Lake in the Moor

נכתב על ידי BelieveAndBeHappy

5.7K 670 4.6K

1852 İngiltere'de küçük bir kasabanın hikayesi. עוד

bir
iki
üç
dört
beş
altı
yedi
sekiz
dokuz
on
on bir
on iki
on üç
on dört
on beş
on altı
on yedi
on sekiz
yirmi
yirmi bir
yirmi iki
yirmi üç
yirmi dört
yirmi beş
yirmi altı
yirmi yedi

on dokuz

185 23 90
נכתב על ידי BelieveAndBeHappy

"Connie," adımın seslenildiğini duydum ama uykum çok ağırdı. Hareket edemedim. Ardından tekrar adım seslenildi. Sonra tekrar.

En sonunda sertçe yatağımda sarsılınca gözlerimi açtım aniden.

Annemin rengi gitmiş gibi beni sallıyordu. Dışarıya baktım. Hala zifiri karanlıktı. Annem hep sabahın çok erken saatlerinde uyanırdı ama beni güneş doğana kadar uyandırmazdı genellikle. Üstelik kasabaya, terzi dükkanına, inmek için giyinmemişti bile. Hala geceliği üstündeydi.

"Anne?"

"Benim odamda uyuyacağız, hadi."

"Ne? Neden?" Gözlerimi ovuşturdum. Camıma vuran yağmur damlaları sertleşmiş, ürpertici bir ses çıkarır olmuşlardı. Gözlerim zifiri karanlığa alışmaya çalışırken annemin mum tuttuğunu yeni gördüm.

"Hadi gel canım, anlatacağım."

Yatağımdan kalkıp annemin odasına girdim. Babam çok uzun süredir olmadığından artık bu oda tamamen annemin kişisel alanı olmuştu. Her yerde örgüler, sipariş detayları ve çizimler vardı. En azından dört tane lamba yanıyordu ama perdeleri tamamen çekmiş, uçlarını da taşlarla sıkıştırmıştı asla içerisi görünmesin diye.

Büyük yatağa otururken komidinin üstündeki sıra sıra hançeri, bıçakları ve kazıkları gördüm. Tüm uykum bir anda kaçtı. Annem de kapısını uzun uzun kilitleyip dualar etmeye başladı.

"Anne," dedim tedirginlikle. "Neler oluyor? Ne yapıyoruz? Luni nerede? Tipper?"

"Luni kendi odasında, sığınağa yakın yerde. Tipper perdenin altında saklanıyor."

"Saat kaç? Gün doğdu mu? Neden bu kadar sessiz her şey?"

"Şhh," annem yüksek sesimi bastırmaya çalıştı. Örülü saçımdan çıkan saçları yüzümden çekip yanıma oturdu. Endişe, korku, merak birbirine düğümlenirken oda gittikçe daha da dar gelmeye başlıyordu. Oysa evin en büyük odasıydı. "Saat üç. Bundan yirmi dakika önce kadar kilise çanı çalındı."

"Neden?"

Annem tekrar dualar okuduktan sonra elini göğsüne bastırdı. "Connie, o ormanda bir şeyler dönüyor."

Nefesimi tuttum. Tırnaklarım derime geçirdim. O ormanda bir şeyler oluyor. Evet. Evet, ben de biliyordum. Ama sonunda her şey yolunda sanıyordum. Yazın sonundan beri bir şey olmamıştı. İnsanlar çok daha dikkatliydi ama Aralık'ın gelmesi ve kar yağışıyla unutmaya başlamışlardı bile olanları. Kimse ne Christian Luther'a ne de Walsh'a ne de hala konuşamayan küçük çocuğa ne olduğunu biliyordu.

"Neden böyle söyledin? Yine birileri mi öldürülmüş?"

Annem başını iki yana salladı. Onu ilk kez böylesine korkmuş görüyordum. Her cümlesine başlamadan önce dua okuyordu. "Alistair'in keçileri. Hepsi kilisenin önüne asılmış. Kanlarıyla da rahibin adını yazmışlar."

Ağzıma gelen midemi geri yutmaya çalıştım. Annemi de bir yandan sakinleştirmeye çalışıyordum. "Anne bu... kötü bir şaka olmalı. Endişelenme. Ormanla ilgisi ne?"

"Alistair keçilerinin önce ormana kaçtıklarını sonra onları orada bulduğunu söyledi. Ve... Tanrım. Kim böyle bir şeyi yapar? Alastair'in tüm geçiminin keçileri olduğunu tüm kasaba biliyorken, o bu kadar iyi bir adamken..."

"İçkiyi kaçırmış olmasın? Belki sadece sarhoştu?" Söylediklerime kendim bile inanmıyordum. Yine de annem benden çok daha panikliyor gibiydi. "Hiç kimseye bir şey olmadı ya?"

Annem başını iki yana hızlı hızlı sallarken koyu karamel kahvesi saçları da etrafına saçıldılar. "Hayır. Kimse bir şey olmadığını söyledi. Keçiler dışında. Ama bu doğru değil, Connie. Kendimi bildiğimden beri bu kasabadayım. Babansa senelerini burada geçirdi. İkimiz de daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştık. İyiye işaret değil. Yüce İsa bizi korusun."

Önce anneme aşağıdan kimin kapıyı çaldığını soracaktım ama kalbimin ne denli hızlı çarptığını ve kulak zarlarımda attığını hissettiğimi anlayınca sustum. Ter içinde kalmıştım bu soğuk kış gününde. Anneme hak vermek istemiyordum. Batıl inançlarına, kocakarı masallarına, çocukları korkutmak için uydurulan efsanelere inanmamasını söylerdim hep gönül rahatlığıyla.

Ama şimdi, Thompsonlar'ın verdikleri parti gecesinden beri, bunca sorunun bir açıklamasını ben de mantıklı şekilde getiremiyordum.

Babamın her zaman eksikliğini evde hissederdim. Oliver olmadığından beri fazlasıyla hisseder hale gelmiştim. Ama tam şu anda akıllı bir bilim insanının gerçekçi bir açıklama yapmasına ihtiyaç duyarken kesinlikle babamı yanımda, anneme bu saçmalıklara inandığı için dalga geçerkem istiyordum.

"Londra'ya dönmeli miyiz?"

"Sabahki duruma bakacağız. Bu saçmalık devam ederse burada kalamayız."

Babamın yanına gitme ihtimalimiz için ne kadar rahatladığımı ve sevindiğimi saklamaya çalıştım. Sonunda Misty Moor'dan uzaklaşmak, babamı görmek ve şehirde yaşamak her zaman istediğim olsa da en çok sevindiğim bu ormandan ve bana neler yaptığını hala kestiremediğim gölden uzaklaşmaktı.

Kasabada doğaüstü bir şey olsun ya da olmasın, sadece aklını kaçırmış bir delinin oyunları olsa dahi tehlikede olduğumuz açıktı. Özellikle de karanlıkları uzayan soğuk günlerde.

"Hükümete haber verilmedi mi? Bekçiler neden sadece gelip üstünkörü ilgilendikten sonra şehre dönüyorlar? Sırf küçük ve uzakta bir kasaba olduğumuzdan, değil mi?"

"Londra Polis Teşkilatı'na sonunda elbet haber edilecektir. Birilerinin burada olanları şehire götürmesi gerekiyor. Katil ya da deli. Suçlu her kimse asılmalı."

Bir şey diyemedim. Yalnızca kalbimin sakinleşeceği bir anı bekledim ama durmuyordu. Tekrar nasıl uykuya dalacağımı bilemiyordum. Annem de benimle aynı şekilde alnı kırışmış, dudakları büzülmüş, gözlerinin altı mosmordu. Bu tür bir korkuyla ikimiz de daha önce hiç karşılaşmamış olduğumuzdan öylecek kalakalmıştık. Tipper bile perdenin arkasından çıkmak istemiyordu.

Dışarıdaki yağmur aniden durdu. Belki aniden değildi ama ben ancak dakikalar sonunda sert rüzgarın yalnız kaldığını görmüştüm. Öyle hızlı ve güçlüydü ki ağaçların ve çimlerin üstündeki yağmur damlalarını adeta söküp, kurutuyordu.

"Kar yağacak," dedi annem de kısık sesiyle. "Hadi yat artık. Dışarıda insanlar nöbet tutuyorlar."

"Onca olanı nasıl duymadım?"

Annemi biraz gülümsetti bu. Başımı okşadı. "Son zamanlarda fazla derin uyuyorsun. Okulda, dükkanda ve evdeki işler arasında yoruluyor olmalısın. Hadi yat canım."

Ben başımı dizine koyarken aşağıdan ona baktım. "Ya sen? Uyumayacak mısın?"

"Sonra."

Çok uzun bir süre boyunca uykuya dalamadım. Bedenim zaman zaman pes edip kendini bıraksa da yalnızca birkaç dakika sonra tekrar uyandım. Güneş tüm evi aydınlatana kadar camı izledim. Kar çoktan birkaç metre tutmuştu bile. Beyazlığı güneşten bile daha çok içeriyi aydınlatıyordu şimdi. Misty Moor'da sırf bu yüzden kışları daha aydınlık olurdu da zaten baharlarına göre.

Sırtımı çevirip anneme baktım. Hiç uyumamıştı.

***

Sonunda öğleden sonra, kasabadaki herkes tamamen uyandığında kiliseye çağırıldılar. Normalde düzenimden bir saat bile daha erken kalksam ayakta duramazken, şimdi birkaç saatlik uykuyla dahi dimdiktim. Adrenalin ve korku beni günlerce uyumasam yine de enerjik tutacakmış gibi hissediyordum. Bedenim hayatta kalma içgüdüsüyle beni dinçliğe zorluyordu ama neden korktuğumu bilmeyen aklımın karmaşası her şeyi mahvediyordu. Nefte yürürken az daha önümde duran kadının eteğine takılıyordum.

"Bugün şapelde toplanmak yerine kiliseye gelmeyi uygun gördüm," dedi Rahip Hormisdas. Onun da uyuyamadığı zavallı adamın yüzünden belli oluyordu. Şapelde toplanmamış olmamızın nedeni domuzların başlarına gelen miydi yoksa Misty Moor dışındaki köylerden de yardım istemek için büyük kiliseye geçilmek istediğini merak ettim. "Geldiğiniz için teşekkürler. Lütfen, oturun."

Annem ve Luni oturacakları yere yerleşirken ben de köşeye iliştim. Buranın apsisi çok yüksekte ve çok bombeliydi. O kadar büyüktü ki, ilk kez oturmak için bu kadar çok boş yer olduğunu görüyordum. Bu kiliseye yalnızca küçükken birkaç kez geldiğimi hatırlıyordum çok önemli günlerde.

Başımı kimlerin olduğunu görmek için kaldırınca Daphne ile göz göze geldim. Bizden birkaç sıra geridd ve çaprazımızda oturuyorlardı. Bayan Thompson ve çocukları dizilmişlerdi. Daphne başını kaldırıp bana el sallarken yanındaki Jamie de neye baktığını görmek için gözlerini kilisenin duvarlarından bana çevirdi.

O da tıpkı Daphne gibi önce gözleriyle, sonra da başıyla selam verdi. Yüzünde... neredeyse rahatlama ifadesi görmüştüm. Yani, elbette, ölmediğimi gördüğü için sevinmiş olmalıydı. Hem planının önemli bir kısmı, hem de bir şekilde... arkadaşıydım. Gergin yüzünün beni görünce rahatlaması ve iç çekmesinde çok da göğüs kabartılacak bir şey göremiyordum.

Jamie'ye planını düşüneceğimi söylemiştim ve o da kabul etmişti. Eğer eşi olmam için bana gerçekten para öder ve buradan kurtulmamı sağlarsa daha iyi bir çıkış yolu düşünemiyordum. Ancak bu öyle ya da böyle evlilikti. Dindar biri olmadığını söylese de kilisenin gözü önünde olan bir anlaşmanın ikimiz arasında olandan daha değerli olacağını düşünmeye birden karar verebilirdi.

Jamie'ye her geçen gün daha çok güvendiğim bir gerçekti. Ama hala yalnızca birkaç aydır tanıdığım, tamamen yabancı bir şehirliydi. Dünyanın öbür ucuna giderken öylesine birine her şeyimi emanet edemezdim.

Ama bu düşünmem gereken apayrı bir konuydu. Misty Moor'dan kurtulmaktan önce, burada hayatta kalmam öncelikti sonuçta. Bana endişelenmem gereken hiçbir şey olmadığını söyleyen Oliver'ın tepkisini şimdi burada olsa merak ederdim doğrusu. Belki doğaüstü bir şey dönmüyordu ama her ne oluyorduysa ormanla alakası vardı.

Ve aptal gölle.

Vaazlar okundu, insanlara güven verildi ve Londra'ya bildirge gönderildiği duyuruldu. Elbette bu sadece kaos çıkmasını önlemek içindi ama insanlar ancak gönüllülerin belli saatler arasında nöbet tutmaları için görevlendirildiği ve saat altıdan sonra kimsenin evden çıkmaması kural konunca biraz rahatladılar.

"Babamın yanına gitmeyecek miyiz?"

Annem düşünceli düşünceli rahibe bakmaya devam etti. "Şimdilik hayır. Onun için kritik bir dönemde. Neler olacağına bakacağız."

Ne kadar babamı endişelendirmemeyi doğru bulsam da Londra'ya gidemeyeceğimiz için üzülmüştüm. Babam kesinlikle bu durumu dakikalar içinde çözerdi. Onunla beraber sevdiğim tüm fırınlara, kitapçılara ve hırdavatçılara uğrayabilirdik. Misty Moor'u, ormanı ve gölü, Oliver'ı tamamen unutabileceğim bir fırsattı oysa ki.

"Saat altıdan sonra evdesin, Connie. Kurallar senin için de geçerli."

"Ağzımı açmadım," dedim karşı çıkmak için anneme döndüm. Luni ve önümüzdeki birkaç aile yükselen sesimi cıkcıklamak için döndüler. Yerime sinmeden önce Jamie ile Daphne'nin bana güldüklerini gördüm.

"Connie aylardır işten başka bir şey yapmıyor," dedi Luni anneme yumuşattığı sesiyle. "Çok söz dinliyor yavrucak."

Annem Luni'yi duymazdan gelip kutsanma sırasına girmek için yerinden kalktı. Onu takip ettim ama sıra fazlasıyla uzundu. Elden ele gezen bağış sepeti kasabanın en cimri heriflerinin elinde dahi daha hızlı geziyordu.

"Connie," Daphne hemen arkama geçebilmek için aceleyle yaklaştı. "İyi olmana çok sevindim. Kilise size daha yakındı."

"Evet. Annem pek sakin değil ama."

Daphne tekrar bir şeyler anlatmaya başladı ama onu dinleyemiyordum. Fazla dalgındım. Bu olanların basit bir haydutluktan dahası olduğunu içten içe hissedebiliyordum. Sıram gelince kenara çekildim. Birbiriyle korku içinde konuşan insanları, çocuklarının başlarını öperek dua okuyanları gördükçe parmak uçlarım soğuyorlardı.

"Connie."

İrkilip yanıma baktım. Jamie omzuma dokundu. "Efendim?"

"Dışarı çıkalım mı? Hava almaya ihtiyacın var gibi görünüyorsun."

"Annemi yalnız bırakamam."

"Endişelenme. Luni onun yanında. Üstelik annem onu yalnız bırakmaz. Sense her an bayılacak gibi görünüyorsun. Burada bekle. Annene haber verip geleceğim."

Ben karşı çıkamadan ortadan kaybolup, annemi bulmak için kalabalığı yarmaya başladı. Ne kadar kabul etmekten hoşlanmasam da Jamie yanımda olduğu için kendimi şanslı hissediyordum. Konuşabileceğim, ben inatla ipleri vermesem bile benden almasını bilecek birinin olması iyi hissettiriyordu.

Uzun süre boyunca derenin etrafında yürüdükten sonra sonunda kuru kısmını bulunca kendimi ucuna attım. Ayağım havada, suyun üstünde dururken sallamaya başladım. Kış günü için bile çok güzel bir gündü. Dün olanlardan sonrasında bu berraklık Tanrı'nın özrü gibiydi sanki.

"Dediklerimi düşündün mü?"

Jamie'nin yeşil gözlerine baktım. Soğuk vurur vurmaz yanakları pembeye dönmüşlerdi. "Ne? Neyi?"

"Teklifimi. Amerika. İkimiz. Ve—"

"Ha... şu konu." Dün olanlardan sonra aklımda tek dönen şey göldü. Göl ve efsane. Annem ve kasabanın başına gelebileceklerdi. Jamie ile evlilik ise... neredeyse bunlar kadar düşünmeyi itilemek istediğim bie konuydu. Planın kesinlikle mantıklı ve bana yararına olacağının farkındaydım. Bu evlilik yalnızca bir gemi yolculuğu boyunca sürecekti sonuçta. Benim için daha fazla bir şey ifade etmeyecekti. Üstelik Jamie'ye karşı dostluktan başka hiçbir şey hissetmediğimden de, kontrolün elimde olacağını hep bilecektim. Aramızdaki antlaşma kağıda dökülüp tamamen somutlaştığında rahat edebilirdim sanıyordum ki.

Fakat şu anda annnemi burada bırakmanın yapabileceğim en mantıklı iş olduğunu sanmıyordum. Ben de burada kalmak istemiyordum. Hele ki şimdi. Fakat annemin Londra'ya, babamın yanına, gittiğini görmeden onu bırakamazdım. Yalnızca annem değil. Luni, Cathy, çocuklar ve Tipper...

"Beklemeliyiz. En azından baharı."

Jamie başını salladı. Bana karşı çıkacak ya da katılacak hiçbir şey söylemedi. Onun da özgürlük günleri bana bağlıydı bir yandan. Yine de ısrarcı olmuyor oluşu güven veriyordu.

"Herhalde bu şekilde evlenmeyi hayal etmemişsindir."

"Meh," ağzımdan çıkan buharın ormana yönelmesini izledim. "Hiçbir zaman çok düşünmedim üstüne. Ya sen?"

"Ya ben ne?" Kalın, içi iki kat tüyle kaplanmış ceketine sarılırken onun da dudaklarının arasından buhar çıktı. Güneş çok parlaktı bugün ama ne olursa olsun kış güneşiydi. Yalnızca birkaç santim erittiği bitkilerin kristalleşen üstleri üstümüze yansıyordu. Oturduğumuz yerde kar olmamasına ve altımda tonlarca kat kumaş olmasına rağmen hala soğuktan yana şikayetçi olmadığımı söylemek mümkün değildi. Elindeki taşı çevirip dereye attı. Üç kez sektikten sonra gözden kayboldu.

"Hiç evlenmek istemiyor musun?"

Elinde kalan taşları dikkatle inceledi. Önüne düşen sarı saçlarının arasından gözlerini görmeye çalıştım.

"Bilmiyorum," dedi bacaklarını kendine çekti. Neredeyse dereye değebilecek kadar uzunlardı. "İsterdim sanırım. Belki. Eğer aşık olursam. Bir gün."

"Hah. Romantik biri olacağını düşünmemiştim."

Jamie gülerken bir tane daha taşı dereye attı. Soğuk burnunu pespembe yapmıştı. Boğazına sarılı atkısının altına girip duran ağzından gülüşü çok net duyulmamıştı. Kendisi genelde güneyde kaldığı için ülkenin en kuzeyindeki yerlerden birinden benden daha da üşüyordu muhtemelen.

Jamie çok ciddi birine benzemiyordu. Genellikle neşeli, güler yüzlü ve kaygısız olduğundan onu romantik olarak görmek de zordu. Çok daha çocuksu olduğundan aşkı da çok daha basit, kalıp haliyle gördüğünü düşünüyordum. Ama beni yine yanıltacaktı sanırım.

"Neden?"

"Bilmiyorum. Sen çok... bu tür şeylere önem veren birine benzemiyorsun."

Taşlardan en küçük olanını seçip bana attı. "Ne tür şeylere? İnsani hislere mi? Bu kadar kalpsiz olamazsın, Connie."

"Yani istiyorsun? Evlenmeyi?"

"Bilmiyorum," dedi yine taşların hepsini atmaktan vazgeçip dereye bıraktı. Rahatsız olmuş göründüğünü söyleyemezdim ama ne diyeceğini de bilemiyor olduğu açıkça görünüyordu. "Senin aksine eziyet olarak adlandırmam. Sonuçta çocuklarım olması, hayatımın her gününü beni seven güzel bir kadınla geçirmek kulağa o kadar da korkutucu gelmiyor. Ama bir zorunluluk da olamaz. Olmamalı. Anlamsızlaştırılmamalı belki."

"Şuna bakın... gerçekten de romantiksin! Ne tatlı... Sanırım Austen okumandan bir şeyleri anlamalıydım. Ama anlamadığım evlilik senin için bu kadar anlamlı bir şeyken neden benimle yapasın?"

Jamie bacaklarını kendine çekince köprünün tahta kısmından sesler çıktı. Tıpkı burnu gibi kızarmış parmak uçlarıyla oynarken biraz daha büzüldü. "Kimseyle evlenmek istemiyorum. Ama ne yapmak istediğimi biliyorum. Önce hayallerimi gerçekleştirip bu James Antonius Finlay Thompson kimliğinden kurtulmak zorundayım. Sonrasında eğer gerçekten de aşık olduğum bir kadın bulabilirsem, neden olmasın?"

"Evet kesinlikle o isimden kurtulmalısın."

Jamie tekrar gülmeye başladı ama bu sefer omuzları sallanacak kadar güçlüydü gülüşü. Onu çok daha çocuksu gösterdiği için de yanında kendimi daha rahat hissediyordum. Daphne gibi yaydığı bir sıcaklık olduğunu inkar edemezdim. Thompsonlar'la ilgili her şey böyleydi bir yandan da.

Sislerin arasında ilerleyen bir at arabası yankı yaptı. İkimiz de başımızı çevirdik. Siyah atlar da siyah at arabasıyla uyum içindeler, mat tüylerinden gram ışık yansımıyordu. Arabacı kasabaya doğru yönelip, yokuşta yok olana kadar sessizlik içinde izledik.

"Onunla görüşecek misin?"

Jamie'ye baktım. Gülümsemesi çoktan yok olmuştu. Kimden bahsettiğini ikimiz de bilsek dahi gülüp, elimi salladım. "Kiminle?"

"Oliver."

Arabada olanın Oliver olup olmadığını merak ettim. Sanırım bu zamanlarda gelecek olması gerekiyordu. Onu aylardır görmemiştim. Ne yaptığına dair en küçük bir bilgim dahi yoktu. Tamamen başka birine dönmüş olmasını bekliyordum. Misty Moor'da olmasına rağmen arkadaşlığımızı kestiği andan itibaren bambaşka birine dönmüştü de zaten. Şimdiyse... artık aynı çizgide bile değildik muhtemelen.

"Neden Oliver'la görüşecekmişim?"

"Onu özlüyorsun."

Tırnaklarımı etime bastırıp derin bir iç çektim. Jamie ile ne zaman Oliver'dan bahsetsek her şey berbat hale girdiğinden ağzımı açmaya çekiniyordum. Jamie'den ilginç bir şekilde hoşlanıyordum bir arkadaş olarak. Sonuçta büyük bir riski yalnızca kendi için değil, benim için de almaya razı olmuştu. Belki hala oturup kendisinin dünyaya hakim olduğunu düşünmesini dinlemek can sıkıcı olabiliyordu. Ama yine de bana bir arkadaş da olmuştu.

Beni iyi mi gözlemliyordu yoksa Oliver'ı özlediğimi çok mu belli ediyordum emin değildim. Oliver'ı özledikçe nedeninin ne olduğunu bilmediğim bir nefret büyüyordu ona karşı. Yüzünü unuttukça, güzelliğine daha çok öfkeleniyordum. Yalnızca ona da değildim. Kendime de öfkeliydim. Bir yerden bir kısmımın koparılıp atıldığını hissediyordum ve nasıl tamir edeceğimi bulamadıkça daha da korkunç bir hale geliyordum.

"Bunu da nereden çıkardın?"

Jamie başını yana yatırırken kaşlarını kaldırdı. "Bana yalan söylemek zorunda değilsin."

Başımı yine de iki yana sallayıp hızlıca oturduğum yerden kalktım. Eteğimdeki karları silkelerken burnum soğuktan tamamen uyuşmuştu. "Söylemiyorum. Hadi dönelim artık. Yoksa fazla kendini bilmiş dik burnun donup düşecek."

Jamie de ayağa kalkıp üstünü silkeledi. Parmak uçları mosmor olmuşlardı. "Tamam."

המשך קריאה

You'll Also Like

1.4K 131 4
Öylesine
576K 64.7K 63
Bir cariyenin intikamı nelere yol açabilir? İHANET SEVDİĞİ ADAMDAN GELDİ Ayana, İmparatorluğa cariye olarak gelmesinin bir nedeni vardı. Sevdiği adam...
6.7K 268 30
O soylu babasının gayri meşru kızıydı Soylu üvey annesinin istemediği Soylu üvey kız kardeşinin ablası olarak görmediği Soylu üvey abisinin kardeşi...
AŞK-I DERUN נכתב על ידי 👑

היסטורי בדיוני

7.2K 556 17
Büyük bir sevda ile bir araya gelen iki gönlün büyük imtihanları. Kuruluş Osman karakterlerinden alınmıştır. Algon sevdasını birde kendi hikayelerimi...