MAVİ AY (Tamamlandı)

By aleynahirik

63.3K 6.7K 1.1K

*WATTYS 2023 Yarı Finalist* Maya, sıradan bir günün sonunda evine dönerken bir inşaatın içerisinde duyduğu se... More

GİRİŞ
Bölüm Bir
Bölüm İki
Bölüm Üç
Bölüm Dört
Bölüm Beş
Bölüm Altı
Bölüm Yedi
Bölüm Dokuz
Bölüm On
Bölüm On Bir
Bölüm On İki
Bölüm On Üç
Bölüm On Dört
Bölüm On Beş
Bölüm On Altı
Bölüm On Yedi
Bölüm On Sekiz
Bölüm On Dokuz
Bölüm Yirmi
Bölüm Yirmi Bir
Bölüm Yirmi İki
Bölüm Yirmi Üç
FİNAL Ⅰ
FİNAL Ⅱ
YAZAR NOTU

Bölüm Sekiz

2.4K 237 31
By aleynahirik

Yolculuğumuzun son taşıtındayken ikimiz de konuşmuyorduk. Tüm yol tıpkı böyle sessiz, soğuk ve en azından benim için sancılı geçmişti. Tıpkı bir ölünün tüm hayatının gözünün önünden geçmesi gibiydi. Annem başka bir adamla ve başka bir evlatlaydı. Düşündüm. Uzun uzun düşündüm. Babamın gidişiyle beraber neler yaşadığını, bana nasıl yetmeye çalıştığını düşündüm. Şimdi ise yalnız değildi, en azından burada yalnız değildi. Ben ise daha da yalnızdım. Dolan gözlerimi Tuna'ya belli etmemeye çalışarak koluma kuruladım. Başımı cama yaslamış dakikalardır dışarıya bakarken kendi kendime bir söz vermiştim.

Tamam artık, kabullen ve devam et. Ne demişti annem?

Bir gün yanında ben de olmayabilirim. İşte o gün kendi ayakların üzerinde durup başının çaresine bakmayı bil.

O günün ben epey yaşlanmışken geleceğini düşünürdüm fakat bu beni oldukça hazırlıksız yakalamıştı. Hazırlıksız kelimesi yaşadığım durumun yanında öyle basit, öyle gündelik kalmıştı ki. 

O gece bir şey olmuştu ve buradaydım işte. Bunu kabullenmem yaklaşık iki gün sürmüş olabilirdi ama bundan sonrasında daha mantıklı hareket etmeliydim. Başıma gelen bu olaydan önce hep böyle yapmaz mıydım? Hiçbir zaman ağlayıp sızlanmazdım çünkü bilirdim ki kimse gelip beni kurtarmak zorunda değildi. Ben kendimi kurtarmalıydım. 

İlk adım: Buraya nasıl gelebildiğini anlamaya çalış. 

Tuna'ya dönerken onun zaten bana baktığını görmem ve yakalanmış gibi önüne dönmesi bir olmuştu. 

''Bir durak sonra ineceğiz diyecektim.'' dedi. ''Buralarda bir yer biliyorum.''

''Tamam.''

Yeniden camdan dışarıyı izlemek için dönerken ilk önce kendi yansımamı gördüm. Şişmiş gözlerim ve dağılmış halimle tam da olması gerektiği gibi görünüyordum.

Yaklaşık beş dakika sonra Tuna hemen önümüzdeki direğin düğmesine bastı ve ikimiz de ayaklandık. İğrenç bir ter ve parfüm karışımı kokuyla dolu otobüsten indiğimizde derin bir nefes aldım. 

''Senin işin varsa- '' diyecekken hızlıca araya girdi.

''Hayır, yok.''

Tek kaşımı kaldırarak ona baktım. ''Bak, gerçekten sürekli benimle olmana gerek yok. Kendi arkadaşlarınla olmak istersen anlarım. Kendi başımın çaresine bakabilirim.''

''Eminim ki bakarsın, bakamayacağını düşündüğüm için burada değilim. Gerçekten seni merak ettiğim için buradayım.''

''Uzaylı deneyi gibi mi düşünmeliyim?''

Gülüşü kulaklarıma dolarken çoktan indiğimiz kaldırımdan karşıya geçmiştik.

''Espritüel bir tarafın da varmış. Annende hızlıca söylediğin yalandan sonra yavaş yavaş bana benzediğini düşünmeye başlıyorum.''

''Körle yatan şaşı kalkıyor, biliyorsun.''

''Bilmez miyim?''

''Annenle ilgili konuşmak ister misin?'' diye sordu birden.

Yeniden kalbimde aynı sızıyı hissederken iç çektim.

''Ne diyeceğimi bilemiyorum. Belli ki babamla evlenmemiş. Ne yalan söyleyeyim, onu suçlayamam. En azından başka bir evrende doğru kararı vermiş.''

''Hiç doğmamışsın. Bu yüzden hakkında hiçbir kayıt yok demek ki.''

Hiç doğmamış ve var olmamış olmanın fikri bile tüylerimi diken diken ediyordu fakat şu an bu bir fikir değildi. Bu bir gerçekti. Bu evrende yoktum çünkü annem ve babam evlenmemiş belki de hiç tanışmamışlardı. Midemde kaynayan hisle yüzümü buruştururken kulağa bu kadar korkunç gelmesine şaşırmamıştım.

''Başka birine anlatsam hayatta inanmaz. Sen ne de kolay kabullendin, hatta benden bile önce kabullendin.''

''Başka biri her şeyle yüzleşirken yanında yoktu.''

Dönüp bana göz kırparken bununla gurur duyuyormuş gibi bir hali vardı.

Susup konuyu kapatmayı düşünecekken çoktan söylemem gereken bir şey bir anlığına aldığım cesaret ile dudaklarımdan çıkıp gitti.

''Teşekkür ederim. Yani, her şey için. Ev, para, kıyafet, en çok da manevi olarak. ''

Mahcup olmuş gibi başını öne eğdi ve gülümsedi. ''Lafı bile olmaz.''

''Gerçekten mi?''

''Tabii.''

Omuz silktim. ''Ben yardım etmezdim.''

''Bana mı?'' dedi kaşlarını kaldırırken.

''Hayır, kimseye.''

Gülüşü kulaklarıma dolarken başını öne eğdi. ''Tamam, Pamuk Prenses'in üvey annesi.''

#

Fatih'te beni daha önce hiç bilmediğim bir kütüphaneye getirdiğinde rafların arasında saatlerimizi harcamıştık. Topladığımız onlarca kitabı bir masaya yığdıktan sonra içlerinde kaybolup gitmiştim. Yazan terimlerin birçoğunu anlamıyor, diğer birçoğuna da inanamıyordum. Aklıma her gerçek dışı olduğuna dair bir düşünce geldiğinde hemen kendimi hatırlıyor ve bu fikri çürütüyordum. Gerçek dışı olsaydı ben nasıl yaşayabilirdim ki? Gerçek dışı olsaydı burada ne işim vardı?

Önümdeki yapboza bakarken sessizce iç çektim.

''Şurada yazana bak.''

Tuna önündeki kitabı bana uzatırken kafamı kendi önümdeki kitaptan kaldırdım. Ona doğru eğilirken çok fazla kişi olmamasına rağmen kısık sesle konuşmaya özen gösteriyordu.

''Ayna evrenlerin varlığını birçok bilim insanı kabul etmiş ve ispatlamak üzere olduklarını söylemiş. Hugh Everett adından bir fizikçi paralel dünyalar görüşünü ortaya atan ilk kişi. Pek saygı görmemiş sanırım, neyse.'' dedi ve kitaptan yazan bir cümleyi sesli okudu. ''Dinle. Paralel dünyalar bizim evrenimizde yapmadığımız seçimlerin gerçekleştiği evrenlerdir, diyor. '' 

''Bu birçok şeyi açıklayabilir.'' dedim. 

''Her şeyi açıklayabilir.'' diye düzeltti. ''Senin neden var olmadığını da açıklar ki en önemlisi bu değil mi?''

''Annem benim babamla evlenmemiş, belki tanışmamış bile.'' dedim ve ekledim. ''Ama bir şeyi açıklamıyor.''

Yüzüme bakmaya devam ederken cümlemi bitirdim. ''Neden 2044 yılında olduğunuzu.''

İşaret parmağını 'bir saniye' der gibi havaya kaldırdı. Önündeki birkaç kitabı sol tarafına doğru atıp on saniye kadar başka bir şeye ulaşmaya çalıştı.

''Heh.''

Bulduğu kitabı önüme koydu. ''Paralel evrenlerde zamanın daha hızlı veya daha yavaş akabileceğine dair makaleler var. Tabii ki kanıtlanmış hiçbir şey yok.'' dedikten sonra bana imalı bir bakış göndermeyi ihmal etmedi. ''Ama bir teori olarak söz konusu.''

Elimi alnıma götürdüm ve kısa bir süre düşünmek için kendime fırsat tanıdım. Yapboz parçalarından birini elime aldım ve yerine oturacak mı diye ufak bir deneme yaptım.

''Gözümü açtığımdan beri zaman benim için çok hızlı geçiyor. Bunu anlamanı beklemiyorum çünkü sen zaten buraya aitsin. Ama benim gözümden zaman su gibi akıp gidiyor. Bu, aradaki yıl farkını açıklayabilir mi?''

Elini çenesinde gezdirmesini ve en az benim kadar kafa yormasını izledim. Önündeki satırlara göz gezdirmeye devam ederken ağır ağır konuştu. ''Bu konuda söyleyeceğin şey de bu muydu?''

''Ah, hayır. İyi hatırlattın. O da şuydu ki, gördüğüm her şey geldiğim yıldakiyle aynı. Telefonlar, akıllı saatler, binalar, araçlar... Tamam, gelecek için çok uçuk hayaller kuran bir hayalperest değildim ama bu kadar aynı olmasında da yanlış bir şeyler var.''

Tuna onun için çok uzun sayılabilecek bir süre boyunca sessiz kaldı. Alnı kırıştı ve dudakları büküldü. Bu süre içerisinde onu gerçekten inceleme fırsatını yakalayabildiğim için kendimi biraz kötü hissettim. Uzun, ince bir vücudu ve birçok kişiyi heyecanlandıracak türde bir yüze sahipti. Yüz hatları da tıpkı vücudu gibi uzun ve kemikliydi. Gözlerinden çıkan ışıltı, benim daha önce hiç görmediğim bir şeydi. Her daim koruduğu gülümsemesi şu ana kadar beni biraz sinir etse de aslında bu benim sahip olamadığım neşeyi yalnızca kıskanmamdı. Kafasını kaldırdığında onu izlediğimi fark etmesinin utancıyla gözlerimi kaçırdım. Bu fark edişle dudakları kıvrıldı ve kendini beğenmiş bir gülümsemeyle bana baktı.

''Her neyse.'' dedim geçiştirerek. ''Ne düşünüyorsun?''

Arkasına yaslanırken gülümsemesini silmeye çalıştı. ''Düz mantık gidelim mi?''

''Peki.''

''Klasik, birbirini kesmeden giden iki doğru, çizgi artık her ne dersen, onu düşün. Eşit uzaklıkta uzanıyorlar. Kesişmiyorlar ama eşit gidiyorlar. Zaman daha hızlı akıyor olsa bile eşit gidiyorlar. Anlatabildim mi?''

Gözlerimi kırpıştırdım. Suratıma bakmaya devam ederken tek kaşını kaldırdı. ''Saçma mı?''

''B-bilmiyorum, değil aslında. Kafam karıştı sanırım.''

''Demek istediğimi anladın mı?''

''Evet, sanırım. Yani, gerçekten düz mantık ama belki biraz da basit düşünmeliyiz. Bilmiyorum. Okuduğum şeyler bile mantıklı gelmiyor ki kendi mantığıma oturtayım. Tüm bunlar asla gerçekleşmeyecek teoriler gibi.''

Bir an duraksayıp bir es verdim. ''Sen garipsemiyor musun? Şu an önümüzdeki bilgilerin gerçek olduğunu garipsemiyor musun? Başka bir evren var ve sen orayı hiç görmedin. Belki de orada bambaşka birisin ya da tıpkı benim gibi yoksun.'' 

Dudaklarında beni şaşırtan umut dolu bir gülümseme belirdi. ''Garip ve olağanüstü, evet ama ben inanmaktan kaçmazdım.''

''Benimle tanışmasaydın bile mi?''

''Evet.'' dedi kuşkusuz.

Gözlerinden öyle bir an geçip gitti ki bambaşka bir hayale daldığını düşündüm. Telefonu titreyip fısıltılı sessizliğimizi bozana kadar o hayalin içindeydi. Bir anda irkilip cebinden çıkardığı telefon ekranına baktı. ''Özür dilerim, açsam sorun olur mu?''

''Hayır. Açabilirsin.''

Sandalyesini geri itip kalkarken, ''Hemen dönerim.'' dedi.

''Tamam, acele etme. Ben şuralardayım.''

Tuna ayağa kalkıp kütüphaneden çıkmak için kapıya doğru giderken ben de raflardan birinin arasına daldım. Rafların arasında, elimi kitapların üzerinde gezdirirken önce daha yakın zamana, motor çarptığı o güne döndüm. Siyah kedinin peşinden gittiğimde ve o motor bana çarptığında üç saniyelik bir zaman diliminde buradan ayrıldığıma emindim. Kısacık bir an olmasına rağmen oranın benim ait olduğum evren olduğunu anlamıştım.

Bir sırayı bitirdiğimde az önce orada olup olmadığını fark edemediğim merdivenleri gördüm.

İkinci bir kat daha olmalıydı ve belki orada buradakinden daha fazla kitap bulabilirdim. Hızlı adımlarla merdivene yöneldim ve demir basamakları çıkmaya başladım. Basamakların sonu gerçekten ikinci bir kata çıkıyordu fakat burası aşağıdan çok farklıydı. İçeriye adım attığım gibi beni ürperten bir soğukluk ile irkildim. Refleks olarak kollarımı birbirine bağladım ve içeriye ilerledim. Burada umduğum kadar fazla kitap yoktu, kitapların aksine arka arkaya dizilmiş iki sıra halinde belki on belki on bir tane bilgisayar vardı. Bilgisayarların hepsi açıktı ama hepsi mavi ekran veriyordu. Bu ekranlardan çıkan mavi ışıklar ise bu katı aydınlatan tek şeydi.

''Burası neden karanlık?''

Kendi kendime sorduğum bu soruya elbette kimse cevap vermemişti. Eğer verseydi bu gerçek bir korku filmine dönüşürdü. Aşağısının tarihi havasının aksine burası daha modern bir havaya sahipti. Ve yine aşağı kata vuran silik gün ışınlarının yüzde biri bile yoktu.

Etrafıma bakındığımda hiçbir yerde lamba veya düğme görememiştim. Ağır adımlarla bilgisayara yaklaştım. Burası her saniye biraz daha soğuyor gibiydi. Fareye dokunarak ekranda başka bir şey çıkmasını ummuştum ama hiçbir şey olmadı.

Bu ürkütücü katta daha fazla durmak istemediğimi anladığımda geri dönmeye karar verdim. Döneceğim esnada kapalı perdeler arasından sızan bir ışık huzmesi tüm dikkatimi oraya çevirmişti. Neredeyse koşarcasına pencerelere gittim ve sertçe perdelerden birini açtım.

Açtığım gibi dudaklarım kendiliğinden aralandı.

Geceydi.

Gecenin karanlığı her yere çökmüştü ve bu mümkün olamazdı. Pencereye biraz daha yaklaştığımda gördüğüm ışığın kendini saklamaktan çekinmeyen dolunaydan geldiğini anladım. Ay, etrafındaki mavimsi ışığıyla tam önümde duruyordu.

Dudaklarım hayretle daha da aralanırken bir süre sadece aval aval dışarıya bakakaldım. Başımı iki yana sallayıp kendime gelmeye çalıştım. Bu bir halüsinasyon veya rüya olamayacak kadar gerçekti. Kapalı camları açmak için zorlarken ne düşündüğümü bilmiyordum. Aşağıya falan atlayacak halim yoktu. Ya da var mıydı? Kendi yaşadığım evrene dönmek için ne yapmam gerekirse yapacağıma o kadar emindim ki bu soruya cevap verememiştim.

Bu pencereyi daha fazla zorlamadan yandaki diğer pencerelere gittim. Hepsinin bordo renk perdelerini açıp camları açmak için kulpunu çekiştirmeye başladım. Nafile. Pencereler bir şekilde kilitli olmalıydı ama neden?

Arkamı dönüp içinde bulunduğum odaya daha dikkatli baktım.

Ortada iki sıra halinde dizili bilgisayarlar dışında bir tane dolap olduğunu gördüm. Karanlıkta düşmeyi bile göz ardı ederek dolaba koştum. Dolabın camlı kapağından içeriyi görmek için gözlerimi kıstım. Umutsuzca şansımı denedim ama dolap da kilitliydi. Sanki görebilecekmişim gibi biraz daha gözlerimi kıstım. Bilgisayarların mavi ışığından ve dışarıdaki dolunaydan gelen silik ışıkla görebildiğim tek şey içeride karmakarışık dizilmiş kitaplar olduğuydu.

Camın tam önüne denk gelen kitabın üzerindeki yazıyı görmeye çalıştım.

Bu bir ders kitabıydı. Üzerinde büyük ve kalın harflerle yazan 8.SINIF yazısını ve altındaki bilgisayar resimlerini gözlerim biraz daha karanlığa alışınca seçmeyi başarmıştım.

Başımı kaldırdım ve yeniden etrafıma baktım.

''Burası kütüphane değil... Burası okul.''

Sesim neredeyse bana geri gelecek şekilde yankılanırken kalp atışlarım hızlandı. Ne yapmam gerekiyordu? Burada mı kalmalıydım yoksa geldiğim yerden inip Tuna'ya haber mi vermeliydim?

Burada kalsaydım dışarı çıkmayı başarabilir miydim? Tüm pencereler kilitliydi ve açılacak gibi durmuyordu. Açılsaydı bile nasıl çıkacaktım ki? Aşağıyı görmek için bir kez daha pencerelere yaklaştım. Emin olduğum ilk şey gerçekten bir okul olduğuydu. Bahçede rüzgârın etkisiyle dalgalanan Türk bayrağı ve görebildiğim kadarıyla rengi solup kirlenmiş duvarlar... Birkaç saat önce girdiğim eski kütüphaneyle alakası bile yoktu. Emin olduğum diğer şey ise en az üçüncü katta olduğumdu. Eğer buradan atlarsam en iyi ihtimalle boynum kırılır ve ölürdüm.

Bunun düşüncesi ile birkaç adım geriledim. Sağ tarafımda kalan duvarın en tepesinde asılı beyaz ve içinde ÖSYM amblemi olan okul saatine gözüm takıldı.

02.35

Yıllar önce unuttuğum bir bilgiyi hatırlamışçasına gözlerim iri iri açıldı. Zihnimde yanan hayali ampul ile sırtımdaki çantamı önüme aldım ve fermuarını açıp başına bir şey gelme korkusuyla koluma takmaya cesaret edemediğim saati aramaya başladım. Burada bir yerlerde olmalıydı, o saatin mesai öncesi çıkarıp çantamın içine attığım an zihnimde hala diriydi. Kalp atışlarım düzene girmeye fırsat bulamamışken yeniden hareketlenmişti. Elime gelen saatin ağırlığı beni daha da heyecanlandırırken üzerini görebilmek için pencereye yaklaştım.

02.35

Kalbimin atışını neredeyse kulaklarımda hissederken vücuduma dolan adrenalinle yerimde daha fazla duramayacağımı anlayıp ileri geri gitmeye başladım. Ne yapmalıydım? Mantıklı düşünmek için zihnimi oldukça zorluyordum ama şu an mantığın işlemediği bir durumda olduğum açıktı. Kendi etrafımda dönerken bu bilgisayar odasından bir çıkış olmadığına neredeyse emindim. Çıkış yapabileceğim tek kapı az önce beni başka bir evrenden buraya getirmişti. Bir kez daha pencerelerden birine gittim ve yeniden şansımı denemeye çalıştım. Öğrencilerin güvenliği veya aklıma gelmeyen başka bir sebepten ötürü pencerelerin hepsi kilitliydi. Çocuk kilidi tarzında bir kilit ise açmak için bir çözümüm olabilir diye düşünerek kulplarını kurcalamaya başladım. İç sesim bana eğer açmayı başarırsam ne yapacağımı sorarak adrenalimi diri tutmaya çalışıyordu. Atlama fikri, şöyle bir göz ucuyla dahi baktığımda ne kadar yüksek olduğunu anladığım bu katta pek parlak değildi. Bunu bildiğim halde dakikalarca pencereyi açmak için büyük bir efor sarf ettim.

En sonunda pes ederek pencereden uzaklaşırken öfkeyle bağırdım. Şans kesinlikle benden yana değildi. Bilgisayarlar arasında volta atarken kendi kendime mırıldandım.

''Hadi hadi hadi. Düşün. Mantıklı düşün. Tabii hala bir mantığın kaldıysa.''

En iyi seçeneğim buradan çıkıp hızlı bir şekilde Tuna'ya haber vermek, buradan nasıl çıkabileceğimi bulmak ve sonra geri dönmekti. Geri döndükten sonra ise buradan çıkmanın bir yolunu bulmuş olup kendi olasılığıma geçebilirdim. Ya da en azından ben öyle hayal ediyordum. Buranın bu kütüphanede, tam burada olmasının bir sebebi olmalıydı. Öylece yok olup gidemezdi. Değil mi?

Eğer az önce buraya girmemiş olsaydım muhtemelen yeniden girmeye cesaret edemeyeceğim kapı simsiyah bir boşluktan ibaretti. Saatimi hızlıca çantama geri attım. Ucunda bir merdiven olduğunu bilmemin rahatlığı ile kapıya doğru koşmaya başladım. Neredeyse o siyahlığın içinden geçip gidecekken duyduğum sesler beni durdurdu.

Sesin geldiği yere, hemen sağımda kalan duvara baktım. Duvarın arkasında biri olma düşüncesi bile dizlerimi titretmeye yetiyordu. Duvara biraz daha yaklaşıp yere çömeldim ve kulağımı dayadım. Gelen sesler daha ziyade oradan oraya çekilen eşya seslerine benziyordu. Elimi usulca kaldırıp duvara arka arkaya iki defa vurdum. Vuruşum oldukça cılız olmasına rağmen duvarın arkasından gelen sesler bir anda kesildi.

Nefesimi tutup bunun bir tesadüf olup olmadığını görmeyi bekledim. Birkaç saniye sonra sesler yeniden yükselmişti. Bir kez daha elimi kaldırdım ve bu sefer daha kuvvetli tam üç defa vurdum. Sesler daha hızlı kesildi. Kesinlikle birisi vardı ve beni duyabiliyordu. Demek ki gerçekten vardım.

Çok geçmeden duvarın arkasından bir cevap niteliğinde oldukça yüksek bir gürültü koptu. Duvar neredeyse kırılacakmış gibi vurulurken korkuyla kendimi geriye attım. Göğsüm hızlı hızlı inip kalkarken o her kimse konuşmadı. Muhtemelen benim ondan korktuğum gibi o da benden korkmuş olmalıydı. Gecenin ikisinde, bir okulun onların bildiği kadarıyla boş olan bilgisayar odasının duvarına vurulması ne kadar normaldi? Peki bu saatte okulda olmaları ne kadar normaldi? 

Kafamı hızlıca iki yana sallayıp çömeldiğim yerden kalktım ve kendimi siyahlığın içine bıraktım.

Merdivenin ilk basamağına adım attığım gibi buz gibi bir elektrik akımı yüzüme vurarak bedenimi neredeyse şoka uğrattı. İlk birkaç saniye bu ani geçişin etkisiyle gözlerimi açamamışken merdivenleri yalpalayarak indim. Gözlerimi açtığımda çoktan merdiven basamaklarını bitirmiş bunaltıcı sıcaklıktaki kütüphanenin içine girmiştim. Yeniden koşmak için hazırlanırken gözlerim karardı. Elimi bulduğum ilk yere atarak destek almaya çalıştım. Kulaklarımda oldukça rahatsız edici bir çınlama ve başımı ele geçiren şiddetli bir ağrıyla yere çömeldim. Gözlerimi sıkı sıkı yumdum ve bunun bir an önce bitmesini diledim çünkü her saniye biraz daha zaman kaybediyordum.

''Hanımefendi!''

Yabancı birinin seslenişi ile başımı kaldırıp sesin geldiği yere bakmaya çalıştım ama başarılı olamadım.

O yabancı ses yanıma ulaştığında kolumu tuttu ve ''İyi misiniz?'' dedi.

Göz kapaklarım usulca aralanırken önce çınlama sesi kulaklarımı terk etmeye başladı. Daha sonra beynimi zonklatan ağrı usul usul geri çekildi.

''Evet, galiba.'' dedim zar zor. Beni dizlerimin üstünden kaldırdı ve ayakta tek başıma durduğumdan emin olana dek kolumu bırakmadı.

''Şöyle gelin biraz oturun.'' dedi. ''Beyefendi saatlerdir sizi arıyor. Ben de ona haber vereyim.''

Bu sefer başımı tam anlamıyla kaldırıp hala yanımda duran güvenlik görevlisine baktım.

''Ne?'' dedim anlamsızca kaşlarımı çatarken.

''Yanınızda, birlikte geldiğiniz o beyefendi. Sizi arıyor saatlerdir.''

''Saatlerdir mi?''

Adam yüzüme aptal gibi bakmaya sürdürürken başımı kütüphanenin büyük pencerelerine çevirip karanlığın çöktüğü gökyüzüne baktım.

''Saatler...''


Continue Reading

You'll Also Like

YASAK DENEY By 👑

Science Fiction

181K 16.9K 36
Tarih boyunca sadece birkaç kez cesaret edilen ve eşine az rastlanan, insanlık dışı bir yöntemle yapılan dil yoksunluğu deneylerine bundan yirmi iki...
55.7K 2.6K 26
Ondan aman dileyemezsiniz... Çünkü zaman ve derman bulamazsınız! Onun karşısında duramazsınız... Çünkü kılıcından akan kızıl kan, sizin kıymetli ka...
115K 9.6K 23
Başını eğdi ve kadının ter ve tozla kaplı kokusunu içine çekti. "Ne kadar canını yakabileceğimi, ölmek için yalvarana kadar seni süründürebileceğimi...
KÖR KRALİÇE By Büşra

Historical Fiction

396K 42.4K 55
Tarihi Kurgu#1 Her kötü, çirkin ve gudubet değildir. Her iyi de, masallarda anlatıldığı gibi gökten düşmüş bir peri kızı kadar güzel ve eşsiz olmaz...