GÜL AHKERİ

By siladamlaakcicek

661K 39.4K 100K

Geçmiş, ne kadar sürede geçerdi? Ya da... Geçer miydi? "Benim yaptığım her şeyi yapacaksan, çok şey yaparım,"... More

GİRİŞ
1.Bölüm "Geçmeyen Geçmiş."
2.Bölüm "Ölümün Yayılan Ezgisinden Düşen Kan Damlaları."
3.Bölüm "Ruh İpine Dolanan İlmek."
4.Bölüm "His Boşluğundan Yuvarlanıp İntihar Eden Duygular."
5. Bölüm "Kabuk Tutmayan Yaraya Sürülen Merhem."
6. Bölüm "Şafağın Sökülerek Dikiş Attığı Gökyüzü"
7. Bölüm "Boş Kalbin İçindeki İs Lekesi" (Part 1)
8. Bölüm "Kıyametin İzmihlal Çanları" ( Part 2)
9. Bölüm "Kanlı Ellerin İçinde Kurşun Geçirmez Kalp."
10. Bölüm "Paslı Makasın İki Ucu."
11. Bölüm "Gülüşüne Saklanan Yara Yamaları."
12. Bölüm "Açık Oynanan Kartlar."
14. Bölüm "Yıkılması İçin İnşa Edilen Adam."
15. Bölüm "Işıkları Söndürseler Bile."
16. Bölüm "Yakalanan Hisler, Örtbas Edilemeyen Ritimler."
17. Bölüm "Güneşin Katlettiği Ay."
18. Bölüm "Bir Mumun Yanışı."
19. Bölüm "Hatıranın Ateşinde Kavrulan Kayıp."
20. Bölüm "Alışık Olunan Sıfatlar."
21. Bölüm "Sığınak Mı Mezar Mı?"
22. Bölüm "Deja vu."
23. Bölüm "Yüzleşmenin Sillesi."
24. Bölüm "Bir Yutkunuş, Binlerce Susuş."
25. Bölüm "Vazgeçmek mi, kendinden geçmek mi?"

13. Bölüm "Yağmurlu Geceler."

16.9K 1.3K 4K
By siladamlaakcicek

Merhaba. 🫠

Sınavlarım biter bitmez, bölümü bir gün içerisinde yazdım ve yüksek ihtimalle siz şu an bunu okurken, ben de diğer bölümü yazıyor olacağım.

GÜL AHKERİ'yle ilgili editlerinizi görüyor ve hepsine bakıyorum. Gözümden kaçırdıklarım olduysa, attığınız videolara kafayiyedimtskodbb hesabını etiketleyebilirsiniz, benim şahsi TikTok hesabım. Oradan daha kolay erişebilirim.

Sınır! Yorumlar 2K'yı geçtiği an, diğer bölümü yayımlayacağım, güzelliklerim. Keyifli okumalar dilerim.

:)

Bölüm Şarkıları;

Three Days Grace - Riot

Grandson - Blood// Water

Sufferer - Nocturne

Piiz - Gitmeyi Öğren

Bir savaşçı var oldu zarımda, nefretiyse şimdi tüm zırhımda.

🌜

13. Bölüm
"Yağmurlu Geceler."

Bir bebeğin elinden tutuyordum şimdi, götürüyordum onu kimsesizliğe, sürüklüyordum hiçliğe.

O bebek bendim.

Ben hiçliğe sürüklenip, kaybolmuştum.

Ben bir çiçek değil miydim Dinçer? Neden göğsümdeki yanık izi soldurdu beni?

Alkan, kükremeye benzer bir ses çıkardığı anda bakışlarım daha ona dönemeden, büyük bir hızla Kıvanç'ın üzerine atıldı ve sert yumruğunu suratına geçirdi. Kıvanç yediği yumruktan dolayı arkadaşlarının üzerine doğru devrilince, Kıvanç'ı tutan iri kıyım bir adam Alkan'ın suratına bir yumruk sallıyordu ki, Dinçer yumruk daha kalkmadan adamın elini tuttuğu gibi dizine çarptırdı ve kemik kırılmasına benzer bir ses çıktı. "Orospunun evladı!" diye hırladı Alkan. "Evveliyatınızı da hediyenizi de sikerim sizin!" Alkan'ın hayret dolu olan ama saklamak için çaba gösterdiği bakışları göz ucuyla bana değdiğinde, başımı iki yana salladım.

Kıvanç'ı, Dinçer'in bilip bilmediğini soruyordu.

Bilmemeliydi.

Alkan tepkime bakıp, alması gereken cevabı aldı ve çenesini sertçe sıvazlayıp, küfür etti. Göğüs kafesim parçalanmaya başlayıp, kendi kemikleriyle bedenimi yaraladığında, arkamı döndüm.

Kıvanç'ın burnundan oluk oluk kan akmaya başlayıp, kanlar eline bulaştığında, Kıvanç'ın gömleği kan olmuştu, Doğu Kıvanç'ı kanlı yakasından kavrayarak sarstı. "Bade hemen kendine gelecek mi bana hemen söylüyorsun yoksa seni bu sikik arkadaşlarının önünde gebertirim," diye hırladı, Doğu bizim yanımızda sinirini asla gösteren biri değildi ve onu uzun süredir ilk defa bu kadar sinirli görüyordum. Kıvanç, dişlerini sıktı ve bu kemikli çenesinin kasılmasına neden oldu. Kıvanç değişmişti, bambaşka biriydi şimdi. Saçları sıfıra vurulmuştu, beyaza boyatmıştı, farklı bir imajı vardı.

Fakat ruhu, aynı bok çukurundaydı.

"Kendine gelecek," dedi Kıvanç tükürür gibi bir sesle. "En fazla beş dakika, çok çabuk sinirlendiniz," dedi sinir bozucu bir ifade yüzünde yer alırken. Doğu gözlerini yumup derin bir nefes aldı ve Kıvanç'ı, arkadaşlarından birinin üzerine fırlattı. O sırada Oflaz bu kalabalıktan faydalanmış ve Bade ile Toprak'ı bar tezgahının arkasına saklamıştı.

Yüzünün her yerinde piercing olan adam Dinçer'in üzerine yürüdü ve bir anda elini cebine attı. Bıçağı vardı. Adamın alev figüründe bir bıçağı vardı. Yüzündeki o kirli sırıtışla Dinçer'in üzerine yürümeye başladığında, "Hediyemizi beğenmediğini söyleyemezsin, komiser," dedi sırıtması kötüye giderken, dudağının kenarında az önce Dinçer'den yediği yumruğun bıraktığı silleler vardı, kan akıyordu. Piercingli adamın yanındaki kırmızı saçlı adam, öne doğru çıktığında kızlar arkalarındaydı. Dinçer ilk önce adamın elindeki bıçağa, daha sonra ona baktı.

Elinde bıçak sallayan adam, bıçağı Dinçer'e doğru savurduğunda kendimi engelleyemeden ağzımdan bir çığlık kaçtı. Dinçer bıçak darbesinden kolaylıkla kurtulup, dudağını koparmak ister gibi öyle büyük bir sertlikle ısırdı ki, dudağı kopacak sandım. Elinde bıçak sallamaya devam eden iri kıyıma, "Seni sikerim," dedi kaya gibi bir sesle, sesinde bunu yapacağına dair kesinlikler vardı. "Bu siktiğimin yerinden ölünü arkandaki köpekler çıkarır ve ben emin ol, bu konuda hayvanseverlik yapmam ve onlara acımam."

Bıçağı sallamaya devam eden pislik, saniyelik arkasını döndü ve arkadaşlarına baktı. Kızlar, kana susamış birer hayvan gibi gözlerini bana dikmişlerdi ve ellerindeki bıçaktan, herkeste vardı. İçlerinden biri alev desenindeki o bıçağı bana doğru kaldırdı ve boynumu işaret etti.

Bu sırada diğer grup üyeleri, Dinçer'e bıçak sallayan adamın gözlerine baktı ve o adam, Dinçer'e hedeflediği bıçağı aniden bana fırlattı.

İdam ipinde sallanan ruhumun ayağının altındaki sandalye çekiliyordu ki, kurtarıcı bir ölüm meleğinin parmak ucu bunu durdurdu. Dinçer Akay Alkor, bıçağı havada yakaladığı gibi adamın bacağına tıpkı bir ok fırlatır gibi bıçağı fırlattı ve bıçak saniyeler sonra, adamın bacağının içinde, damarlarını parçalamıştı. "Ona zarar vermeye çalışırsanız, soyunuzu kuruturum sizin!" diye kükredi ve önüne ilk çıkan kişinin suratına sert bir yumruk patlattı. "Beni duydunuz mu?" diye haykırdı erkeksi sesiyle. "Ona dokunanın sonu ölüm."

Dinçer,

Sen nasıl bir adamsın?

"Sen..." dedi kırmızı saçlı adam titreyen bir sesle. "Nasıl?"

Dinçer, Redfire grubuna yeni kişiler de gelmeye başladığını fark etti ve ter damlacıkları oluşmaya başlayan alnını kolunun tersiyle sildi. "Mesleki deformasyon."

Bu sırada Alkan'a içlerinden biri tekme attı ve bu tekmeyle Alkan sinirle homurdandı. "Uğraştırmayın amına koyayım ya," deyip, diğer tekmeyi eliyle tutu ve adamın bacağını kendine doğru çekti, bar tezgahına çarptırdı ve bacağı ikiye ayrılır gibi bir ses çıktı. Bu iğrençti. Alkan'ın yaraladığı adam acıyla haykırmaya başlayınca, grup üyeleri sinirden renk değiştirmişti resmen.

Dinçer'in bıçakladığı adam, yerde bacağından kanlar süzülürken, hâlâ Dinçer'e sövüyordu. Dinçer edilen küfürlere karşılıksız kalacak sandım çünkü bana doğru geliyordu ki, aniden arkasını döndü ve adamın bıçak saplanan bacağına kuvvetli bir tekme indirdi. "Çok konuşma o bıçağı ağzına sokar bu sefer de ağzından kan kustururum seni."

Adamın bacağından kanlar öyle çok fışkırdı ki, attığı acı dolu çığlık gibi kanlar da arkadaşlarının üzerine sıçradı. Alkan şok olmuş gözlerle bana döndüğünde, "Si..." dedi ve daha cümlesinin devamını getiremeden arkasından biri onu tutuğu gibi çekti. Elim koruma iç güdüsüyle ileri atılırken, "Alkan!" diye bağırdım fakat kızlardan birinin eli aniden boynuma dolandı. Boğazımı sıkmaya başladığında, diğer eli de ağzıma kapandı ve öksürmeme dahi izin vermedi.

Sağ elimi arkaya doğru attım ve kızın uzun saçlarını avucumun içine ustalıkla dolayıp, kafamla çenesine baskı uyguladım ve beklemediği bir anda çenesine kafa attım. Kız yere düştüğünde, diğer arkadaşı tarafından elime beklenmedik bir darbe yedim.

Elim kanıyordu.

Dişlerimi öfkeyle sıktığımda, Dinçer'in üzerine dört tane adamın yürüdüğünü ve bu yüzden beni fark etmediğini gördüm. Boynumu kıtlatıp, önümdeki mavi gözlü mavi saçlı kıza zehirli bir akrep gibi döndüm. Bana geri çekilmeyeceğini bildiren bir bakış attı. "Sevgiline söyle geri çekilsin, kızıl kafa."

Kıza dönüp o benim sevgilim değil demedim, aksine içimden bir ses öyle düşünmesini istedi, tedirgin bakışlarım yenilmez komisere düştü, üzerine iki kişi atıldığında ikisinin de kafalarını birbirine çarptırıp, arkalarındaki adamın kafasına tekme attı ve arkadaşları da birbirine çarptırdı, ardından diğer gelen sarı saçlı ve zayıf bir adam çekilecekken, Dinçer cıkcıkladı. "Bu kadar kolay yemler olamazsınız," dedi inanamazken. Sarışın adam geri geri adımladı. Dinçer'in ürkütücü sırıtışı yüzünden ayrılmazken, "Taşşak geçiyorum," dedi ifadesi sertleştiğinde. "Elbette kolay yemlersiniz."

Ve bu, sarışın adamın burnunu kırıp ona kafa atmadan beş saniye öncediği şeylerdi.

Ona baktım. Alkor'a baktım. O yenilmezdi.

O asla yenilmezdi.

Önümdeki mavi saçlı kıza baktım. "Ona bir bak," dedim Dinçer'i işaret ederek. "Sence yenilebilir mi? Sence sizin gibi ucubeler, ne olduğu belli olmayan birkaç insan topluluğu, onu yenebilir mi?" Kızın bakışları sertti ama göz bebeğinin içindeki endişe göz ardı edilemeyecek derecede belliydi. Bakışları Dinçer'deyken, savunmasız bir andaydı ve bunu kullanarak, sağ elindeki bıçağı aldım. Ne yaptığımın bilincinde miydim, kesinlikle değildim. Bunu anın getirdiği adrenaline yükleyebilirdim. Ona yapacağım her şeyi buna yükleyebilirdim, değil mi?

Bıçağı kaptığım gibi daha hareket edemeden, sol elini çizdim ve bu onun dikkatini dağıttı. "Doğu!" diye seslendim, daha yeni gelen Doğu'ya baktım. Elindeki ıstakayla ensemde hissettiğim nefesin sahibinin kafasına ıstakayla sertçe vurdu. "Analarına sövmek için can attığım ama günahsız kadınların günahına girmemek için sustuğumun çocukları," dedi sinirle.

"İki saattir neredesin?" diye haykırdım. Mavi saçlı kız Doğu'ya yumruk atmak için elini kaldıracakken, Doğu geriye çekildi. "Asla bir kadına elimi kaldırmam, uzaklaş," dedi hırıltıyla, kızın Doğu'ya kaldırdığı elini büküp onu ileriye ittiğimdeyse dizlerinin üzerine düşmüş olması beni üzmedi.

Hak ettiği buydu.

Kızın elini kanatmamın sebebi buydu. Arkadaşına yardım edemezdi çünkü sağ elini doğru düzgün kullanamıyordu. Elime sol eliyle çizik atmıştı, kız solaktı ve benim bıçağı sürttüğüm eli de sol eliydi.

Kıvanç yerden öyle büyük bir kinle kalkıp, Dinçer'e doğru yürüdü ki kolum istemsizce Doğu'ya tutundu. "Doğu," diye fısıldadım sesim içime kaçarken. Doğu neden ona seslendiğimi anlamadı, veya yanlış anladı. "Güzelim," dedi elimi kavrarken. "Eline ne oldu?"

"Hiçbir şey," dedim aceleyle, Kıvanç ve Dinçer arasında yaşanacak şeyler bu barı ayağa kaldırırdı. Olmamalıydı. Neden ikisi de yüzyüze gelmemeliymiş gibi hissediyordum?

"Hazan eline ne oldu?" diye diretti Doğu ama daha Doğu ne olduğunu anlamadan, Kıvanç'ın yerdeki ıstakayı alıp, Dinçer'in sırtına doğru kaldırdığını gördüm. O an nasıl yaptım anlamadım, elim ayağım kolum benim değildi sanki.

Bir savaşçı var oldu zarımda, nefretiyse şimdi tüm zırhımda.

Kıvanç'ın uzun boyunun bana yardım etmeyeceğinin farkına vardığım an, bar taburelerinin üzerine zıpladım ve ıstaka, Dinçer'in sırtıyla buluşacakken, "Komiser!" diye seslendim ve ıstakanın ucunu tuttum, Kıvanç'ın sırtına tüm geçmişimi, tüm acılarımın acısını çıkarırcasına vurdum. Bir kereyle yetinmedim, bağırdım, bir kere daha vurdum ve bir kere daha vurdum. "Zarar veremezsin," diye bağırdım. "Değer verdiğim bir insana daha zarar veremezsin!"

Kıvanç neye uğradını şaşırmış bir şekilde acıyla inlediğinde, bu sefer gözlerinde acı yer alan ben değildim. Dinçer önündeki adamın kafasını bar tezgahına vurup, içkilerle birlikte adamın kafasını tezgahın sonuna kadar sürtüp yere ittiğinde, şokla bana döndü ve yerdeki Kıvanç'a baktı. "Gül Ahkeri," dedi soluduğu şaşkınlıkla. "Bana değer mi veriyorsun?"

"Sokturtma birader şimdi değerine ya!" dedi bir ses, bu ses Oflaz'a aitti ve Oflaz bar tezgahının üzerindeydi. "Şimdi bir polise pek de yakışmayan birtakım hareketler yapacağım ama inanın..." dedi ve birbirine girmiş Redfire'a baktı. "...Umrumda değil." Bakışlarım yeniden bara döndüğünde, kalabalığın içinden biri üzerime devriliyordu ki Oflaz beni geriye çekerek bunu önledi.

Kıvanç, kan olmuş yüzünü önemsemeden yerden destek alarak doğruldu. "Dora, ona değer mi veriyorsun?"

Yıllar sonra onun ağzımdan ismini duymak bir an öyle yaktı ki içimi, bu kalabalık içinde bir başımaydım şu an sanki. Dora. Ben bu ismimin varlığından bile habersizdim artık. Kıvanç, o günkü gibi hayal olarak değil, tam da karşımda durarak, bana öyle bir baktı ki acıyla, adımlarım geriledi. Adımlarım öyle geriledi ki geçmişe gitti.

Dinçer sinirle gülmeye başladığında, elindeki adamı bıraktı, sinirden gülüyordu, sinirden o kadar çok gülüyordu ki bu çok korkutucuydu ama aynı zamanda çekiciydi de. Dudağının kenarından akan kan, çenesine titrek bir damla gibi süzülürken, "Ona bakma," dedi erkeksi sesiyle Kıvanç'a. "Sana ne kime değer verdiğinden vermediğinden, sana vermiyor diye mi bu lafların ceremesi?"

Dinçer, Kıvanç'ın üzerine yürürken, buradaki her adamı dövmesi benim için sıkıntı değildi ama Kıvanç'la kavga etmelerini istemiyordum. Ben daha onunla yüzleşecektim ve Dinçer'le kavga ederlerse, Kıvanç buradan sağ çıkamazdı.

"Bana değer verip vermediğini nereden biliyorsun?" diye sordu Kıvanç sinirle burnundan soluyarak. Çok sık nefes alıyordu. İstemiyordum. Bu anı görmek istemiyordum. Kıvanç'ın yakınında olmak bile beni o kadar germesine rağmen, aralarına girdim ve Dinçer'i ileriye doğru çekmeye çalıştım. "Dora bana cevap ver," dedi Kıvanç sertçe.

Dinçer, onu itmeye çalışmama fırsat vermeden benden kurtuldu. "Bak Hazan'a bir daha emir ver, emrini de seni de yedi ceddini de bir si-"

"Dinçer," diyerek onu kestim, etrafımızdaki kırık şişe parçalarından birine basıyordum az daha. "Bırak, uğraşma ne olur." Lütfen Kıvanç eski sevgili olduğumuzu söylemesin diye içimden dua etmeye başladım. Bunun yeri burası değildi.

"Dora," dedi Kıvanç yeniden ısrarla. "Ona değer mi veriyorsun?"

Dinçer sinirle dişlerini gıcırdattı. "Bana değer verip vermediğini neden bu kadar kurcalıyorsun hırt?"

İki kişi arasındaydım şimdi.

İki erkek.

Tek fark, biri adamdı.

Diğeriyse bu kelimeye çokça uzaktı.

Dinçer bana öylece baktı. Kehribar hareleri hızlıca hareket ederken, bana öylece bakmaya devam etti. Ona gideceğimi mi düşünmüştü? Dinçer Akay Alkor, neden bu kadar endişeli bakıyordu? Neden benden bir cevap istiyordu? Gözleri, ah o gözleri... Neden bana öyle yanıt istercesine haykırırdı ki?

"Dora," dedi Kıvanç dehşetle. "Nasıl cevap vermezsin bana?"

"Değer veriyorum..." dedim aniden, ikisinin de bakışlarındaki zehir yayılırken, bakışlarım Kıvanç'taydı. Kıvanç, ona bakmama karşılık, şaşkınla gülümseyecekti ki başımı hızlı bir manevrayla Dinçer'e çevirdim. ..."Ona."

Kıvanç'ın yüzünün aldığı şekli görmedim çünkü arkadaşlarının biri tarafından geriye çekildi. Dinçer şimdi gözlerimde bir ev kuruyordu. Bir yurt ya da, ne denilirse. Kalınacak bir yuva. Oradaydı, gitmeyecek gibi bakıyordu. Öyle baktı ki o an, yüzündeki sırıtmayı gizlemeye çalışmasını bile zar zor fark edebildim. "Gül Ahkeri," dedi, ona yaklaşan birine kim olduğuna bakmadan tekme savurdu ve hiçbir şey olmamış gibi bana ilerledi. "Beni," dedi üzerine basıp. "Hangi kefeye koyuyorsun?"

"Biri var arkanda!" diye bağırdım ve ayaklarımın yönünü başka yere çevirdim. Buna cevap vermeye hazır değildim. Ben ne dediğimin bile farkında değildim?

"Kaçma," dedi bağırarak. "Söyledin az önce bir şeyler."

"Demedim ben öyle şeyler!" diye söylendim Dinçer'e, Dinçer adamlardan birini pataklarken, adamı bırakıp bana döndü. "Sahtekârlık yapma, duydum bir kere."

Adamlardan birinin eli saçıma uzandığı sırada, geriye kaçarken, "Demedim sen yanlış duydun!" deyip geriye adımladım. Dinçer hırlayarak adamın bana uzanan elini kırdı ve sinirle hırladı. "Şu kıza dokunmayın diyorum anasını satayım!" diye haykırdı. "Dokunmayın ulan çok mu zor?"

Adamın elini gerçekten kırdı.

İnsanlar, kim olduğunu umursamadan birbirleriyle kavga ediyorlardı ve bu gerçekten o kadar tuhaf görünüyordu ki şaşkınlıkla ağzım açıldı. Bar tabureleri kırılmaya başladığında, ortalık daha da kızışmıştı. Herkes yüksek ihtimalle sarhoştu ve şu an yaptıkları şeyleri yarın sabah hatırlamayacaklardı.

Bulunduğumuz kata, kavga meraklısı insanlar daha da doluşmaya başladığında ortalık ana baba gününe dönmüş hâldeydi. Herkes birbirine vuruyor ya da tekmeler savuruyordu. Müzik sesinden dolayı bana seslenen Alkan'ı duyamıyordum. Oflaz, Doğu'yla birlikte aldığı ıstakalardan birkaçını ilerimizdeki Alkan'a fırlattı. "Alkan tut şunları kardeşim," dedi, gözleri sürekli bar tezgahının arkasına bıraktığı Bade ve Toprak'taydı. Ve Dinçer tam olarak beş tane adamla dövüşüyordu. Biri arkamdan beni dürtünce, refleks olarak sırtımdaki eli büktüğümde, o elin sahibinin az önceki kızların arkadaşlarından birine ait olduğunu gördüm. "Sıktınız ama siz," diye tısladım ve büktüğüm bileğini sırtına doğru yapıştırıp, onu kırmızı saçlı arkadaşına ittim. Kırmızı saçlı kız bar tezgahındaki içkilere uzandığında, Oflaz hızlıca kızı diğer arkadaşına doğru itti ve "Bunlar benim," diye kızdı, ardından elindeki kaç bin lira olduğunu bile tahmin edemediğim içki şişelerinden birkaçını elime sıkıştırıp, tezgahın üzerinden Dinçer'in arkasındaki bir adamın sırtına atlayıp, şişeyi kafasında patlattı.

Dinçer üzerine sıçrayan alkolle birlikte, "Ne oluyor lan!" diye bağırdığında dikkati dağıldı ve sağındaki adamdan yüzüne bir yumruk yedi. Bu sırada Dinçer'e baktığım için benim de kafam tezgaha çarptırılmıştı. İlk birkaç saniye gözlerimin karardığını hissettim ve gözümün önüne siyah bir perde indi sanki. Algılarım kapanmış gibiydi ve gözlerim yarı açık yarı kapalıydı. Kırmızı saçlı kızın sarışın arkadaşı korkuyla nabzımı ölçtüğünde, "Öldü mü acaba?" diye sordu yanındaki bir diğer arkadaşı. Sarışın kız nabzımı ölçüp, derin bir nefes aldı. "Yaşıyor."

"O yaşıyor ama siz şimdi naneyi yediniz!"

Nabzımı ölçen kız, üzerimden bir kuvvet tarafından çekilirken, gözlerimi tamamen aralamaya çalıştım ama başım o kadar sızlıyordu ki! Sadece tanıdık bir sesin, kızların ikisinin de suratına tokat attığını gördüm. Bade'ydi. Bu kız Bade'ydi. Bade, Oflaz'a bağırdı ve Oflaz'ın ona uzaktan fırlattığı içki şişelerini nasıl tuttuğunu anlayamadığım bir şekilde, havada yakalayıp kızların kafasına öyle büyük bir şiddetle geçirdi ki istemsizce gözlerim aralandı. "Benim. Kız kardeşime, öyle mi?" diye sordu üzerine basa basa. "Ona zarar vermeye çalıştınız öyle mi sizi küçük akılsız zirzoplar?" Arkasına yaklaşan kızı tuttuğu gibi başka birinin üzerine sinirle itti. "Def ol git sende şuradan, zaten başım ağrıyor. Bir de sizi mi pataklayacağım?"

Kızları bırakıp bana atıldığında, önüme gelip görüşümü engelleyen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Hazan ne oldu hiçbir fikrim yok, sormayacağım ve tek umudum buradan tek parça çıkmak ve kızım...! Şu barın hâline bak!" diye konuştu dehşet içinde. Kolları bana uzanırken, beklediğim destek buymuş gibi ayaklandım. "Anlatacağım," dedim ben de onun gibi dehşet içindeyken. "Sen iyi misin? Toprak nerede?" diye sordum endişeyle, onu kollarımın arasına çekip saçlarını öptüm. "Bana iyi olduğunu söyle lütfen."

"İyiyim ben neden bayıldım bilmiyorum sadece başım sızlıyor," dedi şaşkınlıkla. "Asıl sen iyi misin?"

"İyiyim," dedim zorlukla, parmaklarım şakaklarıma gitti. Başım fena zonkluyordu. "Toprak nerede?"

Bade olumsuzca başını sallayıp, arkamı işaret edince, çatık kaşlarımla arkaya döndüm. Toprak da ayaklanmıştı ve gördüğüm görüntü o kadar şoke ediciydi ki hayretle geriye adımladım. Toprak, üzerine gelen herkesin kafasını boynuna doğru götürüyordu ve kokuyu alan insanlar patır patır yere devriliyorlardı. "Toprak!" diye bağırdım, Toprak'ın kalabalık içinde cirit atan bakışları benimle buluşunca heyecanla bağırdı. "Hazan, nasılım? Şekil miyim?"

"Faça!" diye bağırdım, arkasından ona yaklaşan adamı işaret ettim. "İndir onu."

"Hazan gitgide kekolaşmaya başlıyorsun," sesi Dinçer'e aitti. "Faça ne? Ne façası? Umarım fıçı demişsindir de ben sağır olduğum için yanlış duymuşumdur."

Alkan, Oflaz'la kavga eden adamın ensesine Toprak'tan destek alarak vurdu. "Kekomançiliğinden rahatsızsan, kapı orada."

"Kimin barından kimi kovuyorsun?"

"Ne?" Alkan, Doğu ve benim aynı anda söylediğimiz tek şey buydu. Kırılan içki şişe seslerine zihnimdeki birkaç düşüncenin de çığlığı eklendi. Şimdi kırılan şişe parçaları kadar karışıktı zihnim. Ve her birer parça, düşündükçe düşüncelerimi acıtıyordu.

Bar onun.

"Lan en baştan söyleseydin ya!" diye söylendi Doğu, eline bir şişe daha aldı ve ıstakayı ona doğru gelen ve Redfire'la alakası olmadığına emin olduğum bir adamın kalçasına vurdu. Şişeyi de Alkan'ın uğraştığı iki kişiden birinin sırtına fırlattı. "Bende parası bizden çıkar diye kırmıyordum şişeleri."

Dinçer yumrukların arasından, "Parası yine sizden çıkacak Doğu," dediği an, Doğu da Alkan da şişe fırlatmayı kestiler. Ben ise ne diyeceğimi bilemiyordum. Dinçer, durmalarına karşılık, "Kırın amına koyayım," dedi keskin bir sesle. "Hem şişeleri, hem bunların kafasını."

"Gerçekten böyle bir anda bile bunu mu konuşuyorsunuz?" diye sordu Bade, ona çarpan bir adama homurdandı ve şişelerden birini de adama fırlattı. Adam, kafasına şişe atılmamış ve parçalanmamış gibi yürümeye başladığında, Bade korkuyla fısıldadı. "Euzubillahimineşşeytanirracim."

"Bar olayını duymamış gibi yapacağım," diye homurdandım şaşkınlıkla, zaten nasıl anlamamış olabilirdim ki? Alkan ve Oflaz tezgahın üzerindeki içkilerin hepsini beşer beşer kollarına sıkıştırdı ve Alkan, Dinçer'e yaklaşan bir adamın kafasına fırlattı bir şişeyi. Ama bunu yaparken, kimseye görünmemişti. Dinçer arkasını döndüğündeyse, başını başka yere çevirdi çünkü bunu kendisi yapmış gibi görünmek istemedi.

"Arka kapıdan çıkalım daha fazla insanlarla sevişemeyeceğim!" diye bağırdı Toprak, bize. Doğu tiksintiyle Toprak'a döndüğünde, Dinçer dayanamıyorum der gibi gözlerini kapattı. "Kimle seviştin Toprak?" diye sordu sabır diler gibi. Toprak, boynuna birini daha götürdü ama adam bayılmayınca kafasını biraz daha boynuna bastırdı. "İşte bununla!" dedi Toprak adamı tiksintiyle iterek. "Sizin için bedenimi kullanıyorum," diye söylendi. "Para bile almıyorum!"

Fırlatılan şişelerden biri kafama gelirken, Bade beni aşağı çekti ve ikimiz de dizlerimizin üzerine kapaklandık. "Filmlerdeki gibi bir kavga değil bu," dedi Bade sinirle. "Şu an burayı polislerin basması lazım ve bizim de topuklamamız lazımdı!"

"Biz polis değil miyiz?" diye sordu Oflaz şaşkınca.

"Sence öyle misiniz?" diye cevapladı Bade küçümseyerek. "Ne kadar da kavga çıkarılmasını önleyen iki tane polis..."

"Ayıp ediyorsun şu an, içeceğine hap gibi bir şey attıklarını biliyor muydun?"

Bade şokla gözlerini belerttiğinde, bana döndü. "Özür dilerim bu bir film sahnesiymiş gerçekten de," diye alay etti. "Nuri Alço filmleri... "deyip Oflaz'a döndü. "İçeceğe hap atma olayları eskide kaldı... Uyuşturucudur o, hap olsa duramazsın."

"Bade!" diye çıkıştım, kafasını eğerek. "Söyleme öyle."

Bardaki müzik sesi aniden kesildiğinde, "Polis, kaldır elleri!" Sesi, üst kata tıpkı birer bomba gibi düştü ve birbiriyle dalaşan herkes aniden dona kaldı. Şokla Bade'ye döndüğümde, "Şaka?" diye sordum ama Bade'nin de benden farkı yoktu. "Evrene inanıyorum artık," dedi dehşetle. "Keşke Zara'nın indirime girmesini dileseydim."

Dinçer, bacağından bıçakladığı adama baktı ama bulamadı. Gözleri bana ilişince, eliyle arka tarafı gösterdi. Herkes susmuş, çoğu kişi de dona kalmıştı.

"Oğlum üç dört yıl önce donma akımı vardı da geri mi geldi?" diye sordu Alkan, polisleri henüz görmemişti. Ve elindeki şişeyi ileriye fırlattı. Şişe, polislerden birine denk geldiğinde, Alkan bar tezgahının üzerinde tıpkı az önce bahsettiği akım gibi dona kaldı ve bakışları polisler arasında gidip geldi. "Ha siktir."

Polisler bize doğru koşmaya başladıklarında, Bade'yi kendime doğru çektim ve Oflaz'a el işareti yaptım. Oflaz, kolundaki tüm şişeleri yere fırlattığında, gelmeleri zorlaşacaktı. En azından otuz saniye kazanmıştık. "Alkan, Doğu, Toprak!" Bade arkasına döndüğünde panikle koşmaya başladı. "Arka tarafa!"

Toprak başını sallayıp, bar tezgahının hemen solundaki kapıyı çekti ve hepimiz koşmaya başladık. Açık kapıdan sırayla içeri girdiğimizde Oflaz, önündeki adamı gelen polislerden birinin üzerine itti ve dudağını ısırdı. "Kusura bakma meslektaşım," dedi, başını iki yana sallayıp. Polisler, "Durun!" diye haykırsa da Oflaz kapıyı suratlarına kapattı ve kilitledi. Kapı zorlanıyordu, açmaya çalışıyorlardı ve hatta kıracak gibi vuruyorlardı.

Şimdi uzun dar bir koridordaydık ve sonu bile net görünemeyecek kadar karanlıktı. Adrenalin damarlarımda kol gezerken nefes nefeseydim ve elimi kenetlemiştim, bir de akan kanı görüp tedirgin olmalarını istemiyordum. "Hiçbir şey göremiyorum," dedi Toprak fısıltıyla. "Siz beni görebiliyor musunuz?"

"Hayır ama kokundan anlayabiliyoruz, Toprak," dedi Bade hızlı adımlarla ilerlerken. "Ve lütfen hızlı yürür müsün? Senin yüzünden yakalanacağız şimdi."

Dinçer, karanlıkta bile üzerime bir gölge gibi devrilirken derin bir nefes aldım. Onunla konuşmaya hazır hissetmiyordum. Koridor bitiminde, Oflaz kapıyı bir iki kere zorlayıp açtı ve sonunda, dışardaydık.

"Çok şükür," diye fısıldadım, temiz havayı içime çektim. Herkes seri adımlarla dışarı çıkar çıkmaz, derin soluklar alırken, sokak karanlığın içini bölüyorcasına ışığını bize doğru yönlendiriyordu. Alkan, yüzündeki şok ifadesini silemeden, "Oğlum," dedi nefes nefese. "Bu gece halis mi?"

Toprak, gözlerini yukarıya doğru kaydırıp, Bade'ye yaslandı. "Yüce Rabbimin bize gösterdiği ufak bir VTR kardeşim sadece."

"Arabam şurada," dedi Oflaz gerginlikle. "İlerleyelim."

Saçlarını karıştıran Doğu'nun saçlarından birkaç cam parçası döküldüğünde, "Polislere düzgün bir açıklama yapmak, kaçmaktan daha mantıklı geliyor perileri geldi bana," dedi Dinçer'e dönüp. "Niye kaçtık?"

"Barın anasını bellediğimiz için olabilir mi yürüyen zeke fanusu?" diye homurdandı Dinçer. "Ayrıca birini bıçakladım, hem de bar sahibi olarak. Ufak bir hatırlatma."

Oflaz dehşetle Dinçer'e döndü. "Bunu nasıl bu kadar rahat söyleyebilirsin?" dedi sahte bir acıyla.

Dinçer daha konuşmadan, Bade elini şıklattı. "Mesleki deformasyon."

Dinçer, Bade'ye göz kırptı. "Aynen öyle."

Alkan, saklanamaz bir endişeyle Bade'ye baktı. "Siz ikiniz," dedi , Toprak'a değdi gözleri. "Nasıl ayaktasınız? İçeceklerinize ne attılar onu bile bilmiyoruz."

"Ben gelmeden önce içmiştim o yüzden sızdım," dedi sakinlikle. "İçeceğimden bir yudum bile almamıştım."

Alkan kaşlarını çattı. "Yani sadece Bade'ye mi atıldı, atılan şey her neyse?"

"Sanırım," diye cevapladı Dinçer. "Burada kimse bizi göremez arka sokak olduğu için ama yine de riske girmeyelim gidelim," dedi etrafı kolaçan ederken. "Bade'ye, yolda bir eczaneye uğrar, uyuşturucu testi alırız, ne olur ne olmaz sana da alalım Toprak," dedi. Bade, zorlukla yutkunduğunda, onu kollarımın arasına çektim. "Endişelenme," dedi Dinçer, Bade'ye güven vermek ister gibi. "Uyuşturucu verselerdi bayılmazdın, yüksek ihtimalle göz korkutmak amacıyla kısa süreli uyku ilacı attılar." Bunu söylerken bana baktı, onu bozmadım. Uyuşturucu da olabilirdi ama bunu dillendirip, kimseyi korkutmaya gerek yoktu.

"Endişelenmiyorum," diye konuştu Bade. "İyiyim, kötü de hissetmiyorum. Dediğiniz gibiyse basit bir test yaparım evde. Kötü olursam da sizi ararım."

Alkan, dilini ağzının içinde yuvarladı ve Dinçer'e bakmadan konuştu. "Uyuşturucu gibi bir şey olmadığından eminsiniz değil mi?"diye sordu, Bade'yi kollarının arasına çekti. Başını okşadı. Genzimi temizleyerek, "Emin değilim ama Cemal'in odasında bulduğum uyuşturucuya benzer şeye benzeyen bir kokusu vardı içeceğe attıkları şeyin. Paniklemeyelim, koku çok yoğun değildi, belki de az attılar ve bu yüzden etkisini o kadar göstermedi. Ya da aynı kokuya sahip bir ilaçtır."

Kollarımı ani esen yele karşı vücuduma sardığımda, Dinçer'in kulağımın dibindeki sesini işittim. "Üşüdün mü?"

Gecenin zifirisi, siyah bir perde gibi çekilirken, gökyüzündeki yıldızlar azdı. Sayısı sanki bizim kadardı. Yansımamızdı. Göz ucuyla ona bakıp, "Hayır," diye yalan söyledim.

Oflaz'ın arabasına doğru sessizce ilerlerken, polislerden ses seda yoktu. Polislerin böyle bir sokaktan haberlerinin bile olup olmadığından şüpheliydim. Öyle ıssızdı ki. Oflaz, arabanın kilitini açtığında, "Narkotiğe gönderdim kapsülü zaten, dünden beri uğraşıyorlar, yarına kadar öğrenip söylemiş olurlar. Sadece kafa yapan bir ağrı kesici bile olabilir yani," dedi, Bade'ye güven vermek için gözlerini usulca kapatıp açtı. "İçin rahat olsun, sıkıntılı bir durum olsa bir saniye bile beklemeyiz."

Bade başını sallayarak, minnetle gülümsediğinde, arka koltuğa sırayla kurulduk. "Zaten bugün bende kalacak," dedim itiraz etmesine bile izin vermeden. "Bir şey olmayacak," dedim kendimden emin bir sesle.

Bu konunun yeniden aklıma gelmesiyle, istemeden tırnaklarımı avuç içlerime batırdım. Yalan söylememin sebebi basit değildi işte. Sebebi buydu. Kurunun yanında her zaman yaş da yanardı. Bade'ye zarar gelmişti.

Ya uyanmasaydı?

Bunu düşünmek bile tüylerimi ürpertti.

Bade'yi kollarıma sararak, kendime doğru çektiğimde, Alkan'la birlikte arka koltuğa peşi sıra dizilmiş olduk, diğerlerine yer kalmayınca, Toprak başını iki yana salladı. "Asla bagaja oturmam."

Oturmuştu.

Dinçer, sürücü koltuğunun yanında, Oflaz sürücü koltuğunda, Doğu ve Toprak da bagajdalardı. Doğu, Toprak çöp konteynerine düştüğü için, üzerine Toprak'ın ölü balık kokusunun sindiğini söyleyip durmuştu. İkisi de yol boyunca mızmızlanmışlardı ve asla susmamışlardı. "Dört çocuklu bir ailenin ortanca çocuğuyum sanki..." dedi Doğu hüzünle. "Seviliyor gibi davranılan ama en çok dışlanan..."

"Kardeşim dört çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu nasıl oluyorsun anlatsana biraz?" diye konuştu Toprak, bu sırada benim parmaklarım Bade'nin uzun saçlarının arasında gidip geliyordu. Doğu öğürür gibi ses çıkardı. "Toprak ilk önce az öte kay, öyle konuşalım biraderim."

"Konuşacaksak böyle hasbihal edelim Doğu."

"Sokarım böyle hasbihale," dedi Alkan ikisine doğru hırlayarak döndüğünde, çok şükür ikisinin de ses artık gelmiyordu. Bakışlarım arabanın aynasına kayınca, ayna üzerinden gözlerimle çakışan kehribarlara denk gelmeyi beklemiyordum. Dinçer bakışlarını benden kaçırınca, bir an bocaladım ama bunu düşünmek yerine rafa kaldırdım. Hayır kaldıramadım. Neden bakışlarını kaçırmıştı?

"Neden Bade'yi seçtiler?" diye ortaya bir soru attı Toprak, konuyu değiştirerek. "Hoş geldiniz hediyesi diyen yavşağın suratına bir tane patlattığını gördüm Dinçer," dedi gurur dolu bir sesle. "İşte benim adamım."

"Bilmiyorum," dedi Dinçer, bu kelime ona yakışmıyordu. "Redfire neden bir anda ortaya çıktı ve çıkar çıkmaz bize saldırdı onu da bilmiyorum, öğreneceğim."

"Bu gerzekler antin kuntin sikko bir gruba neden senin barının adını vermişler?" Bu soru Alkan'a aitti.

Dinçer'in düşündüğünü görür gibi oldum. "Bilmiyorum, ben buranın tapusunu aldığımda da ismi Redfire'dı. Değiştirmekle uğraşmadım. Bu ismi değiştirmek için çok kez bara geldiler, her seferinde farklı bir grupla, ama değiştirmedim. Bir şeyler döndürdüklerini biliyordum çünkü," dedi, sesi toprak olup yüksek dağlardan kaydı ve oluşan heyelanın kurbanları, biz değildik. Dinçer devam etti. "O günden beri arada uğrar giderler, uyuşturucu işinden hep şüphelenirdim, zaten burada bir şeyler döndüğü için aldım tapuyu üstüme. Karakol ilgileniyordu bizzat."

"Neden tutuklamadınız onları o zaman?" diye sordu Alkan.

"Çünkü elimizde net bir kanıtımız yoktu, içeceği delil olarak göstersek bile yetersiz bulacaklardır çünkü barın mutfak kısmında kamera yok. Orada atılmış olmalı, garson çocuğu çevirip, atma ihtimali sıfır bile değil."

"Bağımlılık durumu... Yok değil mi?" diye sordum kısık bir sesle, Bade sessizdi, Oflaz'la bakışlarımız arabanın aynasından kesişirken, "Dozu fazla olsaydı belki ama öyle olsa ayaklanamazdı bile," dedi, öyle olmasını umuyor gibiydi daha çok. "Öyle bir durum söz konusu değil."

Yol devam ederken Alkan, "Buraya neden geldiğimizi bile konuşmadık," dedi ciddi bir şekilde. "Dünkü olay ne oldu?" Yüzünü sıvazladı. Çenesinde ufak, kurumuş bir kan lekesi vardı. Bakışlarım yaraya kayınca, "İyi misin?" diye fısıldadım, bakışları usulca bana dönerken, başını küçük bir çocuk gibi omzuma yasladı ve "Siz iyiyseniz, iyiyim," diye fısıldadı.

Aramızdaki buzların bu hareketiyle tamamen eridiğine kanaat getirip, ben de başımı onun başına yasladım ve konuşan Oflaz'ı dinlemeye başladım. Fakat Dinçer'in aynanın üzerine yapışan bakışları dikkatimi dağıtırken bu zordu.

"Şöyle," diyerek karanlığı parçalayan bir ses tonuyla konuştu Oflaz. "Bizim arkadaşlara aldırdığımız limuzinin plakasını sorgulattık. SaltCastle adlı bir plak şirketine ait araba. Hatta Cemal'in konuştuğu adamı da sorgulattık, adı Sinan Koyu. Ama adamın gerçek adı olduğunu düşünmüyoruz. Hat, yani Sinan Koyu'nun cep telefonunun gps'i de az önce bahsettiğim şirkette görünüyor. Ama hattın gerçek sahibi kim bilmiyoruz. Kaçan adamların kimliklerine henüz erişemedik, elimizdekileri konuşturursak buna gerek kalmadan öğrenmiş olacağız zaten." Derin bir nefes alıp arabayı sola kırdı. "Sorgularına dün giremedik, sabah da birkaç sorunlu mahkumlarla uğraştık. Sizinle konuşup öyle sorguya girecektik ama... Malum," dedi sıkıntıyla. "Artık yarına kaldı, ne var ne yok yarın ortaya çıkacak."

"Plak şirketi göstermelik mi? Yoksa gerçekten ünlülerle çalışıyorlar mı?" Bu soru Bade'ye aitti.

Dinçer, bakışları bizde değilken konuştu. "Hayır, gerçekten de tanınan bir şirket. Çok fazla adı bilinen ünlüyle işbirliği içindeler. Şu anlık plak şirketiyle pek bir alakamız yok ama adamlardan biri şirkette çalışıyor ki şirketin arabasını almış, ya da birileri...Bilmiyorum, yarın avanakları konuşturduktan sonra şirkete girmesi için birkaç kişi ayarlayabilirim."

"Bir iki evrak işiyle beni sokabilirsiniz bence Dinçer," dedi Toprak. "Evde oturmaktan sıkıldım."

Oflaz başını hızlıca iki yana salladı. "O sesinle şarkı söylersen, şirketi kapatırlar kardeşim."

"Beni hep kardeşim diyenler vurdu götelek Oflaz, deme bana kardeşim falan, güvenim sıfır sana," dedi bagajda dönüp dururken. "Ayrıca ben şarkı kısmıyla değil, şirkette neler döndüğü kısmıyla ilgileneceğim."

"Mesleğin ne ki?" diye sordu Bade, esnemeye başlamıştı.

"Futbol antrenörüyüm," dedi Toprak. "Takım birkaç haftalık tatilde, ben de evdeyim işte."

"Hadi lan oradan," dedi Doğu hayretle. "Futbol antrenörü müsün?"

"Vallahi."

"Bir ortak noktanız daha...Bence evlenin siz ya," dedi Dinçer alayla, fakat ikisi de bu fikre olumlu bakar gibi gülüştüler. "Oğlum," dedi Doğu sıcak bir sesle. "Liseden beri oynuyorum ben farklı kulüplerde."

"Artık benim kulüptesin, kimle anlaşma yaptıysan bozarsan sevinirim biraderim."

"Şaşırdım lan," diye kendi kendine konuştu Doğu, daha sonra yol bitene kadar konuştular. Dürüst olmak gerekirse iyi anlaşmalarına sevinmiştim çünkü bu grup daha çok karşılaşacak gibiydi.Bir ara Dinçer, Bade ve Toprak için eczaneden test alıp gelmişti ve yola kısa bir süre daha devam etmiştik.

Şimdiyse evdeydik.

Bizi bırakıp gitmişlerdi ve Bade'yi bizde kalması konusunda tehdit ettiğim için itiraz edememişti. Anahtarımı çıkarıp, kilidi açtığımda Bade'yi sessiz olması için tembihledim. "Annem uyuyordur, ses çıkarmadan odama geçelim," diye fısıldadım. "Ona yalan söylemekten sıkıldım. En iyisi hiçbir şey söylememek."

"Tamam güzelim," diye onayladı Bade beni, ceketlerimizi portmantoya astık ve parmak uçlarımızda yürüyerek, odama girdik. Işığı açacaktım ki Bade beni durdurdu. "Başım biraz ağrıyor, açmasak olur mu?" diye sordu masum masum. Başımı sallayıp, "Nasıl istersen," diye fısıldadım. "Sana temiz kıyafetler getireyim."

Bana minnetle gülümsediğini karanlıktan seçmek ne kadar zor olsa da bu yıllardır arkadaşınız olan biri için zor değildi. Dolabımdan Bade'ye uygun pijama takımı ve yeni nevresimler çıkarıp, yatağa oturdum. Bade yorgunlukla, "Teşekkür ederim," dediğinde, "Misafir odasında kalacağını düşündüm. Nerede kalmak istersin?" diye sordum, içten içe yanımda kalmasını istiyordum çünkü bu gece uyku pek uğramayacak gibiydi bana.

"Elbette yanında kalacağım," dedi omzuma vurarak. "Böyle tuhaf bir gecenin krtiğini yapmayacak mıyız?"

"Aman ne gece... Bol vurdulu kırdılı ve iğrenç bir gece."

"Öyle deme," diye kızdı. Daha sonra elimdeki pijama takımını aldı ve üzerini çıkardı. "Kıvanç'ı gördüm, halüsinasyon gördüm sandım ama gerçekten oradaydı, değil mi?" diye sordu, bu soru genzimi yakarken başımı öne eğdim. "Oradaydı," dedim titrek bir sesle. "Bana Dora dedi."

Bade aniden bana dönünce, elindeki pijamayı seri bir hareketle üzerine geçirip, ellerimi ellerinin arasına aldı ve halının üzerine oturdu. "Dinçer'le konuştular mı? Sana ne söyledi? Dinçer eski sevgili olduğunuzu biliyor mu? Alkan söyledi mi bir şey? Ya da Doğu? Ve Kıvanç neden Redfire diye bahsettiğin o grupta?" Duraksadı ve sesinin çok çıktığını fark edip, hızlıca fısıldadı. "Hazan inanamıyorum! Aklım almıyor benim. Kıvanç ne alaka? Bunların hepsi tesadüf mü Allah aşkına?"

"Bilmiyorum Bade," dedim, dolabımın kapağını açıp kendime askılı şort takımımı çıkardım, ev sıcaktı, üzerime hırka geçirmem yeterli olacaktı. Ki giymesem bile durduğum yerde yanıyor gibiydim. Giymesem de bir şey fark etmezdi.

"Kıvanç'ın şu not olayıyla bir alakası olabilir mi?" diyerek yüreğimi cayır cayır yakan, kömürleri harlayan kor bir alev attı benliğime. Bunu daha önce aklımın ucundan bir kere dahi geçirmemiştim. "Sanmıyorum," dedim titremesini engelleyemediğim sesimle. "Cemal'in odasından çıkan uyuşturucu diye düşündüğümüz tozlarla bağlantıları var, belki de Cemal'lerle uğraşınca, ucu onlara da dokundu ve kuyruk acısı yüzünden uğraşıyorlar."

"Bilmiyorum güzelim," dedi Bade başını kaşıyarak. "Mantıklı ama mantıksız da. Toprak, Dinçer'in Kıvanç'ı dövdüğünü söyledi. Bu doğru muydu?"

"Evet," dedim gergince. O anın aklıma gelmesiyle yutkundum. "Kıvanç, Dinçer'e değer verip vermediğimi sordu."

"Ne alaka?"

"Bilmiyorum."

"Sen ne dedin peki?" diye sordu.

Çalışma masamın sandalyesine gelişi güzel astığım hırkamı giyerken sessizdim ama Bade'nin benden bir cevap beklediği çok açık ve netti. Israrcı bakışlarına dayanamadım ve "Evet dedim," diye konuştum utana sıkıla, neden utanıyordum bilmiyordum ama gerçekten yanaklarımın kıpkırmızı olduğuna emindim. Konu Dinçer'ken her şeyden çekinip utanabiliyordum.

Bade'nin sırıttığını görüp, yastığı suratına fırlattım ama bu sefer suratına çarpmadan yakaladı ve sessizce kıkırdamaya başladı. "Benden bile çekiniyorsun ya pes sana!"

"Çekinmiyorum ben kimseden," dedim bıkkınlıkla. "Sadece..."

"Sadece?" diye sordu Bade de benim gibi ama bir cevap alamayınca, gözlerini devirdi. Sokak lambasının odama yansıması nedeniyle yüzünü az da olsa görebiliyordum. Damarlarımda akıp giden anılar soluklanırken, bazı anılarım da durdukları an can veriyorlardı ve bir daha hafızama uğramıyorlardı. Dinçer bende bir anı olsun istemiyordum. Anılar hep unutulurdu. Üstü örtülür, perde çekilen bir piyese dönerdi çoğu zaman.

Bana, beni hangi kefeye koyuyorsun diye sormuştu.

Bu kefedeydi işte.

"Ona değer veriyorum," dedim, Bade'nin bunu söyleyeceğimi beklemediği çok netti. Nitekim bunu irileşen gözlerinden de anlayabilmiştim. "Ona değer veriyorum ve bunu dillendirmekten çekiniyorum, ona değer vermekten değil yani," dedim hızlıca. "Kıvanç bana bunu sorduğunda, gözlerinin içine bakarak Dinçer'e değer verdiğimi söyledim."

"Peki bunu Kıvanç kendini kötü hissetsin diye mi söyledin?"

Anılar, rüzgarın beraberinde uçuşup başka hayatlara karışırken, "Eğer öyle olmasını isteseydim, şartları eşitlemek için Dinçer'i öperdim," dedim, damla damla içime işleyen acıyla. Aldatılan bir kadın olmanın en zor yanı neydi? Bunu sana kendi hemcinsinin bile isteye yapması mıydı, yoksa hayatının merkezine koyduğun adamın seni bir çöpmüşçesine ezip geçmesi miydi?

"Benim güzelim," dedi Bade elimi sıkarak. "Keşke Kıvanç gitmeden onun suratına iki tane de ben vurabilseydim."

"Bu neyi değiştirir ki?"

"Hiçbir şeyi değiştirmez ama onun o pislik suratına beş parmağımın izi çıksın isterdim. Seni yıllarca boktan ilaçlara mahkum etmesine vururdum, gözyaşlarına sebep olmasına vururdum, gençliğini, neredeyse tüm lise yıllarını yakmasına vururdum," dedi, baş parmağıyla usulca elimi okşarken.

"Ama içeceğine ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyi attı diye vurmazdın, öyle mi?" diye sordum, titrememesi için özen gösterdiğim sesimle. Bade sırıtır gibi oldu. "Önceliğim o olmazdı diyebiliriz."

"Deli," diye mırıldandım, komodinin üzerindeki ilaç poşetini aldım. "Hadi şu testi yap da uyuyalım."

Bade omuzlarını düşürdü. "Kabın dışına işersem de beni sevmeye devam eder misin?"

"Iy hayır!" dedim yüzümü buruştururken. Bade pis pis sırıtmaya başlamadan onu ayağa kaldırdım. "Hadi pis insan, gir şu tuvalete."

Bade, "Peki," diyerek kabullendiğinde, "çişim yok ve işemem için bir litre su içmem lazım. Diğer tuvalete gidiyorum ve tuvaletinizi tıkayacağım," dedi muzip bir sesle.

"Git buradan ya..."

Bade gülerek odadan çıktı, bu sırada ben de perdeleri sonuna kadar çektim ve çıkardığımız kıyafetleri katlayıp, Bade'nin yer yatağını ayarladım. Bade için misafir odasındaki yatağı odama almam lazımdı. Her geldiğinde ısrarla burada yer yatağında yatıyordu. Nevresimlerini halledip, telefonumu elime aldım ve saçımı açarken, yatağıma uzandım.

Alkan'dan gelen bir mesaj, bildirim panelime düşünce mesaja tıkladım.

Alkan Balkı : Bir sıkıntı yok, değil mi? (23.10)

Hazan Dora Kızıltan: Hayır, iyiyiz. Testi yapıyor, uyuyacağız sonra. (23.11)

Hazan Dora Kızıltan : Doğu'yla mısın? (23.12)

Alkan mesajımı anında gördü.

Alkan Balkı : Evet, birlikteyiz. Bende kalacak. (23.12)

Hazan Dora Kızıltan : Peki, dikkat edin kendinize koca bebekler. İyi geceler. (23.13)

Alkan Balkı: Tamam güzelim, iyi geceler ikinize de. (23.13)

WhatsApp'tan çıkacakken, parmaklarım istemsizce Dinçer Akay Alkor ismine gitti ve profil resmine tıkladım. Komiser, fotoğrafta birçok müzik aletinin önündeydi ve kolunu yasladığı bir elektro gitar vardı. Bakışları kamerada değildi, sadece yan profili vardı ve üzerinde siyah gömlek vardı. Siyah gömleği, kaslarını tamamen sarmıştı. Siyah beyaz bir fotoğraftı. Fotoğrafa o kadar uzun süre baktım ki, daldığım yerden gözümü ayırmam için üstten gelen mesajı görmem yetmişti.

Mesaj Dinçer'dendi.

Acaba ben mi yanlışıkla profil resmine bakarken aradım diye hemen kontrol ettim ve bunu yapmadığımı anlayıp derin bir nefes aldım. Acaba mesajına hemen bakmalı mıydım? Ya da biraz beklemeli miydim? Liseli ergenler gibi davranıyordum!

Dinçer Akay Alkor : Neden kapattın perdeni? (23.20)

Değişen kalp ritmim göğüs kafesimi tekmelemeye başladığında, aniden ayağa kalkıp perdemi çektim ve dışarı baktım. Görünürde, birkaç sokak köpeği dışında hiçbir şey yoktu. Fakat tanıdık bir araba vardı ve ben bu arabayı çok iyi tanıyordum. Burada mıydı? Ne işi vardı?

Dinçer Akay Alkor: Bakma öyle avanak avni gibi. Görebileceğin bir yerde değilim. (23.21)

Hırsla parmaklarımı ekranda gezdirdim.

Hazan Dora Kızıltan: Sensin avanak avni. Ayrıca neredesin? Beni niye dikizliyorsun bu saatte? (23.22)

Dinçer Akay Alkor: Değil mi? Yanına gelmek varken bence de uzaktan izlemek çok saçma. (23. 23.)

Hazan Dora Kızıltan : Ben ciddiyim komiser.

Hazan Dora Kızıltan: Neredesin ve neden beni izliyorsun? (23.23)

Dinçer Akay Alkor: Sendeyim.

Dinçer Akay Alkor: Ve seni izlemek istediğim için izliyorum. (23.24)

Elimi kalbimin üzerine örttüğümde, o an kalbim hiç durmayacak gibi hissediyordum. Sanki şu an biri damarımdan zehir enjekte etse de kalbim atmaya hep devam edecekmiş gibiydi. Kendim gibi hissetmiyordum. Ayarlarımla oynuyordu.

Gözlerim kapalı bir şekilde, kalbimin ritmini düzene sokmaya çalışarak derin bir nefes aldığım sırada telefonuma yeni bir bildirim düştü.

Dinçer Akay Alkor: Kaldır kafanı, karşındayım. (23.26)

Perdeyi tamamen geriye itekleyip, doğrudan karşıya baktığımda, sokak lambasının altında, üzerinde deri ceketi olan, arabasına yaslanmış ve saçları sırılsıklam olmuş birini görmeyi beklemiyordum. Delinin tekiydi. Arabasında olduğunu düşünüyordum çünkü bu kadar hırçın bir şekilde yağan yağmurun altında duracak kadar deli gibi görünmüyordu. Deri ceketinin önünü çekip, ıslak saçlarını etkileyici bir şekilde karıştırdı ve gözleri, aradığını bulmuş gibi gözlerimde durdu. Sağ elini kaldırırken, ben de onun yaptığı gibi sağ elimi kaldırıp ona selam verdim.

Bir süre birbirimizi izledik. Camımın altında, yağmur damlaları tenini döverken, orada öylece durmuş bana bakıyordu. Bir an bile hareket etmeden, gözlerini saniyelik bile olsa gözlerimden koparmıyordu. Yanlış anlayacağım şekilde bakıyordu. Anlamamalıydım, değil mi?

Hazan Dora Kızıltan: Arabanda olduğunu sanıyordum. Böyle bir yağmurda dışarıda ne işin var? Zatürre mi olmak amacın? (23.30)

Dinçer Akay Alkor: Hasta olursam, bakmaz mısın? (23.30)

Hazan Dora Kızıltan : Bilmem. (23.30)

Hazan Dora Kızıltan: Belki. (23. 30)

Dinçer Akay Alkor: Üzerindeki parmağım kadar bile olmayan şortla üşümüyor musun sen? (23.30)

Hazan Dora Kızıltan: Yağmurun altında ıslanan sensin ve bana üşümediğimi mi soruyorsun? (23.30)

Dinçer Akay Alkor: Üşüseydim, burada dikilmezdim. (23.31)

Hazan Dora Kızıltan: O zaman demekki bende üşümüyorum. (23.31)

Dinçer Akay Alkor: Saçların açık, dağılmış yine. (23. 31)

Hazan Dora Kızıltan: Kötü mü görünüyor? (23. 31)

Dinçer Akay Alkor: Öyle bir ihtimal varmış gibi. (23. 32)

Derin bir nefesi yeniden içime Dinçer'in kokusu gibi çektiğimde, bunu kendime itiraf etmekten çekinsem de onun kokusunu solumak istediğimi fark ettim. Babamı özlüyordum. Onun kokusu babam gibiydi. Babamın kokusunu istiyordum ben, hem onun sayılmazdı.

Hazan Dora Kızıltan: Neden öyle bakıyorsun? (23.34)

Bakışlarım karanlık silüete uzandı, Dinçer bir adım öne çıktı ve sokak lambasının ışığı yüzünün yarısına yansıdı. Amberleri şimdi alev alevdi. O kadar parlak ve cam gibiydi ki gözleri, zifiri gecede bile nasıl belli olabilirdi? Sigarasını yakıp, zehri panzehir gibi içine çekerken gözleri kapalıydı ve başı gökyüzüne doğruydu. Dumanı havaya üflediğinde, kapalı gözleri yavaşça açıldı ve yine, o bakışıyla baktı.

Dinçer Akay Alkor: Nasıl bakıyorum? (23.34)

Hazan Dora Kızıltan: Yanlış anlayacağım şekilde. (23.34)

Dinçer'in gözleri yüzümde oyalandı. Koca bir adamdı. Kocaman yirmidört yaşında adamdı ama bazen öyle bakıyordu ki... Sanki küçücük çocuktu. Ağlamayı bile bilmeyen, sadece üzüldüğünü hisseden.

Dinçer Akay Alkor: Yanlış anla o zaman Gül Ahkeri. (23.35)

Ekranın üzerinde gezinen parmaklarım titremeye başladığında, ruhum bir heykeldi. Dinçer ruhumu yontmuş, istediği şekli vermişti. O şeklin ismi Gül Ahkeri'ydi.

Hazan Dora Kızıltan: Şarkı dinleyelim.

Hazan Dora Kızıltan: Yani şey.

Hazan Dora Kızıltan: Dinleyelim mi? (23.36)

Dinçer Akay Alkor: Dinleyelim. (23.36)

Hazan Dora Kızıltan: Söyle sevdiğin bir şarkıyı. (23.37)

Dinçer Akay Alkor: Direkt açacağım. (23.38)

Bunu dedikten sonra, sigarasını söndürüp, çöp konteynerine attı ve arabasının kapısını açtı. Umarım tahmin ettiğim şeyi yapmazdı çünkü bunu yapacak olursa site sakinleri tarafından lince maruz kalacaktı.

Ve bingo, tabii ki de yapmıştı. Şarkıyı arabadan açmıştı ve artık tüm site dinleyecekti. Bu şarkı Piiz grubunun, Gitmeyi Öğren şarkısıydı, pek değeri bilinen bir grup değildi ve açıkçası bu grubu bilmesine kaşlarımı kaldırmadan edemedim.
Şarkı başlarken, elim perdeye sıkıca tutundu ve yağmurun altında ıslanırken onu izledim.

Bu kez öyle siyah, öyle gri bir gece
Öyle derin üzüyor beni
Nasıl öyle uzak, öyle yaşatır yok yere

Şarkının bu kısmında, gözlerini kapatıp arabasına yaslandı ve mırıldanmaya başladığını hareketlenen dudaklarından anlayabiliyordum. Hızlıca camı açtığımda, yağmur damlalarının yüzüme çarpması beni engellemedi.

İhtimallerin tutuyor beni,
Puslu gözlerin açtı perdeyi
Sustu dillerin, unuttu gerçeği
Yorgun ellerin, kuruttu gülleri

İstemeden yüzümde bir gülümseme oluştuğunda, ona karşı ilk kez gülümsediğimin farkına vardım. Dinçer'in gözleri öyle açıldı ki, dudağımı ısırdım gülümsemeye devam ederken. Öyle sıcaktı ki dudağımda can bulan gülümseme, daha önce zihninde öldürdüğü ölülerin cesetinin soğukluğunu taşımıyordu.

Paketinden yeni bir sigara çıkarıp, bana bakarak yaktığında, göz kırptı. "Gülümsemesene öyle."

Müzik sesi, sesini bastırsa da bu onun sesini duymamı engellemedi. Yanağımın içini utançla ısırıp, perdeye daha sıkı tutundum, destek almazsam dizlerimin üzerine yığılacaktım sanki. "Neden?" diye sordum bedenimin birazını camdan sarkıttım fakat elimle petekten destek aldım. "Neden gülümsememeliyim?"

Sigarasının dumanı yavaşça havaya süzülüp, adeta bir tablo oluştururken, sigara paketini havaya kaldırıp, salladı.
"Paketin bitmemesi için."

Ruhumun sancısı, karnıma etki ediyordu şimdi, karnımdaki kelebekler önceki gibi değildi. O kelebeklerin kanatları artık sökülmüyordu, koparılmıyordu on iki farklı yerlerinden. Dinçer'e bakıyordum ve o kelebekler, kalbimin etrafında dolanmaya başlıyorlardı. Ona cevap vermeden mavi gözlerimle, bedenini, yüzünü izlemeyi sürdürdüm. Şarkının nakarat kısmı, bağıramadığım, haykıramadığım hislerim olurken, mırıldanmaya başladım. Beni duymuyordu ama şarkının o kısmına eşlik ettiğimi biliyordu.

"Unuturuz elbet, hadi alışmadan git. Her gece sahte bir ölüşteyiz, git," diye mırıldanmaya başladım, Dinçer bir şey söyleyecek gibi oldu ama şarkıyı devam ettirmeme karşılık sessiz kaldı. "Unuturuz elbet ama konuşmadan git." Bana öylece baktı, öylece devam ettim. "Sebebini sorma..." dedim, şarkının burasını ona bir cümle söyler gibi söyledim. "Ve de savaşmadan git."

Yeniden dudağımda silik bir tebessüm belirdi. "Gitmeyi öğren."

Bakışlarını benden çevirip, sonuna geldiği sigarasını da söndürdü ve şarkının sonuna yaklaşırken, arabasına binip, başını camdan dışarı çıkardı. "Gitmeyi öğrenirsem, gelmek için çok sebebim olacak, Gül Ahkeri," dedi karanlığı daha da karalayan sesiyle. Ve daha sonra, gaza basarak müzik eşliğinde sokağı terk etti.

Gidişini izledim bir süre, daha sonra perdeye tutunan elimin terden yapış yapış olduğunu fark ettim ve derin bir nefes alıp, camı kapattım. Bu sırada Dinçer'den bir mesaj daha gelmişti.

Dinçer Akay Alkor: Kapat artık perdeni. Üstünü ört ve rüyanda yorgun olmadığın anları gör. Bir gecelik bana güven, rahatça uyu. Sen uyandığında ben birçok şeyi çözmüş olacağım. (23.46)

Hazan Dora Kızıltan: Sana güvenerek, bu gece hiçbir şeyi düşünmeden uyumalı mıyım? (23.47)

Dinçer Akay Alkor: Uyumalısın, yarın okulun var. Söz veriyorum, daha yorgun olmayacaksın artık. Ayrıca elini sıkı sıkıya kenetlemene rağmen, avucundaki yarayı gördüm. Kapının önünde o yara için birkaç sağlık malzemesi var, Bade sana yardımcı olur eminim ki. Yaranı ruhun gibi tertemiz yap ve gözlerini bu geceye kapat. (23.47)

Hazan Dora Kızıltan: Teşekkür ederim. Öyleyse... Yağmurlu geceler, komiser. (23.48)

Dinçer Akay Alkor: Yağmurlu geceler, gül ahkeri. (23.48)

🌧

"En sevdiğim çiçeğim Bahar teyzecim," diyerek mutfağa girip, anneme yalakalık yapan Bade'ye göz devirdim. Annem Bade'nin bizde kaldığını sabah öğrenmiş ve erkenden kalkıp, ona muzlu krep yapmıştı ve kokusu enfesti. Dinçer'in kapımın önüne bıraktığı tendürdiyot ve birkaç malzemeyle birlikte, Bade avucumu temizleyip, kesiğin üzerine de ufak bir yara bandı yapıştırmıştı. Ayrıca uyuşturucu testi de temiz çıkmıştı, yani içeceğe katılan şey çok daha başkaydı. Annem, krepleri çevirirken Bade ona arkadan sarılmaya çalışıyordu. Annemin iki ayağı bir pabuca girdiğinde, "Kız dur, deli," dedi gülerek. "Yakacaksın ikimizi de."

"Ben zaten sana yanığım," dedi anneme sahte kızgınlıkla. "Bilmiyor musun?"

Annem krepleri çevirme işini bitirip, yalaka Bade'ye kollarını doladı. "Biliyorum tabii üçkağıtçı," dedi ve aniden Bade'nin poposunu cimcikledi. Bade acıyla inlediğinde, "Bahar teyze ama ya..." dedi sahte bir üzüntüyle fakat annem artık Bade'nin sahtekârlıklarını yemiyordu. "Geç bunları Bade Hanım, krep yapmasam yüzüme bakmazsın bilirim ben..."

"Üstüme iyilik sağlık!" dedi Bade, elini göğsüne acıklı bir şekilde koyup. "Seninle Müge Anlı izleyen kimdi? Söyler misin?" Bade, mutfak girişine yaslanmış benimle göz göze geldi ve beni gösterdi. "Senin bu düzenbaz kızın odasında yabancı diziler izlerken, ben Türk gelenek ve örf adetlerine gayet uygun bir şekilde, Müge Anlı izliyordum!" dedi kaşlarını çatarak, annemin bakışları bana düşerken, yüzünde kuvvetli ve içten bir tebessüm belirdi. Kollarını açıp, bedenime sardığında, Bade dehşet içinde söylendi. "Palu ailesi olayını ben çözmüştüm Bahar Hanım," diye homurdandı. "Hatırlatırım."

Anneme sarılırken, annem görmeden Bade'ye orta parmağımı kaldırıp, sırıttım. Bana göz devirip, annemin hazırladığı kahvaltı masasına oturdu. "Bende bunları kemireyim... Zaten, neyim ki ben..."

Annem kahakaha atarak, geri çekildi ve saçımı, kulağımın arkasına itekledi. "Dün geç gelmişsiniz, kuzum. Neredeydiniz?" diye sordu sıcak bir sesle, Bade salatalıkları ağzına gönderirken, burnundan güler gibi bir ses çıktı. Annem bana ısrarla bakmaya devam edince, "Bardaydık," dedim, sonuçta yalan değildi sadece eksik bilgi verecektim, değil mi?

Annem merakla kaşlarını kaldırdı. "Ne barı?"

"Doğu ve Alkan'laydık, öyle oturduk biraz," dedim, masaya ilerleyerek. "Geç gelince uyandırmak istemedik sizi."

Annem başını aşağı yukarı salladı. "Hımm," dedi ve çay bardaklarını doldurmaya başladı. "Biz de babanla çok gezerdik sizin yaşlarınızda," dedi, babama olan özlemi sesini yakarken. Kaya abi evde değildi, gerçi duysa da üzülmezdi. Babamın annemdeki yerini bilerek evlenmişti annemle. Annem çay bardaklarını masaya usulca bırakıp, sandalyesine oturdu. "Bir kafe vardı, bar tarzında bir yerdi," dedi bakışları boşluğa düşerken. "Orada arkadaşlarımız vardı, çok giderdik, hatta çıkmazdık hiç."

Bade, annemin elini tutup gülümseyerek onu dinlemeye devam etti fakat benim kafamı kurcalayan birkaç zihin kurdu, bana iyimser olmayan düşünceler fısıldıyordu. Çayımdan bir yudum alırken, "Nasıl bir yerdi anne?" diye sordum anneme, annemin bakışlarında birkaç hareketlilik yakalar gibi oldum ama gözlerinin içinden geçen duygular o kadar hızlıydı ki yakalayamamıştım. Benden daha parlak olan gözleri, bakışlarımdan koptuğunda, "Normal bir bardı işte," dedi beni geçiştirmek ister gibi, fakat Bade annemin bu kaçışına kaşlarını çattı. "Nasıl bir bardı kız?" dedi Bade, işi şakaya vurarak. "Bizim gittiklerimiz sizinkilere bin basar benden söylemesi."

Annem, Bade'ye gülümsedi. "Yani... Güzeldi, birkaç grup vardı, sürekli kavga çıkarırlardı. Bir keresinde çok net hatırlıyorum, herkes birbirine girmişti, bar neredeyse tamamen yıkılmıştı. Daha sonra hep birlikte el ele verdik, tamir ettik, duvarlarını boyadık, tabelasına kadar biz değiştirdik," dedi kıkırtıyla. "Hatta barın yüksek kısımlarında meşalaler vardı ve bazen ışık kullanmaz, o loş ortamda içerdik." Yüzünde ulaşılamaz bir özlemin acısı vardı.

Bense fark etmemem gereken bir şeyin içindeydim.

Meşale?

Alev.

Ateş.

Hiçbir şey fark etmemiş gibi, oldukça olağan bir şekilde tabağımdaki krepten bir dilim aldım. "Bu kadar yardım ettiğinize göre, bar arkadaşınızındı öyleyse?" diye sordum, zeytine çatal batırıp, Bade'ye uzattım. Bade bir şeyler fark ettiğimi anladı ama beni bozuntuya vermeden, zeytini ısırdı. Annem bıçağı tutuğu elini, masanın altına götürdü ve titremesini gizlemeye çalıştı ama bu benim dikkatimden kaçmamıştı. Çayından titrek bir yudum alırken, "Evet," dedi, sakinleşmek için, hiçbir şey olmamış gibi kahvaltısına devam etti ama sakladıklarını, babası ölmüş bir kızdan saklayamazdı.

"Görüşüyor musunuz şimdi arkadaşınla?" diye sordum yüzümdeki tebessümle, vereceği cevap büyük bir yıkıma yol açacaktı ama büyük bir anlamsızlığı da sonlandıracaktı. Annem derin bir nefes aldığı sırada, çatalı tutan elinin fazla titremeye başladığını fark etti, ayağa kalkıp, "Bal çıkarayım ben," diyerek konuyu dağıtmaya çalıştı.

"Niye cevap vermedin anne? Küstünüz mü yoksa?" diye sordum, onu sıkıştırdığımın, hatta zorladığımın ve şu anda aklında çok başka şeylerin dönmesine sebep olduğumu biliyordum ama bana bunu söylemeliydi. Söylemek zorundaydı.

Annem, elindeki bal kavanozunu sertçe tezgaha bıraktı ve kollarını tezgaha yasladı. Bade'nin sorgu dolu bakışları bana değince, başımı iki yana salladım. Annem bir anda, "Baban vefat edince, grup dağıldı, konuşmayı kestik neredeyse hepimiz," dedi sıkıntılı bir nefes verirken. "Barın sahibi babanın arkadaşıydı, ben sadece merhaba der geçerdim. Bara gelen kız arkadaşlarımla sıkı fıkıydım ben," dedi. "Birlikte bira fıçıları doldurur ve doğruluk-cesaret oynardık."

"İsmi neydi barın sahibinin?" diye sordu Bade anneme, elimdeki çatalı usulca tabağa bıraktım. Annem mutfaktan çıkarken, "Kaç yıl oldu, net hatırlamıyorum," diye yalan söyledi. "Koray'dı sanırım," dedi ve aceleyle mutfaktan çıkıp, lavaboya girdi.

Sevgili Günlük,

Annem bugün ilk kez yalan söyledi.

Adamın ismi Koray değil, Korel'di.

Dinçer'in babası.

"Bade," dedim sesim içime kaçarken. "Yalan söyledi."

Bade, endişeli gözlerle bana baktı. "Ne konuda?"

"Adamın ismi Koray değil, Korel," diye fısıldadım, masadaki bıçağı alıp boynuma saplamak istiyordum. "Korel, Dinçer'in babası. Bahsettiği bar da Redfire. Bar Dinçer'in değil, babasının olmalı. Ya da babası Dinçer'in üzerine yaptı," diye konuştum hızlıca.

Bade şaşkınlıkla, "Ne?" diye çığırdı, daha sonra elini ağzının üzerine kapattı. "Yani ne!" diye fısıldadı. "Saçmalıyorsun, değil mi? İstanbul'daki tek bar Redfire değil ki."

Masadan hızlıca kalktım. "Redfire'da tam da bahsettiği gibi merdivenlerin çevresinde meşaleler var. Ayrıca neden havaalanında Dinçer'le ikimizin cebine aynı kağıt girdi?" diye sordum sorguyla. "Çünkü babamla annesinin bağlantısı vardı ve bu bağlantı, Redfire yüzünden olmalı," diye fısıldadım şokla, düşündükçe zihnimdeki düğümlenmiş düşüncelerin ilmikleri açılıyordu. "Bar Dinçer'in babasının çünkü barın ismi, Redfire. Türkçesi kırmızı alev. Adamın soy ismi Alkor. Yani Kırmızı alev!" dedim, acı şimdi sesimdeydi. Bilinmezlikse her yerdeydi. "Bar Dinçer'in babasınındı! Annemin bahsettiği kavga da eski Redfire üyelerinin olmalı! Dinçer'in Redfire'dakiler barın ismini değiştir dediğinde değiştirmemesinin sebebi de, babasının istememesi. Çünkü o barda, annemin bahsettiği gruplar büyük olaylar döndürdü."

Bade şaşkınlığı yudumlayan bir sesle, "Bunları...Nereden biliyorsun?" dedi. "Önceden...Biliyor muydun?" diye sordu.

"Hayır," dedim dürüstçe. "Sadece hep bir şeyler düşünüyordum ama hiçbir şeyden emin değilken, konuşmak istemedim. O kağıt olayını her gece yatarken düşünüyordum."

Bade, söylediklerimi hazmetmeye çalışırken, aldığım her nefes ciğerlerime ulaşamadan can veriyordu. Bunlar, tesadüf değildi. Bağlantıları neydi? Dinçer bunların hepsini biliyor muydu? Ailelerimizin birbirini tanıdığını ya da? Göğsümün sol yanının üzerindeki yük birden yok olurken, babamın bana gökyüzünden gülümsediğini hissettim. Başardın diye fısıldadı zihnimin içinden bir ses, başardın, öyle çok başardın ki yıkılman imkansız şimdi.

Bade mutfaktan aceleyle çıktı ve geri döndüğünde elinde çantalarımız vardı. Çantamı bana uzattı. "Çıkalım, hava alıp düzgün bir şekilde konuşalım güzelim," dedi. "Derse girmeden önce yürüyelim, girme bu kafayla."

Öyle yapmıştık, fakültenin bahçesinde oturmuş ve biraz konuşmuştuk ama hâlâ içim içimi kemiriyordu. Obsesif düşüncelerimden nefret ediyordum. Bunların bir cevabı eğer yoksa, çok gece uykusuz kalıp bunları düşünecektim. Biliyordum. Bade'yi derse yolladıktan sonra, amfiye gitmek için yukarı çıktım. Üniversite bugün daha bir sakindi. Katlarda çok fazla insan yoktu. Elimdeki birkaç defterimi sıkı sıkıya tutarak, ilerlemeye devam ettim. Alkan ve Doğu neredeydi, hiçbir fikrim yoktu. O kadar karmaşık bir zihnim vardı ki önümdeki adama az kalsın çarpıyordum!

"Ben... Kusura bakma lütfen, görmedim seni," dedim yalpalayarak, az önce az kalsın çarpacak olduğum çocuğa. Esmer, tahminimce 1.75 boylarında bir öğrenciydi. Ya da...Öğretmen miydi? "Gerçekten kusura bakma, dalmışım bir an," dedim mahçup bir ifadeyle.

Esmer çocuğun yüzünde bir gülümseme oluştu. "Seni gökte ararken, yerde buldum," dedi sevecan bir ifadeyle. Yüzümdeki tebessümü silmeden kaşlarımı kaldırdım. "Tanışıyor muyuz?" diye sordum şaşkınlıkla, hayır laf olsun diye sormuştum, onu tanımıyordum.

Bana elini uzattığında, her ne kadar buna gerek duymasam da elimi uzattım ve tokalaştık, bana yoğun bir ilgiyle bakarken gülümsedi. "Ben Doruk, geçen gün yazmıştım ama cevap vermeyince rahatsız ettiğimi düşünerek, yazmayı kestim," dedi, bakışlarını kaçırdı. Yüzüme zorla kondurduğum o tebessümün silinmemesi için yanağımın içini ısırırken, "Yoksa hatırlamadın mı?" diye sordu Doruk bozguna uğramış bir ifadeyle.

Şu tuhaf emojili çocuk.

"Hayır hayır," dedim, başımı iki yana salladım. "Hatırladım." Ne demem gerekiyordu? Kafam o kadar bulanıktı ki ne söyleyeceğime karar bile veremiyordum. Doruk bana ısrarla bakmaya devam edince, elimi başıma götürdüm. "Üzgünüm Doruk, kafam çok bulanık. O yüzden yazamamıştım."

Doruk zorla tebessüm etmeye çalıştı. "Sorun değil, anlatmak istersen dinlerim," dedi sakin bir sesle. "Hem, karşılaşmamız iyi oldu. Seninle tanışmak istiyordum."

"Öyle mi?" diye sordum sahte bir şaşkınlıkla, Doruk bakışlarını kaçırırken, bir şey söyleyecek oldu ama telefonumun zil sesi söyleyeceği şeyi böldü. "Açmam lazım," diye mırıldandım ve arayan kişiyi gördüğüm an, dudağımı sertçe ısırdım.

Dinçer kahin falan olabilir miydi?

Aramayı yanıtladığımda, kimsede rast gelinmeyecek şekilde farklı ve güzel olan o ses tonu kulağıma doldu. "Alo," dedi hastalıklı bir sesle, fakat devamı gelmeden, öksürük sesi duydum. Öksürüyordu. Salak herif hasta olmuştu.

"Hasta mı oldun?" diye sordum şaşkınlıkla, Doruk'un bakışları yüzümde gezinirken Dinçer'le konuşmak çok zordu. Dinçer boğazını temizleyip, "Kim hasta?" diye sordu boğazını temizlerken. "Değilim ben hasta."

Gözlerimi sabırla yumdum. "Neden sesin hava kaçırmış balon gibi geliyor o zaman, komiser?" diye sordum ve Doruk'un sorgulu bakışları gözlerime saplandı. "Geçen üniversiteye gelen polis mi?" diye konuştu, başımı aniden ona çevirdiğimde, "Nereden biliyorsun Doruk?" diye sordum sorgulayıcı bir sesle, bakışlarım istemeden sertleşmişti.

"Doruk mu? Lan! Emojilerle kendine yeni bir alfabe oluşturan yavşaktan mı bahsediyorsun şu an tam olarak?" Telefondan birkaç hışırtı sesi yükseldi. Doruk omzunu silkti. "Geçen sizi görmüştüm, bir de itiraf sayfasına bunun hakkında bir şey yazılmıştı, öyle tahmin ettim."

Sıkıntıyla nefes verdiğimde, "Ne yazısı?" diye sordum sakin olmasına özen gösterdiğim sesimle, telefonun ucundaki Dinçer'in hışırtılarını dinlerken. Doruk, "Göstereyim," dedi ve elini cebine attı.

"Dinçer," diye fısıldadım Doruk'a arkamı dönerek. "O sesler ne?"

Nefes sesleri fazlalaşırken, "Dur şimdi bir dakika," diye konuştu, neden nefes nefeseydi?

"Ne yaptığını sorabilir miyim acaba?"

Kemer yankılanmasına benzer bir ses duyduğumda, kaşlarım istemsizce çatıldı. "Dinçer, ne yaptığını söyler misin?"

"Bu soktuğumun kemerini takmaya çalışıyorum!"

"Evde neden kemer takmaya çalışıyorsun?" diye fısıldadım dişlerimin arasından, Doruk bizi umarım ki duymuyordu. Dinçer sinirle, "Yanına geleceğim bayan zekan küpü, belki de ondandır," dedi hiddetle. Bu fikri hemen reddettim ve, "Hastasın gelmiyorsun hiçbir yere," dedim derin bir nefes alırken. "Ne diye geliyorsun?"

"O göt lalesine söyle gitsin yanından." Daha sonra bir şeye küfür etti. "Sokarım sana da kemerine de şimdi," diye bağırdı. Kaşlarım sinirle çatıldığında, "Ne diyorsun sen?" dedim sertçe. "Bana mı söylüyorsun?"

Dinçer, "Ne?" dedi ve devamını getiremeden hapşırdı. "Saçmalama. Kemere ve pantolona sövüyorum. Sana neden sokayım diyeyim kızım manyak mısın?"

Doruk, beni dürtüp, itiraf sayfasını gösterdi. "Silmişler," deyip, saçlarını karıştırdı. Dinçer yeniden küfüre benzer bir şey homurdandı. "O dümbüğün sesi hâlâ çok yakınındaymış gibi geliyor bana Gül Ahkeri," dedi sinirle. "Ben hastayım," dedi aniden. Öksürmeye başladı, hayır sahte öksürüktü bunlar. "Ölüyorum, eğer gelip bana çorba yapmazsan öteki tarafı boylayacakmışım."

Muzipliğine istemeden sırıttığımda, Doruk hâlâ bana bakıyordu. Telefonu sessize alıp, ona döndüm. "Tanıştığıma memnun oldum ama şimdi gitmem gerek Doruk," dedim, bu sırada Dinçer, "Beni sessize mi aldın? Ulan ne söylüyorsunuz birbirinize de beni sessize aldın? Hazan, bak geliyorlar bana!" diye homurdanıyordu.

Doruk, başını salladı. "Akşam yazsam, konuşur muyuz?" diye sordu masumca, işte böyle olduğunda kimseye hayır diyemiyordum ama gözlerindeki o ilgiyle bakmaya devam ederse, benden tek yanıt dahi alamayacaktı. Umut verip, üzülmesine neden olmak istemiyordum. Onu kırmaktan da çekindiğim için, "Bakarız," diyerek gülümsedim ve elimi sallayıp, ona arkamı dönüp fakülte çıkışına ilerledim.

"Bastı bana bir şeyler, tam şu an biri bastı bana. Afakanlar geldi bastı ve gitti bana." Dinçer hâlâ konuşuyordu. "Öhö öhö."

"Dinçer sana inanamıyorum ya!" diye sitem ettim. "Gittim yanından, oldu mu istediğin?"

"Yanıma gelirsen olacak istediğim."

O her konuştukça, benim kalbimin ritmi değişiyordu. Yutkunup kalbimin atışının düzelmesini bekledim. "Ben sana demedim mi hasta olacaksın?" diye söylendim. "Bak, oldun işte."

Dinçer gerçekten boğazdan gelen bir şekilde öksürdüğünde, kaşlarım çatıldı. "Dinçer, iyi misin?" Öksürüklerinin arasından, "Süperim," dedi zorlukla. "Değilim hasta falan."

İlerlerken adımlarım durdu. "Niye geliyorum o zaman?"

"Yanımda olmanı istiyorum," dedi yaramaz bir çocuk gibi.

Duraksayan adımlarım, istemeden hızlanmaya başlayınca, "Geliyorum, tamam," dedim, boynumu esmen ateş basmıştı. "İyileşip bana yardım etmen için, sana ilaç alacağım."

Dinçer bunu reddetse de onu dinlemedim ve telefonu yüzüne kapattım. Eczaneden birkaç soğuk algınlığı ilacı alıp, manava uğradım ve taksi çevirdikten yaklaşık yirmi dakika sonra Dinçer'in büyük sitesine vardım. Güvenliğe onun ismini verip, geçiş sorununu hallettikten sonra, artık dairesinin önündeydim. Zili çalıp, siyah kapısının gerisinde onu beklemeye başladım. Kapı açıldığında, onu gördüm. Üzerinde siyah bol tişört, altında da gri renkte bir eşofman vardı ve gözleri kıpkırmızıydı. Burnu, yüksek ihtimalle sürekli silindiğinden tahriş olmuş gibi kıpkırmızı görünüyordu.

Dinçer kırmızı gözlerle bana bakarken, kalbimin içinde bir şeyler oynadığını hissettim. Elimdeki poşetleri işaret edip, bakışlarımı o hariç her yerde dolaştırdım. "Geçeyim mi?"

Burnunu çekip, "Gel," diye mırıldandı ve beni içeri davet etti. Gözleri, ah o gözleri...

Kehribar amberlerinin etrafındaki kırmızılık bile onu o kadar büyüleyici ve ilah gibi gösteriyordu ki, kendimle olan savaşıma yenildim ve gözlerine baktım. Kapıyı kapattığında, Dinçer'i beklemeden, mutfağına girdim ve poşetleri yemek masasının üzerine bırakıp, kapı girişine yaslanmış komisere döndüm. "Sana hasta olacağını söylemiştim."

Burnunu bir kez daha çekip, öksürdüğünde bir an ona kollarımı dolamak ve iyileşmesi için kollarımın arasında saatlerce kalmasını diledim. Gerçi, benim kollarımda ölür müydü iyileşir miydi, orası meçhuldü. Dinçer bana doğru ilerleyip, "Hasta değilim," dedi, poşetlere kaşları çatık bir şekilde bakarken. "Ne gerek vardı, Gül Ahkeri?" diye sordu kızgınlıkla. "Ben hasta falan değilim, kendine aldın herhalde bu ilaçları."

Elimi belime yaslayıp arsızlığına göz devirdim. "Hepsi senin, Dinçer," dedim, dudaklarım tek bir çizgi hâlinde gerilirken. "Ve hepsini içeceksin."

"Sadece yanıma gelmeni istedim," diyerek poşetteki ilaçlara ve meyvelere burun kıvırdı. "Bunları istemiyorum."

Boğazımdaki yumrunun gitmesi için sertçe yutkundum. "Ne istiyorsun?"

Tek nefeste, "Seni," dedi erkeksi bir sesle. Üzerime doğru geldiğinde, o kadar uzun boyluydu ki, yüzlerimizin aynı hizada olması için eğilmesi gerekiyordu. Eğilip, yüzünü yüzüme yakınlaştırdı, kaçmam gerekirdi, geriye gitmem, gelmemem, ileriyi bilmemem.

Ama bu komiser, çok fena suça teşvik ediyordu.

Hırıltılı bir nefes alıp, "İlaçları tek bir şartla içerim," dedi düz bir sesle.

Kalp atışımın sesini duymaması için bir adım geriledim çünkü gerçekten kalbim bir an göğsümden fırlayacak sandım, çok hızlı atıyordu. Dinçer'in bakışları anlık olarak, aralık dudaklarıma düştü fakat yeniden gözlerime çıktı. "Bana çorba yaparsan," diyerek, tek şartını söyledi.

Dağılmış gece karası saçları, simsiyahtı. Öyle siyahtı ki gri olmaya çok uzaktı. Ellerimi saçlarının arasına daldırmak istesem de kendimi dizginledim. "Peki," diyerek kabullendim. "O hâlde sana çorba yapacağım."

Dinçer, "Şu yürüyen emoji," dedi, Doruk'a gönderme yaparak. "Neden seninleydi?"

Poşetlerin içerisindeki meyveleri, ilaçları çıkarıp tezgaha bırakırken, "Neden bu kadar kurcalıyorsun bu Doruk'u?" diye sordum merakla, bu sırada mercimek çorbası için gerekli malzemeleri çıkardım ve mercimeği suya tuttum. Dinçer tezgaha yaslanıp, beni izlemeye başladı. "Çünkü seninle ilgileniyor?" dedi hastalıklı sesiyle. Gözleri ellerimdeydi şimdi. Biri beni izlerken o an ne yapıyorsam elim hep ayağıma dolanırdı ve yine aynısı olacaktı. Sakin bir şekilde, karabiberi çıkardım. "Benimle ilgilenebilir, ben onunla ilgilenmiyorum."

Dinçer, "Biliyorum," dedi, ardından elindeki bardağa su doldurdu. "Seninle ilgilenmesini de istemiyorum."

Bu aralar fazla mı dürüsttü, yoksa bana mı öyle geliyordu? Yağmur damlaları mutfak camına çarparken, çıkardıkları seslere kulak kesildim. Hırçındı ama bana huzur veriyordu. Tıpkı Dinçer gibiydi. Çorbayı yaparken aniden, "Ne vasıfla peki?" diye sordum dilime engel olamadan. Bunu söyler söylemez dilimi ağzımın içinde yuvarlayıp ısırdım. Salağın tekiydim.

Dinçer suyu kafasına dikti ve kırmızı gözlerini doğrudan gözlerimle buluşturdu. "Saçlarının kokusunu bilen adam vasfıyla."

Ona cevap vermek çok zordu, ya da onu reddetmek. Gün geçtikçe ona karşı koymakta daha da zorlanıyordum. Duvarlarımı öyle zorluyordu ki izin vermesem bile o duvarlara tırmanacak, ruhuma erişecekti. Bunu belli de ediyordu. O, saçlarımın kokusundan bahsettikten sonra, çorbayı yapana kadar hiç konuşmadık. O beni izledi, ben de onu o bana bakmazken izledim. Göz altları morarmıştı, gözlerinin rengi daha da belirgindi.

Çorba hazır olduğunda, bir kaseye bir kepçe koydum ve tepsiye yerleştirdim, bu sırada Dinçer de salona gitmişti. Ellerim ona baktığımda, ya da onunla igili herhangi bir şey yaptığımda çok titriyordu. Bu yüzden tepsiyi salona götürene kadar çok fazla tehlike atlattım. Dinçer, koltukta bacaklarını hafifçe aralamış otururken, masaya tepsiyi bıraktım. "Çorban hazır."

Dinçer saate bakıp, "Bir kaşık daha getir, Gül Ahkeri," dedi, hasta olduğunda onun tam bir mızmız olduğunu herkese söyleyecektim, o yüzden ikiletmeden diğer kaşığı da getirdim ve tepsiye bıraktım. Dinçer bir bana bir çorbaya bakınca, "Ne?" dedim kaba bir şekilde. "İçmeyecek misin?"

Dinçer tepsiyi kucağına çekip, koltukta oturduğu yerin yanını işaret etti. Utana sıkıla yanına kurulduğumda, "Kolumu kaldıracak hâlim yok," dedi yorgun bir sesle. Sahtekârdı. Böyle yapacağını biliyordum. "Vakayla ilgilenebilmem için bana ihtiyacın var, o yüzden çorbayı içirmelisin," diye devam ettiğinde kurnazlığına dişlerimi sıktım. Çok fenaydı.

"Dua et, bana lazımsın," dedim, kaşığı çorbaya daldırırken. Çorbadan bir kaşık alıp, Dinçer'e uzattığımda kalın dudaklarını birbirine bastırmış, ağzını açmıyordu. "Açsana Dinçer, ağzını," dedim sabırla, kaşığı dudaklarına dokundurdum ama öyle bastırmıştı ki dudaklarını, açılmıyordu. "Dinçer," dedim dişlerimin arasından. "Aç ağzını, hadi."

Yüzümdeki siniri görmüş olmalıydı, bir süre daha suratıma bön bön bakıp, çorbayı sakinlikle içti. Tepkisni ölçmek için bakışlarım gözlerinde oyalandı. Dudağını yalayıp, başını salladı. "Güzel olmuş," dedi, sanki buna şaşırmıştı. "Bu çorbadan bir kere daha yapmanı isteyebilirim."

Bakışlarımı uzağa kaçırırken, kaşığı ağzına uzattım. "İstersen... Yaparım," dedim dürüstçe, yapardım, isteseydi istemeyeceğim şeyleri bile yapacak olmamdan korkuyordum artık. Ona karşı koyulamıyordu.

Başını memnun olmuş gibi salladı ve çorbadan bir iki kaşık daha içtikten sonra, diğer kaşığı çorbaya daldırdı. Ona sorgu dolu gözlerle bakmama fırsat vermeden, "Ağzını aç," dedi, hasta olmasına rağmen sesi hâlâ erkeksiydi ve daha da hırıltılıydı. Onun bana yaptığı gibi, dudaklarımı birbirine bastırdım ve kaşığı ağzıma almadım. Dinçer, diliyle yanağına baskı yaparken, kaşlarını çattı. "Aç ağzını, hadi," dedi istekle.

İnatla dudaklarımı birbirine daha çok bastırıp, gülmemek için yanağımın içini dişledim. Dinçer kaşığı dudaklarıma bastırıp, gerginlikle kaşlarını çattı. "İç şu çorbayı."

"I ıh," diyerek gülmemeye çalışırken, "İç, Gül Ahkeri," dedi dişlerinin arasından. Kendimi biraz daha sıkarsam, patlayıp her an kahkaha atabilirdim. Dinçer'in yüzünde haylaz bir ifade yer aldığında aniden üzerime eğildi ve "Aç ağzını güzelim," diye fısıldadı, itiraz kabul etmeyen bir sesle.

Güzelim.

Sadece onun güzeliydim.

Öyle miydim?

Ruhum, kalbimin ayaklarının altında ezilirken, onun ismini fısıldamaya başladı kulağıma.

Kalbim, onun ismini fısıldıyordu tüm benliğime, haykırıyordu kordan bir adamı, tutarsam elinden, çokça yanacağımı.

Birbirine yapışmış dudaklarım istekle aralandığında, Dinçer bana daha da yaklaşarak kaşığı ağzıma soktu. Çorbayı yuttuğumda, kaşığı usulca çekti ve bunu tekrar tekrar, çorba bitene kadar gözlerimin içerisindeki denizde kaybolarak, yapmaya devam etti. Çorba nihayet bittiğinde, peçeteyle dudağımın kenarındaki çorbayı sildi, sanki hasta olan bendim de tüm ilgisini bana veriyordu. "Teşekkür ederim," dedi, çorba iyi gelmiş olabilir miydi? Sesi daha iyi çıkıyordu. "Çorba için."

Ona bu kadar yakından bakmak, bedenime bir meşalenin ucundaki alevin sürtünmesi gibi hissettiriyordu. "Rica ederim," deyip ayaklandım ve tepsiyi, Dinçer'in kucağından aldım. Ve yine aynısı olmuştu, tepsiyi bu sefer de mutfağa götürene kadar zibilyon kere yere düşürme tehlikesi yaşamıştım.

O bana öyle bakınca, dengem şaşıyordu.

Kendime sakin olmamı tembihledim ve bir bardak suyu hızlıca kafama diktim. "Sakin Hazan," diye fısıldadım, soğuk algınlığı ilaçlarını tepsiye koyarken. "Sakin kızım, sakin." Temiz bardağa onun için su doldururken, "Güzelim dedi!" diye fısıldadım kendi kendime, elim kalbimin üzerindeyken. "Hayır demedi, sakin ol." Ne yapıyordum ben ya!

Tepsiyle içeri ilerlediğimde, Dinçer salonda değildi. Kaşlarım istemsizce çatılırken, "Dinçer?" diye seslendim ama ses gelmedi. Yeniden, "Dinçer?" diye seslendim fakat cevap gelmeyince, merdivenlere ilerleyip üst kata çıktım. Üst kat, alt kattan daha ilgi çekiciydi. Dinçer'in odasının kapısı açıktı ve odası haricinde, iki oda daha vardı. Özellikle balkonu çok büyüktü. Tüm şehri görüyor gibiydi. Dinçer'e ilacını verip, balkona çıkmayı düşünerekten, odasına ilerledim.

Fakat geniş yatağının üzerinde uyuklayan bir adet Dinçer'le karşılaşmayı beklemiyordum.

Bir kolu yastığının altındayken, diğer kaslı kolu başka bir yastığın üzerindeydi. İri bedeniyle, büyük yatağının içinde uzanırken, komodinin üzerine tepsiyi bıraktım ve onu dürttüm. "Koskoca adamsın, hâlâ iki yastıkla uyuyorsun," dedim onu kınar gibi, kolunu dürttüm ama kapalı gözleri açılmadı. Kızarık burnu, profilinden daha da kalkık görünüyordu. Siyah saçları yastığa dağılmışken, fırsat bu fırsat dedim ve ne yaptığımı bilmeden parmaklarımı, saçlarına değdirdim.

Yumuşacık saçları vardı, parmaklarım usulca saçlarının arasına karışırken bir pamuğa dokunuyorum gibi hissettirmişti bana. Siyah tutamların arasında bir ceset kadar beyaz olan parmaklarım gezinirken, Dinçer aniden gözlerini açtı ve ben daha ne olduğunu anlamadan beni yatağın içine çekti. Ağzımdan bir çığlık firar edince, şaşkınlıkla bağırdım. "Ne yapıyorsun?" Dinçer, onun yanında minicik kalan bedenimi kendine yasladı ve büyük eli, kaçmamı engellemek amacıyla karnıma dolandı. Sırtımı bedenine yaslayıp, bana sıkıca sarılırken, "Saçlarımla oynuyordun demek..." diye mırıldandı uyku mahmuru bir sesle, utançla inlediğimde gülüşünün sesi kulağıma ilişti. "Oynamadım bir kere," diye çığırdım. "Dokundum. Ayrıca bırakır mısın beni?"

Dinçer oralı olmadı ve büyük eli, bel oyuğuma yaslanırken, "Bırakmam," dedi, dudakları saçlarımın üzerinde olduğu için sesi boğuk gelmişti. Saçlarımı kokladığını hissettiğimde, gözlerim yorgun olmadığım, sadece mutlu olduğum bir rüyaya kapanır gibi, kapandı. "Buradasın," dedi, beni biraz daha kendine çekti ve yorganı, üzerimize çekti. Kokusunu, istediğim buymuşçasına derince içime çektim. "Yanımdasın," diye konuştu, bunu kendine kanıtlarken. "Bu da demek oluyor ki..." diye fısıldadı ve saçlarımı, babam gibi okşadı. Bana babam gibi sarıldı. "Bırakmayacağım."

🌜

Karakterler hakkındaki düşünceleriniz?

Olaylar nereye gidecek, tahmin edebiliyor musunuz?

Ve sizce, Dinçer Kıvanç konusunu Hazan'a açacak mı?

Beni instagram hesabımdan takip edebilirsiniz, kullanıcı adım siladamlaakcicek, orada sizlerle sohbet etmeyi çok seviyorum.

Ne kadar sevgi varsa içimde, inanın ki hepsi size. 🤍

Continue Reading

You'll Also Like

2.3M 143K 60
pabucumun bayboyu Ayşen: Ama senin gibi tiplerden hoşlanmam. Ayşen: Senin gibi tipler dediğim. Ayşen: Kötü çocuk gibi takılan. Ayşen: Zeki ve çalışk...
YUVA By _twclr

Teen Fiction

802K 39.1K 50
Amelya 20 yıl sonra aslında ailesinin gerçek olmadığını intikam için bebeklerin karıştırılmasına nasıl bir tepki verecek gelin hep birlikte okuyup öğ...
1.6M 95.6K 40
"Yanlış anlamayın lütfen, bir anneye göre çok gençsiniz, bekar mısınız?" Kucağımda ki bebeğin bana ait olduğunu düşünmesine karşılık, utançla dudakla...
12.7M 908K 57
"Sana hiç söylemedim ama sana aşıktım. Bunu yüzüne karşı söyleyememek de benim ayıbım olsun." 070822 ☁️