Ethan's Heartache ⋆ ★ Lee Hee...

By boenibel

27.3K 865 1.5K

❝ Hep huzuru kovalıyorsun ama senin için bu anların sayısı oldukça az değil mi? ❞ 201121 More

prologue
i
ii
iv

iii

1.3K 170 316
By boenibel

Artık ders aralarında veya öğle aralarında tek başıma takılıyordum. Arada sırada masa bulamayan birkaç kişiyle öğle yemeğimi yiyordum ancak pek sohbet dönmediği için yine yalnız sayılırdım. Çünkü Jongseong artık şu grupla takılmaya başlamıştı. Kesinlikle kimlerle takıldığı umurumda değildi ama en azından bir ikizi olduğunu hatırlayabilir, ve bazen benimle takılabilirdi.

Bir ders arası koridordaki oturma yerlerinden birinde, kollarımı masaya dayamış bir şekilde oturuyordum. Önümde bir soru kitabı vardı ve sıkıntıyla da çözmeye çalışıyordum. Önceden de söylediğim gibi insanlar ses konusunda oldukça saygılıydı. Bu yüzden koridorda bile ders çalışabiliyordunuz —ki geometri dersine giren Bayan Jeon benim bu koridordaki masalarda çalışmamı önermişti. Sınıf ortamı o kadar sessiz sayılmazdı çünkü ve o kadın da dersine olan ilgimden ötürü beni kesinlikle sevmişti.

Biraz sonra bu sessizliği bazı gülüşmeler bozdu. Bu sebeple göz ucuyla koridorun başına doğru uzunca baktım. Jongseong ve arkadaşlarını gördüğümde geriye yaslanarak bakışlarımı onun üzerine çevirdim. Normalde olsa kravatını asla gevşetmeyen Jongseong şimdi gevşek bir kravatla geziyordu. Yoksa —sanki küçüklüğünden beri centilmen bir beyfendi olmasına özen gösterilmiş ikiz kardeşim bir serseriye mi dönüşüyordu? Bu beni fena ürkütürdü çünkü bu konuda kırmızı çizgileri vardı. Bunu biliyordum. Ve buna rağmen onu gevşek bir kravat ve sesli gülüşüyle görüyordum.

Önümden geçip gittiklerinde kalemi elimden hemen bıraktım ve bıkkınlıkla iç çektim. Bir de görmezden gelmesi yok muydu...

Küçüklüğümüzden beri gittikleri her ortama alışması en zor olan taraf bendim aslında. Jongseong benim aksime daha rahattı. İnsanlarla konuşmayı severdi ve hep de bir ortak yön bulurdu. Bu, araştırmacı yapısından kaynaklıydı. İnsanlarla ilgileniyordu ve hiçbir detayı da atlamıyordu. Bense insanları çok sevmezdim, yani konuşamazdım ve bunun sebebinin de insanları sevmediğimden ötürü olduğunu düşünüyordum. Sahte samimiyetleri hissedebiliyordum ve istenmediğim bir ortamda da kesinlikle duramazdım. Bu yüzden çok arkadaşımın olduğu da söylenemezdi. Ne kadar tanınsam da, yoldan geçen birinin selamını alsam da onlarla oturup herhangi bir günün veya insanın dedikodusunu yapmazdım. Konuşma konusunda biraz zorluk çektiğim doğru, bunu en iyi Jongseong bilir hatta ve buna rağmen beni okulda görmezden geliyordu.

Yani, iyi tarafından bakalım. Beni arkadaş grubuna çağırarak zor durumda bırakmak istemiyor. Kendimi bu şekilde rahatlatabilirim.

Okul eteği yüzünden bacaklarımın hafiften üşümeye başladığını hissediyordum. Bu yüzden sınıfa gitmeye karar verdim, orası daha sıcaktı. Kitaplarımı ve diğer eşyalarımı da toparlayıp üst kata çıkan merdivenlere doğru yavaş adımlarla ilerledim.

"Chaelin!" İsmimi, sesini tanımadığım birinden duyunca merdivenlerin başında durmak zorunda kalmıştım. Etrafa bakınıp sesin sahibini gözlerimle aradım ve o sırada bana doğru yaklaşmakta olan uzun bedeni gördüm. Bu, kaşlarımı hafifçe çatmama sebep oldu. Çıktığım iki basamaktan inip yanıma ulaşmasını bekledim.

"Evet?" dediğimde, bana elindeki iki kâğıttan birini uzattı.

"Proje için eşleşmişiz." Kaşlarım daha da çatılırken kâğıdı elinden alarak üzerine bakındım.

Ders: Kimya

Konu:
Sentetik İlaçların Zararı, Piyasadan Kaldırılan İlaçlar, İnsan Vücudunu Öldüren İlaçlar Nelerdir?

Öğrenciler:
Lee Heeseung (B), Park Chaelin (A)

"Aynı sınıfta değiliz ki?" dedim, başımı kaldırıp isminin Heeseung olduğunu öğrendiğim çocuğa bakarken. Omzunu yan tarafındaki duvara yavaşça yasladı.

"Aynı sınıfta olmamız gerekmiyor zaten, aynı bölümdeyiz." dediğinde de, bir şey demeden kısa bir an ona bakmış, ardından yeniden kâğıda bakmıştım. "Boş olduğun bir zaman bize gelebilirsin, hemen aradan çıkartırız." Bunu demesiyle yeniden ona baktım, epey uzundu. Saçları hafif uzamıştı ve gözlerini bu sebeple zar zor seçebilmiştim. O da elini saçlarına uzatarak biraz düzeltir gibi yapmıştı.

Bu rahat tavırları yüzünden biraz rahatsız olsam da bunu belli etmedim.

"Boş olduğum bir günde konuşuruz o zaman —da telefon numaranı alayım o zaman." Telefonumu çıkaracağım sırada beni hızlıca cevapladı.

"Numaran bende var."

"Ne? Nasıl?" dedim. "Sana numaramı verdiğimi hatırlamıyorum ki bu seninle ilk konuşmamız oluyor."

Hafifçe sırıttı ve konuşmaya başladı. "Kibarca istemek varken emrivaki yapman inan ki hiç hoşuma gitmedi..."

Söyledikleriyle bir süre öylece kalakaldım.

Bu kadar güzel İngilizce konuşmasına mı şaşıracaktım yoksa geçen gün uyuzluk yaptığım kişinin o olmasına mı?

"Sen-" dedim ve durdum. Sonra da gözlerimi yavaşça yumarak geri açtım ve sakince konuştum. "Demek, o sendin?"

Başını salladı. "Yani, o kadar laf söylemene rağmen Jongseong'a bizim onu beklediğimizi söylemen de iyi niyetli bir davranıştı aslında."

"İyi niyetli bir davranış?" dedim, sorgularcasına. "Amacım o değildi oysa ki." Biraz düşünür gibi yaptım ve tekrardan konuştum. "Eksi bilmem kaç derece bir havada olmanıza fazlasıyla acıdım desek daha doğru olur."

"İyi niyetli biri değilsin yani?" dedi, çocukça bir tartışmanın ucunu fitilleyerek.

"Emir kipiyle konuşan insanlara kesinlikle iyi niyetli olmadığımı düşünüyorum."

"Kesinlikle hak veriyorum," dedi, korecemle alay ederek. Kesinlikle kelimesini yanlış telaffuz etmiştim ve bunu ben de fark etmiştim. Ona tuhaf bir bakış attığımda bundan eğlendiğini belli eden ufak bir gülümseme dudaklarına yayılmıştı.

"Her neyse, numaram sende olduğuna göre sonra yazarsın bana. Bende uygun olduğumda sana dönüş sağlarım." Sözlerimin ardından arkamı dönerek merdivenin birkaç basamağını çıktım ancak biraz sonra hatırladığım şeyle yeniden durup ona doğru döndüm. "Bu arada, gömleğinin düğmesini yanlış iliklemişsin." diyerek, üzerini gösterdim. O anlam veremeyip gömleğine doğru dönerken, bende önüme dönüp yoluma devam etmiştim.

'

Okul çıkışında Pandora'nın Yeri'ne uğrayıp sıcak bir latte ve reçelli donut yedikten sonra kafeden ayrılmıştım. Hava, akşamüzerine doğru ilerliyordu ve baya da soğumuştu. Beremi başıma geçirdikten sonra kafenin penceresine dönüp, yansımamdan potluk olan yeri düzeltmişim hemen. Geri önüme döndüğümde de karşıdan gelmekte olan Jongseong ve Jaeyun'u gördüm.

Jaeyun, tuhaf bir tipti. Şu, geldiğimiz ilk gün bilmeden etmeden lafıma atlayan patavatsız oydu. Jongseong, küçükken Avustralya'da yaşadığını ve ailesinin birçok üyesinin de orada yaşadığını söylemişti. Kendisi burada annesi ve babasıyla yaşıyormuş, çünkü kasabadaki en büyük işletme olan alışveriş merkezinin sahipleri onlarmış. Ben hâlâ kendisine ısınamasam da o bana selam vermekten veya gülümsemekten vazgeçmiyordu. Hatta geometri dersinde bana yapışıyordu çünkü o derste oldukça kötüydü. Ben ona sıkıla sıkıla soruların çözümünü anlatsam da kafasının başka yerlerde olduğu aşikardı.

Yine de arkadaş olmamız için büyük bir çaba sarf ettiği ortadaydı.

"Eve mi geçiyorsun?" diye durmuştu önümde Jongseong. Jaeyun'da tam yanındaydı ve gülümseyen bakışları üzerimdeydi.

"Selam, Linlin."

Hah, bir de şu taktığı lakap da vardı. Onu da unutmayalım. Ona birkaç saniyeliğine dönüp kısaca selam verdim ve ardından Jongseong'a yeniden döndüm.

"Yok, ilk kitapçıya uğrayacağım ve sonra da muhtemelen büyükannemin yanına."

"Sohbetinizi merak etmiyor değilim cidden." dediğinde, düz bir şekilde baktım ona.

"En sevdiği torunları olursam miraslarının hepsi bana kalacak, ondan hep onlarla birlikteyim." dedim, ciddi olduğunu düşündüğüm bir şekilde. Jaeyun buna güldü, Jongseong'ta şok olmuş bir şekilde yüzüme baktı. "Of, dalga geçiyorum... Geldiğimizden beri tek arkadaşım onlar, malum sen kendine yeni arkadaşlar edinince bir ikizin olduğunu unuttun." Göz ucuyla Jaeyun'a bakmıştım.

"Ya, senin hiç mi arkadaşın yok?" Dudak büzerek konuştuğunda bu alaycı tavrına göz devirdim. "Hem saçmalama, bizim yanımıza her zaman gelebilirsin." Sanki bunu bilmiyormuşum gibi konuştuğunda bir şey demek istesem bile kendi kişisel meselelerimi buraya yansıtmaktan kaçındım.

Onun ardından da Jaeyun konuştu ve ben de ona döndüm. "Evet, evet. Kendini o kadar uzak tutma. Hem bizimkiler aşırı kafa dengi çocuklardır, seveceğine dair bir şüphem yok."

Yine kelimeler geldiği gibi gitti ve ben de geçiştirmek zorunda kaldım. "Her neyse, beni tutmayın. Dondum zaten, birazdan buz tutacağım."

Başka bir şey söylemelerine izin vermeden ikisinin de omzuna yavaşça çarparak ortalarından geçtim ve adımlarımı okula gelirken gördüğüm o meşhur kitapçıya doğru çevirdim. Biraz yolları karıştırsam da en sonunda birilerine sorarak bulmuştum. Hava bir anda acayip derecede esmeye başlayınca iyice üşüdüğümü hissederek hemen kitapçının giriş kapısını iteledim. Bir zil sesi duyulmuştu ve bende ilk önce girişteki paspasta karlı botlarımı silmiş, ardından da rafların arasına doğru ilerlemiştim.

Edebiyat hocamız okumamız için yoğun bir anlatımı olan birkaç kitap söylemişti. Bu kitapları okuyup, bizden analiz etmemizi söylediği için aralarından birini alıp okumam gerekiyordu. Sonrasında da birkaç sayfalık bir analiz notu yazmam gerekiyordu. Kitabın tarihçesi, konusu, yazarı ve alt metnin de neyi ifade ettiğini yazdığını falan...

Etrafa biraz bakındıktan sonra konusunu en beğendiğim kitabı buldum ve rafa uzanarak elime aldım.

Gabriel Garcia Marquez'in geçtiğimiz yüzyılın başyapıtlarından biri olan Yüzyıllık Yalnızlık kitabıydı bu. Okuldayken biyografisine az çok bakmıştım. Karmaşık isimler ve dağınık bir soy ağacından oluşan bir eserdi. Büyülü gerçekçilikten yararlanılarak yazılmıştı ve kitapta muz işçileri katliamına da değiniliyordu. Yazar çocukluğunun geçtiği toprakları, kalabalık bir ailede yetişmiş olmanın avantajını Latin Amerika kültürü ile harmanlayarak sunuyordu kitabında.

Şöyle bakınca gerçekten de nasıl ağır bir roman olduğu belli oluyordu. Bir de bunu okuyup, iyice anlamam ve hocayı da etkileyebilecek şekilde analiz etmem gerekiyordu.

İşim baya zor gibiydi.

Kitaba bakarken derin bir iç çektim. Ve o sırada da bulunduğum rafın sonundan birinin bana doğru yaklaştığını gördüm. Bu yüzden o tarafa dönme gereksinimi hissettim.

"Baya ağır bir romandır." demişti, elimdekine bakıp. Benden birkaç adım uzakta durup kollarını göğsünde birleştirmişti. "Okuyabileceğine inanıyor musun?" Sorusu ne kadar küçük düşürücü olsa da söyleme şekli aşırı normaldi.

"Satın almayı planlıyorum." dedim, sorusunu cevaplar nitelikte olduğunu düşünerek.

"Çok kitap okur musun ki?" dedi.

"Seni terslemek istemiyorum ama sence, sence nasıl biri gibi duruyorum?"

Biraz yüzüme baktı ve kısaca da bakışlarını üzerimde gezdirip tekrar gözlerime baktı. "Bence çok okuyan biri gibi görünüyorsun."

Gülümsedim. "Teşekkür ederim." Tekrar kitaba döndüm ve arka kapağındaki yazısına göz gezdirdim. "Ama hayır, çok sık okumam. Arada sırada ilgimi çeken şeyleri okurum, o kadar."

"O zaman o kitap seni baya yorabilir gibi." dedi, anında cevaplayarak. Bu yüzden ona baktım ve bakışımla da kendini açıklama isteği duydu. "Yanlış anlama, kötü bir şey söylemiyorum. Sadece, genellikle yoğun anlatımlı kitaplar okuduğum için benim bile okurken zorlandığım bir kitaptı."

Geri kitaba doğru döndüm. "Yıl sonu için edebiyat ödevim, bu kitabı okumak zorundayım." diyerek, geri ona doğru dönmüştüm. "Ama korecesinde sorun yaşayabilirim, umarım bunun İngilizce baskısı vardır."

"Sen... Şu Seattle'dan gelen kızsın?" dedi, yeni çözmüş gibi. Bende başımı olumlu anlamda salladım. "Buraya gelen öğrencilerden duyuyordum ismini ama tanışma fırsatımız hiç olmadı... Chaelin'di, değil mi?"

"Evet, Chaelin." dedim, tebessüm edip. O da gülümsedi ve sonra raflara dönüp üst taraflara doğru bakınmaya başladı. Boyu epey bir uzundu, bu yüzden rafa erişmesi dünyanın en kolay şeyi olmuştu. Ancak aradığı şeyi bulamayınca geri bana döndü.

"İngilizce baskısının olduğunu hatırlıyorum. Sen kasada bekle ben depoya bakacağım." dediğinde, onu onayladım. O arka tarafa ilerlerken bende kasanın önüne geldim ve beklemeye başladım. Derken aklıma bir şey dank etti. Sessizce oflayarak telefonumu ceketimin cebinden çıkardım ve hemen Jongseong'u aradım. Açmasını beklerken de etrafa bakınıyordum. Kasanın üzerinde tatlı biblolar vardı, filminden dolayı Hobbit'i biliyordum ve bu sebeple biblosunu alarak incelemeye başladım. O sırada da Jongseong telefonunu açtı.

"Özlemimden kuduruyorsun tabii." diyerek, konuşmaya başladığında iç çektim. Bu çocuk, cidden...

"Yanımda hiç param yok, buraya acilen gelmen lazım. Çok acil."

"Şaka mısın? Çok uzağım oraya, nasıl geleyim?"

"Umurumda değil." dedim, ingilizce bir şekilde. "Kitabı almam lazım, tam şu an. Bu yüzden o koca kıçını kaldır ve buraya gel Jay Park."

"Candice, canımın içi... Heeseung'ların evine gidiyoruz, arabayla. Arabadayız, uzağız sana. Çok uzağız, fazla uzağız. Hiç gelemeyeceğim bir mesafe. Uzak. Çok uzak. Anlatabildim mi?"

Gözlerimi yumdum, sakin kalmak adına. "Başlayacağım senin şu yerinde hiç duramamana ya, ne gezen tavuklar gibisin ya?"

"Başka hakaret mi kalmadı kızım? Gezen tavuk ne ya?" İngilizce konuşmasına rağmen arkadan birinin güldüğünü duymuştum, muhtemelen Jaeyun falandı ya da şu Heeseung. İngilizce anlayabilen bir onlardı sonuçta.

Gözlerimi devirdim. "Tamam, daha fazla duymak istemiyorum. Seni bazen öldüresim geliyor..." dedim sessizce. Bir süre sonra tekrar konuşuyordu ki ben de telefonu yüzüne kapattım.

Gerçekten sinirleniyordum artık. Bu kadar kısa sürede onlarla bu kadar fazla yakın olmaları hoşuma gitmiyordu. Elimdeki bibloyu geri yerine indirdim ve son günlerde çok sık yaptığım şeyi yaparak, bıkkınlıkla iç çektim.

Birkaç dakika sonra da ayak sesleri duyunca o tarafa doğru döndüm. Kitapçının sahibi çocuk elindeki kitabın üzerine baka baka buraya gelince kelimeleri aklımda toparlamaya çalıştım. Nedensizce biraz gergin olmuştum. Kasa arkasına geçip kitabın kodunu okuttuktan sonra bana döndü.

"Beş bin won tutuyor."

"Şey... Um, ben kitabı yarın satın alsam? Yanımda nakit kalmamış, yeni fark ediyorum." Başını hafifçe salladı.

"Ah, anlıyorum... Sorun değil, kitabı şimdi alabilirsin. Daha sonra ödersin, benim için hiç sıkıntı değil."

"Gerçekten mi?" dedim, şaşkınca.

Gülümsedi. "Gerçekten." Bununla rahatlamış gibi bir nefes verdim.

"Hemen yarın veririm sana, lütfen kusura bakma... Saat kaç gibi açıyorsun dükkânı?" dediğimde, kitabı önüme doğru yavaşça itelemişti.

"Genelde sabah sekizde burada oluyorum." Kitabı alarak üzerine bakındım. İngilizce baskısı korece baskısından daha farklıydı. Neyse, en azından biraz anlayarak okuyacaktım kitabı.

"O zaman yarın görüşürüz... Bekle," Diye durdum tam dışarı çıkacakken. "Sormayı unuttum... Adın neydi?"

"Adım Soobin, Choi Soobin."

Samimi bir şekilde ona gülümsedim. "Memnun oldum Soobin, yarın görüşürüz." diyerek, ufaktan el salladım ve kitabımı da alarak kitapçıdan ayrıldım. Çıktığım gibi soğuk bir hava yüzüme çarpmış ve şoka uğramış gibi tepki gösterip atkıma gömülmüştüm. Sonra da büyükannemin yanına gitmek için sokağın başından sola döndüm.

Continue Reading

You'll Also Like

38.4K 2.8K 37
sadece erkeklerin olduğu bir üniversitede gay yönelimin odağı ve tüm dikkati üzerine çeken Jungkook, bu durumdan sıkılan ve onu bu rahatsızlıktan ko...
461K 53.8K 33
alfa jungkook, en yakın arkadaşının kardeşi olan omega taehyung'a deliler gibi aşıktı.
207K 20.6K 31
Ülkesine dönen delta ve kendi halinde takılan sessiz bir omega bir gece birlikte olur.
23.3K 2.3K 11
Kim Taehyung öğrencisine fazla mı ayrıcalık tanıyordu? Daha ona sınav cevaplarını verdiği kısma gelmedik. Yaş farkı !