha dikelemeden gözlerimin aniden kararması bir oldu. Gözlerimi kırpıştırarak bunu yok etmeye çalışırken hepsi çoktan yanımda bitmişti. Burada hepsinden kastım Sharon'u kapsamıyordu.

"Bunun uykuyla geçecek bir şey olduğunu düşünmüyorum." dedi Alissa. "Ayrıca ağrı kesiciyle de geçmez."

"Kara büyü normal enerjini de yiyor. Ve bu seni öldürmeye hatta komaya bile sokabilir." Gözlerimin önünde ani ışık patlamaları gerçekleşiyordu. Ve böyle üzerime çullanmaları da hiç yardımcı olmuyordu. Üstelik ben gölgeydim neden sürekli sürekli ölmemden bahsediyorlardı ki?

"Başımdan giderseniz daha iyi hissedeceğime eminim." dedim yüzümü buruşturarak.

"Biz de seni rahat bırakırsak kendimizi kötü hissedeceğiz. Burada hislerimizi mi tartışacağız?" Lauren'ın sesi kesik kesik geliyordu. Üzerimde bir el hissettim.

"Başımdan defolup gidin!" diye bağırdım gözümün önünde gerçekleşen başka ışık patlamasıyla.

"Lanet olsun!" diye bağırdı Sarah. "Ne yapıyorsun?! Canımı acıttın!"

"Uyumak istiyorum."

"Şu an uyumam sağlıklı değil Eleanor!" dedi Marcus keskin bir sesle. Sesi uzaklardan gelen bir kurtarıcıyı anımsatıyordu.

"Neyin sağlıklı olup olmadığı umurumda değil!" Alissa tam karşımda olan Marcus'a bir bakış atıp onun yerine geçti.
Kollarımdan tutacakken elini ani bir şekilde çekti. "Çok sıcaksın!" diye söylendi. "Tamam, şimdi sadece benim sesime odaklan." İçime derin bir nefes çekip kahverengi gözlerine baktım. Ani ışık patlamaları hâlâ yerini koruyordu. "Bu senin zihnin Eleanor. Kara büyü olsa da bu senin zihnin. Onu yöneten sensin. İpleri eline al!"

"Onu dokunsam belki kara büyünün derinliklerine inebilirim. Özellikle de son olanları hatırladıktan sonra."

"Sesini kes Watson!" Işık patlamaları artmıştı. "Sesime odaklan Eleanor. Bu senin zihnin. Onu yok et! Bu senin zihnin. Kuralları sen koyarsın." Şu an salonda çıkan tek ses Alissa'nın sesiydi. Beynimin derinliklerine indirilen darbeler ile gözlerimi sımsıkı yumdum.

"Bana ulaşmaya çalışıyorlar." Ama bu başka bir enerjiydi. Bana kara büyü yapanlardan daha başka bir enerjiydi bu. Hissedebiliyordum. Gözlerimi daha da sıkı yumdum. "Başka birileri var. Başka enerjiler. Hissedebiliyorum."

Dudaklarımı ıslatmak istiyordum ama bu çabamın boşa gideceğini biliyordum.
"Nasıl olabilir?"

"Nasıl olduğu umurumda değil Alissa!" Marcus'un yükselen sesi kulaklarımı tırmaladı. "Watson yukarı çık ve kara büyü kitabını getir. Ben yapacağım." dedi düşüncelerimi duymuşçasına sesini kısarak. "Git!" Sert sesi git gide uzaklaşıyordu. Bir girdabın içine doğru çekilirken oranın neresi olduğu hakkında bir bilgi sahibi olmadan kendimi bıraktım.

🌜🌚🌛

Etrafım ormanlıktı. Nefes nefeseydim. Beynim zonkuluyordu. Gözlerim endişeyle etrafı tararken açık olan kumral saçlarımdan birkaç tutam terden alnıma yapışmıştı. Gökyüzünde gördüğüm hilal ben baktığım için daha da parladı sanki. Etraftan gelen yırtıcı hayvanların sesi kulaklarımı yalıyordu. Gelen koşma sesiyle başımı gelen sesin yönüne, sağa çevirdim. Yutkunup titreyerek çam ağaçlarının arasını gözlerimle aradım.

Terlememe rağmen titriyordum. Esen ılık rüzgar bir anda soğuklaştı. Dışarı titrek bir nefes verdim. Yavaşça adımlamaya başladım. Tıslama sesi ile korku ile attığım bir iki adımı da terk ettim. Sırtımda hissettiğim bakışlar ile gözlerimi büyüttüm. Arkamdaki şey ya bir ayıydı ya da bir kuruttu. İki durumda da arkama bakmam iyi bir yol olarak görünmüyordu. İçime derin bir nefes çekip nefesimi tuttum. Alnımdan süzülen ter saç tutamlarıma karıştı. Nefesimi yavaşça vermem ile arkama bakmadan son sürat koşmam bir oldu. Arkamdaki şey de koşmaya başladı. Önüme gelen her çam ağacının gövdesini solluyordum. Nefes nefeseyken bastığım her kozolak, her dal daha şiddetli sesler çıkarmama neden oluyordu.

Hızla ilerlerken önümden geçen sincap da benim gibi daha hızlı koşmaya başladı. Hızımı arttırmak için çabalarken arkamdaki şey daha da hızlandı. Bir anda viraj alıp sola dönemem ile arkamdan bir sürtünme sesi geldi. Kendime biraz daha zaman kazandırmıştım. Gülümsemek istesem de bunun için zaman olmadığının bilincinde olduğum için daha hızlandım. Bir kasaba, bir ev bulmak istiyordum. Ayaklarım sızlamaya başlamıştı. Karnım açtı ve susuzdum. Başımdaki ağrı saniyeler geçtikçe daha da şiddetleniyordu. Bastığım kozolak ayağımı kaydırdı ve yere doğru bir iniş gerçekleştirdim.

Düşmeyi beklediğim zemin toprak ve çim karışımı yerdi ama düştüğüm yer beton bir zemindi. Sırtım sert yere düşmenin etkisiyle sızlarken nefes nefese bir şekilde yerde yatıyordum. Gözlerimi araladığımda kendimi gösterişli bir avizeye bakarken buldum. "Demek herkes gibi senin de yolun buralara düştü sevgili soyum." dedi tanımadığım bir erkek sesi. Ürkek bir şekilde dikelirken çaprazımda lüks bir yemek masasında ağzına çatalındaki sebzeyi atan adama baktım. Geriye doğru çekilirken korkuyla karşımdaki 30'lu yaşlarının sonunda olan adama baktım. Soğuk gri gözleri bana değdi ve geri çekildi. "Korkmana gerek yok. Bu boyutta senin için şimdilik bir tehlike yok, soyum."

Titrerken nefes nefese karşımdaki siyah saçlarında bir iki tane beyaz bulunan kıvırcık saçlı adama baktım. Neredeydim? Buraya nasıl gelmiştim? Beynim neden bu kadar boş hissettiriyordu? Başımdaki ağrı da neyin nesiydi? Az önce ne olmuştu? Neden o yerdeyken düşünme yetim elimden alınmış gibi hissetmiştim? "Neler oluyor?"

Bana ince soluk dudaklarıyla bir gülümseme yolladı. "Bunu sana söylersem senin ortada ne gibi bir görevin kalır?" Kaşları havalanmış bana bakıyordu. Bu ne biçim düşünce yapısıydı?! "Üstelik orada buranın yabancısı gibi durma. Gelip yanıma otur." Eliyle işaret vermesiyle sol çaprazdaki oldukça lüks gözüken sandalyeye baktım. Tahtadandı ve üzerinde kan rengi işlemeler vardı.

"Buranın yabancısıyım." dedim ayağa kalkarak. Şaşırtıcı derecede o kadar koşmama rağmen ayaklarım ağrımıyordu. "Üstelik burası da neresi?"

"Otur." dedi otoriter sesiyle. Kendimi bir anda sandalyede oturur hâlde bulmam ile şokla etrafıma baktım. Adamın önündeki yemekler gitmişti. Şimdi lüks, yine aynı kan rengi değişik işlemlerin olduğu masada sadece önümde bulunan bardak vardı.

"Sen nesin?" diye sordum titrek çıkmaması için özen gösterdiğim sesimle.

Bu sefer genişçe gülümsedi. "Sen neysen ben de oyum, soyum." Yutkundum. Bana gölge olduğu imasını mı yapıyordu?

"Yani sen..." dedi kaşlarımı kaldırarak merakla.

Başıyla onay verdi. "Evet, ben de gölgeyim. Senin soyundan güçlü bir üyeyim. Tıpkı senin gibi." Tıpkı benim gibi?

Pardon.

Ben daha güçlerimi nasıl kullanacağımı dahi bilmiyordum.

"Bundan emin misiniz?" dedim alayla. "Üstelik dünya üzerinde kalan son gölge olduğumu sanıyordum."

"Dünya üzerinde kalan son gölgesin, evet." Soğuk gri gözleri ela gözlerime kilitlendi. "Ama soyundaki tek gölge değilsin." Ona anlamadığımı belirterek baktım. Benim için açması gerekiyordu. "Parker soyundaki tek gölge değilsin."

"Yani şu an karşımda bir aile büyüğüm oturuyor, öyle mi?"

"Kesinlikle bir aile büyüğün oturuyor." Kaşlarım havalandı.

"Bu nasıl olur?" diye sordum şok olmuş bir şekilde gri gözlerin sahibine bakarak. "Bu imkânsız. Siz ölüsünüz. Hepiniz!"

"Biz senin soyunuz evladım. Seninle daha önce iletişim kurduğumuz gibi iletişim kurabiliriz." Beynim algılamakta zorlanıyordu. Onlar ölüydü. Ölü! Hiçbir faaliyetleri olmamalıydı. O ise şimdi karşıma geçmiş seninle iletişim kuruyoruz diyor. Daha önce de kurduk diyor. Bir de üstüne az önce yemek yiyordu!

"Yani şu an ben ölüler boyutunda mıyım?" diye sordum şaşkınlıkla. Şaşkındım. Gözlerim ardına kadar açıkken mümkünü varmışçasına daha da açarak karşımdaki adama baktım. "Ne yani ben de mi öldüm?!" dedim küfretmişçesine. Benimle iletişim kuruyorlardı. Kendi sorumu kendimi yanıtlayıp kendi rahatlığımı da kendim yaşadım. "Bir an ne olduğunu şaşırdım, pardon." dedim elimi kalbime götürerek.

"Gerçekten bizler hakkında da kendi hakkında da çok az bilgiye sahipsin." Elbette. "Kendi gücünün dahi farkımda değilsin. Bu soyuna hakarettir. Üstelik tüm soyun sana tüm desteğini verirken. Meclis denilen facia gerçekten eskisinden de beter bir hâl almış." Herkesin ağzında da bir Meclis lafı vardı. Gittikçe merak ediyordum bu tarikatı.

"Belki siz bana neler olduğunu anlatırsınız?" dedim hemen duruma adapte olarak. Tabii ki de karşımdaki şahısa hemen güvenmiş değildim.

"Bu doğal akışı bozar evladım. Bizler için bile aykırı bir durumdur." dedi onaylamaz bir şekilde bana bakarak.

"Bana halamın öldüğünü gösteren siz miydiniz?" diye sordum soğuk gri gözlere bakarak. "Öyle ise bu nasıl akışı bozmaz?"

"O sadece bir ipucuydu evladım. Daha hiçbir gerçeklikle yüzleşmiş değilsin. Beynine işlenen kara büyü bile bir hiç yaşayacaklarını yanında." Başını iki yana salladı. "Parker soyu hep zorluklarla başbaşa kalkmıştır. Yarattığımız yaratıklar her zaman başımıza bela açmıştır." Bana nahifçe gülümsedi. "Bu sebeptendir ki evladım, asla yaratılan canavarlara inanma. Siyah hariç hepsi koyu gri." dedi belirsiz bir ses tonuyla. Kaşlarım bu dediği şey üstüne çatıldı. Siyah hariç hepsi koyu gri demek ne oluyordu?

Ben mi geri zekâlıyım yoksa karşımdaki bey amca mı fazla gizemli?

"Bu ne anlama geliyor?"

"Bunu kendin çözmezsen, kalbinin duvarlarını kırmazsan yaşayacaklarının ne anlamı kalır?" Kıvırcık saçlarından asi olan bir tutam gözünün önüne düştü. "Asiler her zaman kötü değildir." Soğuk gri gözleri dediği şeyleri anlamam için bana yalvarıyordu sanki. Ne vardı bu sözlerde bu kadar? Neler oluyordu? Bu laflar kafamı daha fazla karıştırmaktan başka bir işe yaramıyordu.

"Seni çağırıyorlar." dedi başını hafifçe eğerek.

"Bekle." dedim gözlerimi kırpıştırarak. "Ya babam? Babamın da burada olması gerekmez mi? O da bir gölgeydi." Gözlerim umutla yanıyordu. Onu görmek istiyordum.

Yüzünde hüzünlü bir gülümseme peyda oldu. "Şu an olmaz, soyum."

"Ne demek şu an olmaz?" dedim sertçe. "Hayatım boyunca olmadı!" Sesimin desibeli artmıştı.

Karşımdaki adam başını dikleştirdi. "Her şeyin bir sırası vardır. Tıpkı olacaklar ve olmayacaklar gibi. Hepsi bir düzen içerisindedir."

"Düzen umurumda değil." Ayaklandım. Elimi sertçe masaya geçirdim. Halbuki bu daha çok benim canımı acıtmıştı. "Babamı görmek istiyorum!" diye bağırdım.

Bana anlayışla baktı. "Bu hâllerin babanı eminim ki daha çok üzüyordur." Ortaya alaycı bir kahkaha koydum.

"Ben hayatım boyunca üzüldüm! Yardım bile etmiyorsunuz!" Ağzım titriyordu. Gözlerim çoktan dolmuştu. Bu deli olayların arasında ilk defa gerçekten mutlu olabilirdim.

O da ayağa kalktı. "Gitme vakti." Elini şıklatmasıyla her şey birbirine girdi.

Sırtım toprak ve çim karşımı yerle buluştu. Korku ile atan kalbim kasıldı. Sırtımın acısını umursamadan dikeldim. Arkama tek bir bakış atmadan tekrar koşmaya başladım. Son hızla koşarken nefes nefeseydim. Arkamdaki ayak sesleri hiç olmadığı kadar yakındı.

"İmdat!" diye çığırdım boş ormana. Sesimin kimseye yetişmeyeceğini biliyordum. Ama umut her zaman canlı tutulan bir çiçekti.

Son hızla koşarken ağaçlıkların arkasında beliren ışıkla neredeyse kahkaha atacaktım. Arkamdaki ayak seslerini umursamadan umut ışığına doğru son hızla koştum. Yaklaştıkça sanki ayak sesleri uzaklaşıyordu. Işık ise yaklaştıkça azalıyordu. Git gide karşımdaki şeyin bir ışık değil ayna yansıması olduğunu gördüm. Arkamdaki ayak sesleri kesilince yavaşlayıp aynayla aramdaki dört adımı devirmek için adımlamaya başladım. Ayna yukarıda parlayan ayı yansıtıyordu.

Yaklaştıkça yansımam büyüyordu. Ne hissettiğim gibi dudaklarım kuruydu ne de terden saçlarım yüzüme yapışmıştı. Göz bebeğimde ayın yansıması vardı. Hilal gözlerimde parlıyordu. Gözlerim o an arkamdaki karaltıyı fark etti. Silüet bir erkek bedenine aitti. Ay, onu aydınlatmıyordu. Oldukça uzun ve iriydi. Kaşlarımı çatıp ona baktım. Onca karanlığın arasından dikkat çeken tek şey gözleriydi. Mercan gözlerin odağı bendim. Göz bebeklerinde seçilen şey karanlıktı. Elimi aynadan ona doğru uzattım. Karaltıyı dokunmam ile ayna dalgalandı. Gözlerimi büyüterek bakarken elimde bir ıslaklık hissettim. Elimi ileri doğru götürürken bir anda bir el beni küçük aynadan fizik kurallarına aykırı bir şekilde içeri çekti.

Kendimi loş bir ışığın altında buldum. Zihnimdeki şeyler netleşirken neden burada olduğumu kavramak için etrafıma bakındım. Başım zonkuluyordu ve kendimi bomboş hissediyordum. "Ciddi misin?!" diye bağırdım. "En azından az önce neler yaşadığından bahseder misin sevgili zihin boşluğum?" Nefesimi sertçe dışarı verirken dilimle dudaklarımı yaladım. Yavaş yavaş ilerlemeye başlarken az önce geldiğim yerin ayrıntılarını hatırlamak için hafızamı zorladım. Karanlık, hilal, koşmak, orman, çam, ayna, mercan... Anılar sanki saniyeler önce yaşanmamış gibi silikleşip gidiyordu. Benim elimde değildi. Başkasının elindeydi.
Bu zihnimde birilerinin geldiğini ve benim de bir şekilde onları dışarı attığım anlamına geliyordu. Loş ışıkla aydınlatılan karanlıkta ilerlerken nefesimi huzursuca verdim.

İlerlerken kulağıma çalınan sesler ile kaşlarımı çattım. Kulak kabartınca bu seslerin tanıdık sesler olduğunu anladım. "Lanet olsun! Burası ne kadar saçma bir yer!"

"Saçmalamayı kes de şu büyüyü güçlendirmeye çalış." dedi Marcus'un sert sesi. "Eleanor tehlikede."

"Biz de biliyoruz onu." dedi Lauren'ın gözleri kadar buz gibi sesiyle. "Elimizden geleni yapıyoruz."

"Elinden gelenin fazlasını yapman gerekecek." dedi Marcus.

"Sen de uğraşsana."

"Ben beyin aktivitemi arttırıyorum Watson." dedi Marcus alaylı sesiyle. Beyaz kapılara doğru yaklaşırken simsiyah giyinmiş Marcus beyaz kapıların önündeki en dikkat çeken şeydi.

Ya da benim gözlerimin en dikkatini yoğunlaştırdığı kişiydi.

Bana arkası dönük olan Marcus sanki siyah kazak olan sırtını izlediğimi anlamışçasına omzunun üzerinden bana baktı. "Galiba zihnime girmekte oldukça zorluk çekiyorsunuz." dedim dikkat çekici siyah gözlere takılmamaya dikkat ederek. "Açılın zihnin sahibi geliyor." dedim gülümseyerek. Oysa zihnim hiç de gülümsetecek şeylerle dolu değildi.

Lauren ve Watson da bana döndü. Bana şokla bakıyorlardı. Marcus ise bir şeyi çözmek ister gibi bakıyordu. "Sen kimsin?" dedi Lauren gözlerindeki parıltıyla.

"Benim, Eleanor Parker." dedim ona garip bakışlar atarak.

"Yalan söyleme!" dedi Watson gözlerindeki aynı parıltıyla. "Eleanor şu an kendi zihninde." Geri zekâlı burası kimin zihni?

Üzerime doğru atlayacakken Marcus onu durdurdu. "O gerçek Eleanor." Sesi kendinden emin, hiç kimsenin ona karşı çıkmasına izin vermeyecek kadar sertti.

"Nereden biliyorsun?" dedi Lauren bana doğru attığı adımı durdurarak.

"Enerjisinden." dedi dudaklarını yalayarak.

Watson da Lauren da gözlerime baktı. "Onu nasıl hissettin?" dedi Watson garip garip Marcus'a bakarak. Marcus bana kitlenen gözlerini benden ayırıp Watson'a baktı.

"Sizce?"

"İzninizle zihnimin kapısını açayım." dedim Lauren Watson'ı iterek beyaz kapıların en başında olan beyaz kapıya yaklaşarak. Kapı kolunun üzerinde şimdi, "YENİDEN HOŞ GELDİM GERİ ZEKÂLI!" yazıyordu. Zihnimi çok seviyordum.

Kapıyı aralarken ani ışık patlamasıyla gözlerimi sıkı sıkı yumdum. Azaldığını hissedince gözlerimi yeniden araladım. Yine karşımızda onlarca ya beyaz ya da grinin tonlarında olan kapı uzanıyordu. "İşte benim garip zihnim." dedim ellerimi iki yana açarak.

"Cidden hiçbir zihne benzemiyor." dedi Lauren şaşkınca. "O kapı da neyin nesi?" dedi gördüğü altın kapıya bakarak. Dudak büktüm.

"Ben de bilmiyorum. O yüzden siz de bilemeyeceksiniz." Açıkçası kapı oldukça dikkat çekiyordu. "Üstelik siyah kapı haricinde hiçbir kapıya dokunmanızı da istemiyorum."

"Niye? Yanlış şeyler mi buluruz?" dedi hafifi alaylı bir ses tonuyla Marcus.

"Özel diye bir şeyin gerçekliği vardır. Bilir misin?" diye sordum yalandan gülümseyerek. Cıkladı.

"Bizimle olduğun sürece özel diye bir şeyin gerçekliği pek konuşulamayacak." Sesi sert, başka bir cümle istemeyen bir tondaydı. "Üstelik bu kara büyü ile ilgili başka şeylere rastlayabileceksek diğer kapılara da bakmak zorundayız. Özelini başka şeylere sakla." Gözlerim kocaman açıldı.

"Ben bu kapıların hangi anıma açıldıklarını bilmiyorum." Watson ve Lauren bizimle ilgilenmek yerine kapıları inceliyorlardı. Marcus'a tüm hiddetimle bakıyordum.

"Eleanor belki anlamak istemiyorsun ama gerçek hayattaki bedenin zaten yeterince acı çekiyor. Biz bunu en aza indirmek için çabalıyoruz." dedi tane tane. Sesi sakindi ama gözleri sorgulayıcıydı. "Üstelik ne var bunda bu kadar korkacak?"

Kaşları çatılmıştı. "Ne mi var?" dedim şok olmuş bir şekilde. "Belki benim banyo yaptığım bir ana ya da benim özelimi kapsayan bir ana gireceksiniz. Benim özelimi kapsayan bir şeyden bahsediyorum." Kollarımı göğsümde buluşturdum. "Madem senin için bu kadar kolay bir ara biz de senin zihnine girelim."

"Eleanor burası senin zihnin. Özel olarak adlandırdığın anlarını bizim kapsamımızdan kaldırabilirsin. Sadece biraz çabalaman gerekecek." Mantıklıydı. Önceden de yapmıştım sonuçta.

"Benimle bu kadar kavgaya gireceğine önceden söyleseydin keşke!" Gözlerini benden aldı. Watson ve Lauren'a döndü. Ben de gözlerimi kapattım. Zihnimdeki tüm banyoda olan anlarımı kovdum. Gözlerimi açtığımda karşımda hiçbir değişiklik yoktu.

"Bir kapı gitti Eleanor! Merak etme!" dedi Watson alayla. "Sanki sana..." Kaşlarım havalandı.

"Terbiyesiz!" dedim adeta tıslayarak. "Ben bir kızım farkında mısın?! Ağzını topla!" Lauren'ın yüzünde alaylı bir kıvrılma vardı.

Watson bana bakmayı kesti. Yanakları kızarmıştı. Bunda Marcus'un ona dik dik bakmasın etkisi de olabilirdi. "Kötü bir şey demedim ki..."

"Watson sus!" dedim sert bir şekilde. Yaptığı büyük bir terbiyesizlikti.

"Yeter bu kadar zevzeklik." Marcus kaşlarını çatmış etrafa bakıyordu. "Etraftaki kapılara bakın. Bu kapılar yakın zaman dilimlerini içeriyor olmalı." Kollarını yukarı doğru çekti. Delici siyah gözleri beni buldu. "Sen de şu özelim diye adlandırdığın altın kapıya bak. Önemli bir şey olabilir." Başımla onu onayladım. Yüzüm hâlâ somurtkandı.
Altın kapıya doğru giderken Watson'a omuz atmayı da es geçmemiştim. Attığım sert omuz belki onu gerçek hayatta çok daha az sarsardı ama şu an benim zihnimdeydik ve ben bunu istiyordum. Aynen istediğim şekilde sarsıldı. Sonra beynimdeki düşünceler ile durdum. Marcus ve Lauren'a doğru döndüm. İkisi de bana gülümsemek için zor tutar şekilde bakıyorlardı.

Tek kaşım havalandı. "Ne var?" Başımı iki yana sallayarak hemen konuma geri döndüm. Marcus'un anlamadığım bir şekilde zihnimdeyken bile delici parıltılar olan gözlerine bu kadar takılmamalıydım. "Benim anlamadığım bir şey var. Benim enerjim niye zihnimdeki anılar kısmında kilitli ki?"

"Anı kısmı zihinde en zor erişilebilen noktalardır. Biz senin yanındayız diye bu kadar kolay girebilsek de muhtemelen sen olmasaydın o kapıyı çok zor bir şekilde açacaktık. Zihin okuma gibi basit işlemler zihin boşluğunda gerçekleşse de anılara gitmek ondan çok daha zordur. Özellikle de girdiğim nadir zihinlerde biri olsan da bu zihnin bir insanın kendini koruma şeklinden çok daha üstün. Kendini nasıl bu kadar iyi yetiştirebildiğini sormak bize düşer galiba. Çünkü Meclis'teki bir çok yetenekeli kurt adam, vampir ve büyücüler dahi bunun için uzun yıllar eğitim görür." Duraksadı. "Hiç Caleb ile zihinle alakalı şeyler yapar mıydınız?" Kafamı iki yana salladım. Caleb bana hayatımda dövüşü öğretmişti. Onu da zaten gittiği dövüş kursundan öğrenip bana aktararak yapmıştı. Onun dışında benim kendimi korumama yönelik başka faaliyetleri olmamıştı. Sonuçta bir insan neden kendi zihnini güçlendirmek istesin ki?

Bu basit insanlar için gereksizdi.
Ama bu insanlar için oldukça önemli bir güvenlikti.

"Zihnim için hiçbir zaman ekstra bir şey yapmadım." dedim düşünceli bir sesle. Sanki bilinçaltımdaki bir şey yüzeye çıkmak için çırpınıyordu. Ama kuvvetli bir şey inatla onu geri itiyordu. Yutkundum. Marcus'un keskin gözleri tüm vücudumu kesti.

"Kendini bir şeyler için zihnen zorladın mı?" dedi hızla. Sesi de hareketleri gibi hızlanmıştı. Watson ve Lauren da onun gibi kapılara doğru hareketlenmişti. Ama o kapılara değil bana doğru geliyordu. "Düşüncelerin için, duyguların için..."

"Duygular mı?" dedim şaşkın bir ses tonuyla. Duygular ile zihnin ne alakası vardı ki?

Önümde durdu. Kaşları çatılmış sıkıntılı bir ifade ile bana bakıyordu. "Zihnin duygularınla bağlantılıdır. Tıpkı anılarında da olduğu gibi. Kalbin duygunun çıkış yeridir ama anılar olmazsa sadece hissedersin hatırlayamazsın." Gözlerimi kırpıştırırarak Marcus'a baktım. Gözleri ile yüzünü tarıyordu. "Aşık olup bunu bastırdığın oldu mu?" Kelimeleri sanki ağzından zorla çıkıyormuş gibi boğazından söylüyordu.

Başımı iki yana salladım. "Aşık olmadım." dedim içten içe bunu bilmesini isteyerek. Neden böyle bir şey istiyordum ki?

"Peki, neyse." dedi gözlerini de bedenini de benden ayırıp kapıların içerisinde beyaza yakın olan grilerden birine doğru ilerlerken. "Şu altın kapıya bak."

Sesi yine Çim Biçme Makinası olan adama aitti. Göz korkutucu, keskin, ketum ve sert. "Emredesiniz." diye mırıldandım. Göz devirmeden edememiştim. Altın kapıya doğru ilerledim. Oldukça ihtişamlıydı. Hatta siyah kapıdan bile. Dünyamda ne bu kadar önemliydi gerçekten merak ediyordum. Benim bile bilmediğim bu kadar önemli olan şey neydi? Bir merakla kapıyı araladım.

Bir hevesle Marcus'un evindeki merdivenler iniyordum. Mutfağa yaklaşıp bar masasında oturan Marcus'u görmem ile duraksadım. Büyümüş gözlerle bir Marcus'a bir de elindeki beyaz çikolataya bakıyordum. Kaşlarım havalandı. Marcus elindeki küçük beyaz çikolatayı ağzına atmıştı. Paketteki yarımı hâlâ duruyordu. Gözlerim kulağına kaydı. "Marcus..." dedim şaşkın bir sesle. Bana doğru döndü. Yani diğer Eleanor'a doğru döndü. Başka bir anlaşılmazlık daha ben neden her şeyi kendi gözümden görmüyordum?

Dudaklarını birbirine bastıran Eleanor'u gülümsemeyi bastırmaya çalıştığı belli oluyordu. Buzdolabına doğru yöneldi. Anıdaki Eleanor elindeki sütlü çikolata ile mutfak çıkışına doğru yöneldi. "Ne var yani?" dedi Marcus sorgulayıcı bir sesle. Anıdaki Eleanor ona doğru döndü. "Ben beyaz çikolata sevemez miyim?" demesiyle Eleanor bir kahkaha patlattı. Kahkahası yavaş yavaş sönerken dişleriyle dudağını dişledi. Marcus'un saliselik bakışları oraya döndü. Kalp atışlarım hızlandı.

"Yok yani..." Hafifçe güldü. Gözlerim Marcus'taydı. Gözlerine yeni bir parlaklık eklendi. Gözlerim bana kaydı. Gözlerim sanki siyah gözleriyle kesişince yeni bir parlaklık kazanıyordu. "Bir de beyaz çikolata olunca... Böyle senin gibi ketum birinden beklenebilecek bir tercih değil ya hani? Sen her şeyinle simsiyahsın o ise beyaz." Tekrar güldü. "Çok tezatsınız ben ne yapabilirim?"
Bana dik dik bakmaya başladı.

"Gülmeyebilirsin." Bunu demesinin üzerine diğer ben tekrar güldü.

"Elimde değil." Sesi kesik kesik geliyordu. Hipnoz olmuş gibi bir bana bir Marcus'a bakıyordum. Ama gözüm bende daha fazla takılıyordu. Resmen gözlerimin içinde Marcus'a bakarken havai fişekler patlıyordu.

Marcus kollarını göğsünde buluşturdu. "Sen siyahla tezat düşüyorsun. Ben sana bir şey diyor muyum?" Anındaki Eleanor'un yüzündeki gülümseme soldu. Gözleri üzerindeki ona bol gelen siyah t-shirte kaydı.

"Bence bana siyah yakışıyor." Kumral mısır örgüsü saçlarını hafifçe geriye attırdı. Bunu o an fark etmemiştim. "Hem saçlarımla da uyumlu." Gözlerimdeki parlaklıklardan bir kaçı bu lafları üzerine sönmüştü.

Marcus'un dudakları iki çizgi halindeki gamzelerini belli edecek şekilde açıldı. Hemen üzerindeki değişimi fark etmek için Eleanor'a döndüm. Gözleri gamzelerini kayarken giden pırıltıların yerini on kat daha fazlası aldı. Ela gözlerim karşımda oturan, geceleri beyaz çikolata aşıran o adam için parlıyordu. "Bak sana göre öyle. Bencelerini bence kendine sakla." Sesi zevkliydi, keyifliydi.

"O ne biçim cümle?" Sesim sitemli çıksa da gözlerime bakan bir insan bunun ruh hâlimle hiçbir bağlantısı olmadığını anlardı. Bunun üzerine Marcus kahkahalarla gülmeye başladı. Gözlerim yine Eleanor'a kaydı hızla. Birkaç saniye muhteşem bir şeye bakıyormuş gibi Marcus'un gülüşüne baktıktan, kahkahasını dinledikten sonra o da ona katıldı.

"Sen neye gülüyorsun?" dedi Marcus bana garip garip bakarak.

Gözlerindeki delici parıltılar eşliğinde anıdaki Eleanor Marcus'un aynı onunki gibi harelerindeki parıltılarla aydınlanmış yüzüne baktı. "Sen neye gülüyorsun benim de ona güldüğümü varsayabilirsin." Kaşlarını öyle mi dercesine kaldırdı.

"Sana gülüyorum." dedi rahatlıkla. Bunu demesinin üzerine tekrar güldü. "Ben alınırsın diye düşünmüştüm." Gözleri dudaklarımda bu sefer saniyelik bir duraksama yaşadı.

Yüzümdeki gülümsemeyle ona baktım. "Ben olsam ben de bana gülerdim. Zaten gülüyorum." Marcus'un gözlerindeki parlaklık arttı. Bana baktım. Gözlerimin içinde fener olsa bu kadar parlayabilirdi.

"Deli lakabını biz olsak da olmasak da dibine kadar hak ediyorsun." Anıdaki ben Marcus'u başıyla onayladı.

"Sen de manyak lakabını sonuna kadar hak ediyorsun." Sesim bunu hakaret için değil de öyle olduğunu bildirircesine söylüyordu. Kaşları çatılıp geri düzeldi.

"Haklısın. Ben de o lakabı en az senin kadar hak ediyorum." dedi sesindeki tınıyla eğlendiğini belli ederek.

"Sayın Çim Biçme Makinası sizi tebrik ediyorum kibrinizin birazını kenara koyabilmişsiniz." Marcus'un yüzündeki gülümseme solmadı. Aksine bana daha rahat bir ifadeyle bakıyordu.

"Sen de gereksiz cesaretini sonunda bir kenara atabilmişsin Laxio Afarto." Anıdaki Eleanor'un kaşları bu dediğinin üzerine çatıldı. Salak ben!

Salak ben!

Salak ben!

"O da ne demek?" Sesim meraklıydı. Dudak büzdü.

"Bilmem." Yakıcı gözleri parıltılarla dolu ela gözlerime kitlemişti sanki.

"İnsan bilmediği şeyi şöyler mi hiç?" Sesim saf bir çocuğun soru sorarkenki sesi gibi saf merak içeriyordu.

"Söyler." Gözlerini kıstı.

"O ne demek?" Alttan alttan şüphelenmeye başlıyordum.

Hayır!

Hayır geri zekâlı!

"Ben nereden bileyim. Belki bana küfür ediyorsundur."

Yüzündeki gülümseme söndü. Gülümsemenin sönüşüyle gözlerine önceden hep olan o barikat yine dikildi. Marcus şimdi yine az önceki gibi aynı barikatları dikmişti. Sanki zarar gelebileceğine korktuğu ilk an o barikatları dikiyordu. "Sana neden hakaret edeyim? Saçmalamayı kes." dedi keskin ve sert bir ses tonuyla.

Ben ve patavatsızlığım yine konuştu. Şimdi konuşulanları utançla izliyordum. "Bir kere seni çok sinirlendiriyorum, gıcık ettiğim de muhakkak bir gerçek. Şu an başka bir şey bulamadım. Ama yani etmen için sebep var." Başını iki yana salladım. "Ama sen yine de etme." Dudağındaki hafif kıvrımlarla bana bakıyordu. İki kaşının ortasında ufak bir mezar çukuru oluşmuştu. Eleanor o çukura bir mücevhermiş gibi bir bakış attı. Marcus bu bakışların farkında mıydı acaba?

"Yaptıklarının farkındasın yani." Başını sallayarak bir hevesle bunu kabul etti.

"Evet ama pişman değilim." Boğazını temizledi. "Açıkçası kendi arkadaşların bile senden bir korkuyor. Bu beni bir tedirgin etmiyor değil ama yine beni korkutmuyorsun. Garip." Başıyla beni onayladı. Siyah hareleri bu dediğimle beraber sanki bir mücevher madeni bulmuşçasına gözlerime kitlendi.

"Bu yüzden..." Bir anda kendime gelip kapıyı sertçe kapattım. Kalbim mükemmel bir hızla atıyordu. Nefes nefeseydim. Ve gözlerim bu anda görmemesi gereken kişiyi gördü. İlk gittiği kapıdan biraz içeri girmişti. Yan proflini izlemek için can atan yanımı şimdi çok daha net hissediyordum. Başımı iki yana sallayıp. Bu ana odaklandım.

Boğazımı temizleyip altın kapıyı unutmaya çalışarak bir kapıda takılı kalan Marcus'un yanına doğru ilerledim. "Bir şey bulabildin mi?" diye sordum net bir sesle. Sanki söylediğim her kelime artık ona özel bir ses tonuyla çıkıyormuş gibi hissediyordum.

Marcus'un sesimi duymasıyla kapıdan çekilip kapıyı sertçe kapatması bir oldu. İfadesiz gözleri beni buldu. "Ne var?" Sesi de tıpkı gözleri gibi ifadesizdi. Orada ne görmüştü ki?

"Orada ne var asıl?" diye sorup kapıya doğru davrandım. Kapıya uzanan elimi nazikçe tuttu.

"Bir şey yok." Elimi bıraktı. Başıyla yön verdi. "Hadi." Gözlerini benden ayırdı. Yan yana yürümeye başladık. "Watson, Lauren! Bir şey bulabildin mi?"

Watson da Lauren da kapıları kapatıp bize yöneldiler. "Hayır, yok abi! Hiçbir iz yok!" dedim sitemli sesiyle Lauren. Orta uzunluktaki saçlarını elleriyle çekiştirdi.

"Tamam. Daha fazla oyalanmaya gerek yok. Bedeni hâlâ acı içinde." Sesi ketumdu. İfadesizliğini kaybetmişti. Sert ve sitemle doluydu. Daha fazla beklemeden siyah kapıyı gözlerimin önünede düşledim. Hepimiz bir anda siyah kapının önünde belirirken yayılan kötü enerji yüzünden bir adım geriledim. Marcus'un delici gözleri beni buldu.

"Korkma." Sesi kısıktı. Ama bir adım arakasında olan biri onu duyabilirdi. Watson'ın ya da Lauren'ın duyup duymadığını bilmiyordum. "Şimdi ben, Lauren ve Watson kara büyü yapacağız. Senin etkilenmemen için biraz geriye gitmen gerekiyor Eleanor." Başımla onu hızla onaylarken beklemeden geriye doğru gittim. Zihnimde bir ses yankılandı. "Sana bir şey olmasına izin vermem. Unuttun mu? Düşmanlarımız beni karşılarına alamazlar."

Yutkundum. Kendi zihnim bile beni rahatlatamazken onun bir çift lafı bana güven aşılıyordu. Bu olmaması gereken bir şeydi. Ama ruhum da kalbim de olması gereken en iyi şey olduğunu söylüyordu.

Nefes alırken Marcus büyüyü yapmak için elini iki yana açtı. Lauren ve Watson ise işaret parmağı ve orta parmağını çaprazlayıp kollarını çaprazladıktan sonra Marcus ilk kelimelere başladı. "Hukistia efd..." Büyüye devam etmeden kapının siyahlığı yükselen siyah dumanla yok olmaya başladı. Şokla kapıya bakarken içimde bir yer heyecanla kıpırdandı. Kapıdan yükselen siyah dumanlar eşliğinde kapı tamamen beyaz oldu. Marcus, Watson ve Lauren da kapıya bakarken ne olduğunu anlamadan bir çekilme hissiyle gözlerim karardı.

Bazen her şey yokuş aşağı giderdi ve siz takla mı atacaksınız yoksa daha da mı hızlanacaksınız bilemezsiniz.

🌜🌚🌛

Olllaaaaa!

Bölümü nasıl buldunuzz?

İşler daha da karışıyor. Her şey birbirine giriyor ve ipin ucunu geçin ipi dahi bulamıyorlar. Sizce nasıl ilerleyecek Lee?

Altın kapımız hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sizce siyah kapı neden birden yok oldu?

En sevdiğiniz sahneyi alabilir miyimmm?

Bölüm oyu  90+ olduğu an gelecekkkk!

Oyları ve yorumları rica ediyorummm!

Huzurlu, sağlıklı ve mutlu günler dilerimmmm!

Continue Reading

You'll Also Like

631K 53.7K 42
abilerim kurgusu, erkek versiyon. Bu kurgu reenkarnasyon içerir! Yᴇɴɪᴅᴇɴ ᴅᴏɢ̆ᴅᴜᴍ ʟᴀɴ! Tᴜ̈ɴᴇʟɪɴ ᴜᴄᴜ ʙᴏᴍʙᴏᴋ ʙɪʀ ʏᴇʀᴇ ᴄ̧ıᴋᴛı! 🛸Küfür ve argo içerir.🚀 ...
84.1K 6.6K 64
"James lütfen öyle söyleme o bizim aşkımızın meyvesi" "NE AŞKI?" Diye bağırdı James 1. #Dracomalfoy 02/01/2024 1. #Harrypotter 31/08/2023 1. #Slyther...
4.1M 251K 75
Mühür taşı gerçek mührüne kavuştuğunda kıyamet kopmalıdır. Her kıyametin sonunda, yitirilen hayatlar olur. Bu şeref hangimize ait? •Parmağımı...
35.1K 2.2K 22
Levent ve kedi sandığı ama kedi olmayan kedisi Çakır'ın hikayesi 🌈