Literati // Ravenclaw

By BelieveAndBeHappy

6.4K 599 2.1K

Literati: edebiyatı seven, okuyan ve yorumlayan aydın kişiler. More

B İ R
İ K İ
Ü Ç
D Ö R T
B E Ş
A L T I
Y E D İ
S E K İ Z
O N
O N B İ R
O N İ K İ
O N Ü Ç
O N D Ö R T
O N B E Ş

D O K U Z

217 34 118
By BelieveAndBeHappy

"Sabah kalktığımda bunu içtiğim için pişman olacakmışım gibi hissediyorum."

"Bir daha ne zaman bu kadar iyi bir şarap içme şansı yakalardın?"

Şişenin üstündeki Romanca yazılara ve altın kabartmalı Bran Kalesinin resmini inceledi. Önüne gelen ve şakaklarına düşen saçlarını kulaklarının arkasına sokmaya çalıştı ama her zaman olduğu gibi kısa kalıyordu.

"Saçını neden her zaman böyle topluyorsun?"

İri elini saçlarına atınca epey küçük ve saçının ancak yarısını tutan lastiği elinde kaldı. Böylece neden saçının hiçbir zaman tamamen toplanmadığını anladım. Saçları ensesine kadar uzundu ama ön kısımları lastiğe giremeyecek kadar kısa, kat kat kesilmişti. Bu yüzden yüzünü çerçeveleyen kabarık yana doğru ayrılan saçlar hep yarısını topladığı, arkasını kendi halinde bıraktığı saçlarından ayrılıyorlardı.

"Başka şekilde toplayabileceğimi sanmıyorum."

"Meh, haklısın."

Saçlarını tekrar topladı ve tekrar aynı kısımlar ortaya çıktılar. Onu dikkatle izlediğimi görünce de şişeyle ayağıma vurdu. "Arkadaş olduğumuzu düşünmeye başlamanı istemiyorum."

"Öyle bir şey söylemedim."

"Sadece biraz sarhoşum. Ve seni daha önce bu kadar kızgın görmemiştim. Göğsüme ancak erişebilen birinden normalde kolay kolay korkmam. Ama kaybedebileceğim her şey masamda. Ateşe vermenden çekindim."

"Benden düşündüğüm kadar da nefret etmiyorsun."

"Burada olmamanı tercih ederim sadece. Ve istediğim işi istiyorsun. Burnunu sokmaman gereken işlere sokuyorsun. Fazla meraklısın. El yazın fazla karışık. Dağınıksın. Sınıfını, sertifikalarını, stajlarını hep dereceyle bitiren biri için insanlarla ilişkilerin çok karmaşık. Yani evet, senden hoşlanmıyorum. Ama hayır," derin bir nefes aldı. Gözleri kabullenir gibi kapanınca yüzü de gevşedi. "Eğer elimde iki seçenek olsa; ölmen ve ölmemen üstüne... ölmeni tercih etmeyebilirdim."

Etkilenmiş bir şekilde başımı ağır ağır salladım. Biliyordum. Bana olan öfkesi, bahsettiği duvarı gerçek hislerinden çok ne hissetmek istediğiyle alakalıydı.

Ve bunun işten ötede Eleanor ile ilgili olduğunu da düşünüyordum. Fakat, Pietro'yu ilk kez bu kadar uzun konuşturabilmişken, daha da şansımı zorlamayacaktım.

Dışarıda insanları duydum. 10'dan geriye sayıyorlardı. Çoktan gece yarısı olmuştu demek. Pietro ile ilgili hala pek bildiğim bir şey yoktu ama her nasılsa... birkaç saati ilerletmenin yolunu bulmuştu. Üç... İki... Bir...

"Yılın geri kalanını burada geçireceğim sanırım."

"İyi yıllar, Pietro."

Pietro oturduğu yerde uzun uzun gerindi. "İyi yıllar, Fay."

Üstüne dalga geçmesini, alaycı bir yorumda bulunmasını ya da küçük düşürmesini bekledim ama yalnızca sessizca şöminenin başında durup, yüzüme baktı. Göğsü ağır ağır inip kalkıyor, gözleri alkolün etkisiyle bayık bayık duruyordu. Ateşin yansıdığı saçlarının buzlu kahve ışıltısı çıkıp yüzüne vuruyordu.

Ancak kapıya tüm gücüyle vurulduğunu duyunca ikimiz de irkildik. Normalde hep kimin geldiğini haber veren kapı tokmağı tuhaf derecede sessizdi.

Pietro'ya şaşkınca baktım. O da kaşlarını çatmış gözleri bir bana bir kapıya gidip geldi. Ayağa kalktım ama kalkmaya çalıştığım gibi destek aldığım kolumu tutup geri oturmama neden oldu.

"Bu saatte—"

"Şhh," işaret parmağını dudaklarına bastırdı. Sessiz kalıp kapıyı dinledik ama sert rüzgar dışında bir şey duyamadım. Pietro'nun da ne yapacağını bilmemesine alışık olmadığımdan elim ayağıma dolandı. Bir kez daha, üç defa üst üste olmak üzere kapı yumruklandı.

Asama uzansam da Pietro başını iki yana salladı. Merkezden çok uzakta sayılmayan ofiste, yalnızca saniyeler önce kutlama yapan insanları duyduğumuz yerde neden kapıya vurulmasından çekiniyordum bilemedim. Pietro bana göre daha temkinli davranıyor, sakinliğini koruyordu ama o da bundan hoşlanmamıştı.

"DuBauer!" Dedi kapının ardındaki ses. Daha çok boğuluyormuş gibi. Acelesi olduğu kesindi. "Aç kapıyı!"

Sesi boğuluyormuş gibi oldukça bir anda şömine beni sıcak tutamazken, ensemin nemlendiğini hissettim.

"DuBauer'e haber vermemiz gerekmiyor mu?" fısıltımla önündeki saçları uçuştu. Pietro asasına uzandı. Dudaklarını bir büyüyü söylemek için oynatmıştı ki kapının altında parlak, mavi bir ışık belirip kayboldu. Sonra tekrar tek duyduğumuz şey rüzgar ve uzaktaki mutlu bağırışmalar oldu.

Kapının altından bir zarf atılınca Pietro ayağa kalkmaya yeltendi. İşte ancak o zaman elimle onun kolunu sımsıkı tuttuğumu anlayabildim. İkimiz de biraz afalladık. "O bana lazım," dedi bırakmamı beklerken.

Kolunu saniyesinde bırakıp ondan önce kapıya geçtim. Zarfı elime aldım ama önünde ne adres, ne isim ne de bir hitap vardı. Yalnızca bej rengi hafif bir zarf.

Pietro da yanıma gelip dikilince zaten loş olan ışık gölgesiyle iyice karardı. Kalbim hala hızlı atıyordu ama zarfın içindekinin merakı ağırlaşmaya başlamıştı. Burada bunca zamandır çalışıyor olmama rağmen hiçbir zaman DuBauer'in ziyaretçilernin böyle geldiğini görmemiştim. Ya da gelmediğini. Ya da bu kadar aceleci olduklarını.

Tek bildiğim ikimizin de bu zarf geldiğinde, burada olmamız gerektiğini bilmemdi. DuBauer hata yapmazdı oysa ki. O zaman ne diye...

"DuBauer'in ziyaretçisi değil," dedim. Niye hala fısıldadığımı bilemeden.

"Nereden biliyorsun?" Pietro da beni takip etti.

"DuBauer, onu görmek isteyen birine hayatta esnek görüşme saati vermez. Kaldı ki yılbaşında, gece yarısında geldiğine göre epey ani bir haber. Ancak DuBauer'e direkt ulaştıracak kadar güvenmiyor havada kalmasına zarfın. Ya da evine büyüyle atılmasına. Kendi eliyle getirmek zorunda. Yani gizli. Ama DuBauer böyle bir şeyde, öğle yemeğini dahi planlı ve gizli yaparken, bu kadar önemli bir zarfı zamansız yere istemez. DuBauer'in bu zarfı alacağından haberi yok. Getiren her kimdiyse ya onu tanımıyor ya da uzun zamandır ortaya çıkmamış biri."

Pietro zarfı elimden aldı. "Bunu açmayacaksın."

"Neden? Zaten haberi yok."

Zarfı almak için uzandım ama elini ulaşamayacağım kadar yukarıda tuttu. "Fikir yürütebiliyor olman haklı olduğun anlamına gelmiyor."

"Geliyor. Söylediklerimi senin de düşünmediğini söyleyemezsin."

Pietro sessiz kaldı. Zarfı hala havada tutarken o da elinde evirip çevirdi. Lumos'un ışığını üstüne tutup içini okumaya bile çalıştı ama fayda etmedi.

Elinden çekip almak için hızlı davrandım ama bu sefer daha çok havaya kaldırdı. "Bu gizli bir şey, Fay. Açamayız."

"Neden buraya getirdi?"

"Bizi ilgilendirmez."

"DuBauer burada olduğumuzu biliyor. Bunu riske attığına göre görmemizi o kadar da umursamıyordur. Ha eğer ki buraya ulaşacağını bilmiyorduysa, zarfın kendinden haberi yoktur. Yani okuyabiliriz."

"O kadar çok şarabı içtiğini ben hayal mi ettim? Dedektifçilik mi oynayacaksın?"

"Ya bizi de ilgilendiriyorsa? Ya—"

"Fayette. Yeter dedim. Bizi ilgilendirmiyor. Şimdilik bu kadarını bilmemiz yeter. Etik davranmıyorsun."

Sanki çok da umurumda olması gerekiyormuş gibi. Neler döndüğünü anlamak istiyordum sadece. DuBauer'in bu kadar hayatının içine sokulduktan sonra en basit bir zarfı açamamak haksızlıkmış gibi hissettiriyordu. Kızlarının okul projoesini ben gecenin bir yarısı hazırlarken kimse ne kadar etik olduğundan bahsetmemişti durumun.

"Eğlenceli değilsin."

"Eğer zarfı açarsan ve okursan bunu DuBauer'e bildirmekten çekinmem. Şaka yapmıyorum. Benim için büyük bir fırsat anlamına gelir bu. İşte o zaman hangimizin favorisi olduğunu açık ara farkla anlarsın. Çünkü kovulmuş olursun."

Sesi tekrar sertleşip, ciddi surat ifadesi gelince neredeyse yerime siner oldum. Zarfı elinden almaktan vazgeçip gözlerimi diktim sadece ona. Elbette basit bir sohbet her şeyi düzeltmemişti. Yalnızca James ile konuşmamı duyup, acımıştı. Sadece birkaç saatliğine bana tahammül edebiliyormuş gibi davranmıştı. Ama gerçekte, en küçük bir hatamı bile kendi lehine çevirmeye programlıydı beyni. Benim yüzeyde olduğum benliğime karşı o hep suyun görünmeyen kısmında kalıyordu. Ne gök kadar berrak, ne güneşin vurduğu yüzü kadar temiz ne de göründüğü mavisindeydi. Hep en dipte, en karanlıkta, lacivert kısımdaydı. Öyle de kalacaktı. Bana şu an bunu hatırlattığı için bile şaşkındım aslında. Sonuçta yapmakla tehdit etmişti. Yapmamıştı.

"Senin zarfı okumayacağını nereden bileceğim?"

"Ne?" Ters ters yüzümü inceledi. "Beni ne ile suçluyorsun tam olarak, Barnes?"

"Senin okumayacağını nereden bileceğim? Beni gönderdikten sonra?"

"Neden böyle bir şey yapacakmışım?"

"İçindeki bilgiyi kullanabilirsin."

"Asistanım, Fay. Bakanlık için çalışan gizli ajan seherbaz değil."

Başımı yana yatırıp kaşlarımı kaldırdım. Kesinlikle ikna olmamıştım. Ona güvenmediğim için beni suçlayacak son kişi konumundaydı. Gözlerime uzun süre baktı. Pes etmemi beklediğini biliyordum. Ona karşı gelmeme bile katlanamazken şimdi inatçılığım tüm dakikalık tahammül edilebilirliğini söküp atmıştı.

"Sırf BBE'deki pozisyonu alabilmek için DuBauer ne yapsa arkasında olacaksın, değil mi?"

"DuBauer'in neden kötü olduğunu düşünüyorsun? Yoksa sen mektupta ne olduğunu biliyor musun?"

"Öğrenebiliriz."

"Hayır dedim."

Elindeki mektuba tekrar baktım. Sonra lacivert gözlerine. Çenemi kaldırdım. Hızlıca, onun beklemediği bir anda yakalamaya çalıştım mektubu ama o benden daha hızlıca daha da yukarı kaldırdı. Onun bunun çocuğu. Ben de kuralları takip etmekte sorun yaşayan bir tip değildim. Sadece bu şeyin içinde her ne varsa önemli olduğunu ve benim de bunu bilmemem gerektiğini biliyordum.

Ve bu tüm vücudumu merakla kabartıp, içindekini okumam için süründürtüyordu.

"Merak etmiyor musun?"

"Ediyorum," diye mırıldandı iç çekip soluk kağıtta uzun parmağını gezdirdi. "Ama DuBauer anlarsa..."

"Anlamasından korkuyorsun yani."

Yüzünü ona hakaret etmişim gibi ekşitti. "Hayır. İşimi tehlikeye atabilecek ne maddi ne de manevi durumdayım yalnızca. Senin bunları düşünmeyecek bir yerden geldiğini unutmuşum."

"Sınıfsal ayrımcılık kozunu oynamanın sırası değil, Petrov."

Pietro mektubu alıp DuBauer'in bildiri kutusuna koydu. Ona mani olmak için koluna yapıştım ama çok geçti. Kapağı kapatmıştı. Tekrar açtığında elbette yok olmuştu.

"Memnun musun? İkimizden de uzakta olmuş olacak."

Elimi üstünden çektim. Adrenalin gözlerimi açmışken burada bayılıp gitmeden önce evime gitmem gerekiyordu. DuBauer her neyin peşindeyse de bugün öğrenebileceğim şey değildi. Elbette bulacaktım. Ama bugün değil.

"Eve döneceğim," dedim.

Pietro yüzüme bakarken soru işareti alnının üstünde adeta oluştu. "Yani?"

Alkolün etkisi gitmişti. Söyleyebiliyordum. Onunla neden zorunda kalmadıkça konuşmadığımı da anlıyordum şimdi. Belki de bininci kez eşyalarımı toplayıp ofisten çıktım. Karın içinde yürürken çıkan katır kutur sesler kulaklarıma doğarken diğer yandan da insanların hala kutlamaya devam ettiklerini duyuyordum.

Eve gelince Anderson'ı neredeyse salonumun halısından daha büyük çıkartmaya çalıştığım haritamın yanında uyurken buldum. Harita hareketli bir şekilde hareket edip, büyüyle döndüğü için Anderson'ın onu seyretmeyi sevdiğini biliyordum. Kendimi yatağıma atarken üstümü bir kez daha değiştirmeye tenezzül etmedim. Tek aklımdaki mektuptu. Mektup ve sinirlerimi bozan Pietro.

Oysa başta çok daha... iyimser gözükmüştü. Alaycı, iğneleyici ya da düşman değildi. Çöp tenekesi oyununa katılmasına şaşırmıştım doğrusu. Muhtemelen bir konuda benden daha iyi olduğunu göstermezse içinin rahat etmeyeceğindendi. Sonra da benimle neredeyse benden nefret etmiyormuş gibi de konuşmuştu.

Bir de dedikleri.

Aramızdaki duvarın sert durmasını istediğini söylemişti. Bunun sadece rakip olmamızdan olduğunu düşünmüyordum. Eleanor büyük etkendi. Dahası olabilir miydi? Belki sadece kendinç suçlu hissediyordu. Ya da ben pembe gözlüklerle bakıyordum. Hayır. Bugün benimle bu şekilde konuşan biri, sırf ikimiz de aynı konumu istiyoruz diye bu kadar acımasız olamazdı.

Beni kulübede bırakmasının nedeni ne olursa olsun, tehlikeli olmaması ya da tanıştığımız günden beri bana olan öfkesini saklamaması olsun Eleanor'u öğrendiğimde bana söyledikleri hep aklımın bir kenarında kalacaktı. Gerçekten onları düşündüğü için mi söylemişti, yoksa bu duvarı kalın tutmak ve benim de ondan onun kadar nefret ettiğimde işleri onun için daha da kolaylaştırması adına mı karar veremiyordum.

Pietro'yu ne kadar yıldır tanıyor olursam olayım onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Sokaktan geçen ama adını bildiğim bir yabancıdan çok da farklı değildi. Mekanik, sert, soğuk... İnsandan en uzak canlı gibi dururken nasıl en insani hisleri onda arayabilirdim ki?

Oysa iyi anlaşsaydık... iş belki de bu kadar çekilmez olmazdı. Bu kadar sıkıcı da olmazdı. Ya da zor. Ama o zorluktan çekinmiyordu. Kendisi de zordu. Anlaması da, okuması da, hakkında en ufak bir şeyi öğrenmesi de. Yüzündeki yaranın nasıl olduğunu bile söylemeden işin içinden kaçmıştı. Koskocaman bir buzdağıydı. Görünen kısmı da soğuk, görünmeyeni de daha da büyük ve korkunçtu muhtemelen. Bu yürüyen bilinmezlikle nasıl başa çıkacağımı bilemiyordum. Başlarda görmezden gelmenin işe yaradığını düşünmüştüm. Bundan hoşlanmıştı sanırım ama cevap verip, ezilmeye izin vermeyeceğimi gösterdiğimde gittikçe öfkesi de büyümüştü.

Eleanor ise son damlaydı sanıyordum ki. Eleanor'un olması gereken yerde olduğum asıl suçladığı şey değildi. Beni tanımadan nasıl Eleanor'dan nefret edip, bile bile, seve seve onun yerini alacağımı düşünebildiğini anlamıyordum sadece.

Benden hoşlansın ya da hoşlanmasın DuBauer'in mektubunun içindeki her neydiyse ondan önce öğrenecektim. Normalde umurumda olmazdı belki de. Ya da gizliliğe saygı duyabilirdim. Ama Pietro'nun benden önce bunu aleyhine kullanacağı ihtimali ile yaşayamazdım.

Sabah uyandığımda ağzımda iğrenç bir tatla ve korkunç bir ağrıyla uyandım. Aynadaki darmadağın ifademi görünce de kendimden bir an için tiksindim. En azından yüzümü yüzümü yıkamalıydım sanırım uykuya dalmadan.

Baş ağrım için iksir kutuma giderken Anderson bacaklarıma dolandı. Hindinin kemiklerini önüme getiriyordu. Şu an bu bonkör kahvaltı teklifiyle ilgilenecek halde değildim.

"Geç kaldım, geç kaldım, geç kaldım..."

"Saat daha 10:02, Fay."

Sesle birlikte çığlık attım. Anderson da korkup odama kaçtı. Evimde durmak bilmeyen bir kaos olduğu doğruydu ama salonumun ortasında bir adam bulmak hiçbir zaman alışabileceğim bir olay olmayacaktı sanırım. Delice atan kalbimi tutup James'in omzuna sertçe vurdum.

"Burada ne işin var?"

Arkasında tuttuğu çiçekleri burnumun dibine tuttu. Elimin tersiyle bukete vurunca yere düştüler. İkimiz de çiçeklere bir süre baktık.

"Sana da günaydın," dedi çiçekleri alıp asasını salladı. Vazolarımdan biri eline ulaşınca su koyup, mutfak masasına bıraktı. Ansiklopedilerin üstündeki tabakları da çekecekti ki, içindeki yemeğin hareket ettiğini görünce vazgeçti.

"İrlanda'sın sanıyordum."

"Sabah olur olmaz döndüm. Seni görmem gerekiyordu."

"Neden?"

James başını yana eğdi. Bana attığı her adımda uzaklaştığımı görünce pantolonumun kemerliğini tutup beni kendine çekti. Göğsüm, göğsüne çarpıp hafif geriye gidince başımdaki ağrı da güçlendi.

"Özür dilemek için."

Evet. O kadarını anlamıştım. Ama sevdiğimi söylediğimi bile hatırlamadığım menekşeler ile ortaya çıkıp, son anda haber verdiği ekmesini affetmeyeceğimin de onun tarafından açık olduğunu düşünüyordum.

Diğer yandansa... niye bu kadar umurumda olmalıydı ki? James her zamanki James'di. Ona karşı ne kadar beklentisiz olursam o kadar mutlu olabileceğimi uzun zaman önce öğrenmiştim. Şimdi ne diye değişmesini bekliyordum acaba.

Üstelik sırf mantıklı davranıp, işini bana seçtiği için ona tavır alamazdım. Doğru olanı yapmıştı. Ben de aynısını yapardım belki de, kim bilir? Rasyonel bir seçim yaptı diye ona sinirlenecek bir kız olmak istemiyordum. James ile anlaşabilmemizin temel nedeni belki de onun hisler ve insanlar konusunda sorumsuz, benimse ikisine de bel bağlamayacak kadar pragmatik ilerlemeyi istememdi. O bana zarar veremiyor, ben de alınamıyordum. Bir şekilde iki bozuk parçanın beraber çalışması gibiydi.

Ama James'le uzun bir süre sabahımı, akşamımı, hafta sonlarımı geçirdikten sonra bir anda yok olması hala bir soru işareti oluşturuyordu. Kimseye bağlanmadan, güvenmeden yaşamak çok daha kolay ve huzurluydu. Eğer James'i her gittiğinde bekleseydim şu ana kadar çok kez zaman kaybederdim. Ya da diğer erkeklerle. Ya da ailemle. Ya da herhangi biriyle.

"Ne için?"

Dengemi sağlayabilmek için geriye gitmeye çalıştım ama James beni bırakmadı. "Seni yılbaşında yalnız bıraktığım için. Hem de son anda. En azından kendi arkadaşlarınla bir plan yapabilirdin. Ya da ailenle. Seni ortada bırakmamalıydım."

"Evet."

"Üzgünüm."

"Evet."

James sabırsızlandığını gösteren bir iç çekti. Sonunda parmaklarını pantolonumun kemerlik kısımlarından çıkarıp mutfağa yürüdü.

"Krep?"

"Çıkmam gerekiyor," dedim saate bakıp. Pantolonumu ve kazağımı çıkarıp kirli sepetine attım. James unu bırakıp bana baktı ama bir şey söylemedi. Eğer yeterince hızlı bir duş alırsam, Cedar'ın azarlamasından kurtulabilirdim.

"Fay, bugün yılın ilk günü. Her yer kapalı."

Tam duşa girmişken James seslendi.

En azından istediğim kadar uzun süre duş alabilirdim.

Continue Reading

You'll Also Like

431K 35.4K 27
Melez Kaplan Taehyung, Melez Tavşan Jungkook ile sevgili olmak istiyordu Ha birde onu altında inletmeyi... [texting+düz yazı] #3 - taekook [13.08.202...
461K 53.8K 33
alfa jungkook, en yakın arkadaşının kardeşi olan omega taehyung'a deliler gibi aşıktı.
165K 14.4K 26
Taehyung ve nefret ettiği yeni üvey kardeşi Jeon. texting + düz yazı
378K 34.7K 32
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...