Aşka Tapanlar

By SadeceYildizlar

1.1M 30.5K 3K

Kadın ölümdü, Adam ise ölü. • • • NOT: Olaylar ve kişiler tamamen hayal ürünü olup bir distopya kaleme... More

Okumadan Önce;
Önemli gibi gibi!
A.T.▪ 00: Önsöz
A.T.▪ 01 : Sırça Kader
A.T.▪ 02 : Tanrı Parçacıkları Ve Polemos
A.T.▪ 03:"Vah Vah! O Da Mı Öğrenciymiş?"
A.T.▪ 04: "Asla Pes Etmez."
A.T.▪ 05: Ivan Androviç
A.T.▪ 06: Ivan Androviç'in Evinde
A.T.▪ 07 : Ölmek Zamanı
A.T.▪ 08 : SIFIR (The Zero)
A.T.▪ 09 : Savaş Ve Adras'ın Hikayesi
A.T.▪ 10 : Güvercin
A.T.▪ 11 : Kırılmaz Duvarlar
A.T.▪ 12 : Sizden Biri
A.T.▪ 13 : Yalnız
A.T.▪ 14 : Onlar
A.T.▪ 15 : Konuşma
A.T.▪ 16 : Tehdit Unsuru
A.T.▪ 17 : "Sessizlik Ve Çığlık. Susmak Ve Küfretmek."
A.T.▪ 18 : "İyi Uykular Tanrım."
A.T.▪ 19 :Güneşe Gömülenler, Ayı Selamlarlar.
A.T.▪ 20 :"Onlar, Fırtınayla Savaştılar, Eşit Olmayan Savaşta!"
A.T.▪ 21 :"Savaş ve Soykırım"
A.T.▪ 22 : Arka Perde
A.T.▪ 23 : "Trajikomedi Müptelası"
A.T.▪ 24 : Günlükler - Savaş York
A.T.▪ 25 : Günlükler - Arda Boğan
A.T.▪ 26: "Yanan Kar Kristalleri"
A.T.▪ 27 : "Sonsuza dek yoldaş"
A.T.▪ 28 : EAS
A.T.▪ 29 : Erkek Kadına Dedi Ki
A.T.▪ 31 : "Hayalet"
A.T.▪ 32:"Ey Özgürlük!"
A.T.▪ 33: "Edamızdaki dünya."
A.T.▪ 34 : "İşbirliği"
A.T.▪ 35: "Kan Kokan Hayaller Havuzu"
A.T.▪ 36:"Nefes Molası-Milattan Önce"
A.T.▪ 37:"Milat"
A.T.▪ 38:"Milattan Sonra"
A.T.▪ 39:"Son Darbe"
A.T.▪ 40: Dünyayı Güzellik Kurtacak
- Son Söz -
|Teşekkür|

A.T.▪ 30 : Amen

8.3K 362 31
By SadeceYildizlar

BÖLÜM 30 - Amen

Kendimi bildim bileli tütsü kokusunu sevmemiştim. O bayık koku, her daim başımı ağrıtırdı. Başım ağrıdığı zamanlarda sağlıklı düşünemezdim yani, küçük bağlantılarla tütsü kokusu, sağlıklı düşünmeme engel olurdu. Bunun için onu sevmezdim.

Yine de, biliyordum ki, Aramis için buna katlanmam gerekirdi.

"Aramis..." Dedi, Arkan, yavaşça. "Puding delisi bir yarım akıllıydı. Gereksiz yerlerde gülerdi, durup durup puding yemeye başlardı. Fakat bizi de güldürürdü, içimizden herhangi birinin onun hakkında, kötü bir şey söyleyeceğini düşünmüyorum. Çünkü o kötü bir insan değildi. O her zaman sıcak kanlıydı. O, iyi biriydi." Arkan, başını sallayarak, kürsüden indiğinde, gözüm, arkada bir şövaleye koyulmuş olan, Aramis'in Savaş ile gülümseyerek poz verdiği fotoğrafa takıldı. Fotoğrafın altında, iki bin sekiz ocak ayının tarihi vardı. Adras'tan önce olmalıydı.

Savaş, Aramis'in yüzündeki puding lekelerini aldırmadan ağzına koca bir kaşık makarna çorbası sokmaya çalışıyordu. Aramis'in gözleri kocaman olmuş, ağzı bir karış açılmıştı. O kadar şapşal ama o kadar neşeliydi ki, ister istemez görünmez bir tebessüm titreşti dudaklarımda.

"Aramis..." Dedi, isminin Bulut olduğunu hatırladığım, sarı saçlı bir adam. "Grubun maskotuydu. Ciddi değilmiş gibi davranırken bile, en ufak bir olayda, başka kimsenin zarar görmemesi için kendini öne atacağını bilirdim."

Kürsüde başka biri duruyordu şimdi. "Aramis," dedi, Amar. "Aramis, farklıydı. Belki bizlerden daha çok sorunu vardı, belki yoktu ama bunu saklamayı çok iyi bilirdi. Kendi sorunlarına kimseyi karıştırmazken herkesin sorununa burnunu sokar, bir şekilde aradan sıyrılıp tüm yükü sırtlardı. Bunun için hepimiz ona minnet ve can borçluyuz." Amar'ın gözleri, sarı lazerler gibi gözlerimi delip geçerken konuşmaya devam etti, "biliyorum ki, söyleyebileceğim bir çok şey var fakat buraya çıkıp ölen bir insanın ardından iyi şeyler söylemeyi pek iyi bulmuyorum. Aramis, düşüncelerimizde, kahraman olarak kalacak ve bunu herkesin bilmesi gerekmiyor." Kilisenin içerisinde bir sessizlik oldu. Amar, sert adım sesleri eşliğinde kürsüden indiğinde, yanımda bir hareketlilik hissettim. Savaş, kendinden emin ve güçlü duruşuyla, Amar kadar sert olmasa da adım sesleri eşliğinde kürsüye çıkıp, arkadaki resme küçük bir bakış attı.

"Aramis benim sadece arkadaşım değildi." Dedi, Savaş, "hepiniz biliyorsunuz ki, o olmasaydı bir çok kez şu anda olduğum yerde, benim hakkımda o konuşuyor olurdu. O benim, kardeşimdi. Yalnız olduğumu düşündüğümde, omzuma vurur ve, 'seni puding beyinli!' derdi. Bu beni daha güçlü yapmazdı belki, fakat yalnız olmadığımı bilirdim. Hayatımın her anında vardı. Benim inanmadığımı bildiği halde, cenazesinde İncil'den bir kısım okumamı isterdi. Bunu her an durmadan bir papağan gibi tekrar ederdi!" Savaş, kürsüde duran İncil'i alıp, bilinçlice bir sayfa açtı ve yavaşça gülümsedi. "Başlangıçta Söz vardı." Dedi, yavaşça. "Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı. Başlangıçta O, Tanrı'yla birlikteydi.Her şey O'nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O'nsuz olmadı. Yaşam O'ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi."

Başını iki yana sallayarak, İncil'i tekrar kürsüye bıraktı. "Daha fazla okuyarak zaman kaybetmek istemiyorum. Sözümü tuttum. İşte bu kadar... Sadece, biliyorum ki bir daha hiç birimizin hayatında Aramis'in yerini tutabilecek bir puding delisi olmayacak." Savaş, kürsüden inmeden önce dudaklarını oynatarak küçücük bir kelime mırıldandı.

Belki kimse duymamıştı fakat biliyordum. "Amen."

Daha önce İncil okumamıştım. Hıristiyanlığa dair çok bir şey bilmiyordum belki ama Savaş'ın okuduğu o bölüm, bana bir çok şey anlatmıştı. Bunun din ile bir ilgisi yoktu, hayır. Sadece kulaklarımda bir cümle çınlamıştı.

Söz, diyordu Polemos. O denli yüce bir yaratılıştır ki tek bir tanesi yeterlidir bir küçük metrajın yaşadığını kurguladığı o küçük dünyanın sönmesine.

Hava kapalıydı. Bir an önce bu tütsü kokusundan kurtulmak istiyordum çünkü koku, başımı ağrıtmaya başlatmıştı bile. Yine de yerimden kalkamazdım. Sadece, kendimi bir türlü ikna edemiyordum. Kilisenin yanındaki cenaze evinde bir tabut bulunuyordu. Tabut, yarısına kadar açıktı ve içerisinde, beyaz smokin ile süslenmiş, sanki biraz gözlerini kırpıştırsa uyanacakmış gibi duran Aramis yatıyordu. Kendime bir türlü anlatamıyordum bunu. Sanki... gerçek değil gibiydi.

İlahiler kulaklarımda çınlarken, Savaş'ın eline uzandı, elim. Bana baktığında, yalancı bir tebessüm titreşti dudaklarında. Bunun gerçek bir gülücük olduğunu bilsemde, içimde bir şeyler kanatlandı sanki. Midemde küçük bir fare vardı ve sanki içeride dönüp duruyordu. Bu garip bir duyguydu fakat, iyi hissettiriyordu. Başımı yavaşça Savaş'ın omzuna yasladığımda, kolunun belime sarılarak beni kendine çektiğini hissettim.

Kolunu belime dolamasını seviyordum.

İlahiler bittiğinde, herkes, cenaze evine gitmek için ahşap sıralardan kalkarak kucaklarına bırakılmış olan İncilleri sakince sıraların üzerine geri bıraktı. Siyah elbisemi düzelterek, Savaş'ın elini sımsıkı tuttum ve düz koridor boyunca ilerlemeye başladım. Savaş, yavaş yürüdüğünden, hızımı kesmek zorunda kalmıştım. Bir süre ilerledikten sonra, aniden durup, hafifçe döndürdü başını omzundan arkaya. İsa'nın çarmıhtaki heykeline, biraz hüzün, biraz da özlemle baktığını gördüğümde, gülümsedim. Bazen, alışkanlıklarınızdan vazgeçtiğinizi düşünürdünüz, fakat aslında sadece kısa bir ara verdiğinizi fark etmeniz zaman alırdı.

Savaş'ın yüzündeki o farkındalık ifadesini tanımıştım.

Bazı alışkanlıklar, sizden giderken arkasında küçük ekmek parçacıkları bırakırdı. Sizin en zayıf anınızda, kapıyı açar ve içeri girer, bıraktığı ekmek parçalarını takip ederek beyninizi ele geçirir, hala orada olduğunu hatırlatırdı, sizlere. Bu iyi miydi, yoksa kötü müydü bilmiyordum fakat Savaş'ın eski alışkanlıklarına dönmesi gerektiğini biliyordum. İnsanlar, geçmişten bu yana, sürekli bir şeylere inanma ihtiyacı ile yaşamışlardı. Bu nedenle, gerçek olmayan imgelere, hayvanlara ve bazense kendi yaptıkları derme çatma heykellere tapınmışlardı. Çünkü insan beyni, ne kadar uçsuz bucaksız olursa olsun, sorular ile ince ince örülmüş koca bir labirentti ve yeni sorular keşfettikçe, labirentin çıkışı size bir o kadar uzak gelirdi. Sorularla boğuştukça, o karanlık labirentte kaybolurdunuz. Bu nedenle, insanlar cevaplar üretmeye çalışırdı. Sadece çalışmakla kalmaz, inşa eder, sayfalarca resmederlerdi. Mitoloji dediğimiz o koca ciltli kitaplar ve şimdilik bize saçma gelen inanışlar, aslında birer inanıştan çok, ihtiyaçtı. İşte Savaş'ın buna ihtiyacı vardı. Kafasındaki soruları yanıtlamak için yaratılmış cevaplar... Savaş'ın bir şeylere dayanmaya ihtiyacı vardı. Yalnız olmadığını görmeli, bu kutsal gücü hissetmeliydi. İşte, ihtiyacı olan şey buydu. Başka bir şey değildi.

Kiliseden çıkarak, cenaze evine doğru yürüdük. Burası, ince bir koridoru andıran bir yoldu. İki tarafında, küçük çekmecelere benzeyen kapaklarla kaplı mermer duvarlar bulunuyordu. Küçük kapakların üzerinde, isimler, tarihler ve İncil'den alıntılar yazılıydı. "Burası külleri sakladıkları mezar." Dedi, Savaş, etrafa merakla baktığımı gördüğünde. "İlk defa mı bir kiliseye geliyorsun?"

"Hayır," dedim. "İlk defa bir katedrale geliyorum." Savaş, yavaşça başını salladı. Katedral, kiliselerin büyüklerine verilen genel isimdi. Bizim camilerimizde, öyle bir ayrım yoktu, büyüğüne de, küçüğüne de aynı isimle sesleniyorduk fakat kiliselerde, krematoryum ve cenaze evlerini de içine alan büyük olanlarına, katedral deniliyordu. Bir katedrale daha önce hiç gelmemiştim. Daha önce okul gezisi ile gittiğim eski kiliseden pek farkı yoktu fakat İstanbul'da bir katedral olduğunu bile bilmiyordum.

Cenaze evi, katedral veya kilisenin hemen arkasında kalıyordu. Aynı tütsü kokusu, biraz daha ağır bir şekilde burnuma dolarken, kokunun midemi bulandırdığını hissettim. Burada, kokunun ağır olmasının nedeni, Aramis'in son makyajını yaparken kullandıkları ilaçlar olmalıydı. İşte Aramis, oradaydı.

Uzun yolun sonunda, içki büfesinin hemen çaprazında duran, yarısı açık tabutun içerisinde uyuyordu. Savaş'ın, elimi tutan elinin kasıldığını hissettim. Elini bırakmak için hareketlendim, tabuta yaklaşıp onu son bir kez görmek, ona son bir kez veda etmeyi isterdi, diye düşünmüştüm. Savaş, elini bırakmaya çalıştığımı gördüğünde, garip bir bakış attı bana ve elimi daha sıkı kavradı. Akıntıya kapılmışçasına Aramis'e doğru çekildik.

Ona böyle bakmak... garipti. Tüm yaraları, morlukları plastik makyaj ile gizlenmişti. Sanki orada öylece dururken sadece uyuyordu. Gözlerimi zorla çekip, Savaş'a döndüm. Öylece dümdüz bakıyordu, Aramis'in cansız bedenine. Derin bir nefes alıp, gülümsediğinde, şaşkınlığımı gizleyemedim. Bana dönüp elini elimden çekti ve kolunu sıkıca omuzlarıma dolayıp beni kendine çekti. Elini uzatıp, Aramis'in yamuk papyonunu düzeltti ve fısıldadı; "Pánta sýntrofos."

*

"Başınız sağ olsun." Dedi, Seven, anlayışlı bir ses tonuna bürünerek. Savaş, hafifçe gülümsediğine, Seven, gözlerini kırpıştırdı. "Teşekkürler." Cenaze gömüldükten sonra, Savaş'ı, akşam yemeği için bize davet etmiştim. Seven, Arda ve Savaş ile birlikte, normalde gözüme çok küçük görünmeyen fakat o anda, iki kişilik bir asansörden daha havasız olan mutfağımızda duruyorduk. Ben, domates doğramakla uğraşırken, Arda, su ısıtıcısını tamir etmeye çalışıyordu. Seven, Arda'nın yanında olmasından rahatsızlık duyuyor olmalıydı çünkü dört yetişkin insan bedenine göre, hayli küçük olan bu mutfakta, Arda'dan en uzakta olan bir köşede öylece oturuyordu. Anneme ve babama küçük bir ziyafet hazırlamayı düşünüyordum, bu, aynı zamanda hep hayalini kurduğum koca bir yemek masası olacaktı. Onları çok özlemiştim ve işin aslı, neden bu kadar endişesiz olduklarını anlamak istiyordum. Aklıma düşen bu soruyla elimdeki bıçağı bırakıp, domates suyu ile kaplı ellerimle Arda'ya döndüm. "Sen, annemlere ne söyledin?" Arda, kaşlarını çatarak başını kaldırdı.

"Ne hakkında?" Dudaklarımı büzerek omuz silktim. "Annem beni tam beş kere aradı fakat neden dışarıda kaldığımla ilgili herhangi bir azar işitmedim. Sadece şöyle söyledi 'seni akılsız kız, neden hiçbir şey almadan çıkarsın ki yola?'" Annemin sesini taklit ettiğimde, Savaş'ın gülüş sesi ile gülümsedim. "Ve bir de burada havaların nasıl olduğunu sordu. Ne söyledin bu kadına sen?" Arda, yüzünü buruşturup elindeki tornavidayı mutfak tezgahının üstüne bıraktı. "Şey..." Diye mırıldandığında, elime bıçağı aldım. Ardından hemen döküldü. "Senin bir edebiyat kampında olduğunu söyledim. Sabahları yazarlık kurslarının, öğlen kitap okuma saatlerinin düzenlendiği, akşam yemeğinde canlı müzik olarak Mozart dinlenen şu sıkıcı kurslardan birinde olduğunu söyledim. Hepsi bu. Suçlu değilim." Ona bakarken şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. "Vay canına, Arda. Beklenmeyecek bir hareket. Tebrikler." Bana yüzünü buruştursa da, "ne demek." Diye homurdandığını duyup gülümsedim. Domatesleri doğramayı bitirip, yapmakta olduğum iç harcını iyice yoğurduktan sonra, üzerini bir bezle kapatarak, Arda'ya döndüm. "Arda, bunu fırına kadar götürmen gerekecek." Arda, başını kaldırıp kaşlarını çattı. "Ne? Neden ben?" Ona dümdüz baktım. "Çünkü fırının yerini sadece ikimiz biliyoruz."

"O halde sen götür."

"Neden sen varken, ben gidiyormuşum? Kaldır kıçını ve şunu fırına götür." Arda, tatlı argo kelimeleri nüfusuna geçirirken, çukur plastik kabı eline alıp bana ters bir bakış attı. "Ne diyeyim?" Saate bakıp dudaklarımı ıslattım. "Hım... İşten çıkmalarına bir saat var. Kırk beş dakika sonra, adrese göndermelerini söyle." Arda, cüzdanımı alarak mutfaktan çıktıktan sonra, Seven derin bir nefes aldı. Ona dönüp tek kaşımı kaldırdığımda, yüzünün bir domatesten farkı kalmadı. "Kes sesini, Elit." Diye soluduğunda, diğer kaşımı da kaldırdım. "Ben ağzımı bile açmadım," Savaş'a döndüm. "Ben bir şey söyledim mi, Savaş? Ben bir şey söylemedim." Seven, burnundan soluyarak salona gittiğinde, Savaş, yanıma gelip, tezgahı temizlememe yardım etti. Ben etrafı toparlarken, o, bulaşıkları yıkadı ve ardından çaydanlığın altına su koyup, kaynamasını beklemek üzere balkona çıktık. Su ısıtıcısının bozulduğuna hala inanamıyordum. Savaş, cebinden çıkardığı sigara kutusundan iki sigara ve bir çakmak çıkarıp, sigaralardan birini bana uzattı.

"Nasıl hissediyorsun? Kilisede yüzün sapsarıydı." Sigarayı yakıp, ciğerlerimi zehirli havayla doldururken omuz silktim. "Tütsü kokusu migrenimi tetikledi sanırım. Başım ağrıyordu ve midem bulanmıştı." Savaş, kuzguni buklelerini rüzgarda savurarak bana döndü. "Şimdi nasılsın peki?" Etrafa küçük bir bakış attım. "Şey, etrafta tütsü yakan beyaz cübbeliler yok, öyle değil mi?"

"Evet, haklısın. Saçma bir soruydu." Başımı önemli olmadığını belirtmek için iki yana salladım. Aramızda huzursuz edici bir sessizlik asılıydı. Bunu sevmemiştim. "Nasıldı?" Diye sordu, Savaş. Bir süre, neden bahsettiğini idrak edemeden yüzüne baktım. "O... nasıldı?"

"Başı ağrıyordu." Dedim, başımı hafifçe yana eğerken. "Sanki bir şeyler olacağını sezmiş gibiydi. Ben... ben bir şey öğrendim. Onun, bir bağımlı olduğuyla ilgili." Savaş, başını salladı. "Öyle. Öyleydi. Eskiden." Derin bir nefes alıp, dirseklerini balkon demirine dayayarak öne eğildi ve elini saçlarından içeri geçirip hafifçe karıştırdı. "Biliyor musun? Gerçek değilmiş gibi geliyor. Ben... ben her şeyi düşünmüştüm. Herkesi kaybedebilirdim, seni kaybedersem neler hissedeceğimi düşünmüştüm ama o... Onu hiç kaybetmezmişim gibi geliyordu." Gözlerine baktığımda, o kuzguni okyanusların duygusuzca süzüldüğünü görmek, beni incitmişti. "Sen oradayken... Aramis'in henüz orada olduğunu bilmezken, hissettiğim o korkuyu sana nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. Ben... ben çok çaresizdim, Elit. Şu ana kadar hep savaştım fakat bununla nasıl savaşacağımı bilmiyorum. Seni öylece kanlar içerisinde yatarken gördüğümde..." Cümlesini bitirmesine dayanamayacağımdan, elini sımsıkı tutup onu kendime çevirdim. Bana baktığında, o kuzguni okyanuslarında her şeyin aynı olduğunu görmek bana ne hissettirmişti bilmiyordum. "Kes sesini." Diye homurdandım, gözlerine bakarken. "Bitti artık. Kapat çeneni, olur mu?" Elini, dövmemin üzerine koyup beni kendine çektiğinde, yutkundum. "Başımızdan geçen her şey, bir parçamızı yanına alıp, kendinden bir parça bırakıyor, bizde, Elit. O eksilmiyor, kendinden ödün verirken fakat biz o kadar eksiliyoruz ki. Bitti mi gerçekten? O halde neden hala yanında siyah bir güvercin taşıyorsun? Bitti mi, Elit?"

"Şimdilik, bitti." Dedim, başımı göğsüne yaslarken. "Rahatla artık." Savaş, elini sırtıma koyup hafifçe yukarı aşağı hareket ettirmeye başladığında, "rahatlayamıyorum." Diye mırıldandı. "Biliyor olmalısın." Başımı salladım. "Biliyorum." Diye mırıldandım, gözlerimi kapatırken. "Biliyorum..."

Yemek, iyi geçmişti.

Annem ve babam, Savaş'ı çok sevmişlerdi. Arda, yerli yersiz soğuk espriler yapmış, arada Seven'le göz göze gelip kızarmıştı. Annem, benden kampı anlatmamı isteyince, ona küçük bir hikaye anlatıp, olayı tatlıya bağlamıştım. Bulaşıkları yıkamış, yorgunluk kahvelerimizi içmiş ve erkeklerin futbol muhabbetlerini dinlemiştik. Bu, normaldi. Eğlenceliydi. Savaş ve babamı, kafa kafaya vermiş futboldan konuşurken gördüğümde, istemsizce gülümsemiştim. İkisinin iyi anlaşması, hoşuma gitmişti. Bazı zamanlarda, Savaş, hararetle bir şeyler anlatırken ona öyle dalıp gitmiştim. Beni Seven daldığım o kuzguni okyanuslardan çekip almış, annem ise kaş göz ile bir şeyler anlatmaya çalışmıştı. Bazen, Savaş'a bakarken, üzerimde hissettiğim gözlerle, Arda'ya dönmüştüm. Bakışlarından kaçmak için, ya tuvalete, ya da mutfağa gitmiştim.

Ben yine kaçarak mutfağa gittiğimde, peşimden gelen ayak sesleriyle o tarafa döndüm. Bu, annemdi.

"Elit," dedi, hafif kinayeli bir sesle, "ne kadar yakışıklı, bey efendi bir çocuk bu Savaş, böyle." Ona dönüp gülümsedim. "Ya, evet, öyledir."

"Pek de, hoş sohbet. Baban ile nasıl anlaştılar, gördün mü?" Buzdolabından bir elma çıkarırken gözlerimi devirdim. "Gördüm, anne."

"Ne okuyordu? Söylemişti ama unuttum..."

"Felsefe."

"Desene, zeki çocuk." Ona dönüp kaşlarımı çattım. "Zeka ile felsefenin ne alakası var, Anne, Tanrı Aşkına?"

"Ay, ne bileyim!" Dedi, annem, kalan birkaç bulaşığa girişirken. "Sana karşı da boş değil gibi de ben ondan şey ettim." Isırdığım elma neredeyse boğazımda kalıyordu. "Nerden çıkardın sen bunu, yahu? Yok öyle-"

"Bana yok öyle bir şey biz sadece arkadaşız ayakları çekme kızım. Birbirinize nasıl baktığınızı gördüm, gözlük takıyorum ama kör değilim hani. Yakışıyorsunuz da, neden olmasın?"

"Anne, Esra Erol musun sen? Hayır, ortada hiçbir şey yok, durduk yere bir şeyler çıkartıp kafamı karıştırma şimdi. Ben ona sadece arkadaş gözüyle bakıyorum." Annem, bana bilmiş bir bakış atarken, "hah." Dedi, "Bende babana ağabey diyordum, tatlım." Kaşlarımı kaldırdım. "Sonra ne oldu, acaba?"

"Sen." Hayretle, iç çekip mutfaktan çıkmadan kolumdan yakaladı annem beni. "Anneler hisseder kızım, demedi deme."

Salona geçtiğimizde, istemsizce gerilmiştim. Annemin arada yaptığı kaş göz işaretleri ve bulunduğu imalar, beni kızartmakla kalmıyor, utançtan yerin dibine sokuyordu fakat biliyordum ki, annemin inceden sokuşturduğu lafları sadece ben anlayabiliyordum. "Ben artık kalkayım," dedi, Savaş. Ah, oğlum daha otursaydınlar, bir bardak daha içseydinler havada uçuşurken, Seven'de ayaklandı. Arda, Seven'i eve bırakmayı teklif edince Seven kıpkırmızı oldu. İçimden pis bir sırıtışla onları geçirirken, anneme karşıda olacağımı söyleyerek, kapıyı arkamdan kapatıp çıktım. Savaş, karşı dairede bekliyordu.

Amar da öyle.

"Diğerleri nerede?" Diye sordum, karanlıkta oturan Amar'a kaşlarımı çatarak bakıp, salonun lambasını açarken. "Evlerinde." Diye cevapladı, Amar, beni. "Mantıken..." Diye mırıldandım, açık perdeleri örterken. Perdeleri örttükten sonra, televizyon koltuğuna oturup, ayaklarımı uzattım ve yorgunlukla inledim. "Çok uykum var!" Diye mızmızlandım, öylesine. "Uyu o zaman." Başımı Amar'a çevirip burnumu buruşturduğumda, içeriye Savaş girdi. Elinde bir kupa vardı. Kupayı bana uzattığında, burnuma doluşan o muhteşem koku ile ciğerlerim adeta bayram etti. "Vanilyalı..." Dedim, gülümseyerek. Epeydir vanilyalı kahve içememiştim.

"Uzun bir süredir, bunu düşünmüyor muydun?" Diye sordu, yanıma otururken. Kalbimde bir şeyler koptu sanki. Sanki... Sanki hızla aşağı inen bir hız trenindeydim. Midemdeki bu basınç, kalbime çelme takıyordu.

Hemde bir kere değil; binlerce kere.

O koca bir bardak kahveye rağmen, mışıl mışıl uyumuştum, yorgunluktan sızıp kaldığım koltukta. Yine de gözlerimi bir yatakta açmıştım. Tıpkı küçüklüğümdeki gibi...Diye düşündüm. Bunu özlemiştim. Elimi yüzümü yıkayıp, dişlerimi fırçaladıktan sonra, uzun, rahatlatıcı bir duş aldım ve salona geçtim. Amar, pencerenin önünde dikilmiş, ona gittiğim gece bana ikram ettiği o çayı yudumluyordu. "Günaydın." Dedim, pencere camına yaslanarak. "Arda gelmedi mi?" Amar, elindeki cam bardağı, pencerenin çıkıntısına bırakıp bana döndü. "Hayır, geldiğini duymadım."

Ah, demek öyle.

"Peki ya Savaş? O gitti mi?" Amar, bardağı tekrar eline alırken başını salladı. "Evet, yaklaşık iki saat önce çıktı." Kaşlarımı kaldırırken, saçlarımı arkaya attım. "Nereye gittiğini söyledi mi?" Amar, omuz silkti. "Büyük bir ihtimalle evine gitmiştir. Biliyorsun, Aramis ile birlikte kaldıkları daire." Oraya gitmiş olma ihtimali hiç hoşuma gitmemişti. "Peki, Amar. Görüşürüz."

İlk olarak, karşıya geçerek üzerimi değiştirdim ve uzun zamandır binmediğim Kırmızı'm ile hasret giderdik. Oraya gittiğimde, görmeyi beklediğim şeyi görmemiştim, orada değildi. Etraf toparlanmış, yerdeki cam parçaları süpürülmüştü. Dudaklarımı büzerek, masanın üzerindeki Matruşka Soykırımı'na uzandım. Ben, kitabı elime aldığım anda, çok garip bir şey oldu.

Bir anda, tüm dünya başıma yıkılıyormuş gibi hissettim. Evin kapısı, kırılıp, içeriye siyah giysili adamlar girerken, nefesimi tuttum. Ellerindeki koca silahlar ile bağırarak bir şeyler söylüyorlardı. Dünyam parçalanıyordu. Nefesim, korku ve adrenalinden dolayı kesilirken, hemen oraya kusabilirmiş gibi hissediyordum. Her defasında... Her defasında beni yakalayıp bir kafese tıkıyorlardı fakat bu defa... Bu defa farklıydı.

"Polemos York!" Binlerce tok sese rağmen, sadece yutkunup, onlara baktım. "Ben..."

Ardından, öyle bir kapı aralandı ki, bilincimde... Genzimi yakan safra, korkunun o nahoş tadı ve daha binlercesi bedenimi istila ederken, neler olduğunu anlayamamıştım bile. Beni kafeslemişlerdi.

Yine.

Bu kadar basit değildi, hayır. Hayır, değildi. Bu kadar basit olamazdı. Çırpınamamıştım bile ve onlar... Onlar hiçbir şey yapmamıştı. Çok, sakinlerdi. Sadece biri öne atılmış ve olağanüstü bir hızla boynuma bir iğne batırmıştı. Hareket dahi edememiştim. Hiçbir şey yapamamıştım. Hiçbir şey.

Ben hiçbir zaman, hiçbir şey yapamıyordum, zaten.

Tüm vücudum felç olmuş gibi hissediyordum. Hissedemediğim uzuvlarım yanarken, kulaklarımda, bir parça Nazım vardı, yine...

Yüreklerin, kulakları, ağır!

Bağır, bağır, bağır, bağırıyorum!

Ben diyorum ki, ona:

Kül olayım Kerem gibi, yana yana.

Ben yanmasam,

Sen yanmasan,

Biz yanmasak,

Nasıl çıkar, karanlıklar, aydınlığa?

�w���

Continue Reading

You'll Also Like

735K 28.1K 91
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...
372K 2.3K 3
"Çöplük" Hikayesinden tanıdığınız Kurt ve Kuzu'nun hikayesidir. Kapak Tasarımı içi asilyezza adlı kullanıcıya çok teşekkür ederim :) Uyarı: Fazlasıyl...
3.6M 19.8K 23
bir anı, bir gülümseyiş, bir damla gözyaşı, bir yara izi, Hareli gözler, bir rüya, Silüetler, doğrularımız ve yanlışlarımız onun a...
457K 48.5K 30
Elisa, on sekizine girdiği gün açlıktan, savaştan ve sağanak gibi yağan bombalardan daha fena bir şey olduğunu öğrendi; Döneceğine söz verip dönmeyen...