MAVİ AY (Tamamlandı)

By aleynahirik

64.4K 6.8K 1.1K

*WATTYS 2023 Yarı Finalist* Maya, sıradan bir günün sonunda evine dönerken bir inşaatın içerisinde duyduğu se... More

GİRİŞ
Bölüm Bir
Bölüm İki
Bölüm Dört
Bölüm Beş
Bölüm Altı
Bölüm Yedi
Bölüm Sekiz
Bölüm Dokuz
Bölüm On
Bölüm On Bir
Bölüm On İki
Bölüm On Üç
Bölüm On Dört
Bölüm On Beş
Bölüm On Altı
Bölüm On Yedi
Bölüm On Sekiz
Bölüm On Dokuz
Bölüm Yirmi
Bölüm Yirmi Bir
Bölüm Yirmi İki
Bölüm Yirmi Üç
FİNAL Ⅰ
FİNAL Ⅱ
YAZAR NOTU

Bölüm Üç

3.3K 300 39
By aleynahirik

Birkaç dakika o şaşkınlığı atmak için sokağın ortasında öylece durduktan sonra aklıma gelen yeni bir umutla yeniden yürümeye koyulmuştum.

Kafe. Eğer doğru yerdeysem çalıştığım kafe eve yalnızca on beş dakikalık mesafede ve aynı yerinde olmalıydı. Artık olmalıydı.

Tam da olması gereken sürede o kafenin önündeydim. Başımı kaldırıp tabelaya baktığımda tüm o şaşkınlık, korku ve çaresizlik yerini yavaş yavaş öfkeye bırakıyordu. Tabelanın rengi, yazı şekli, kafenin dış cephesi hatta tentesinin buz mavi rengi... Her şeyiyle birebir benim çalıştığım yerdi. Bir şey hariç: İsim.

Kırışık alnımı ovuştururken, '' Nasıl yani ya?'' diye söylendim.

Kafenin sahibi gökyüzüne olan ilgisi yüzünden ismini 'Luna' koyduğunu bana neredeyse defalarca anlatmış, Luna'nın birçok anlamı olduğunu ama o Ay Tanrıçası olarak kullanmak istediğini söylemişti. Konuştuğumuz her cümle zihnimde canlanırken şu ana dönmeye çalıştım ve yabancı kaldığım bu isme bir kez daha baktım: Selene.

Benim için hiçbir anlam ifade etmeyen bu yabancı isimle kafeye girmeden önce derin bir nefes aldım. Hava terletmeyecek kadar serin değilmiş gibi alnımdan damla damla akan terleri elimin tersiyle sildim. Kafeye girerken tepemde çalan çan sesinin tanıdıklığı içimi kıpırdattı.

Kasaya gelene kadar sanki bayılacakmış gibi hissetmiştim. Geldiğimde ise arkası dönük bir kız başı öne eğik kasada para saymakla meşguldü. Sahte bir öksürükle onun dikkatini çekmeyi hedefledim ve başarılı oldum. Hızla başını kaldırıp onu suçüstü yakalamışım gibi bir ifadeyle bana baktı.

''Buyurun? Nasıl yardımcı olabilirim?'' derken apar topar gülümsedi. Benden daha güler yüzlü olduğu kesindi.

''Ben...''

Konuşmaya nasıl girmem gerektiğini bilemeyerek birkaç saniye kekeledim. Benim yaşlarımda oldukça zayıf olan kız, beni baştan aşağı süzdü. ''Ben burada çalışıyorum.'' dedim pat diye.

Gözleri iri iri açılırken, ''A-anlamadım?'' dedi.

''Yani, burada çalışıyor olmam lazım.''

Kahverengi gözleri neredeyse yerinden çıkacak gibi açılırken neden böylesine büyük bir tepki verdiğini anlamaya çalıştım. Bana biraz daha yaklaştı ve neredeyse fısıldayarak konuştu.

''Beni kovup seni aldılar ve bana söylemediler mi?'' derken hayal kırıklığı tüm yüzüne ve ses tonuna yansımıştı. ''Daha ilk iş tecrübem! Birkaç tane bardak kırmış olabilirim yani nedir ki?''

''Hayır hayır! Ben zaten burada tek çalışıyorum, yani çalışıyordum. ''

''İyi de daha yeni açıldı, bir ay oldu ya da olmadı. Açıldığı gibi beni aldılar. Sen... Ne zaman çalışmış olabilirsin ki?''

Tıpkı evdeki kızların sözlerinin bende yarattığı etki bir kez daha ziyarete gelmişti. Kızın suratına bakarken bu sefer gözleri açılma sırası bendeydi. Usulca yutkunduktan sonra dudaklarımı yaladım. Başım yerinden çıkacak gibiydi ve artık dizlerim tüm bu karmaşada beni taşıyamayacaktı. Bir ay oldu ya da olmadı. Durduğu kasanın arkasında geçirdiğim üç yıl kısa bir özet halinde gözümün önünden geçerken kulaklarım duyduklarına inanmakta zorlanıyordu.

''İyi misin? İstersen kafenin sahibine durumdan bahsederim ama şu an burada değil. Adın neydi not alayım?''

''Maya.'' dedim sadece.

''Soyadını da söyle istersen.''

''Yıldırım.''

Kelimeler bir robot kadar düz ve duygusuzca dudaklarım arasından çıkıp gitti.

''Maya Yıldırım... Evet, yazdım. Bir sorayım belki tanıyordur seni. Akşama burada olur.''

Başımı onaylar anlamda sallarken, '' Sağ ol. ''dedim ve arkamı dönüp üç yıldır çalıştığım ve daha dün gece kapatıp çıktığımkafeden uzaklaştım.

#

Kendimi oturabileceğim bir bank bulup hemen üzerine atmıştım. Başımı ellerimin arasına almış vaziyette sadece yere bakıyordum. Kafamın içinde dönüp duran soruların hiçbirinin cevabını bulamıyordum. Belki de kaçırılmıştım. Bu düşünce aklımdan yeniden geçtiği gibi başımı iki yana salladım. Bu ne evdeki kızları ne de kafeyi açıklayamıyordu. Belki birine devredilmiştir, dedim kendi kendime ve arkasından bu tezimin de çürümesine neden olacak sebepler arka arkaya sıralandı. Daha dün gece oradaydım bu nasıl olabilirdi ki? Mantıklı değildi. Hiçbir. Şey. Mantıklı. Değildi. Kaçırılma, gasp veya saldırı gibi şeyler yaşadığım durumu açıklayamayacak kadar basit kalıyordu.

Başımı kaldırıp yavaşça gökyüzüne baktığımda çoktan karardığını gördüm. Ve o an gözümü açtığımdan beri zamana dair hiçbir şey bilmediğimi fark ettim. Kaç saat geçmişti? Uyandığımda saat kaçtı?

Hemen yanımdaki bankta, bebeğine küçük bir yoğurt paketinin hepsini yedirmeye çalışan kadına baktım.

''Pardon?''

Kadın kafasını hızla kaldırıp bana döndü.

''Saat kaç acaba?''

''Ah... Bir saniye.''

Yoğurdu ve içindeki metal kaşığı bankın üzerine bırakmaya çalışıp ikisini de düşürmesini ve bebeğinin mızıldanmaya başlamasını izledim. Montunun cebinden çıkardığı ve benimle aynı model olan telefonunu gördüğüm gibi zihnimde oluşturduğum ''başıma ne gelmiş olabilir?'' adlı listeden ''zaman yolculuğu'' maddesinin üzerini karaladım.  Hala 21.yüzyıldaydım. Tüh.

''19.27.'' dedi nazik bir sesle.

Başımı eğerek sessizce ''Teşekkürler.'' diye mırıldandım.  Üzerimde hissettiğim baskıyla orada daha fazla oturamadım ve ayağa kalktım. Güçlükle yutkunurken boğazımın susuzluktan kuruduğunu fark ettim. Bunun farkına varmamla daha çok susamaya başlamıştım. Adımlarım iyice ağırlaşmıştı ama durmadım. Yürümeye devam ettim çünkü kalacak hiçbir yerim yoktu. Ayaklarım beni yeniden evim olması gereken yere götürüyordu, onları durdurmadım.

Etrafta oradan oraya koşuşturan, kabaca birbirine bağıran, gereksiz bir telaş içinde olan binlerce insan vardı ve ben bunların arasında yapayalnız hissediyordum. Bu kalabalığın içinde sonsuza dek kaybolup gitme düşüncesi acımazsızca beni ele geçirmişti. Nasıl olur da tanıdık bir kişi bile göremezdim? Tanıdıklarımla iletişim kurabileceğim bir telefonum bile yoktu. Çaresizliğimin ve yorgunluğumun arkasına sığınmayı bırakıp adımlarımı hızlandırdım. Evdeki kızlarla daha sakince konuşmayı denemeli ve bir çözüm bulmalıydım. Aksi takdirde yakınlarda bir akıl hastanesi varsa gidip kendim yatacaktım.

Yeniden yedi numaralı dairemin(?) önündeydim. Dışarıya yansıtmadığım ama içten içe beni öldüren stresle baş etmeye çalışırken zile basamadım. Midem iyice kasıldı ve bana derin bir nefes alma ihtiyacı hissettirdi. Elimi kaldırıp zile götürürken dudaklarımı dişlemeyi bırakmaya çalıştım. Zil sesi benim için çaresiz bir yakarıştan farksızdı. Her şeyiyle benim evim işte, dedim kendi kendime. İnsan zil sesini bile tanımaz mı? Zile ikinci defa basmaya hazırlanırken kapı aceleyle açıldı.

Açılmasıyla karşımda görmeyi beklediğim kızları görememiştim. Bu bir erkekti. Aklıma o an kızın bana söyledikleri geldi ve bu çocuğun kızın bahsettiği sevgilisi olabileceğini düşündüm.

''Evet?'' derken yüzünde pek alışık olmadığım bir samimiyet ve sıcaklık vardı.

Boğazımı bilmem kaçıncı kez temizleyip aynı hikâyeyi anlatmaya hazırlandım ama daha ilk seferde omuzlarım düştü. Tuttuğum nefesimi bırakırken, ''Burası benim evim.'' dedim sadece. Çocuğun biçimli kaşlarından birisi havalandı ve saniyeler sonra yüzünde tanıdık bir hikâyeyi dinliyormuşçasına bir gülümseme oluştu.

''Evet...'' dedi anlıyormuş gibi kafa sallarken.

''Ne evet?''

''Arkadaşlarım bahsetti. ''

'' Öyleyse benim evim olduğunu biliyorsun?''

Yüzünü buruştururken, '' Pek öyle sayılmaz. '' dedi ve güldü. Neden böylesine pozitif gözüktüğünü anlamak için kafa yoramayacaktım, sadece bu beni sinir etmeye başlamıştı. Başımı ellerim arasına alıp saçlarımı karıştırırken tüm günün patlamasını yapmaya hazırlandığımı biliyordum.

''Bak.'' dedim sert bir ses tonuyla. Çocuğun yüzündeki gülümse solup giderken devam ettim.

''Senin de o kızların da ne dediğini anlamıyorum, tamam mı? Hiçbir şey anlamıyorum! Bildiğim tek şey buranın evim olması gerektiği! Anlıyor musun?''

Gözleri irileşirken başını ''hayır'' anlamda iki yana salladı. Boğazıma kadar gelen öfkemi daha fazla bastıramadığımda onu ittim ve içeriye daldım.

''Çekil şuradan!''

''Bir dakika, ne yapıyorsun?'' diyene kadar ben çoktan içeriye girmiştim.

''Sana her yeri gösterebilirim, burası benim!''

Çocuk apartmanı kontrol edip kapıyı usulca kapatarak koridorun ortasında duran bana döndü.

''Bak şurası salon.'' diyerek hemen önünde durduğumuz büyük odayı gösterdim. Elimle koridorun diğer tarafını göstererek devam ettim.

''Koridorun hemen sonunda solda banyo var. Banyonun hemen yanında benim odam ve işte, onun yanında ise şahsen benim gereksiz eşyaları doldurduğum bir oda var.''

Çocuğun gözlerinde şaşkınlık her saniye artıyordu. Elimi salonun yanında, dış kapının hemen arkasında kalan çevirdim.

''Orası da mutfak.''

Tam bitirmeye hazırlanırken kendimi salona attım.

''Duvarda depremde oluşan küçük bir çatlak var, sana göstereceğim. ''

Benim peşimden salona girerken ikimiz de aynı anda durduk. Salon benim salonumdu ama eşyalar... Gözlerim etrafta gezinirken, ''Olamaz...'' diye fısıldadım.

Benim eşyalarım değillerdi. Salonun sol tarafında en köşede tıpkı benimkiyle aynı yerde ve aynı renkte bir kütüphane vardı ama benim değildi. Hiçbiri benim değildi. Kurumuş boğazım için bir kez daha yutkunurken tek omzuma taktığım çantam ve elimde sıkı sıkı tuttuğum kabanım yavaşça kayıp giderken onları tutamadım.

''İyi misin?''

''İyiyim... iyiyim...''

Sesim, kelimelerimin tam tersini göstermek ister gibi titrek ve oldukça güçsüz çıkmıştı. Boynumdan aşağı yavaş yavaş yayılan uyuşma hissiyle gözlerimi yumdum.

''Değilsin.'' dedi çocuk oldukça net bir şekilde.

Onu göremesem de ayak seslerinden arkamdan bana doğru yaklaştığını anlayabiliyordum.

''Oturmak ister misin?''

''Ben... '' diyecek olduysam da devamı gelmedi.

Vücudum tüm bunlara daha fazla direnmeyi reddetti. Ben de ona karşı koyamadım ve bedenimin olduğum yere yığılmasına izin verdim.

#

Gözlerimi açmadan bir saniye önce her şey geri geldi. İstemsizce kaşlarımı çattım ve uyanmak istemedim fakat ne yazık ki bu mümkün değildi. Kabul etmesi ne kadar zor olursa olsun kendi evimde değildim. Keşke gözlerimi açsam ve kendi salonumda uyansam, diye düşünmeden edemedim. Keşke hepsi çok gerçekçi bir rüyadan ibaret olsaydı.

Ama değil, dedi iç sesim bana cevap verir gibi. Bu cevap ile hızlıca gözlerimi açtım ve apar topar yumuşacık koltuktan doğruldum. Onu ise yattığım koltuğun ucundaki tekli koltukta elinde bir kupayla otururken gördüm. Benim bu güvensiz ve aceleci tepkim karşısında teslim olan bir suçlu gibi ellerini havaya kaldırdı.

''Sakin ol.'' dedi gülerek. Bacaklarımı koltuktan aşağı sallandırırken başım çatlayacak gibiydi.

''Daha iyi misin?''

''Hayır.'' dedim dürüstçe ve ekledim, ''Ne kadar baygın kaldım ve o süre zarfında sen ne yaptın?''

Yanlış anlaşılma korkusunun yüzüne yansıdığını görmek mümkündü. Ellerini hızlı hızlı sallarken, ''Hayır hayır, başında dikilmedim tabii ki. Mutfaktaydım, yeni geldim ve sen gözünü açtın. Çok uzun bir süre değildi.''

Eliyle hemen önümde duran masayı işaret ederek, ''Sana su getirdim.'' dedi.

Koca bir bardak suyu görünce ondan önce söylediği her şeyi bir kenara ittim. Sanki günlerdir çöldeymişim gibi hissettiren bu susuzluk ile kabaca elindeki bardağı aldım. Suyu kafama diktim. Her damlası adeta bir lütuftu. Son damlasına kadar nefessiz içtikten sonra bardağı indirdim. Kuvvetli bir nefes dudaklarım arasından çıkarken, ''Oh...'' dedim. O kadar hızlı ve kana kana içmiştim ki midemin şiştiğini şimdiden hissedebiliyordum.

''Şimdi daha iyi misin?''

''Belki biraz.''

Tekli koltuktan kalkıp benim oturduğum koltuğa geldi ama dikkatli bir hareketle dibime oturmak yerine mesafeyi korudu. Elini uzatırken, ''Tuna.'' dedi ve kendini tanıttı.

Uzattığı eline kısa bir süre baktıktan sonra samimiyetsiz sayılabilecek şekilde elini sıktım.

''Maya.''

''Memnun oldum, Maya.''

Gözleri birkaç saniye daha üzerimde gezindikten sonra, ''Pat diye neler olduğunu sorsam çok mu kabaca olur?'' dedi.

Ona göz ucuyla bile sayılmayacak şekilde baktım.

''Söyledim zaten.''

''Evet ama... '' Duraksadı. Ne diyeceğini bilemez bir vaziyette ellerini iki yana açtı. ''Üniversiteyi kazanıp İstanbul'a geldiğimden beri burada kalıyorum. Bu da yaklaşık üç yıl ediyor. Kısacası kendi evim olduğuna eminim.''

Çocuğun, yani Tuna'nın sözleri kafamı daha da allak bullak ederken gözlerimi pencereden alamadım. Üç yıl mı? Ben de üç yıldır bu evde oturuyordum.

''Kaybolmuş olabilir misin? Birisini aramayı denedin mi?''

Nihayet ona tekrar baktığımda başımı iki yana salladım.

''Deneyemedim çünkü telefonum yok.''

Bana telefonunu vermesini ima ederek söylemediğim bu cümle karşısında hemen eşofmanının cebinden bir telefon çıkardı.  Şifresini açıp telefonu bana uzattı.

''Sağ ol. ''

Elinden telefonu alırken neredeyse ağlamak üzereydim. Tanıdığım birileriyle iletişim kurmaya hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım. Aklıma ilk gelen kişi elbette annemdi. Telefonunu yazmaya başlayana kadar onu aramayı düşünüyordum ama durdum. Anneme bu durum nasıl açıklayabilirdim? Daha ilk cümlemde panik atak eşliğinde çıldıracağına ve ardından bayılacağına neredeyse emindim. Bu yüzden onu aramaktan -en azından ilk olarak- vazgeçip Beren'in numarasını yazdım ve yeşile bastım. Telefonu kulağıma götürürken kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Telefon kulağıma henüz yeni değmişken robotik sesle kaşlarımı çattım.

'Aradığınız numara kullanılmamaktadır. Numarasını bilmediğiniz...'

Devamını dinlemeden telefonu kulağımdan çekip ekrana bakakaldım. Numarası yıllardır ezberimdeydi. Doğru olduğuna kendi numaramdan bile daha emindim. Bu nasıl olabilirdi?

''Ne oldu?''

Hala ekrana bakarken yutkundum.

''Numara kullanılmamaktadır diyor.''

Sesim yaşadığım şokun binde birini bile yansıtamıyordu. Hala yanlış duymuş veya numarayı yanlış yazmış olma ihtimaline sıkı sıkı sarılırken Tuna konuştu.

''Numarasını değiştirme ihtimali- ''

Henüz cümlesi bitmemişken, ''İmkânsız.'' dedim. Gözlerimi ekrandan ayırmayı başardığımda çocuğun yüzüne baktım. Aralanmış dudaklarım arasından tek bir cümle çıkmıştı.

''Bu imkânsız.''

Yapabilecek hiçbir şeyi olmadığı ve beni tanımadığı halde paniklediğini görebiliyordum.

''Kimi aradın? Başka birini denesen? Belki bir sorun olmuştur.''

Ellerim titrerken az önce geri sildiğim annemin numarasını yeniden yazdım. Bu sefer çevirmeden önce neredeyse üç defa kontrol ettim. Doğruluğuna emin olduğum halde yine aynı şey olmasının korkusunu yaşadım. Ellerim titreye titreye yeşile bastıktan sonra yine kulağıma götürdüm. Telefonun çaldığını gösteren sesi duymamla nefesimi bırakmam bir oldu.

''Çalıyor mu?'' derken sesi bir fısıltı gibiydi.

''Evet.'' dediğim gibi telefon açıldı.

Kalbim duracakken panik ve heyecan karışımı bir sesle, ''Anne?'' dedim.

İki saniyelik sessizliğin ardından annemin sesini duymayı beklerken oldukça kaba bir erkek sesiyle karşılaştım.

''Pardon kimi aradınız?''

Gözlerimi kırpıştırırken artık sadece ellerim titremiyordu. Bütün vücudumun deli gibi titrediğinin belli olmaması için bir çaba göstermeye bile halim yoktu.

''Ben... Ebru Hanım'ı aradım. Annem. '' derken sesim git gide kısılıyordu.

''Yanlış numara galiba öyle birisi yok.''

Daha bir şey dememe fırsat kalmadan telefon çat diye suratıma kapandı. Beynimden vurulmuşçasına bir ağrı başıma girerken telefonu tutamadım. Alelacele masaya bırakmaya çalıştım.

''Ne oldu?'' dedi Tuna merak dolu bir sesle.

Hiç yapmadığım bir şekilde yere çöküp kendimi parçalarcasına ağlamak istiyordum. Ellerimi yüzüme kapatırken göz yaşlarımı serbest bıraktım. Hayatım boyunca akmamışçasına akıp giderken omuzlarım sallanıyordu. Ne yapacaktım? Başıma ne gelmişti? Tanıdığım herkes, bildiğim her yer nereye kaybolmuştu? Ya da ben nereye kaybolmuştum? Benden daha çok şey biliyormuşçasına bu bir kaybolma değil, dedi iç sesim. Bu o kadar basit bir şey değil. Neredeyse birkaç dakika sadece ağladım. Ve o da sadece susup bekledi.

Ellerim yavaş yavaş yüzümden kayıp giderken kendimi susturmaya çalıştım. Arka arkaya derin nefesler alıp verdim.

''Sakin ol... Sakin ol...'' diye mırıldandım kendime ama sanki kendi sesimi duymuyordum.

Hemen sağ tarafımdan uzatılan bir kâğıt havluyla dikkatimi oraya verdim. Elinden alırken hiçbir şey söylemedim. Önce yanaklarıma akan yaşları sonra göz altlarımı sildim. Yanımda oturan hiç tanımadığım bir yabancıya ne anlatmalıydım, daha doğrusu anlatmalı mıydım, bilmiyordum. Başka şansım ya da seçeneğim var mıydı?

''Bahsetmek ister misin?''

Sanki aklımı okumuş gibi sorduğu soru karşısında biraz ürperdiğimi itiraf etmeliydim. Umursamadan burnumu çektim ve boğazımı temizledim.

''Dün gece, işten çıkıp eve gelirken inşaatın içinden bir kedi sesi duydum ve gidip bakmak istedim. İnşaata girdim ama bir şey oldu ve ayağım kaydı. Muhtemelen kafamı çarpıp düştüm. Gözümü açtığımda o inşaatta değildim ama evime yakın bir yerde olduğumu biliyordum. ''

Sanırım kararımı vermiş ve her şeyi bir yabancıya üstün körü anlatmıştım. Ona anlatırken tekrar kafamda canlandırma ve düşünme şansım olmuştu.

''Kaybolmadığına emin misin? Bana biraz öyle geldi.''

Dakikalar sonra başımı kaldırıp ona baktım.

''Yaşadığım şeyin basit bir kaybolma olmadığına eminim. Neden biliyor musun?''

''Neden?''

İşaret parmağımla koltuğun hemen arkasında kalan pencereyi işaret ettim. ''Çünkü inşaat şu süper marketin olduğu yerdeydi.''

Daha sonra ellerimi iki yana açtım. ''Ama artık yok. Nasıl oluyorsa ne inşaat var ne burası benim ne de tanıdığım kimseyi bulabiliyorum.''

Hayatımda her insan gibi kötü durumda kaldığım çok zaman olmuştu ama bu farklıydı. Bu dünyanın en çaresiz durumuydu. Kimsem yoktu. Evim yoktu. Hiçbir şey yoktu. Yeniden ağlamamak için dişlerimi sıktım ve bunun işe yaraması için dua ettim. Hiç tanımadığım çocuğun gözlerinde samimi bir üzüntü görmek beni bile şaşırtmıştı. O an ilk defa yüzüne dikkatle baktığımı fark ettim. Üzüntüsünü belli eden gözleri benimki gibi donuk bir kahve değildi, sıcacık bir elaydı.

''Bak beni tanımıyorsun biliyorum, aynı şekilde ben de seni ama... Bana inan ne olur, burası benim evim ya. Benim evim olmak zorunda. Her şey bir anda ortadan kaybolmuş olamaz yoksa aklımı kaçıracağım.''

''Anlaması çok zor gerçekten ama sana yardımcı olabilirim. '' dedi ve devam etti, ''Bir işe yarar mı bilmiyorum ama yarın seninle polise gelip tanıklık ederim. Belki seni tanıyan birilerine ulaşırlar.''

Benim evim olduğuna karşı gösterdiğim dirence vereceği herhangi bir cevabı es geçmişti. Ayağımı huzursuzca sallarken dediklerini süzgeçten geçirmeye çalıştım. Doğrusu polislerin bana yardım edebileceğine inancım çok azdı çünkü daha ben bile başıma neler geldiğini anlayamıyordum. Onlar beni nasıl anlayacaktı?

''Olabilir.'' diyebildim sadece, '' Teşekkürler.''

Ne yapacağımı bilemez bir vaziyette ayağa kalktım. Başka diyecek bir şeyim veya gösterecek bir direncim kalmamıştı. Benimle birlikte o da kalktı ve anlamsızca bana baktı.

''Nereye gideceksin?''

''Bilmiyorum. ''

Aklıma kafeye yeniden uğramak ve sahibinin beni tanıması için ayaklarına kapanmak geldiyse de gözüm duvardaki baştan aşağı siyah, oldukça şık saate takıldığında durdum. Saat neredeyse on bir buçuk olmuştu. Yanlış gördüğümü düşünerek bir kez daha baktım ama doğruydu. Çocuk uzun süre baygın kalmadığımı söylerken yalan mı söylüyordu? Zaman bu kadar mı hızlı geçmişti?

''Gidecek bir yerin yok mu?''

''Sence?'' dedim yere düşen çantamı alırken.

Arkadan gelip usulca koluma dokunurken, ''Bir saniye.'' dedi. Durup ona bakmak zorunda hissettim.

''Bak, ne dersin bilmiyorum ama istersen geceyi burada geçirebilirsin.''

Başıma gelen tüm bu şeylerden sonra sanırım en çok şaşırdığım diğer şey bu teklifti. Turuncu kaşlarımdan biri havaya kalkarken suratına bakmaya devam ettim.

''Yarın sabah polise gitmene yardım ederim. Tabii istersen. Biliyorsun, insanlar pek iyi değiller, özellikle geceleri.''

''Peki sen?'' diye sordum. ''Sen ne kadar iyisin?''

Yüzünde görüp görebileceğim en sıcak gülümse oluşurken omuz silkti.

''Benim fikrimi mi soruyorsun? Kendi çapımda iyi biriyim.''

''Yabancı birini evine alacak kadar iyi misin? Ya da ben senin evinde kalacak kadar iyi biri miyim?''

''Yarım saat öncesine kadar senin evin olduğunu söylüyordun.''

Yüzüm saniyeler içinde yeniden o çaresiz ve hayal kırıklığı haline bürünürken omuzlarım düştü.

''Özür dilerim. '' dedi apar topar. ''Şaka yapayım dedim ama sırası değil tabii.''

''Yanlış bir şey yok. Belli ki benim evim değil.''

''Ne dersin?''

''Yok, sağ ol. Bir yerlere daha gitmem gerek. Arkadaşıma ve patronuma yüz yüze ulaşmaya çalışacağım.''

Dudakları aşağı doğru büküldü. ''Peki.''

Kapıyı açıp dışarıya ilk adımımı attığım an bankta çalınan herhangi bir şeyim olup olmadığını kontrol etmek için cüzdanıma baktığım an canlandı. Eğer yanlış görmediysem yalnızca beş lira vardı. Evet, beş.

''Eğer kimseye ulaşamazsan buraya gelebilirsin.''

''Neden beni eve alasın ki?'' dedim gerçekten anlamaya çalışarak.

''Çünkü insanlar başka insanlara yardım edebilir?'' dedi soru sorarcasına.

Bir şey söylemeyi bir anlığına düşündüm ama sadece iç çekmekle yetindim. Arkamı dönüp merdivenlerden inerken arkamdan seslendi. ''İyi akşamlar! Kendine dikkat et.''

Hiçbir şey söylemeden hızlıca aşağı inip apartmandan çıktım. Havada çok sert olmayan bir rüzgâr esintisi vardı. Bu halde olmasaydım bu hava bende mutluluk uyandırabilirdi ama bu sefer hiç de öyle olmuyordu. Aksine hem bu kadar tanıdık gelip hem de yabancı hissettirerek beni öfkelendiriyordu.

Olduğundan daha da hızlı yürüyerek, beynimin içindeki düşünceler ve soru işaretleri beni yiyip tüketmeden yeniden kafeye ulaştım. Tabelasındaki ve dışarıya koyulan masaların etrafındaki renkli ışıklandırmalarla her zamanki gibi tatlı gözüküyordu. Birkaç adım atmadan hemen önce girişe konulmuş kara tahta üzerindeki yazıya birkaç saniyeliğine gözüm takıldı.

'31 EKİM – GÜNÜN TATLISI: TRİLEÇE.'

Kapıyı açıp ikinci kez içeriye girdiğimde garson kız tek tük kalmış müşterilerin geride bıraktıklarını toplamakla meşguldü. O kadar dalgındı ki içeriye girdiğimi dahi duymadı. Kafenin sahibi ise kasanın arkasında elindeki telefonuyla hararetli bir mesajlaşmanın ortasındaydı. Kasaya yaklaşırken boğazımı temizledim.

''Nil Hanım?''

Kafasını telefondan kaldırıp bana baktığında onu gördüğüm için bu kadar sevineceğim aklıma gelmezdi. Evet, tatlı bir kadındı ve genel olarak severdim ama bu genel bir sevgiden çok farklıydı. Tanıdığım birini yıllar sonra görmek gibi hem heyecan verici hem tuhaf bir duyguydu.

''Buyurun?''

Yüzünde beni tanıdığına dair en ufak bir ifade görmeye çalıştım. Omuzlarında aşağı düşen kıvırcık saçları, yaşına nazaran gayet iyi görünen yüz hatlarıyla o da diğer her şey gibi tanıdık görünüyordu.

''Ben... Maya. Tanıdınız mı?''

''Ah.'' derken beni bir saniyeliğine o kadar heyecanlandırdı ki neredeyse bayılacağımı sandım. Ta ki sonrasında, ''Zeynep bahsetti. Maya Yıldırım, değil mi? Bugün uğramışsınız.'' diyene kadar.

''Evet.'' dedim umutsuzca.

Beni tanımıyor. Beni gerçekten tanımıyor. Üç yıldır, her gün okuldan sonra gelip çalıştığım ve beraber birçok şeyi paylaştığımız bu kadın beni hiç tanımamış gibi davranıyordu.

''Zeynep'e de söyledim.'' derken eliyle masaları toplayan kızı gösterdi. Kendi adını duyan kız sersem gibi kafasını kaldırıp yorgun gözlerle bana baktı. Beni tanıdığı gibi, ''Evet, sizdiniz.'' dedi.

Nil Hanım ise onun cevabına aldırmadan devam etti. ''Burayı açalı bir ay oldu. Sizi de hiç tanımıyorum inanın ki. Başka biriyle karıştırıyor olabilir misiniz?''

Ne diyeceğimi bilemedim. Evimi, çalıştığım kafeyi hatta annemi bile biriyle karıştırıyor olamazdım herhalde! Suratına saniyeler boyunca baktıktan sonra hiçbir şey demeden oradan da ayrılmaya karar verdim. Ne diyecektim ki? Ben... Muhtemelen deliriyordum. Bunun başka bir açıklamasını bulmak için hayal gücümün sınırlarını zorladım ama olmadı. Akla yatan hiçbir açıklama mantıklı gelmiyordu.

Onları da diğer herkes gibi geride bırakıp giderken kara tahtanın önünde duraksadım. Birkaç dakika önce gördüğüm yazıdan emin olmak için yeniden arkamı döndüm ve tahtaya baktım. 30 Ekim, saat henüz on bile olmamışken kafeye geldiğim sahne gözümün önünde çok eski bir anıymış gibi canlandı. Ben henüz kapıdan içeri girmemişken Nil Hanım'ın elinde bir kutu mavi tebeşirle çıkıp tebeşirlerden birini elime tutuşturmasını anımsadım.

''Maya'cığım, tahtayı yazmayı unutma. Günün tatlısı Kırmızı Kadife. Tamam mı?'' Düşüncelerim birbirine girmiş, karman çorman bir haldeyken etrafıma yeniden baktım. Ayaklarım şüpheyle hareket ederken dudaklarım hayretle aralandı. Benim anlayamadığım ne oluyordu burada? Gerçekten buraya ait değil miydim? Üniversiteyi kazanıp geldiğim günden beri yaşadığım çevreye bir gecede nasıl yabancılaşmıştım?

Geri yürürken eve gitmek için can atan insanların arasında bir kez daha göz yaşlarına boğulmak üzereydim. Ağlamaktan nefret edersin, dedim kendime. Nefret ettiğim bu eylemi bir gün içerisinde bu kadar sık yaşamak içimde kaynayan öfkeyi fitilliyordu. Bir anda sokağın ortasında, bir grup insanın içinde durdum.

Ellerimi yumruk yaparak sıktım ve içimdeki her şeyin çıkıp gitmesine izin vererek bağırdım. Herkes durup şaşkınca bana bakarken onları görmezden geldim. Boğazım patlayana, suratım kıpkırmızı olup sesim çatlayana kadar sadece bağırdım. İnsanlar gruplar halinde benden uzaklaşırken dönüp dönüp bakmaya devam ediyorlardı.

Bağırmayı bıraktığım gibi derin bir nefes verdim. İnsanların fısıltıları ve bakışları içinde yürümeye devam ettim. Muhtemelen kötü bir gün geçiren, sinirleri bozulmuş genç bir kız gördüklerini düşünüyorlardı. Göz yaşlarım yanaklarıma süzülürken titreyen çenemi durdurmak için dudaklarımı birbirine bastırdım. İlk uyandığım yerin yanındaki parka kadar hiç durmadan yürüdüm. Yorgunluğum kendini belli etmeye başlamıştı. Ayaklarım yürümekten bitkin düşmüş, boğazım bağırmaktan acımaya başlamıştı. Akşamüstü oturduğum banka geri oturduğumda kollarım iki yana düşerken bir süre sadece çevreyi izledim. Göz yaşlarıyla ıslanmış gözlerim her yerin üzerinde durup bana bir şeyler hatırlatmaya çalışıyordu.

''Herkes nerede?''

Continue Reading

You'll Also Like

10.5K 6.1K 58
Şair için bir şiirleri vardır birde dünyanın geri kalanı...
7.9K 951 21
Yavaş yavaş ölüyorum. Bunu biliyorum. Kimilerine göre bu bir intihar. Ama ben yüzlerce kişi ölmesin diye kendimi "FEDA" ediyorum.
147K 12.6K 10
Çikolata Tadında'dan tanıdığımız Aykut Baran'ın hikayesidir. Büşra Köprü
57.7K 7K 27
-Antik Tanrılar Serisi -2- Kronos ve Rhea'nın oğlu, gökyüzünün ve yıldırımların tanrısı, bütün tanrıların ve bir zamanlar insanların kralı olan Zeus...