Balerin ve Şahin

By S-Mare

851K 10.4K 12.3K

(Yetişkin içerik!!!) _______________ Eğer iki farklı hayat yaşıyorsanız hayat gerçekten zordu. Eğer o iki hay... More

1. Benimle Dans Etmeye Cesaret Edebilir misin?
2. Ondan Nefret Ediyorum
3. Selam Oğlan Çocuğu
4. Benden Kurtuluşun Yok
5. Yıldızsız Bir Gökyüzüm Var...
6. Bazı Sevgiler Sadece Yaralar
7. En Sevdiğim Şarkı
8. Hatırladıklarım Bana Yeter!
9. En Son Ne Zaman Ağladın?
10. Sadece Bir Makas
11. Geçmişin Kapısına Kilit Vurdum
12. Ben Seni Vuramam!
14. Acımı Paylaşır, Acını Benimle Paylaşır Mısın?
15. Sırlarla Dolu Bir Geçmiş...
16. Şaşkın, Güzel ve Tehlikeli Dansçım
17. Hatırladığım Son Şey
18. Unutmak Hem Ödülüm, Hem Lanetim
19. Bölüm Alıntısı (VE GERİ DÖNÜŞ)
19. Karabasan Avlar Şahini
20. Bir Ölüm, Bir İntikam Yemini
21. İhanetin Çamuruyla Örtülü Mezar
22. Geçmişinle Yüzleşecek Kadar Cesur Musun?

13. İzler Silinir Ama Acısı Kalır!

4.5K 538 674
By S-Mare

Merhaba Balerin ve Şahinlerim...

(Upuzun bir bölüm oldu. Yorumsuz paragraf görmezsem dadından yenmez. Sizin etkinizle bölümler daha hızlı yazılır ve hepimiz çok mutlu oluruz. Sevgi pıtırcığıyız bugün hadi iyisiniz 😂)

(Ama bölüm öyle değil 😈)

Bu arada şarkı tam olarak Balerin ve Şahin'i anlatıyor. Sadece Vega'nın söylediği daha slow versiyonu da efsane. Dinleyin ❤️

Keyifli okumalar...

Instagram: e.s.mare , esmare_den
TikTok: smare_hikayeleri

〰️
"Seni unutamam ki."

"Unutmana izin vermem zaten Lina," dedi yavaşça. "Asla izin vermem!"

Vega & Manga - İz Bırakanlar Unutulmaz
________________

13. Bölüm🩰
İzler Silinir Ama Acısı Kalır!
________________

Eve girdiğimde tüm hücrelerimden yorgunluk akıyordu. Güneş'ı Ana Merkeze götürmüş ve karabasanlara teslim etmiştik. Asil ile gittiğimiz için geri dönüşte beni eve Merih bırakmıştı. Kendimi salondaki koltuğa attığımda o da yanıma oturdu. Yol boyunca konuşmamıştık, aslında ben yol boyunca uyuklamıştım. Bu aslında işime de gelmişti, beni hem Merih'in bitmeyen sorularından hem de Asil'in söylediklerinden uzak tutmuştu ama işte yine buradaydık ve o dikkatle bana bakıyordu.

"Canın sıkkın," diyerek açılışı yaptı.

Başımı koltuğun arkasına yaslarken ona değil tavana baktım. Şakaklarımda büyük bir zonklama vardı. "Merih inan bana şu an Alaca ile ilgili öfkeni bana yansıtmanı kaldıramayacağım."

Sarılı elimi kendine çekince başımı koltuktan kaldırmadan ona çevirdim. Sargı kırmızıya boyanmıştı, aslında o ana kadar onun varlığını bile unutmuştum. Doktorun yaptığı iğneler sayesinde acısını da hissetmemiştim ama sanki o an acı duymaya başladım. Merih sargıyı yavaşça açtı ve sessizce yarayı inceledi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kaldı. Çok geçmeden elinde temiz bir sargı ve birkaç malzemeyle daha yanıma oturmuştu. Elimi tekrar kavrayıp sessizce temizleme başlamasıyla, "Biz kardeş gibi büyüdük," diye sonunda konuştu. Kirpiklerinin arasından bana baktı. "Ben hepinizi kardeşim gibi görüyorum Alina. Kabul, öfkem ileri gitmeme neden oldu ama inan bana, sadece seni düşünüyorum. Tekrar canın yansın istemiyorum."

"Biliyorum," dedim sadece. Çok yorgundum. Bedenen, en çok da ruhen yorgundum.

"Sana ne söyledi?" dedi elimi sarmaya başlarken.

"Hiçbir şey," diye yalan söyledim. Elbette ki inanmadı.

Bana bakmadan başını iki yana salladı. "Yüz ifaden öyle demiyor."

"Yorgunum sadece."

Sonunda başını kaldırdı. "Seni çok daha zor işlerin sonunda da gördüm ben Alina ama bu halin onların hiçbirine benzemiyor. Bu halin o gün hastanedeki..."

Hızla doğruldum ve elimi aynı hızla avuçlarından kurtardım. "Canım yansın istemiyorsun ama canımı yakacak şeyleri hatırlatmaktan çekinmiyorsun." Öfkeli bir nefes verdim. "Merih ben çok yoruldum, anlıyor musun? Kendi öfkemden çok senin öfken yordu beni. Alaca ile arandaki şeye artık beni dahil etme. Bırak sadece kendi öfkemle baş edeyim, o zaten bana çok fazla geliyor."

"Tamam, özür dilerim," dedi hemen. Derin bir nefes verdi ve koyu renk düz saçlarını geriye itti. Bakışları yumuşaktı. "Sana sarılabilir miyim?"

"Hayır," dedim, benim sesim onun aksine sertti. Sürekli hata yapan bir çocuk gibi olmuştu Merih ve bu artık canımı çok fazla sıkıyordu. Beni geçmişe götürmesi ise iyileşen bir yaramı tekrar nüksettiriyordu. Bunu bir özür telafi edemezdi. "Sadece yalnız kalmak istiyorum. Git lütfen."

"Alina..."

"Gitmeni istiyorum," dedim üzerine basarak.

"Benim..." dedi tereddütle. "Benim ihtiyacım var. Lütfen! Sonra gideceğim."

O ana kadar fark etmemiştim. Ana Merkez'de onu gördüğümden beri aslında biraz durgundu. Kendime o kadar dalmıştım ki onun bir derdi olduğunu anlamamıştım. Yol boyunca ses çıkarmamasını uyuklama numarama bağlamıştım ama o Merih'di. Bu anlar ve susmazdı. Gerçekten bir sıkıntısı vardı. Ona olan öfkem geçmese de biraz daha yumuşadı. Bunda bencilliğimin de payı yok değildi. Merih yöntemleri yanlış olsa da hep beni soruyordu ama ben... Ben de kendimi soruyordum.

Ben iyi değildim. Ben acı çekmiştim. Ben yorgundum. Ben... Ben... Ben...

Ve ben ona dayanamıyordum. Her ne kadar tavizsiz olduğumu iddia etsem de Afşin, Yağmur, Ferman, daha çok da Merih benim zaafımdı.

Derin bir nefes alıp kollarımı açtım. "Gel buraya!"

Gül kurusu dudakları hızla yukarı kıvrıldı. Açtığım kollarımın arasına bir çocuk gibi sığındı. Öyle sıkı sarıldı ki güldüm. "Yavaş ol hayvan! Kırılgan bir kadınım ben."

"Ya ya ne demezsin," dedi alayla. Sesi boğuktu.

Sağlam elini saçlarına koydum ve yavaşça okşadım. Hemen başını omzuma yasladı. Ben ondan küçüktüm ama küçüklüğümüzde bile onu böyle yatıştırdığımı hatırlıyordum. Şimdi de öyle oldu. Gergin omuzları yavaşça gevşedi. "Anlat hadi."

"Hayır," dedi, sesi daha da boğuk geldi. "Sen anlattım mı ki ben anlatayım?"

"Huysuzluk yapma be," diye çıkıştım.

"Önce sen," dedi direterek.

"Beni böyle oyuna getiremezsin Merih."

Elimi çektiğim an hızla bileğimi kavradı ve yine saçlarının üzerine bıraktı. "Tamam. Devam et, anlatacağım," dedi kabullenerek. Parmaklarım tekrar saçlarında dolaşırken iç çektiğini hissettim. "Annemi gördüm bugün." Sözleriyle gerildim. Kendi annem aklıma geldi ama onu zihnimden sıyırmam hızlı oldu. Sessiz kalıp devam etmesine izin verdim. "Onu görmeyeli o kadar zaman olmuştu ki..." Başını iyice omzuma yasladı. "Beni gördü, bana baktı, gözleri ışıldadı ama konuşamadı, sarılamadı. Sadece baktı ve bu çok can yakıcıydı. Onun sarılışını, güzel sesini duymayı özledim ben."

Bir şey söyleyemedim. Merih'in annesini hiç görmemiştim ama durumunu biliyordum. Felçliydi ama evinde kalıyordu. İki yardımcısı vardı, ona onlar bakıyordu. Merih böyle söylemişti. Aslında onun sesini de dokunuşunu da net olarak hatırladığını düşünmüyordum çünkü ailesi saldırıya uğradığında Merih daha üç buçuk yaşındaydı. Hafızasında o yıllardan bir şeyler kaldıysa bile çok silik olmalıydı. Yine de o silik hatıraların hasretini duyuyordu.

İnsan kaç yaşında olursa olsun bir anneye ihtiyaç duyuyordu. Ben hariç... Belki de en çok ben ihtiyaç duymuştum ve sonunda buna duyarsızlaşmıştım. Nefretim ona olan ihtiyacımın önüne geçmişti ve zaman geçtikçe o nefret de beni yormuştu. Duyarsızlaşmam bu yüzdendi.

"Alina..." dedi yavaşça. "Ellerin annem gibi hissettiriyor. Kolların onun gibi sarıyor beni. Bu hep böyle oldu. Bir gün bunları da kaybedeceğimden çok korkuyorum."

Kaşlarım çatıldı. "Neden kaybedesin?" dedim hemen. "Merak etme, kaz kafalı olsan da, beni çoğu kez delirtsen de ben sana yine de sarılır saçlarını okşarım."

Karşı koltuğa kendine atan beden ile sesi de aynı anda bize ulaştı. "Ben olsam o kadar emin olmazdım."

Merih hızla kafasını kaldırdı ve ona çevirdi. Gözlerine yine öfke yığılırken Asil oldukça rahat bir şekilde koltukta kaydı ve dakikalar önce benim yaptığım gibi başını koltuğun arkasına yasladı ama alaca gözleri bizim üzerimizdeydi. Sessizliği sürpriz değildi ama bu denli olması beni hep şaşırtmıştı. Geldiğini hiç hissetmemiştim bile. "Selam Karakurt," dedi Merih'e kibirle bakarak. "Hoş geldin demek istedim ama yalan söylemeyeceğim, pek hoş gelmedin."

"Aynı şeyleri söyleyecektim, inanır mısın?" dedim gözlerimi kısarak.

Gözlerini bana çevirdi. Yine manasız öfkeli bakışlarıyla muhatap etti beni. "Seninle konuşuyormuşum gibi mi geldi sana?"

Merih'in dişlerinin gıcırtısı kulaklarıma doldu.

"Bırak benimle konuşmayı, ben hiç konuşmaman taraftarıyım," dedim tehditkarca.

"Üzgünüm ama Balerin, ne düşündüğün beni pek alakadar etmiyor," dedi umursamazca. Başını yana çevirdi. "Karnım aç, evde yiyecek bir şeyler var mı?"

Bu denli hızlı konu değiştirmesine karşılık ben de dişlerimi sıktım. "Zıkkım var, yer misin?"

Asil güldü ve başını çevirip bana baktı. Sonra sessizce öfkeli ifadesiyle onu izleyen Merih'e. Kardelen gelip kucağına kıvrılırken, "Onu Merih'e vermişsindir diye düşünüyordum," dedi. "Elini sarmış ya, ödül olarak falan."

Merih'in bedeni daha da kasıldı ama beni şaşırtacak bir şekilde ona yine cevap vermedi.

"Alaca haddini aşma!" dedim dişlerimin arasından. "Benim arkadaşlarım hakkında düzgün konuşacaksın!"

"Elbette," dedi doğrulurken. "Kibar olacağım." Ellerini kırdığını dizlerinin üzerinde birleştirdi ve keskin alaca gözleri yine Merih'i buldu. "Merih artık defolur musun?"

Hızla ayağa kalktığımda ona doğru bir adım attım. Suratına güçlü bir yumruk indirecektim ama Merih önüme geçti. Ona şaşkınlıkla baktım. Neyi vardı bunun böyle? "Sakin ol," dedi yavaşça. "Sonra yine gelirim."

Yanağıma ufak bir öpücük bırakıp salonun çıkışına yürümeye başladı. Dış kapının kapanma sesini duyana kadar da öylece arkasından baktım. Şaşkınlığımı tanımlayacak kelimeleri bulamıyordum.

"Akıllı çocuk," dedi Asil keyifli sesiyle.

Başımı ona çevirdim ve bir şeyleri net olarak kavradım. "Onu ne ile tehdit ettin?"

Merih tehditlere boyun eğmezdi, ruhu benim gibi asiydi onun. Asil onu her ne ile tehdit etmişse bu öylesine bir şey olamazdı.

"Tehdit mi?" dedi alayla. Başını iki yana salladı. "Hayır, sadece iki medeni insan gibi konuştuk."

"Alaca!" dedim sesimi yükselterek.

Gözleri kısıldı. Nefesleri aniden hızlandı. "Ona bu denli şefkatli olman katlanılır gibi değil."

Ağzım şaşkınlıkla açıldı. "Ne?" dedim öfke içinde.

Kardelen'i yere bırakıp ayağa kalktı ve "Boş ver," dedi. Çıkışa doğru yürüyordu ki hızlı davranıp kolunu kavradım ve onu geri çektim. "Dur tahmin edeyim," dedi o da alaycı bir öfkeyle. "Benim derdim ne değil mi?"

Tam olarak onu soracaktım. Aslında bu soruyu kaç defa ona sorduğumu bile hatırlamıyordum ama cevap da alamıyordum.

Dudaklarım aralanmıştı ki telefonunun sesi odayı doldurdu. Bana delici bakışlarla bakarken cebinden çıkarıp ekrana baktı ama kimin aradığını görmeme fırsat vermeden hızla açıp kulağına götürdü. Telaşlı bir şekilde de salondan çıktı. Peşinden gitme dürtümü bastırmadım. Yavaşça ilerleyip hole çıktım. Mutfağa girmişti, sesi geliyordu.

"İyi mi?" demişti, sesinde korku vardı.

İyi mi?

Mira...

Yine bilindik sıkışma göğsümde belirdi, öfkem yine merakımı gölgede bıraktı. Hafif aralık kapıya sessizce adımladım. Yapmamam gerekiyordu ama dayanamamıştım.

"Anladım," dedi, bu kez sesinde rahatlama vardı. "Kötüleşirse ya da..." Kısa bir an sustu. "Herhangi bir şeyde... Hayır, her şeyde haberim olsun."

Telefonu kapattığını değişen nefes seslerinden anladım. Asil kolay kolay bir şeyden korkmazdı ama şimdi sesli her nefesinde korku okunuyordu. Ve acı...

Yüzümü buruşturdum, elim göğsüme gitti. Elim titriyordu. Öylesine öfkeliydim ki...

Mutfak dolabının hafif sesi geldi önce. Bir şişenin kapağı açıldı. "Hala yeterince sessiz değilsin."

İçeriden gelen sesine karşılık yutkundum ama duruşumu dikleştirmem uzun sürmedi. İki adımla kapıya ulaşıp ittim ve onu tezgaha yaslanmış bir su şişesini yudumlarken buldum. Hiçbir şey olmamış ve yakalanmamışım gibi önünden geçip yanında durdum ama ona bakmadım. Üst raftan bir bardak alıp musluktan doldurdum. Sonra başıma dikip boş bardağı evyenin içine bıraktım. Ona bakmadan arkamı dönüp tekrar kapıya yöneldim.

Ona açıklama yapacak değildim. Burası benim evimdi ve ben su içmek için mutfağa gelmiştim sadece. Kahretsin! Ne onu ne de kendimi kandırabilirdim. Ve ben bunu bana yaptırdığı için onu öldürmek istiyordum.

Kapıdan çıkamadan arkamdan, "Konuşalım," dedi. Durup başımı ona çevirdim. "Sakince konuşalım," dedi ve şişeden bir yudum daha aldı. "Birbirimize girmeden... Sakince..."

"Sakin misin?" diye sordum.

"Değilim, ya sen?" dedi o da.

"Ben de değilim," diye cevapladım onu.

Omuzlarını kaldırdı. "Yine de konuşalım."

Başımı hafifçe iki yana salladım ve başımla tezgahın üzerine bıraktığı telefonu işaret ettim. "Biraz daha bekle, eğer şanslıysan seni sakinleştirecek kişi seni arayacaktır."

Gözleri kısıldı. Anlamamış göründü. "Bunu da Yağmur mu söyledi?"

Yağmur'un söylediğini biliyordu, bunu daha bugün konuşmuştuk çünkü. Öyleyse bu tepki de neydi şimdi? "Evet," dedim yine de. "Ve her gün geberip gitmesi için dua ediyorum." Kötücül bir şekilde gülümsedim. "Acılar içinde..."

Soluk kırmızı dudakları aralandı. Kaşları buna tezat şiddetle çatıldı. "Anlamadım, ne?"

İçmeden kafayı bulduğunu düşündüm, aksi halde söylediğim şeylere bu kadar şaşırmazdı. Hatta bunu söylemeden gözlerimden anlardı. Cevap vermedim, arkamı dönüp mutfaktan çıktım. Arkamdan, "Alina!" diye seslendi. Sesi öfke doluydu. Ne bekliyordu ki? İkisinin mutlu olması için iyi dileklerde mi bulunacağı mı?

Merdivenlere yönelmeden ayaklarıma sürtünen Kardelen'i kucakladım ve merdivenleri yavaşça çıktım ama odamın kapısına geldiğimde arkamdan, "Balerin!" diye bağırdı. Döndüm ve yüzünden akan öfkeyle yüzleştim. Hoşuma gitti, hatta onun bu öfkesi büyük bir haz duymama neden oldu. Ama bir yanım... Bu da öfkelenerek duyduğum hazzın sonu oldu. Hızla odaya girip kapıyı kilitledim. En azından biz görevdeyken örgütten birileri bu lanet kapıyı tamir etme zahmetinde bulunmuştu.

Hızlı nefes alışlarını saniyeler içinde kapının ardından duyuldu. Merdivenleri hızlı çıkmasından değil, öfkesinden nefes nefeseydi. "Aç şu kapıyı!" diye bağırdı kapıya vurarak. "Konuşacağız!"

"Siktir git!" diye bağırdım ben de. Kardelen'i yere bıraktım. O da hızla giyinme odama girdi. O odayı dağıtmak en sevdiği şeylerden biriydi.

"Aç şunu!"

Açarsam onu bu kez kesinlikle öldürürdüm.

"Canın mı yandı?" diye bağırdım. "Yansın! Umarım bir gün mezarının başında ağlarsın!"

Ses kesildi. Bu kadar erken pes etmesine şaşırsam da kapıyı açmadım. Üzerimdeki ceketi çıkarıp yatağa attım. Elimin acısı iyiden iyiye kendini belli etmeye başlamıştı. Bir ara bir ağrı kesici almalıydım. Giyinme odasına girip Kardelen'in yere sermeye başladığı kıyafetlerimin arasından sabah yere attığım bornozu aldım. Kaynar derecede bir suda banyo yapmaya ihtiyacım vardı. Yatağın yanındaki küvete yürüdüm ve suyu açtım. Tam o an kapının kilidine iki el ateş edildi. Silahın susturucusu vardı, şüphesiz kimse sesini duymayacaktı ama benim kapımın kilidi kırılmış mıydı, kırılmıştı.

Dudaklarımın şokla aralanırken, "Şaka yapıyor olmalısın," diye mırıldandım.

Kapı hızla açılıp duvara çarptı. "Ama yapmıyorum," dedi Asil. "Konuşacağız dedim! Konuşacağız!"

Sanki birisi üstüme kızgın yağ dökmüş gibi parmak uçlarıma kadar ısındım. Elimi hızla belime attım ve silahımı çekip ona doğrulttum. Benim silahımın susturucusu yoktu ama diretirse yine de ateşlerdim. Sabrım dolup taşmıştı artık. "Çık dışarı!"

"Beni vurmayacaksın!"

Beni vuramazsın demişti değil mi? Bunu çok da kendinden emin söylemişti. Tam o an ateş ettim ve kurşun kolunu sıyırıp kapıya saplandı. Kanayan koluna bakmadı bile, sadece hafifçe yüzü buruştu. Namluyu yüzüne çevirdim. "Bir dahaki alnının ortasına gelir!"

Sanki ona konuşmuyormuşum gibi bana doğru hızlı ve büyük adımlarla geldi. Elimdeki silahı tehditkârsa salladım. "Ölmek mi..."

Silahı elimden almaya çalıştı, ilkinde onu engelledim ama ikinci hamlesi seri ve sertti. Şimdi silahım onun elindeydi. İki elinde iki silah... İkisini de yere fırlattı ve tekrarladı. "Beni vurmayacaksın! Boşa gösteri yapıyorsun!"

Dişlerimi sıktım ve onu tutup ittim. Küvetin içine düştü. "Allah kahretsin!" dedi. Küvet çok dolmasa da yeterince ıslanmıştı, hem de kaynar suyla ve hala üzerine sıcak su akıyordu.

"Seni kahretsin!" dedim öfkeyle. Doğruldu ve sıkılı dişleri arasından suyu kapattı. Kapıyı gösterdim. "Defol şimdi!"

Hızla elimi yakalamaya çalıştı ama aynı anda elimi çektim. Bu kez elimdeki bornozu çekti. Hızla bıraktım. Bornoz yere düştü ama o aynı anda kavradığı bluzumdan beni kendine çekmeyi başardı. Tişörtümün yakasından bir yıltılma sesi yükseldi ve ben küvetin içine düştüm. Onun üzerine... Sıcak su ellerimi yaktığında, avucumdaki yarayı şiddetle acıttığında geri çekilmek istedim ama belimi sıkıca kavradı. Şimdi ikimiz de nefes nefese birbirimize bakıyorduk. "Konuşacağız!" dediğinde nefesi tüm sıcaklığıyla tamamen dudaklarıma vurdu.

Dizimi kasıklarına geçirmek istediğimde bacaklarımı bacakları arasına kıstırdı. Ben örgütte öğrendiğim çoğu şeyi ona borçluydum, bunu inkar edemezdim ama bu da benim yapabileceğim her şeyi önceden bilmesi ve beni engellemesi demekti. Her hareketimin boşa çıkmasına öfkelenerek küfrettim.

"Alina, karşı koymayı bırak!"

"Yemin ederim seni öldüreceğim," dedim neredeyse bağırarak.

Kolunu belimden çektiğinde geri çekilmek için bu fırsatı kullanacaktım ama iki eli aynı hızla bileklerimi kavradı ve göğsünde birleştirdi. Elimdeki yara acısını artırdı. "Alaca!" diye bağırdım. Güçlü müydüm, evet ama onun gücü karşısında kesinlikle eziliyordum. Güç karşısında çeviklik de iş görürdü. Ne yapacağını bilirsen en güçlü adamı bile alt edebilirdim ama demiştim ya, ne yapacağımı bana hep o öğretmişti. İşte bu yüzden yapacağım her şeyi tahmin edebiliyor ve engelleyebiliyordu. Bu çok canımı sıktı ama yine de pes etmedim. Başımı geri çekip yüzüne indirdiğimde küfretti ama beni bırakmadı. Aksine hızla döndü ve bedenimi küvetin içine bastırdı. Kıyafetlerimi aşması saniyeler alan sıcak su ilk önce boynumu yaktı. Bu kez küfreden bendim. Neredeyse haşlanmıştım.

Bundan yararlanıp bileklerimi tek eline hapsetti ve diğer eliyle soğuk suyu açtı. "Kaşınıyordun!" dedi dişlerinin arasından.

Soğuk akan su, sıcak suya karışıp biraz daha rahatlamamı sağlasa da bu öfkemi en ufak bir şekilde dindirmedi. Beni tamamen hareketsiz kılsa da küfrede küfrede kurtulmaya çalıştım. "Kes şunu!" diye bağırdı. Su çeneme doğru yükseldi. "İstediğin kadar diren, konuşacağız!"

"Boğ beni!" diye bağırdım. Saçlarım suyun içinde dalgalanmaya başladı, birazı yüzüme yapışmıştı. "Senden kurtulup geberip gitmek istiyorum artık!"

Aksine su yükseldikçe beni biraz daha yukarı çekiyordu ama ona tekrar kafa atabileceğim mesafeyi de koruyordu. "Karşı koymaya devam et, ben yine de konuşacağım!" dedi dişlerinin arasından. "Ve sen istesen de istemesen de beni dinleyeceksin!"

O da en az benim gibi öfkeli görünüyordu. Sevgilisinin ölmesini istemem onu delirtmiş gibiydi, canı cehennemeydi. "Sen ne zaman böyle birine dönüştün?" diye bağırdı. "Suçsuz birine iğrenç sözler sarf edecek kadar kalbin karardı mı? Bana olan öfken bu denli mi değiştirdi seni?"

Sadece söylediği tek bir şeye takılmıştım. "Suçsuz biri mi?" dedim hayretle. "Suçsuz! Sen... Sen midemi bulandırıyorsun artık! Bırak beni!"

"Yeter!" diye bağırdı. "Şerefsiz bir piçe sarılıp annesi için onu teselli ediyorsun. Ona üzülüyorsun ama bana aynı tepkiyi gösteremiyordun. Bunu senden beklemiyorum da zaten ama en azından biraz o kadına saygın olsun! Allah kahretsin! Benden nefret ediyorsun belki ama bunun için..."

O kadına saygım olması mı? Kafayı yemişti! Mide bulandırıcıydı gerçekten.

"Hala mı?" diye bağırdım. "Hala bana onu savunacak kadar yüzsüz müsün sen? Ah! Pardon, hep öyleydin zaten."

Su biraz daha yükseldi ve o beni biraz daha yukarı çekti. "Ne saçmalıyorsun sen?"

İsterik bir şekilde güldüm. "Saçmalıyorum, öyle mi? Saçmalıyorum. Bana yaptığı şeylerden sonra hala onu savunan, onun için endişelen sen değil de ben saçmalıyorum. Gerçi ne bekliyorum ki? Ben can çekişirken de sen onu aklamakla uğraşıyordun. Biliyor musun? Sen de geber! İkiniz de geberin gidin artık! Gidin! Kahrolası zihnimden defolup gidin artık!"

Ellerimi sıkıca göğsüne bastırdı. Yüzünü yine bana doğru eğdi. "Alina..." dediğinde ses tonu alçalmıştı. Öfkesi manasızca dinmiş gibiydi ama benimki her saniye katlanarak artıyordu. "Sen kimden bahsediyorsun?"

Hoşuna gidiyordu, beni delirtmek hoşuna gidiyordu. Yüzümü tekrar yüzüne indirmek istedim ama başını geri çekti. "Bırak!" dedim dişlerimin arasından. Elimden sızan kan artık suya karışıyordu ve kollarımdaki güç çekilmeye başlamıştı. Canımın acısıyla gözlerimi yumdum. "Bırak!"

"Alina bana bak..."

"Tanrı seni kahretsin!" dedim Rusça ama sesim tükenmiş gibi çıkmıştı. Su artık buz gibi olmuştu ama ben aksine yanıyordum. Bileklerim acıyordu, yaralı elim şiddetli bir şekilde sancıyordu ve buna rağmen sürekli debelenmekten çok yorulmuştum. "İkinizi de kahretsin! Mira'yı da seni de!"

"Mira değil," dedi ama çırpınışlarım üzerine bağırdı. "Alina, o Mira değil! Annem!" İşte o an duruldum. Dakikalardır nefessiz kalmışım gibi derin bir nefes aldım. Sonunda gözlerimi açtım, göz bebeklerim hiçbir yere temas etmeden alaca gözlerini buldu. "Söz konusu olan kişi annemdi," dedi daha sakin bir sesle. "Annem kanser. Kanserin son evresinde."

Gözümün önüne toplantıdaki hali geldi. Telefonu çaldıktan sonraki telaşı... Mira için değil miydi?

"Toplantıda..." dedi o da sanki ne düşündüğümü anlayarak. "Arayan annemin doktoruydu. Mira'dan haberim bile yoktu o zaman. Aşağıda konuştuğum da onun doktoruydu."

Gitmesini engellediğim için öfkelendiği kişi annesi miydi yani? O günün akşamındaki halini hatırladım. Yıkılmış görünüyordu. Annesini için mi o haldeydi?

Sakinleştiğimi anladığında beni bıraktı. Küvet orta büyüklükteydi, ikimizi de alsa da içi içe geçmiş gibiydi. Yine de biraz geri çekilip doğrulmama izin verdi. "Annen?" dediğimde başını salladı. Az önceki öfkesinin nedeni de açığa çıktı çünkü ben bilmeden annesinin ölümünü istemiştim. O da bildiğimi sanıp buna rağmen ona öfke kustuğumu düşünmüştü. Yine de özür dilemedim, sadece, "Bilmiyordum," dedim.

"İnsan gibi dinleseydin öğrenecektin," dedi çıkışır gibi.

"Annen için üzüldüm," dediğimde içtendim. Annesinin suçu yoktu, onu tanımıyordum ama Asil'den nefret etmem ondan da edeceğim anlamına gelmiyordu. Gerçekten tanımasam da onun için üzülmüştüm. Bu yine de akabinde Asil'e bağırmamam için bir neden değildi. "Sen insan mısın ki seni insan gibi dinleyeyim?"

Kaşları çatıldı ama hemen ardından güldü. Daha saniyeler önce odayı dolduran öfkesinin yerinde şimdi yeller esiyordu. Uzanıp neredeyse göğsüme gelen suyu kapattı. Ona annesiyle ilgili sorular sormak istedim ama daha o an vazgeçtim. Kadına üzülmüş müydüm, evet ama Asil'in acısını paylaşacağı kişi ben değildim. Benim acımı paylaştığım kişinin artık o olmadığı gibi...

"Açım ben, ne yiyeceğiz?" dedi konuyu hızla değiştirerek.

"Ne bok yersen ye!" diye tıslarcasına konuştum. "Sadece beni rahat bırak! Çık odamdan!"

Bana baktı. Bir şey söyleyecek gibi oldu, muhtemelen yine afili cevaplarından birini verecekti ama sustu. Yine lal olmuş gibi bana bakmaya başladı.

"Ne var yine?" dedim öfkeyle. "Kafanda yine saçma sapan neler kuruyorsun?"

"Çok saçma ama..." dedi yavaşça ve iç geçirdi. "Çok güzel şeyler kuruyorum kafamda."

"Aptal!" dedim dolu dolu. "Defol artık!"

Kıpırdamadı bile, aksine güldü. Sadece bana bakıp güldü ama bakışları beni huzursuz etti. Tıpkı gülüşü gibi... Gözlerimi kaçırdım. Aşağı kattan gelen zilin gürültüsü duyuldu. Asil'in bana yapışmış bedenini ittim. Küvetten çıkıp pencereye yürürken arkamdan anlamsızca, "Siktir ya!" dedi.

Ona bakmak isteyen yanımı durdurdum ve pencereden dışarı baktım. Bir polis aracının kırmızı-mavi ışıkları yola yayılmıştı. Şimdi Asil'in neden küfrettiğini anlamıştım. Arabanın etrafa yayılan ışıklarını fark etmiş olmalıydı. Ben de küfretmekten kendimi alamadım.

Zil tekrar çaldı. "Kimmiş?" dedi Asil.

"Polis!" dedim hızla arkamı dönerken. Aniden yüzüm buruştu. "Ama sen zaten bunu anladın. Ne diye soruyorsun?"

"Ne?" dedi o da yüzünü buruşturarak. Aynı hızla yüzü eski haline döndü. "Evet, anlamıştım. Doğru mu anlamışım diye tasdiklemek istedim."

Normal değildi, bu adam manyağın önde gideniydi.

Zil tekrar çalınca yerdeki bornozu kaptım, en azından o kuru kalmıştı. "Silah sesine gelmiş olmalılar. Ve hepsi senin yüzünden."

"Benim silahımın susturucusu vardı. Seninkinin yoktu. Benim yüzüm-"

Önce yakası yırtılan bluzumu hızla çıkarttım, sonra ise bir çırpıda pantolonumu. Elimin acısı katlanılmayacak derecede artsa da bunu dışa yansıtmadım. Asil yine küfredince başımı kaldırdım. Telaştan onu yok saysam da ben az önce önünde soyunmuştum. Aniden ürpersem de, "Ne?" diye çıkıştım. "Adamın karşısına bornozun altında bir kıyafetlerle çıkmam saçma olurdu değil mi?"

Bornozu hızla üzerime giyerken kaşları çatıldı. "Adamın karşısına bornozla çıkman da saçma."

Hala küvetin içindeydi ve hala aptalca konuşuyordu. Kapıya hızla yürürken, "Geri zekalının biri beni ıslatmasaydı, buna gerek kalmazdı zaten," dedim.

Merdivenleri hızla indim. Adam zili tekrar çalarken, "Geliyorum," diye bağırdım, yoksa eve dalacak gibiydi. Sarılı elimi kapının ardında gizleyerek kapıyı açtım ve adam beni görünce bir an neye uğradığını şaşırdı. Utanmış gibi yaptım. "Ah, kusura bakmayın! Banyodaydım, o yüzden geciktim."

"Önemli değil," dedi polis. "Komşularınızdan biri evinizden silah ve bağrışma sesleri geldiğini söyledi, onu kontrol etmek için geldik. Evinize hırsız girmiş olabileceğinden şüphelendik."

"Silah sesi mi?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Ve kavga? Yanlış duymuş olmasınlar çünkü benim evim yüksek güvenlik önlemlerine sahiptir."

Polis bahçe kapısını gösterdi. "Dış kapı açıktı hanımefendi."

Geri zekalı Merih!

"Evim dedim zaten memur bey." İşaret parmağımla başımın üstünde bir daire çizdim. "Ev yoğun güvenlik önlemlerine sahip ama bahçeye de bir şeyler düşünmemiz gerekiyor, evet."

Polis bana doğru eğildi. "Hanımefendi," dedi dudaklarını kıpırdatarak. Sesi çıkmamıştı. "Tehlike altındaysanız başınızı hafifçe sallayın."

Gülümsedim. "Devletimiz sizin gibi emniyet mensuplarına sahip olduğu için gurur duydum ama endişeniz olmasın. Evde benden başka bir tek kedim var."

Kardelen'in miyavlaması bir yerlerden duyuldu. Kızım annesinin arkasını topluyordu sanki. Omuzlarımı kaldırdım. "Değil silahlı biri, bu eve tank bile giremez. Babam biricik kızı için bir kale yaptırmış adeta. Paraya kıymış anlayacağınız. Aslında daha büyük bir ev alacaktı bana ama..." Yüzümü buruşturdum. "Arabamı bozunca ceza olarak burayı aldı. Olsun, biraz küçük ama idare ediyorum işte. Sadece kıyafet odam biraz küçük kalmaya başladı. Sanırım onun için bir şeyler düşünmem gerekiyor."

Adam bana bir aptala bakarmış gibi baktı. "İyi olmanıza sevindim," dedi hızlıca. "Size iyi geceler dilerim."

Şımarık zengin kızı tavrı çoğu kişiyi irrite eder ve uzaklaştırırdı. Yine işe yaraması şaşırtıcı değildi.

"Size de," dedim ve o bahçe kapısından çıkana kadar ardından baktım.

Kapıyı kapattığım an arkasından Asil çıktı. Duvara yaslanmış ve kollarını göğsünde bağlamıştı. "Yemek söyledim." Ellerini çözüp havaya kaldırdı. Bir sargı bezi, bir kutu ağrı kesici ve bir ilaç tüpü tutuyordu. "Gelene kadar şu yanıkları ve yaranı halledelim."

Yine komik olmayan bir şaka yapıyordu.

"Gerek yok," dedim karşısına iki adımla gelirken. "Kendim hallederim."

Sağlam elimi ilaçları bana vermesi için ileri uzattım. Bornoz elimi kapattığı için kolumu havaya kaldırıp salladım ve elimi açığa çıkarttım. Ancak o an bir gariplik olduğunu fark ettim.

"Huysuzluk etme işte," dedi Asil. "Tek elle zorla-"

"Bir dakika!" diyerek böldüm onu. Gözlerim bornozun uzun kolundan aşağıya kaydı. Bornozun neredeyse ayak bileklerime doğru uzanan eteğine baktım. Bedenime aşırı bol oluşunu da yeni yeni kavrıyordum, öyle ki beline bağladığım kuşakla şu an ortasından sıkılan bir diş macunu gibi görünüyordum. Başımı hızla kaldırdım. "Bu benim değil."

Asil dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı. Havalanan kaşlarıyla gözlerini başka bir yere çevirdi. Islak hafif dalgalı saçlarını eliyle geriye taradı. "Ya kimin olacak?" derken bile bana bakmamıştı.

"Bu senin bornozun!" dedim şaşkınlıkla.

Bir şeyi daha o an kavradım. Dün annem ve Merih geldiğinde de ben bu bornozlaydım, çıkarıp yere atarken hem dünden kalma olduğumdan hem de o an yaşadığım şoktan fark edememiştim. Ah, annem ve Merih bunu iyi ki fark etmemişti, yoksa başım büyük ağrırdı.

Şu an asıl sorun bu da değildi.

"Senin..." dedim yaşadığım şokla. "Senin bornozunun içinde benim işim ne Alaca?"

"Ne bileyim ben?" dedi sonunda bana bakarak. Gerçekten bilmiyormuş görünüyordu, başka birisi olsa buna inanabilirdi.

"Alaca!" dedim sertçe. "Dün akşam ne oldu?"

"Kızım odana gittin ve kapıyı kilitledin. Odana gelip benim sana bornozumu giydirmiş olacağımı düşünmüyorsun herhalde. Kaldı ki, elimde sen banyo yaparsın diye bir bornozla da dolaşmıyorum. Senden sonra gidip uyudum ben de. Belki önceden yanlışlıkla almışsındır."

Evet, odanın kapısını kilitlemiştim. Hatta Merih odaya girmek için kapıyı kırmıştı. Buraya kadar yanlış yoktu ama ben onun herhangi bir eşyasına dokunmazdım. Onun her şeyi benim için yasaklı maddeydi. Yanlışlıkla almak gibi bir şey söz konusu dahi olamazdı.

"Yalan söylüyorsun," dedim dişlerimin arasından.

Cevap vermedi, sadece bana uzun uzun baktı. Sonunda sinsi ifadesiyle gülümsedi. "Evet."

Rahatlığı karşılığında çılgına dönerken, "Odama nasıl girdin?" diye bağırdım.

"Odana girmedim," dedi benim aksime sakin bir sesle. Dudak büktü. "Az öncesine kadar."

"Alaca benimle oynama!"

"Şöyle yapalım," dedi ve elindeki ilaçları gösterdi. "Önce yaralarını halledelim, sonra yemek yiyelim. Ben de o zamana kadar bu gizemli olayı sana anlatıp anlatmayacağıma karar vereyim."

Ellerimi hızla kaldırıp ıslak tişörtünün yakasını kavradım ve onu duvara ittim ama bu kadarı canımı öylesine yaktı ki istemsizce yüzümü buruşturup elimi geri geçtim. Islak sargıda beyaz tek bir nokta bile yoktu artık ve canımın acısı öfkemi aşmaya çalışıyordu. "Dikişlerin açılmış olabilir," dedi bileğimi kavrarken. Kolumu çekmeye çalıştım ama tenimdeki acı hafifçe inlememe neden olarak buna izin vermedi.

"Bakmama izin ver," diye çıkıştı Asil. Öfkeyle atılacaktım ki, "Biraz profesyonelce davran," diye yine çıkıştı. "Çocuk değilsin!"

Beni manipüle etmeye çalıştığının elbette ki farkındaydım ama yine de, "Tamam," dedim çünkü çektiğim acıya rağmen kafamda hala aynı soru dolanıyordu. Onun bornozunun benim üzerimde ne işi vardı? Bunu öğrenmeliydim.

"Ama o esnada bana ne olup bittiğini anlatacaksın!" diye şart koşmayı yine de ihmal etmedim.

Tuttuğu bileğimden beni salona yönlendirirken, "O konu tartışmaya kapalı," dedi. "Yemek de yiyeceğiz." Başını hafifçe çevirip bana göz ucuyla baktı. "Sonra keyfim olursa anlatacağım."

"Sikerim keyfini senin!" diye patladım. Bileğimi çekmek istedim ama elimin acısı buna da izin vermedi.

"Rusça küfretmen hoşuma gidiyor." Bunu o söyleyene kadar fark etmemiştim bile. "Aslında Türkçendeki aksan da feci etkileyici. Küçükken biraz komik gelirdi ama itiraf edeyim. Daha sertti, bazen de Türkçe konuşurken araya Rusça kelimeler sıkıştırırdın."

Ne diye şimdi küçüklüğümden bahsediyordu bu adam? "Alaca sabrımla oynuyorsun!"

"Bu arada," dedi beni duymamış gibi. "Beni yaraladın, sen de yaramı sarmak zorundasın artık."

Ruh hastası!

Beni koltuğa çektiğinde oturup öfkeyle soluklandım. "Hiçbir şey yapmak zorunda değilim! Hele de senin için..."

Elimdeki sargıyı açmaya başlamadan önce Merih'in getirdiği ve hala koltukta duran malzemeleri yüzündeki tiksinen ifade ile yere itti. Ardından sargıyı açmaya başladı. "Sen bilirsin," dedi umursamazca. "Bu arada bornozum sende kalabilir, ben de yedeği var."

Uzun bir soluk verdim ve eğer öfkem o an soluğumda hayat bulsaydı, dudaklarımdan ateş çıkıyor olurdu ama ona çıkışmadım. Bunu bilerek yapıyordu, beni kışkırtıyor ve akabinde merakımın daha da körüklenmesi sağlıyordu. İt ve çek taktiği... Geri çektiğinde şartlar da değişmiş olurdu. Onun olayı hep buydu.

Sessizliğime karşılık iğneleyici bir laf daha söylemedi. Beni iyi tanıyordu, onun dikine gidersem işimi daha da zorlaştıracağını biliyordum ve o da bildiğimi biliyordu. "Dikişlerin açılmış," dedi başını kaldırıp sonunda yüzüme bakarken. "Örgütten doktoru..."

"Gerek yok," dedim hemen. "İlk yardım kutusunun alt kısmında gizli bir bölme var. Orada dikiş için malzemeler var."

Yine iğneleyici bir kelime söylemedi. Benim uysallığıma ayak uyduruyordu. Yerinden kalktı, yalnızca birkaç dakika içinde yanımdaydı. Elime uyuşturucu sıvıyı enjekte etti. Acı yavaş yavaş azalırken koluna baktım. Kurşun kolunu sıyırmıştı ama kan ıslak, koyu gri tişörtünde yayılmıştı. Bu onda bıraktığım ikinci iz olabilirdi ama birinciyi sildirmişti çünkü omzunda izi yoktu. Eğer bunun izi de kalırsa belki onu da sildirirdi.

Benim omzumdaki iz hala yerli yerindeydi. Tam balerinin parmak uçlarında... Kan damlalarının hemen altında...

Eğer onun izi de dursaydı, aynı ize sahip olacaktık ama onun izi silinip gitmişti. Benimkinden ise hala kan sızıyordu. İronikti, artık onun da kan sızan bir izi vardı.

"Uyuştu mu?" diye sordu, omzuna baktığımın farkındaydı ama konusunu açmadı. Başımı salladığımda açılan dikişlerin yerini yenileri aldı. Elimi sarmayı tam bitirmişti ki kapı çaldı. "Yemekler geldi."

"Ben alırım," dedim ayağa kalkmaya yeltenerek. Evimde herhangi birinin onu görmesi riskini alamazdım.

Kolumdan çekip tekrar oturmamı sağladı. "Kapıya bırakacak," dedi ayaklanırken. "Bahçe kapısından çıktıktan sonra gidip alırım."

Yanık kremini açıp parmaklarına bulaştırdı. Boynuma yaklaştırmıştı ki geri çekildim. Bana zaten yeterince dokunmuştu, daha fazlasına tahammül edemezdim. "Bu kadarı yeterli!" dedim sertçe.

Bir şey söyleyecek gibi oldu ama vazgeçtiğini parmaklarındaki ilacı bir parça sargı bezine silerek belli etti. Hiçbir şey söylemeden yavaşça ayağa kalktı ve odadan çıktı. Elinde bir bardak su ile yanıma geldi. İlaç kutusunu alıp kucağıma bıraktı, bardağı ise sağlam elime tutuşturdu. Bunu beklemediğim için tepki veremedim ama kaşlarım çatılmıştı. O da aniden kaşlarını çattı. Kutuyu alıp koltuğa geri koydu. Suyu ise elimden alıp koltuğun ahşap kısmına bıraktı. "Yemekten sonra içsen daha iyi olur."

Tekrar salonun kapısına yönelirken sessizce arkasından baktım. Tepkisizliğimin nedeni yine geçmişti. Geçmiş aslında hiç geçmiyordu. Unutsam da o kendini bir şekilde hep hatırlatıyordu.

Koltukta oturmuş karşımda ileri geri yürüyüşünü izliyordum. Öylesine öfkeliydi ki ses çıkarmıyordum, aslında onun her sözüne verilecek bir cevabım vardı. Bağırırsa, bağırırdım. Kavga ederse ederdim ama şimdi durum farklıydı çünkü bu kez fena çuvallamıştım. Bir de sırtımda feci bir acı vardı ve canımı yakıyordu, bunu da ona belli etmemeye çalışıyordum.

Durdu ve bana döndü. Gözlerinden öfke akıyordu. "Güvercinlerin liderinden habersiz ne halt etmeye kendi başına hareket edersin Alina!"

Kükremişti adeta. Sırıttım. "Çünkü ulaşamadım."

"O zaman bekleyecektin!" diye gürledi. "Adamların peşine tek başına takılmayacaktın!"

"İlk kez yalnız başımıza hareket etmi-"

Bağırarak sözümü kesti. Yüzüne bir yumruk indirmek istedim, bana bağırılmasına dayanamıyordum. "Bu öylesine bir olay değil! Adam Türkiye'de yeraltı isimlerinin başını çekenlerinden biri!"

"Bana bağırma!" dedim uyarırcasına. Buna rağmen sesim sert değildi. "Hoşuma gitmediğini biliyorsun."

Öfkesinde bir değişim olmadığı için beni dikkate almadığını düşünmüştüm ama tekrar konuştuğunda ses ton düşmüştü. "Şu haline bak! Toz toprak içindesin! Bu kadarla kurtulmana sevinmelisin ama. Gelmeseydim, oradan ölün çıkardı!"

Yüzümü ekşittim ve omuz silktim. "Ne o? Yoksa helva mı sevmiyorsun?"

Hayret eder gibi bana baktı. Başını tavana kaldırdı ve derin bir nefes aldı. Tekrar bana baktığında yine sırıttım. Sert halini sürdürmek istese de yüzüme biraz daha bakınca güldü, öfkesi gülüşünden de belliydi ama en azından gülmesi biraz daha yatıştığını kanıtlıyordu. "Ne yapacağım ben seninle?"

"Bilmem," dedim dudak bükerek. "Öpersin belki."

"Belki?" dedi sorar gibi. "Bunun belkisi olmaz!"

Hızla yanıma geldi ve kolunu belime sardı. Beni kendine çekerken sırtımdaki yaraların acısı kendini belli etti ama ben bunu ona göstermedim çünkü o öpücüğü istiyordum. O da bana bunu verdi. Öptü. "Kesinlikle öperim," dedi dudakları dudaklarıma dokunurken. Bir daha öptü ama bu ilki gibi kısa değildi. Tam ihtiyacım olan şeydi.

Dudakları dudaklarımı kavradı, yumuşakça öptü. Aslında onun öpücükleri hep sert ve tutkulu olurdu ama başıma bela açtığım her zaman bu öpücüklerini yumuşatırdı. Nedenini anlamamıştım hiç, çok da umurumda değildi açıkçası. Ben bana her dokunuşunu seviyordum, her dokunuşunda eriyordum. Ben sanki o bana dokunduğunda var oluyordum. Ben ona aşıktım.

Bunu biliyordu, ona söylemiştim. Her ne kadar o bana hiç söylememiş olsa da...

Öpücükleri boynuma kayarken elleri ceketimin altındaki tişörtün eteklerinden içeri sızdı. Tenime dokunduğu an canım yandı ve ellerini tutup geri çektim. Başımı geri çekip öpücüklerine son verdim. Kaşlarını çatıp bana baktı. Yine sırıttım. "Çok kötü kokuyorum, inan bana!"

"Hayır, kokmuyorsun," dedi gözleri daha da kısılırken. "Sende başka bir şey var."

Başımı hızla iki yana salladım. Rusça küfrettim. Anlamadı elbette ama yaralarımı görmesini engellemem gerekiyordu. Bu kez hızla Türkçe konuştum. "Gerçekten çok kötü kokuyorum, adamlardan kaçarken acayip terledi-"

Hızla ceketime sarıldı yine. Ben de onun ellerine. "Asil!" diye kızdım. "Bir dinle ya!"

Birden belimi kavradı ve beni çevirdi. Şimdi sırtım ona dönük bir şekilde kucağındaydım. Kaçmamı engellemek için bir kolunu belime sıkıca doladı ve kısa deri ceketimin arkasını yukarı kaldırdı. Sonra da tişörtümü... Daha o an yüksek bir küfür savurdu. "Bu ne Balerin? Allah aşkına! Bu ne?"

Kızınca Alina'dan Balerin oluyorduk işte. Yine o anlardan birindeydik.

"Yara mı?" dedim sessizce.

"Yara mı?" diye bağırdı bu kez. "Sen bunlara yara mı diyorsun? Sırtının derisi yüzülmüş gibi! Nasıl oldu bu?"

Başımı yana çevirip ona bakmaya çalıştım. "Yerde sürüklendim biraz."

Hızla önce ceketimi sonra arkası parçalanan siyah tişörtümü çıkardı. Artık sadece üzerimde sporcu sutyenim kalmıştı. Sırtımı tamamen incelerken devasa bir küfür etti. "Nerede sürüklendin? Dikenli teller üzerinde mi? Şu haline bak! Allah kahretsin! Sen nasıl bu kadar sakin durabiliyorsun hala?"

"İzi kalır mı dersin?"

Hayret eder gibi bir ses çıkardı. "Derdin iz mi?" dedi dişlerinin arasından.

"Estetik kaygılarım var," dedim, acı çeksem de güldüm.

Öfkeli nefesleri sırtıma vurdu. "Kafayı yemişsin sen?"

"İz kalır mı yani?"

"Kalmamasını sağlarız," dedi yine öfkeli sesiyle. "Tüm izleri sileriz de acıya çare yok."

Acıya çare yok... Vardı aslında. Bu kadar sakin oluşumun nedeni yanımda oluşuydu mesela? Sadece varlığı bile acımı hafifletiyordu.

Beni çevirdi, güzel yüzü yine gözlerimin önüne serildi ama o bana bakmadı. Beni kucağından indirmeden ayaklandı. "Nereye?" dedim kollarımı boynuna sararken. "Yatak odanda mı öpüşeceğiz bu kez?"

Amacım sadece biraz onu yumuşatmaktı ama bana kükreyerek karşılık vermesi o amaca uzaktan yakından ulaşamadığımın kanıtıydı. "Öpüşmek yok! Bir daha böyle aptalca bir şeye..."

Onu aniden öptüğümde durdu. Yüzüne bakarken gülümsedim, aslında daha çok yine sırıttım. "Tamam," dedi uzatarak. O da beni öptü ve geri çekildi. "Bundan sonra yok!"

Amacıma ulaşmıştım, kızgın hali hiç çekilmiyordu.

Beni banyoya getirip çamaşır makinesinin üzerine bıraktı. Duşa kabine girdi ve suyu açtı. Isısını ayarlamaya çalışıyor gibi görünüyordu. "Beraber duş mu alacağız?" dedim kötücül bir sırıtışla.

Başını çevirip bana kızgın bakışlarını yolladı. "Sırtın çamurla kaplı, yara bere içindesin. Aslında sırtındakilere yara demek bile hafif kalır ve sen hala beni ayartmaya çalışıyorsun."

"İşe yarıyor mu bari?" dedim kur yarar gibi.

"Yarıyor!" diye bağırdı. "O yüzden beni zorlama ve buna bir son verip buraya gel!"

Fayanslara ayak bastığımda sırtımın acısı yüzümü buruşturmama neden oldu. "Yaramıyormuş, niye yalan söylüyorsun?" Yanına yürüdüğümde eğilip pantolonumun fermuarını açtı ve onu da çıkarttı. Yine sırıttım. "Yoksa söylemiyor musun?"

"Alina!" diye çıkıştı bacaklarımı yoklarken. "Başka bir yerinden yaralanıp yaralanmadığını anlamaya çalışıyorum, lütfen biraz susabilir misin artık?"

"Bir öpücük daha ver, söz susacağım!"

"Hayır!" dedi ayağa kalkarken.

"O zaman seni ayartmaya devam..." Edemedim çünkü duş başlığını kaldırıp aniden suratıma tuttu. Boğazıma dolan su ile öksürdüm. Gözlerimi açtığımda artık o bana sırıtıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp öfkeyle homurdandım. "Gidiyorum ben, yaralarımı bizim çocuklardan birine temizletirim."

Kabinden dışarı çıkamadan bileğimi kavrayıp beni çekti. Duş başlığı fayanslara çarptı ve ılık su bacaklarıma sıçradı. Elleri belimi kavradı ama analizini iyi yapmış olmalı ki parmakları hiçbir yaralı kısma denk gelmemişti. Sırtını fayanslara dayarken beni de kendi bedenine sıkıca bastırdı. Yine dudakları dudaklarımı yumuşakça kavradı. Uzun uzun beni öptü ama bana hiçbir zaman bu uzun gelmemişti. Hep daha çoğunu istiyordum ondan. Ben ona hiç doyamıyordum. Sanırım Asil Alaca Şahin benim zaafımdı. Bu yüzden kalbimdeki tüm kırıklarının üzerini bile isteye örtüyordum ve yine ona geliyordum.

Geri çekildiğinde yere düşen duş başlığını aldı. "Bu sondu! Şimdi sırtını temizleyip ilaçlayacağız!"

"Hiç son olmadı," dedim yine sırıtırken. "Hem ben böcek miyim? Ne demek ilaçlamak?"

"Alina!" dedi yine çıkışarak.

"Adımı ne güzel de söylüyorsun sen öy-" Omuzlarımı kavrayıp arkamı çevirdi ve sırtıma değen suyla tıslama benzeri bir ses çıkararak sızlandım. "Acıyor!"

"Duygu sömürüsü yapma!" dedi yine çıkışır gibi. Evet, tam da onu yapıyordum ama yememişti. "Daha beter hallerde 'Bırakın beni, hepsini öldüreceğim!' diyerek koşmuşluğun var senin."

Nazikçe sırtımdaki çamurları temizlerken acısa da parmakları şifa verir gibiydi. "Hepsini öldüremedim ama."

"Evet," dedi. "Biri komalık olmuştu."

"Öldü mü o sahi?" dedim ve acıyla hafifçe kıpırdanıp inledim.

Beni sabit tutmaya çalışırken, "Elbette öldü Alina," dedi. "Ayaklanır ayaklanmaz soluğu adamın hastanedeki odasında almıştın."

"Ah, evet. Hatırladım."

"Eğil de saçlarını yıkayayım," dedi, sırtımı yıkamayı bitirmişti. "Toz toprak içindesin. Sonra da yemek yeriz."

"Komple de yıkayabilirsin," dedim ona dönüp pis pis sırıtırken. Kızgın bakışlarına karşılık, "Ne?" dedim.

"Yaralarına kimyasal bir şeyin değmesi iyi olmaz," dedi kızgın bakışlarıyla. Otur ve başını arkaya ver. Şampuan sırtına değmesin."

Değse sanki dünya yıkılacaktı, tıbbi bilgim çok yoktu ama o kesinlikle abartıyordu. "Amma evham..."

"Balerin!"

Yine Balerin olduk!

"Tamam," dedim huysuz bir çocuk ifadesiyle. Söylediğini yaptım. Yere oturdum ve başımı aşağıya eğdim. Yavaş yavaş saçlarımı yıkamaya başladı.

"Bir dövme yaptırmak istiyorum," dediğimde hmm'ladı. "Balerin ve Şahin..."

Saçlarımdaki parmakları durdu. "Dövme sevmem," dedi sertçe.

"Ben severim, sana ne?" diye çıkıştım.

"Yaptırmanı istemiyorum Alina," dedi bu kez. "Seninle olan anlaşmamızı unutuyorsun."

Keyfim kaçtı. Yutkundum. "Kimse görmez. Görse de anlamaz."

"İstemiyorum," dedi vurgulayarak. "Çok istiyorsan eğer yaptır ama başka bir şey olsun."

Dişlerimi sıktım. Başımdaki ellerini ittim ve oturduğum yerde bedenimi dikleştirdim. Daha o an saçımdan akan kimyasal sırtımdaki yaraları yaktı. Dudaklarımdan tıslarcasına bir ses çıktı. Canım feci yanmıştı. Yine de, "Gidiyorum," deyip doğrulmak için ellerimi yere dayadım.

Bir eli saçlarımı toplayıp sırtımdan çekerken diğeri kalkmaman için omzuma bastırdı. "Tamam, özür dilerim. Fazla tepki verdim. Bunu sonra konuşalım, olur mu?"

Sessizliğime karşılık, "Lina," dedi yumuşakça. "Güneş ışığım..." Kahretsin ki beni nasıl yumuşatacağını iyi biliyordu. Islak omzuma bir öpücük bıraktı. "Beraberiz işte, böyle şeylere gerek olmadığını sen de biliyorsun."

Beraberdir, bu yeterli miydi? Değildi ama demiştim ya, ben ona aşıktım. O yüzden yeterli olmasa da yettirmeye çalıyordum. Yine öyle yaptım.

"Biliyorum," dedim yavaşça. "Tamam. Devam et hadi, sırtım yanıyor."

Avucunda toparladığı saçlarımı kaldırıp önce sırtıma akan şampuanı temizledi, başımı arkaya eğmemi isteyince yine söylediğini yaptım. Yüzü kısa bir an gözlerimin önüne serildi ve dudaklarıma küçük bir öpücük bıraktı. Kırgın halimin üzerine yine bir yara bandı yapıştırdı. Gülümsediğimde o da gülümsedi ama o gülümseyiş de bir şeyi net olarak anlamı sağladı.

Bazı yaralar kapansa da izi kalıyordu. Bazı izler silinse de acısı bir yerlerde hep duruyordu.

Saçlarımı yavaş yavaş yıkamaya devam etti. Sıcak suya parmakların saçlarıma yumuşak dokunuşu da eklenince mayışmaya başladım. Çok yorgundum zaten ve üzerine de bu eklenince gözlerim yavaşça kapandı ama tamamen uyumadım. Saçlarıma sardığı havluyu hissettim. Beni kucaklayışına karşılık yine gülümsedim. Yürümeye başladığında, "Uyuyayım mı?" dedim yavaşça.

O bana böyle güzel davranırken hep tadını çıkarırdım çünkü dışarıda aynı cehenneme geri döneceğimizi bilirdim. Kapıdan çıktığım an biz sadece görevlerde bir araya gelen iki yabancıydık. Bazen bir aradayken bile öyleydik, tıpkı dakikalar önceki gibi...

"Açsın, yemek yiyeceğiz."

"Uyanınca yeriz, mumlarla romantik bir yemek falan..." Hiç öyle bir yemek yememiştik. "Şimdi uyuyacağım."

"Çektiğin acıya rağmen uyuyabiliyorsan, bir de sırtını ilaçlarken göreyim seni."

Gözlerimi açmadan güldüm. "Böcek miyim ben?"

Güldüğünü duydum ama o konuşana kadar neye güldüğünü anlamadım. Yine de gülüşü en güzel şarkıdan bile daha güzeldi. Uykuma hediye edilen huzur dolu bir ninni gibiydi. Onun her ses tonunun efsunkar bir etkisi vardı. "Küçükken böceğe börek derdin."

Yüzümü tişörtünün nemli ama yumuşak kumaşına bastırdım. "Hatırlamıyorum." Gerçekten hatırlamıyordum ve o çok güzel kokuyordu.

"Çünkü olur olmadık şeyleri unutmakta üstüne yok."

"Belki de bu güzel bir şeydir," dediğimde beni yatağa bıraktı ama sırtım acımasın diye bedenimi yan yatırmıştı. Başıma açtığım belalar hiç bitmiyordu belki ama o belalar da bana hep onu getirmişti.

Sessiz kaldı, adım seslerinden odadan çıktığını anladım. Çok geçmeden geri geldi ve sırtıma serin bir şey sürmeye başladı. Acısı canımı şiddetle yakarken kapalı gözlerini daha sıktım. Yine de bunu anlamaması için kıpırdamadım.

"Belki de," dedi sonunda. "Beni unutmadığın sürece sorun değil."

İlaç sürdüğü yere yavaşça üflüyordu artık. Ne kadar belli etmesem de acımı anlamıştı, acımı yine o dindirmişti. Nefesinin rahatlatıcı hissiyle iç geçirdim. "Seni unutamam ki."

"Unutmana izin vermem zaten Lina," dedi yavaşça. "Asla izin vermem!"

Vermemişti de. Aşkı nefrete dönüşmüştü, o da nefret edilen birine ama sonuç olarak söylediği sözü gerçekleştirmişti. Onu nefretle de olsa hep hatırlamıştım.

Bir elindeki karton yemek çantasıyla salona girdiğinde diğer elinde de bir şarap şişesi tutuyordu. Onları camın önündeki yemek masasının üzerine bıraktı. Bana döndüğünde yüzümde nasıl bir ifade gördüğünü bilmiyorum ama kaşları çatılmıştı. "Canın çok mu yanıyor?"

"Ne?" dedim afallayarak. Evet, canım çok yanıyordu ama bu kahrolası geçmiş anıların aklıma gelip durmasındandı. Unutuyordum ama onlar birden ortaya çıkıp beni hazırlıksız yakalıyordu.

Yanıma yürürken, "Gözlerin kızarmaya başlamış," dedi. "İğnenin etkisi olur diye düşünmüştüm ama hala acıyı hissediyorsan hemen bir şeyler ye de ilaç iç."

"Gerek yok, şu koluna bakayım," dediğimde şüpheyle yine yanıma oturdu.

"Aslında onu öylesine söylemiştim, kabul edeceğini düşünmüyordum."

"Beni tehdit eden sen değişmişsin gibi..." dedim öfkeli bir gülüşle. "Uzatma, çıkar şunu da bir bakayım."

Dudak büküp tişörtünün yakısından kavradı ve bir çırpıda başından çıkardı. Pürüzsüz göğsü ve karnı gözlerimin önüne serilse de önce kalbinin üzerindeki zik zaklı çizgilere baktım. İlk şarkım demişti. Anısı kalsın istemiş. Dövme sevmeyen biri neden böyle aptalca bir şey yapardı ki?

Gözlerimi dövmesinden çektim ama bu kez de bakışlarım sağ omzuna kaydı. Onu vurduğum yere... Gözlerimiz buluştu ve bir şey söyleyeceğini anladım. İzin vermedim, kolunu sağlam elimle kavrayıp kendime çektim. "Temizlerim sadece, sen sararsın. Diğer elimin durumu malum."

Aslında sarabilirdim ama sarmak istemiyordum. Yarasını temizlememin tek nedeni huyuna gittiğimi düşünmesini istememdendi.

"Sorun değil," dedi ama sesi düşüktü. "Bu bile yeter."

Yine gözlerine baktım. Bu bile yeter...

Güldüm. "Sana çok bile."

Onaylar gibi başını salladı. "Hadi o zaman."

Koltuğa koyduğu pamuktan biraz kopardım ve yine koltuğa bırakıp ilacı üzerine döktüm. Aslında bunu kendi de yapabilirdi, hatta o yarayı kendi de temizleyebilirdi ama benim yapmamı izlerken başka bir keyif alıyor gibiydi. Ondan bir kez daha nefret ettim.

Hani demiştim ya ona, Nefretim öyle bir yerdeki bundan daha fazlası olamaz diye. Oluyordu.

Yarasını temizlerken en ufak bir acıma belirtisi göstermedi. Sadece beni izledi. Öyle dikkatle izledi ki ne görmek istediğini merak ettim. Acıma mı? Merhamet mi? Belki de bağışlanma... Bilmiyordum ama şunu biliyordum: Hiçbirini alamayacaktı.

Kolunu sardığında başıyla masayı işaret etti. "Birbirimizi yaraladık, sonra da sardık. Biraz da karnımız doysun o zaman."

"Bazı yaralar sarılmaz," dedim ayağa kalkarken. Cevap vereceğini biliyordum ama duymak istemiyordum, o yüzden hızla konuyu değiştirdim. "Ne yemek söyledin?"

"Soslu tavuk kanadı ve patates. Sen seversin."

Hatırlaması sinir bozucuydu.

Tek kaşımı kaldırıp dudak büktüm ve sandalyeyi çekerek oturdum. "Sen kanat sevmezsin."

Hatırlamam daha sinir bozucuydu.

O da karşıma oturdu. "Seviyorum artık."

"Ne zamandır?" dedim alayla.

"Uzun zamandır," diye geçiştirip paketteki yiyecekleri çıkardı ve masaya dizdi.

"Şarap ne alaka peki?"

"Sen sevmezsin," dedi bana bakmadan. "İçmeni engellemek içindi."

Gülümsedim. "Seviyorum artık."

"Ne zamandır?" dedi tek kaşını kaldırarak.

"Uzun zamandır," dedim onun gibi.

Samimiyetsizce gülümsedi. "Yine de içmeyeceksin."

Sadece dudak büktüm ama uzamaması için cevap vermedim. İçecektim.

"Sen başla," dedi kanatların bir kısmını benim önüme iterek. Ayağa kalkıp salondan çıktığında nereye gittiğini merak ederek bekledim. Elinde bir bardak ve şişe açacağıyla geri döndü ve yemeklere dokunmadığımı görüp kaşlarını çattı. "Hadi kızım, davetiye mi bekliyorsun?"

Bana bir daha kızım derse boğazını keseceğini söyleyecektim ama aniden gelen hapşırık silsilesi buna engel oldu. Art arda üç kere hapşırdıktan sonra, "Ah, kahretsin!" dedim burnumu çekerek. Kurşunlanabilir, bıçaklanabilir, hatta delik deşik edilebilirdim ama soğuk algınlığı olmazdı. Onunla baş edemiyordum.

"Anlaşıldı," dedi Asil. "Sana önce bir bitki çayı lazım."

Geri dönüyordu ki, "Yeter!" dedim dayanamayarak. "Şuna bir son ver! Sinirlerimi bozuyorsun! Tıpkı..."

"Tıpkı?" diye sorgulayarak böldü sözümü.

Eski günlerdeki gibi...

Derin bir nefes aldım ve konuyu değiştirerek bardağı işaret ettim. "Onu ver yeter!"

"Söyledim sana. Sen içmeyeceksin," dedi masaya yürürken. Bitki çayı saçmalığından vazgeçmiş olması iyiydi. Beni düşünüyor gibi davranması katlanılmazdı çünkü.

Eski yerine geçti ve şişeyi açtı. Bardağa dökerken, "İlaç içeceksin," dedi. "Ayrıca bir daha sarhoş olman gibi bir risk alamam."

Gözlerim kısıldı. Bardağı çevirişiyle içinde dalgalanan kırmızı sıvıya baktım. Sonra yine ona. "Dün geceden bahsediyorsun." Dudak büktü, içim huzursuzlukla doldu. "Dün gece ne oldu?"

Gözleriyle yemeği işaret etti. "Önce karnını doyur."

Odaya girmedim demişti. Kapı da kilitliydi, ben kilitlemiştim. Hatta anahtarı da rastgele bir yere savurmuştum. O zaman ya yalan söylüyordu ya da... Ya dası yoktu, yalan söylüyordu. Bir şekilde odaya girmişti ama öyle olsa bile niye bana kendi bornozunu giydirmek gibi saçma bir şey yapmıştı? Kafam karman çormandı.

"Senden nefret ediyorum," dedim ve bir tavuk kanadı alıp dişlerimi geçirdim.

Yemeye başlamam üzerine hoşnut bir şekilde gülümsedi. "Bunu ilk kez duymuyorum."

"Son da olmayacak," dedim dolu ağzımla. Kemikleri masaya bırakıp bir kanat daha aldım.

"Farkındayım," derken bardaktan bir yudum daha aldı ama son olmadı. Akabinde bardağı başına dikip tekrar doldurdu. Üzerine hala bir şey giyinmediği için kaslarının gerildiğini gördüm. Sol tarafındaki dövme yine gözüme çarptı. Doldurduğu bardaktan bir yudum daha alırken kol kasları belirginleşti. Geri geldiğinden beri aç olduğunu söylüyordu ama yemeğe elini bile sürmemişti. Yine yalan söylemişti, hala tavuk kanadı sevmiyordu.

"Yesene," dedim bunu fark ederek. Etten bir ısırık daha aldım ve sırıttım. "Seviyorsun ama dokunmuyorsun."

"Doğru," dedi bir yudum daha alırken. Bana değil karşı duvara bakıyordu. "Seviyorum ama dokunamıyorum."

İçinde başka bir anlam olan bir cümle daha... Bana değildi, kimi sevdiğini ben çok iyi biliyordum çünkü?

Anlamamış gibi yaptım, o kızın konusu bir daha açmayacaktım. Ona hala içimde onunla ilgili bir şeyler kalmış gibi hissettirmeyecektim, kalmamıştı çünkü. Mira'dan bahsedişim bugün ilk ve son kez olacaktı. Belki bir de öldüğünde baş sağlığı dilerdim. Ya da... Evde son ses müzik açıp dans ederdim. Evet, kesinlikle ederdim.

Gözlerimle önündeki kanatların olduğu kutuyu işaret ettim. "O halde başla hadi."

Başını iki yana salladı. "İştahım kaçtı."

Güldüm. "Yalan senin için öylesine önemsiz bir şey olmuş ki, basit, sana hiçbir yarar sağlamayacak bir meselede bile ona başvuruyorsun," dedim ve bir parça daha aldım. "Bir keresinde..." dedim ona bakıp kanat parçasını elimde sallayarak. "bunun bir hastalık olabileceğini okumuştum bir yerde. Yalan söyleme hastalığı. Bence senin sorunlarından birisi de bu."

"Benim tek bir sorunum var, diğer sorunlar hep onun getirisi oldu."

"Bilmece mi bu? Dur ben bulacağım," dedim ve kısa bir an düşünürmüş gibi yaptım. Birden sağlam, bir kanat parçası tutan elimi havaya kaldırdım. "Şerefsizlik, değil mi?" Başımı sırıtarak salladım. "Bildim, bildim. Şerefsizlik kesin."

Bunu ona başka birisi söylese şüphesiz o an nefesini keserdi ama hiç duymamış gibi yaptı. Bardağı masaya bıraktı ve yavaşça ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeden az önce aslında yüzeysel olan ve bir önemi olmayan yaralarımızı sardığımız koltuğa ilerledi. İlk defa o an fark ettim. Sırtında bir iz daha vardı ama bu çok daha tazeydi. Çok küçüktü ama dokunsan sanki tekrar kanayacaktı.

Bakışlarımı hemen çektim. Onunla ilgili bir şeyler düşünmeyi bırakıp bir tavuk kanadını daha kemirdim ve kenara koydum. Onun bardağını aldım ve başıma diktim. Bardağı masaya koyup şişeyi kavradım. Bardağı doldururken ilaç kutusunu önüme bıraktı ve bardağı önümden çekti. "İlaç içeceksin demiştim sana."

Bardağı almaya çalışmadım, şişeyi kafama diktim. Geri çekip elimin tersiyle dudaklarımı kurularken şişeyi de elimden çekti. "Alina!"

Bu kez masada geri çektiği bardağı kavradım ve başıma diktim. O elimden çekene kadar mideme indirmiştim. "Balerin!" diye çıkıştı bu kez.

Bir an yüzümü buruşturacak gibi oldum ama kendime hâkim oldum. Karnım doymuş bir şekilde gülümseyerek arkama yaslandım. "Şimdi bornoz meselesine gelebiliriz."

Kızgın ifadesi çok geçmeden dağıldı. Hatta güldü. "Şimdi anladım," dedi hala yüzündeki geniş sırıtışla. "Tamamen ayık kafayla dinlemeye cesaret edemedin." Kaşlarım çatılırken bu kez diğer tarafımdaki sandalyeyi çekip oturdu. "İstersen etki etmesi için biraz bekleyebiliriz."

"Neden cesaret edemeyeyim?" dedim şüpheyle. "Ne oldu dün gece?"

Dudak büktü. "Her şey olmuş olabilir."

Hafifçe güldüm. "Beni tedirgin etmek için söylüyorsun sadece."

Dudaklarını daha da aşağıya büktü. "Bilemezsin."

İfadem hızla değişti. "Yine beni delirtmeye çalışıyorsun değil mi?" dedim dişlerimin arasından.

Başını iki yana salladı ve alaca gözlerini bana dikerek arkasına yaslandı. Elindeki şişeyi başına dikti. Büyük bir yudum aldı ama şişeyi masaya bırakmadı. "Hayır, sadece anlatmam için ne şart öne sürsem diye düşünüyorsun."

"Şartlarını söyledin zaten," diye sesimi yükselttim.

"Ve sana dedim ki," dedi kelimeleri uzatarak. "Keyfim olursa anlatırım." Burnunu kırıştırıp başını hafifçe iki yana salladı. "Keyif falan bırakmadın bende."

Öfkeyle ayaklandım. "Boş versene!" dedim sertçe. "Senin gibi birinin yan çizeceğini zaten en başından anlamam gerekiyordu. Bu da benim aptallığım olsun."

İçimi dolduran yoğun öfke yine boğazıma doğru tırmanırken kapıya doğru adımladım. Kolumu çekip beni durdurduğunda dişlerimi sıktım. Sargılı elimle elini çekeceğimi anladığında kendi bıraktı. Anlatacağını söylemesini beklerken yine aptallığımı yüzüme vurdu. "Soğuk algınlığı için ilaç falan almaya kalkma! Alkol aldın. Tehlikeli bir etki oluşturabilir. Kötü hissedersen..." Kısa bir an susup dudaklarını birbirine bastırdı. "Yağmur'u ara."

"Tahammül sınırlarımı zorluyorsun!" dedim göğsüm hızla kalkıp inerken. İleri doğru bir adım attım ve bu kez tişörtü ayaklarıma dolandı. Ona fırlatmak için eğilip aldım ama gözüme takılan şeyle öfkem yerine başka bir duyguya bıraktı. Şüphe...

Tişörtünde kapatıcı lekeleri vardı.

Elimdeki tişörtle başımı ona çevirdim. O da ne olduğunu anlamamış gibi bana bakıyordu.

Fikir değiştirip masaya yürüdüm ve yemek paketinin içinden çıkan peçeteleri kavradım. Şarap şişesini kaptım. Ne ara yanıma geldiğini anlamasam da, "Ne yapıyorsun?" diyerek elimden almaya çalıştı. Geri çekildim ve bu kez izin vermedim. "Alina daha fazla içme..."

Cümlesini yarım bırakmasının nedeni şarabı peçetelere dökmemdi. Alkolle ıslanmış peçeteleri elime aldığımda kaşları çatıldı. Bir masaya bıraktığım tişörtüne bir peçetelere baktı. Anladı ve "Susadım," dedi aniden.

Susamamıştı, sadece kaçıyordu.

Hızla adımlarla dönüp bu kez o kapıya yöneldi. Ben de hızlı davranıp önüne çıktım. Geri çekildi. "Ne yapıyorsun?"

Ne yaptığımı, daha çok da ne yapacağımı iyi biliyordu.

Islak peçeteleri havaya kaldırıp omzuna yaklaştırdığımda yine geri çekildi. "Ne yapıyorsun Alina?"

"Kıpırdama!" diye uyardım ama yine ona yaklaşmamla geriledi. "Alaca eğer durmazsan Şahin'lerin yöneticisi arayıp Şahin'lerin liderinin odama girmek için kapının kilidine iki el ateş ettiğini ve bu yüzden polisin kapıma dikildiğini anlatırım!"

Kendinden emin bir şekilde gülümsedi. "Bir ses duydum ve tehlikede olduğunu sandım." Başını hafifçe omzuna eğdi. "Sen demiştin, yalan söylemek benim için hiçbir zaman zor olmadı."

Öyleyse ben de en iyi bildiğim şeyi yapardım. Üzerine atıldım. Bunu bekliyor gibiydi, hızla önümden çekildi. Ben de dengemi sağlamaya çalıştım, başaramadım. Daha doğrusu denemedim.

Bir ihtimaldi belki bu ama gerçekleşti ve o beni tuttu. Bunu istemsizce yapmıştı. Daha o bile ne olduğunu anlamadan elimdeki peçeteyi omzunda onu vurduğum yere bastırdım ve aşağı doğru çektim. Hızla bedenimi dengeleyip beni bıraktı ama ben göreceğimi görmüştüm. Aslında görmeyi beklediğim şeyden başka bir şey görmüştüm. Kurşun iziyle karşılaşmayı beklerken mürekkep lekeleriyle karşılaşmıştım. Omzunda bir dövmesi daha vardı. Onu her ne ile kapatmışsa çok güçlü olmalıydı çünkü sadece çok az bir kısmını silebilmiştim ama artık orada bir şeyler olduğunu biliyordum.

"Ne gizliyorsun?" dedim gözlerimi gözlerine çıkararak.

"Görmek isteyeceğin bir şey değil," dedi hemen.

"Görmek istiyorum," diye karşı çıktım.

Derin bir nefes aldı ve yavaşça verdi. "Alina, inan bana, görmek istemezsin."

Yutkundum. Acaba... Acaba oraya Mira ile ilgili bir şeyler mi yaptırmıştı? Belki de benim izimi yine onu hatırlatacak bir şeyle kapatmıştı.

Haklıydı, görmek istemiyordum.

"Tamam," dedim ani bir kabullenişle. "Haklısın, seninle ilgili hiçbir şeyi bilmek istemiyorum."

Arkamı döndüm ve salonun girişine doğru yürüdüm ama kapıdan çıkamadım. Orada durup soluklandım. Neyden kaçıyordum?

Asil beni ilgilendirmiyordu artık, Mira denen o lanet olası kız da. İkisinden de ölesiye nefret ediyordum. O halde korktuğum şey neydi? Eğer orada Mira ile ilgili bir şeyler varsa sadece ikisinden daha çok tiksinmeme yarardı. Bu da yeni bir şey olmazdı.

Göğsüm sıkıştı.

Hayır, korkacağım bir şey yoktu. Korktuğum her şeyi ben bizzat yaşamıştım zaten.

Arkamı döndüm ve onu yine bıraktığım yerde buldum. Kıpırdamamıştı bile. Hızla yine önüne yürüdüm. "Bilmek istiyorum."

Dudağının içini dişlediğini fark ettim. Düşünüyordu, belki de vereceğim tepkiyi tartmaya çalışıyordu. "Uzun bir gündü Alina," dedi sonunda. "Gidip uyuyalım ha, ne dersin?"

"Alaca!" dedim sertçe. "Görmek istiyorum. Merak ettiğin şey öfkelenip öfkelenmeyeceğimse..." Umursamaz bir şekilde dudak büktüm. "Muhtemelen sadece tiksinirim. Bu da yeni bir şey değil. İkinizin daha tiksindirici zamanlarını da biliyorum." Kaşları yine şiddetle çatıldı. "Ne?" dedim ifadesine gülerek. "Onun izlerini ilk taşıyışın değil ya. Hem kız ölmek üzere, üzerini örtme de bakıp bakıp onu hatırla. Merak etme, bunlar beni etkilemez artık. Ama bana soracak olursan, onun hatırasına bakmak yerine keşke biraz cesur olup yanına gitseydin. Son zamanlarında..."

"Kes şunu!" dedi neredeyse bağırarak. Yine ürkütücü öfkesi çehresine yayılmıştı. Alaca gözleri öfkenin alevinden yanıyordu. Kaşları çatılan bu kez ben oldum. Mira'nın ölüm düşüncesi bile onu çığırından çıkarmaya yetiyordu, o halde neden hala buradaydı? Neden yanında değildi?

Kafamda dönen iğneli düşüncelerle ona bakarken, o hızla yerdeki tişörtünü aldı ve masaya yürüdü. Şarabı bu kez tişörtüne döktü, hatta bunu öyle bir öfkeyle yaptı ki masaya da dökülen şarap parkelere akmaya başladı. Bir an elindeki şişe bile parçalara ayrılacak sandım ama o sadece şişeyi sertçe masaya bırakmakla yetindi. Fırtına gibi karşıma geldi ve ıslattığı tişörtle omzunu sildi. Öyle sertçe yaptı ki bunu omzu kızarmaya başladı ve yavaş yavaş mürekkep lekeleri açığa çıktı.

Dondum kaldım. Nefes almayı bile kestim.

Balerin ve Şahin...

Bir de kurşun izi... Şahin'in tam kanadında...

Bu benim yaptırdığım ilk dövmeydi. Vurulduktan sonra, daha doğrusu yaşadıklarımdan sonra Şahin'i sildirmiştim. Kurşun izinin üzerine kan damlaları ekletmiştim.

Onun da artık bir Balerin ve Şahin'i vardı. Kanadından vurulmuş bir Şahin'i...

İzler silinir ve acısı kalır...

Ama izler de duruyordu. Peki ya acısı? Acısı da hala içinde miydi?

O hiç acı çekmiş miydi ki?

İstemsizce bir adım geriledim. Uzaklaşmama izin vermedi. Kolumu kavrayıp çekti. Elimi kaldırıp dövmenin, kurşun izinin üzerine bastırdı. Şüphesiz bu denli afallamasam buna izin vermezdim ama işte yine ona dokunuyordum. İşte yine o bana dokunuyordu.

Titreyen göz bebeklerim zorlukla omzundan alaca gözlerine tırmandı. Dudakları aralandı ve söyledikleri beni hazırlıksız yakaladı.

"Geçmişi silen sendin, ben değil. Ben o geçmişi hep beni vurduğun yerde sakladım. Şimdi bununla nasıl baş edeceğine kendin karar ver."

Merhabalar Güvercin ve Şahinlerim...

Keyifler nasıl?

Bölüm yorumlarına geçelim hemen...

Balerin yeri...

Asil Alaca Şahin yeri...

Merih yeri...

Bölüme gelelim...

Bu kez geçmiş sizi şaşırtı mı?

Yoksa daha da mı meraklandırdı? 😈

Bu dövme işi olayları daha da mı karıştırır, yoksa nefret duygusunu biraz yumuşatır mı sizce?

Alina'nın nefreti size ağır geliyor olabilir ama yaşadıklarını henüz bilmiyorsunuz. İşte tam da şu andan itibaren o geçmişin kapısını aralamaya başladık denebilir?

Heyecanlandık mı? 😈

Daha öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki, yolun yarısında bile değiliz ama 300 sayfayı da aştık. Artık hızlanacağız...

Lütfen siz de oy verip yorumlarınızı esirgemeyin. Yorumlarınızı okumak çok güzel. Sizin ne düşündüğünü bilmek bizim ödülümüz ❤️

Son olarak bölüm boyunca en beğendiğiniz yere şuraya beklerim...

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar 💃🏻

Continue Reading

You'll Also Like

225K 19.9K 58
Eleanor için kurt adam, vampir ve büyücülere inanmak kolaydı. Sonuçta o, anne ve babasının kurt adamlar ve vampirler tarafında öldürüldüğünü savunan...
58.2K 12K 21
🏆WATTYS 2022 YARI FİNALİSTİ🏆 Psikoloji | Gizem / Gerilim Sekiz kişi, bir helikopter kazası. Denizin ortasında ıssız bir ada, adanın ortasında hafız...
419K 16.7K 19
Her şey bir genelevde başladı. Sokak aralarında ki korkuyla tanıştı. 8 yaşında bir adamın babanım deyişine inandı. O gün bütün sırlara saklandı, her...
1.1K 235 33
Duyguların yasak olduğu bir dünyada; kendini, duygularını ve hayatı anlamaya çalışan bir kadın. Savaşı kazanmak için insanlığını geride bırakmış bir...