AKDENİZ'İ CEBİNDE TAŞIYAN KIZ

By ladybookmaster

2.9K 1.1K 1.3K

KİMSENİN SEVMEYECEĞİ BİR ROMAN... Acının en içinden kelimelerle, insanların korktuğu en kötü gerçekle yüzleşm... More

Girizgâh
Nevbahar ve Sahra
Büyüyen Çocukluk
Çıplak acı...
Acının Hayali karakteri...
Yeni Arkadaş...
Üniversite...
Telefon
Akrabalar...
Tecrübenin kucağında...
İlerleyen Zaman...

Saldırı

293 143 48
By ladybookmaster


Nevbahardım… Sonbahardan doğma büyük kıyametli bir can... Bu kıyametle tanışmadan öncesi az çok aklımda.

Talebelik zamanlarım anlayamayacağım derecede çalkantılı geçti. Neyin ne olduğunu kestiremeden birkaç yılı eksiltmiş bulundum ömrümden. Tek bildiğim çocuk olduğumdu. Öyle ya da böyle...

Başka çocuklardan farklı bir yetiştirilme tarzım vardı. Matematiğe olan özgüvensizliğim, kalıcı bir öğretim tarzıyla yıkılmaya çalışıldı. Tabii bu daha yüksek duvarlara, demir parmaklıklara neden olmuştu. Benim çağımda, tablolarının üzerinde soyulmuş elimin deri parçacıkları, damlamış bir iki kan ve yinyang dengesini kurmaya çalışan gözyaşlarım mevcuttu. Ebeveyn dediğimiz "kavramlar" hayatımızın en azından bir anında "Cellat" olduğunu gördüğümüz insanlardan oluşuyordu. Ruhumuzun cellatları… Bunu uygulamak ve o hissiyatı yaşatmak ise sadece ufak bir dakikaya sığar. Sihirli parmaklar yine bir çocuğun canını alırcasına dayak yemesine ve tam ruhunu teslim ederken geri hayata döndürmesiyle ilişkilendirilir. Bu yönden şansı yaver gitmiş birisiydim. Akla gelebilecek korkunç bir çok tekniği bende öğrenmiş (öğretilmiş)bulundum. Çünkü;
Her tecrübe sahibinden tohumuna akan bir ırmaktır...
Sessizlik içerisinde kendi keşif yolculuğunu sürdüren bir ermiş idim. Her yaşadığım acıyı kalbimdeki mezarlığıma gömüp toprağımı gözyaşlarımla suluyordum. Umut çiçekleri hep istenmeyen vakitlerde burnunuzun önünde bitiverir. "Bak ben burdayım, nereye gidiyorsun ki? Ben daha ölmedim, yaşlarının canıyla yaşıyorum!" dediğini duyarsınız. Bende bu çiçeklerin köküne tutunarak uçurumlarımın eteklerinde ilerlemeye çalışıyorum. Her sevgisizlik, her haksızlık yolumu inceltiyor. Bu çiçeklere tutunarak başka ruhlara doğru gezintiye çıkıyorum ,huzur dolu bir son için…

Biraz önce siyah demirli kapıyı arkamdan bıraktım. Eve doğru yol alıyordum. Yalnızlığımın adımlarını her attığımda karanlığımın tıknaz sesini ensemde duyuyordum. Garip bir hitabeti vardı. Bu dili bilmiyordum, çözemiyordum. Henüz...

Bursanın çarşıları size hoş gelecek bir hipnoza sokabilir. Lavanta kokulu havlular, çiçek işlemeli kumaşlar, bebek cildinden daha yumuşak dokunmuş ipekliler, en katı ruhu doygun tutkularla beslemeye yeter. Gözlerimi bu şekerli tadla şenlendiriyor, manzara resminin arkasında gizlenen tüm karanlığı biraz olsun kendi haline bırakıyordum.

Biraz kitap okumak, belki biraz da kendimi matematiğe zorlamak için kütüphanenin restore edilmiş kapılarına dayanıyorum. Burası özgür olduğumu hissettiğim tek yer. Kaçtığım tüm dayakların acısını haşin mısraların içinde, katı kelimelerin kızgın çizgilerinde buluyor, Her beyin sarsıntısı yaşadığım vakitte ise kilitleri kırılmış kapakları, sonuna kadar açılmış boş hafıza depocuklarını keşfediyor; buraları da en özenli, en cafcaflı kelimelerle dolduruyordum. Ders çalışmak, hep bahaneler içerisine  gizlenmiş yegane kurtuluş anahtarımdı. Burası ise, en açıkta kalan gizli sığınağım ve yalan hayatta kalmamış olan kurtuluş anahtarıydı. İşlediğim tüm günahlar bitiş çizgisine benden daha yakın, bunu hissediyordum.

Yaşına göre olgun beden hatlarına sahip, nitekim cahilce yetiştirmeye ve haipshanedeki bir mahkum kadar özgürlüğü öğretecek aile yapısında olduğum için ruhum çocuk kalmış idi. 13. yaşlarımın sonu, 14. yaşlarımın başları idi hatırlarsam bu anlatacağım zamanlar. Çocuktum... Çocuk olmayı isteyen bir çocuk ve kaç yaşına kadar gelirsem geleyim bu doğuştam hakkım olan evreyi sonuna kadar yaşama gayretindeydim. Elbet insan ne zaman büyüyeceğine karar veremez, engelleyemez ve geçiştiremez. Bende tam bu zamanlarımda en acı verecek şekilde büyümüştüm. Büyüme anımı ise  kütüphanedeki özgürlüğümü kısa süreli terkettiğimde yaşayacaktım.

Kitaplar arasındaki en masum saatlerimi geçirdikten sonra kendimi eve göndermek için ruhumu kapattım. Kulağımda kulaklıklar en teselli edici ezgileri çalarak adımlarımı ilerletiyordu. Yorgundum ve çaresiz... Bu çaresizliğim işitilmiş hakaretlerle yoğrulmuş acının örgüsündeki nihai sonucumdu. Son yokuştan aşağıya inerek şehrin en eski binalarından birisine daldım, zemin katta yer alan evin kapısını açtım ve hiçbir şey söylemeden içeriye girdim. Odamın kapısındaki buzlu camı askılık sayesinde ceketimle gerdirip örtmeyi başardım. Şeytani gözlerden korkuyordum. Acımayan, arsız ve insanlığı hiçbir zaman keşfetmemiş gözlerden…

Kilitli kapımı açtım. Birkaç lokma boğazımdan geçmesi gerekiyordu.  Dolaptan bir iki şey tıkınıp odama geçecektim. Evde kim var kim yok bilmiyordum. Bilmek istemiyordum… Ama annem olacsktı, vardiyası öğlene dönmüştü. Düşünmeye fırsat bile bulmadan o can acıtıcı tiz sesi duydum;
-Eşyalarını toplamadan tıkınmaya mı gittin? Tam senin gibi pislikten bekleneceği gibi! Arsız köpek! Git eşyalarını topla ondan sonra zıkkımlan.
Sözler, karakterin aynasıdır. Diliniz, sizin geçmişinizi, geleceğinizi ve sonrasını da imtihan etmek için var edilmiş bir araçtır. Kendinizi yaşatmakta var bu uğurda ve tabii öldürmekte... Sihirli kapıların anahtarlarında gizlenir küçük kelimeler, derin bakışların kefili ile sevinç kokulu sokaklar yakındır. Bunun yanında gözyaşlarının sisinde aralanacak küf dolu şeytan dolu sokakların varlığını unutmamalısınız. Dilinizi kilitli duvarlarınız ardında tutmakta bir sonuca gebe bırakır, tek fark asla yaşamadan sonucun ne olduğunu bilemeyecek olmanız.
Neyse ki ebeveyn denen insanların kelimeleri ve kir dolu bakışlarında ne halt olduklarını çözebilmiştim, bunun için fazla çaba harcamama gerek kalmadı, küçüklüğümden beri tecrübelerim saat gibi çalışıyordu, hiç şefkat duraksaması yoktu, şiddet saatim ise meraklısını bile kıskandıracak kalitedeydi.
Eşyalarımı topladım ve en yerlerine astım. Az olan iştahım bile böylece kaçmış bulundu. Kitap okumak istiyordum, tortularıma zarar vermeye çalışan bu hakaret öbeklerinden kurtulmalıydım. Hızlıca suyumu yanıma aldım ve odama gittiğim gibi kapımı kilitledim. Yatak başlığının hemen arkası gardroba dayalı olduğu için en görünmeyecek köşeye çekildim ve kütüphaneden aldığım kitabımı sessizce okumaya başladım. ilk birkaç satırla beraber kitabın misafirperver üslübu bana hoşgeldin dedi ve Halil İbrahim sofrasını kurdu. Zengin bir hoşnutluk vardı içimde, oturdum ve kendimi ellerimin hakimiyetine bıraktım.
Ne kadar vakit geçtiğini bilmiyorum ama insanın altına ettirecek kadar korkuyla odamın kapısının yumrukla açıldığını duydum, kapımın kilidi düzgün bir şekilde de kilitlenmediği için iyicene tuzla buz olmuştu. Annem köşemdeki halimi gördü ve kendisine en zevk verecek duyguyla saçlarımı çekti;
-Seni öküz seni, derse bakmadan bir bok yapmadan almış kitabını burda götünü yaya yaya keyif yaparsın öyle mi? Kalk köpek! Madem ödev yapmıyorsun işleri yapacaksın. Sana sadece ders çalış diyoruz başka bir şey istemiyoruz ama hanfendi onu da yapmıyor! Okumaya niyetin olsa adam gibi derslerine çalışırdın. Kalk şurdan, kalk, evin temizliğini yapacaksın! Ben gelesiye kadar ev pırıl pırıl olacak.
Gözlerimin alev almasına aldırmadan kalktım, kalkmama imkanı yoktu, zira saçlarım elimde idi. Bir şey dememek için dudağımı ısırıyordum, öyle ki demir tadı alıyordum dudaklarımdan. Belki kafam dağılır diye düşündüm ev işlerini yaparsam, belki kardeşimi görmek beni mutlu ederdi. Zavallı çocuk, kendileriyle uğraşmamaları için bilgisayara oturtulmuş, kulaklıklarını geçirip çizgi film seyrettiriyorlardı. Çocuğun seyrettikleri şeyi bile dinlemek istemiyorlardı. Öylesine tahammülsüzlük doluydu bu leş gibi yerde…

Salona geçtim ve O'nu gördüm. Kabus gördüğümü dışardan biri anlayamayacak kadar kendimi saklamama neden olanı. Kendi yaşadıklarını yaşatmaya zevki olanı. Diğer ebeveyni.

Hiçbir şeyin kafama girmesine izin vermeden işleri yapmaya başladım. Annemden nefret etsem de burdaki varlığından mutlu idim, güvenliğim vardı çünkü. Annem olmadığında ise kelimelerin bile kendini kurtarmaya gücünün yetmeyeceği korkunç şeyler başıma gelebiliyordu.

Annem "Ben çıkıyorum." dedi ve kapıyı kendisinden daha heybetli çarpma sesini çıkartarak kapattı. Diğer kişi televizyonunu seyrediyordu, nefesimi tutarak hemen salonu bitirmeye çalıştım. Üstünkörü sil, süpür yapıp salondan hızlıca  çıkınca nefesimi geri verebildim. Bazı zamanlar nefes  tutma işini yapıyordum, işte o anların çoğunluğu da bu temadaydı. Geri kalan işleri oyalanarak ama her daim arkama bakıp tetikte olarak bitirdim. Yemek hazırlamam gerekiyordu çünkü kardeşim aç idi, hemen kahvaltılık hazırlayıp siniye yerleştirmeye başladım, ocağa koyduğum çaydanlık minik minik baloncuklar oluşturmuştu içindeki suya... Allah ne verdiyse diyerek koydum ve korkulu salona sofrayı sermeye gittim. "Keşke evde ekmek olmasaydı" diye düşündüm. En azından bakkala gitme bahanesi diyerek nefes almış korkuyu boşaltmış olurdum. Ne yazık ki ekmek vardı. İnsan ekmek almaya üşenirken ben evde ekmek olmasın dışarıya kendimi atayım diye zamanı kollardım. Bu sefer şansım yaver gitmedi. Kahvaltı hazırdı, gidip siniyi sofraya koydum ve kahvaltının hazır olduğunu haber ettim. Kardeşimi yanıma aldım ve yemek yedirtmek için yanıma oturttum.

Kardeşim benim aksime daha ince yapılı, düz seyrek saçli, yüzüne göre büyük burnu ama kocaman kahverengi badem gözleri vardı. Yaşıtlarına göre biraz daha kendine hakim olabilen bir çocuktu. Sülaledeki kokulu topraklarda doğmuş son üyesi idi. Bundan dolayı adı Gülistan oldu. Nitekim ebeveynlerimiz beyne fazla bilgi gitmezse bize az zararı olur diyerek engeller çıkarma yolunda adım adım ilerlediler. Kardeşim de bundan en verimli şekilde etkilenmiş oldu. Bazen onu bataklığından çekip kurtarmaya çalıştım, ama bataklık ısrarcı, benim ellerim ise güce karşı zayıf...

Usul usul yemeğini yiyip yerine geri koyduğum kardeşim beyni uyuşuk haline devam edercesine çizgi filmini izlemeye devam ediyordu. Kendi lokmalarım ise ağzıma düşüp kor oluyor cız diye ses çıkarıyordu ağzımın içerisinde… Umursamadan kaşığın gidip gelmesine odaklanıp yemeğimi bitirdim. O ise en rahat edeceği sesleri çıkararak kalkmıştı sofra başından. Hemen siniyi toparlayıp mutfağa koştum. Ah kahretsin! Anahtarı üstünde değil! Olsa idi iki kez kilitlerdim. Suyu kaynat, bulaşığa giriş derken, dinlediğim müziği bile bilmelerinden korktuğum için içimden söylüyordum.

O an, kapı açıldı...

Sessiz bir girişti, bulaşığın gıcırdayan tındırtısına dalmıştım.

Sessizce gelen arsız bir günaha karşı nefretim gardım olmuştu.

Keşke dövseydi de sonra çekip gitseydi dedim içimden, keşke gitseydi.

Yaradılışımdaki diğer tohumun sahibi, kız evlatlarının bir dönem yarasına sebep olan kişi, baba denen kişi. Ağır bir günahın en yaşayan tanığına savaş tarihini vermek için eylemlerine başlıyordu.

13 yaşında ölmüş kız çocuğunun namus kanları arasında yeniden şekillenmesi gereken kadını baştan aşağı yaratmak için, ruhunu parça parça iyiliğe küfredip şeytana mal olarak satmalıydı.
Ve bu gün tam olarak yine bu oldu...
Yaşarken ki yaşım aklımda değil…

İsmim,

Cismim,

Demin yenen yemek, aklımdan geçen nağme, dokunduğum su…

Yazdığım, yazdım, yazacağım dediğim kelimelerle meslektaş olan tüm yazarların kıyısından köşesinden alıp yazmaya tenezzül etmeyeceği, hatta asla yazamayacağı bir eylem, şu an da satır satır olmaktaydı.

İyiler hep güzeldir, güzellikler saç okşanması gibi insanı hoş bırakır, çünkü şefkat doludur. Ama kolları yorulur ve düşer yanlarına, çünkü yorgundur. Kötülük daha canlı bir şekilde insanı sarıp sarmalar, ruhtan daha yakın bir ses olur adeta. Çırpındıkça kıskaç daralacaktır.  Ölüm duygusu gibi daha bilemeden korkulduğu için dümdüz kalır insan, ve ben bu duyguyu çoktan öğrenmiş olmama rağmen çaresizliğin ezici gücüyle tüm çırpınışlarımla dümdüz kalmış oldum.

Saçlarımdan tuttu, alaycı bir yüzü ifadesi vardı. Gözlerine asla bakmazdım o gözlerde günahın doymuş koygunluğundaki siyahlığı görecektim. Canım acıyordu, saçlarımdan çekiliyordum, günah yatağına götürüyordu beni, böğüre böğüre ağlıyordum ve bağırıyordum yapma diyerek. Yapma dedim. Kendimi bozuk plağa takmıştım. Yapma diyordum.

YAPMA BABA!!!...

Continue Reading