HAZEL

By TyfnSHN

69.6K 349 18

Hazel başını adamın omzundan ayırdı. Gözlerine bakıyordu. - Söyle bakalım Ali Aşiroğlu, beni ne kadar seviyor... More

1. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm

2. Bölüm

2.7K 74 2
By TyfnSHN

Başer sabah odasına girdiğinde Hazel'i göremeyince, söylene söylene dışarı çıktı. Mutfak bölümündeki küçük kafeterya ilk durağı oldu. Birkaç yere daha baktı ama bulamadı.

- Nerede bu kız?

Sağa sola baktı, göremeyince Semiray'a sordu:

- Bizim kız gelmedi mi?

- Geldi Başer Bey!

- Ee nerede peki?

Semiray, bilmiyorum anlamında boynunu büktü. Başer İyice öfkelenmişti:

- Şuraya bak! İşe başlayalı üç gün oldu, bugün meydanlarda yok!

Sinem'in odasının önünden geçerken aralık olan kapıdan Hazel'i odayı temizlerken gördü.

- Hazel!

Sesi duyan Hazel, irkilerek arkasını döndüğünde Başer'le göz göze geldi. Çok korkmuş, yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Başer kızın korktuğunu anladı, ses tonunu yumuşattı:

- Kızım seni arıyorum, ne yapıyorsun burada?

Hazel bir elinde toz bezi, diğer eliyle masaya tutunmuş, öylece kalakalmıştı.

- Kızım konuşsana? Senden bunu yapmanı kim istedi?

Hazel iyice korkmuştu. Sinem Hanım dese onun gazabına uğrayacak, cevap vermezse Başer daha çok kızacaktı. Başer kıza yaklaştı. Hazel korkuyla bir adım atmak istedi ama masa buna engel oldu.

- Korkma kızım. Sinem mi söyledi bunu yapmanı?

Hazel korkulu bakışlarla "evet" anlamında başını salladı.

- Her sabah mı yapıyorsun bunu?

Hazel başını öne eğerken yine aynı şekilde başını sallayabildi.

Başer hışımla kapıdan çıktı Pınar'ı gördü:

- Sinem nerede, gördün mü?

Pınar eliyle Ali Bey'in odasını gösterip daha söze başlamadan, Başer çoktan Ali'nin odasının önüne gitmişti. Kapıyı bile çalmadan öfkeyle içeri daldı. Gözleri Sinem'le buluştuğunda, neredeyse bağırırcasına:

- Sinem!

Sinem de, Ali de bu ses tonuna doğru şaşkınlık ve korkuyla dönüp baktılar. Onlar daha ne olduğunu anlayamadan Başer'in sesi yine geldi:

- Sen nasıl insansın be kadın? Sende utanma, arlanma duygusu yok mu? Sen kim oluyorsun da benim personelime odanı temizlettiriyorsun?

Öfkesi dinecek gibi değildi. Hazel sesleri duymuş, kapının aralığından korkuyla olanları görmeye çalışıyordu. Sinem ilk şoku atlatmış, bütün rahatlığıyla:

- Başer Ağabey sakin olur musun? Kiminle konuştuğunun ve ses tonunun farkına var lütfen!

- Hadi oradan be! Kimsin sen? Bundan böyle muhatabım bile değilsin, sonra Ali'ye döndü:

- Bir daha bu kadın böyle bir harekette bulunursa ya o gider, ya ben!

Ali yıllardır Başer'le birlikte çalışıyordu, onu hiç bu kadar öfkeli görmemişti. Aksine, Başer her zaman sakin ve babacandı. Başer gittikten sonra, Sinem'i süzercesine baktı:

- Helal valla... Bu adamı bile çileden çıkarmayı başardın ya.

- Aman be! Bunamış sataşacak yer arıyor. Sana da hayret ettim yani bravo. Bir çalışan geliyor önce sevgilini, sonra genel müdürünü fırçalıyor, ağzını bile açmıyorsun. Pes doğrusu!

Sinem, kendisi haklıymış gibi odadan çıkıp gitti. Ali ne olduğunu, kimin haklı, kimin haksız olduğunu dahi anlayamamıştı. Ama şunu biliyordu ki; Başer haklı olduğu konularda bile çok sakin davranırdı. Bu kadar öfkelendiyse Sinem'in yaptığı ufak bir şey olamazdı. Başer odasına dönerken, hala şaşkın olan Hazel'i de yanına almıştı. Öfkesine hakim olmaya çalıştı.

- Bak, bunları bir daha söylemeyeceğim: Bundan sonra ben ve Ali Bey'in dışında kim olursa olsun asla ama asla dinlemeyeceksin. Anlaşıldı mı?

Hazel korunduğunu hissederek; korkar bir edayla başını sallayarak onayladı.

- Hadi, şimdi Remzi Efendi'ye söyle, bana şekerli bir kahve yapsın. Sen de kendine ne içeceksen al. Sonra neler yapılacak, onları bir gözden geçirelim.

Akşam olmaya başladığında, hafta da bitiyordu. Hazel, odadaki boş bardakları mutfağa götürürken, Pınar seslendi:

- Hazel biraz konuşabilir miyiz?

- Olur!

- Yarınki hafta sonu nöbeti bana çıktı. Ama bugün sevgilim geliyormuş. Anlarsın işte... Benim yerime sen kalabilir misin? Senin nöbetinde de ben kalırım.

Hazel, aslında memleketine gitmeyi planlıyordu. Yaz tatili olmasına rağmen ailesiyle fazla vakit geçirememişti. Yine de Pınar'ı üzmek istemedi.

- Tamam. Kalırım ama ya sorun çıkarsa?

- Çıkmaz çıkmaz. Amaç birinin kalması değil mi?

- Tamam, diyebildi tedirgin bir ses tonu ile.

Şirkette sadece Ali, Ege ve Sinem kalmıştı. Ege, Ali'nin odasındaydı. Sinem telefonda birileriyle konuşuyor, şen kahkahaları Ali'nin odasına kadar geliyordu. Bir ara öyle yüksek bir kahkaha attı ki, Ege ve Ali birbirlerine baktılar. Ege aslında Sinem hakkında çok şey söylemek istiyordu ama Ali'nin onu sevdiğini düşünüp, kendine hakim oluyordu. Sinem yanlarına geldi:

- Beyler ben çıkıyorum. Sanırım siz buradasınız.

Ali ayağa kalktı:

- Nereye gidiyorsun? Hafta sonu birlikte oluruz diye düşünmüştüm.

- Aşkım söylemiştim ya, kuzenlerim geliyor şehir dışından onlara sözüm var. Ama kaçabilirsem sendeyim bir tanem; diyerek Ali'yi öptü ve odadan çıktı.

Ali bir müddet olduğu yerde öylece kaldı. Sonra dışarı çıkıp kısa bir telefon görüşmesi yaptı. Geri geldiğinde Ege televizyonu açmış, kanalları geziyordu. Bir kanalda son dakika haberi geçmekteydi.

'Tanınmış yönetmenlerden, Kürşat Koray 17 yaşındaki bir kıza tecavüz iddiasıyla gözaltına alındı. Gelişmeler az sonra.'

Ali elleri ceplerinde TV'den gözlerini ayırmadan:

- Bu haber neden bizde yayınlanmadı?

- Valla üstat benim aklıma bir şey geliyor ama...

- Ne?

- Bizim haber müdürü, malum Kürşat'ın kuzeni. Bu adam zamanında bizim kanal için diziler yönetti. Yani aklıma gelen tek seçenek bu!

- Ne yani? Bizim kanala dizi yaptı diye, buna sessiz kaldığımızı mı ima ediyorsun?

Ege, sadece dudak bükebildi. Ali, cep telefonundan haber müdürünü aradı. Telefonu kapalıydı. Aklına müdürün asistanı geldi. Onu aradı.

- Bekir nerede Şebnem? Ulaşamıyorum ona.

- Bilmiyorum efendim. Ben de ulaşamadım.

- Bu yönetmen haberini duydun mu?

- Evet, radyodan dinliyorum, yoldayım şu an.

- Radyolar bile yayınlıyor, bizde nasıl haber olmuyor Şebnem?

Şebnem sustu...

- Hemen nasıl buluyorsan bul, Bekir'e ulaş beni arasın... Hemen!

- Peki efendim.

Ali öfkesini atamamıştı:

- Şuraya bak! Kimlerle çalışıyor, kimlere para veriyormuşuz. Yazıklar olsun bana.

- Üstat kendini neden suçluyorsun?

- Suçluyum da ondan.

- Üstat boş ver ya! Çok da önemli bir haber değil. Her gün yaşanan şeyler.

Ege bunu söylerken amacı Ali'yi rahatlatmaktı ama cümleyi yanlış kurmuş ve Ali iyice çileden çıkmıştı.

- Sanırım ben kimlerle çalıştığımı, bir kere daha gözden geçirsem iyi olacak.

Ege, kırdığı potun farkına varmıştı. Aslında Ali'yle çıkmayı planlıyordu fakat anlaşılan o ki hemen gitmesi daha iyi olacaktı.

Bütün gece şirketten çıkmadı. Öfkesi dinmiyor, aklına geldikçe Bekir'i arıyordu. Telefonu hala kapalıydı. Pazar gününün gelişinin habercisi olan bu gecede, içine iyice sıkıntı çökmüştü. Masanın karşısındaki koltuğa uzandı. Ceketini çıkarıp üstüne örttü. Uyumaya çalışıyor, düşünceleri buna izin vermiyordu. Bir ara saate baktı. Gecenin üçüydü. Sinem'i aradı. Telefon çaldı ama açılmadı.

- Hadi Sinem... Aç şunu sana ihtiyacım var.

Sonra DVD'ye -50 İlk Öpücük- filmini koydu. En sevdiği filmlerden biriydi. Filmin ortalarına gelmeden uyuyup kaldı.

Sabah bir müzik sesiyle yattığı yerden fırladı. Ayılmaya çalışıyor, gözlerini açamıyordu. Sesin, nereden geldiğini kestirmeye çalıştı. Şarkı eskiden çok dinlediği bir Ebru Gündeş şarkısıydı. Ayağa kalktı. Önce güvenlikçilerden şüphelendi. Ofisinin camındaki şerit perdeyi araladı. Hazel, eline klimanın kumandasını almış bir mikrofon gibi kullanıyor müziğin ritminde hem dans ediyor, hem de şarkıyı kendi söylüyormuş gibi yapıyordu. Ali'nin uyku hali geçmiş, gözünü dahi kırpmadan izliyordu. Bir an yaptığının yanlış olduğunu düşündü ve kendini geri çekti. Fakat fazla uzun sürmedi, bir his yine onu camın önüne getirdi. Hazel'i seyrederken, eski günlerini hatırladı. Meslek Lisesi'nde okurken T cetvelini saz gibi yapar, Orhan Gencebay'ın şarkılarını açıp; şu an Hazel'in yaptığı gibi, şarkıları kendisinin söylediğini hayal ederdi. Bu kız; onu çok eskilere, masum ve çok temiz bir geçmişe kadar götürmüştü. Şarkının susmasıyla irkildi. Perdeyi kapadı, ceketini aldı ve ofisin diğer kapısından çıkarak şirketi terk etti.

Pazartesi günüyle birlikte, yeni bir hafta başlıyordu. Ali şirketten içeri girer girmez, Semiray konuşmaya başladı:

- Herkes toplantı salonunda hazır bek...

Semiray lafını tamamlamamıştı ki Ali:

- Personel müdürünü hemen odama yolla!

- Efendim top...

- Sağır mısın Semiray? Yolla şu adamı hemen!

Ali, müdürü beklerken saniyeler geçmiyordu sanki. Personel müdürü Tuncay her şeyden korkan bir tipti. En ufak durumları bile gözünde büyütür, türlü olumsuz senaryolar yazardı. Korkuyla odaya girebildi.

- Beni emretmişiniz Ali Bey!

- Otur Tuncay...

Tuncay, işten çıkarıldığını düşünmüştü. Ellerini bacaklarının arasına almış, Ali'nin dudağından çıkacak kelimeleri bekliyordu.

- Merkez binasındaki personelin durumu nedir Tuncay?

Tuncay, soruyu anlamamıştı. Ali'nin sormak istediği de bu değildi aslında. Esas soracağı soruyu, hemen sormasına imkan yoktu.

- Kaç çalışanımız var?

- Efendim, kadrolu olarak yönetim binamızda toplamda 165 kişi ve freelance olarak sanırım 120 kişi.

- Freelance ne Tuncay?

- Yani part-time efendim.

Ali sert bir bakış attı.

- Yarı zamanlı efendim.

- Bu kolay kelime dururken, neden hem kendini hem beni yoruyorsun Tuncay?

- Efend...

- Neyse, güvenliğimiz ne durumda?

- Üç vardiya, beşer kişi efendim. Hafta sonları üç oluyor.

- Peki, şirket içinde nöbetçi?

- Her hafta bir kişi efendim. Acil telefonlar için.

- Bu hafta nöbetçi kimdi?

- Aklımda değil efendim. Hayırdır bir sorun mu oldu?

- Yok hayır. Bir evrak bekliyordum, hafta sonu gelmiş olabilir.

- Efendim gelen evrakları yukarı almıyoruz zaten. Aşağıda güvenliğe teslim ediliyor.

- Tuncay! Akıl istemiyorum, isim istiyorum.

Tuncay odasına gidip listeyi kontrol etti. Ali'nin odasına gelirken Pınar'ı gördü:

- Cumartesi bir olay mı oldu? Ali Bey nöbetçiyi soruyor.

Pınar'ın rengi, benzi atmıştı. Kekeleyerek:

- Yok! Önemli bir şey olmadı.

Tuncay, hem elindeki kağıtları kurcalıyor, hem de kafasından türlü sorular geçiyordu. Tekrar odaya girdiğinde kan ter içinde kalmıştı. Korkulu bir ses tonuyla:

- Pınar Yazgan efendim. Yeni stajyerlerden. Çağırayım mı?

Ali heyecanlanmıştı. Belli etmemek için de çabalıyordu.

- Tamam, teşekkür ederim. Çıkabilirsin.

Tuncay, koltuktan kalkıp kalkmamakta tereddüt etmişti.

- Tuncay çıkabilirsin dedim.

Tuncay, aklında onlarca soruyla odayı terk etti. Ali'nin aklına haftalık toplantı geldi. Çantasını alarak toplantı odasına girdi. Kanalın genel yayın yönetmeni Bahadır'a doğru bakışlarını dikti. Brif vermekte olan Başer'in sözünü kesmek istemedi. Gerçi ne dediğini anlamıyordu sadece sesini duyuyordu. Başer sözünü bitirmişti:

- Ne oldu Bahadır? Haber müdüründen haber yok mu hala?

Bahadır ne diyeceğini bilemedi. Bekir'i o tavsiye etmişti Ali'ye. Başını öne eğdi. Sadece sustu...

Ali devam etti:

- Yakında çıkar başka bir kanalda, merak etme. Bu yaptığı yanına kalmayacak. Bu arada CTV'de "Göz Önünde" programını yapan bir çocuk var.

Bahadır hemen atıldı:

- Cüneyt Ataman, efendim.

- Tamam, onunla irtibata geçin. Kanalla sözleşmesi ne kadarmış? Gereğini konuşun işte.

- Peki efendim.

Aklı hala Hazel'deydi. Zaten öyle olmasaydı, Bahadır bu olaydan bu kadar kolay kurtulamazdı. Ayağa kalktı:

- Başer Ağabey siz devam edin. Benim önemli bir işim var. Size kolay gelsin.

Herkes şaşkındı. Yıllardır yanında olan Başer bile. Ali toplantı bitmeden odayı terk etmez hatta bittiğinde bile kalırdı. En çok şaşıran da Ege'ydi. Ege'yle hiç konuşmamış, nasıl bir pazar günü geçirdiğini anlatmamıştı. Sinem yine yoktu, nerede diye sormamıştı. Suskunluğu Başer bozdu:

- Hayırdır beyler, sanki kırk yıllık eşiniz sizi terk etmiş gibi oldunuz. Buraya dönün hadi!

Sabah şirkete en erken gelen Hazel oldu. Kapıyı Remzi Efendi açtı. Neşesi yerindeydi. Bir de şirkette ilk gördüğü kişi Semiray değil de Remzi Efendi olunca daha da neşelendi.

- Günaydın Remzi Ağabey!

- Günaydın bakalım Hazel kız. Hayırdır yurttan mı kovdular, ne bu sabah sabah erkenden?

- Yok, yurtta değildim. Bir arkadaşım var onda kaldım. O erken çıkıyor ben de onunla çıkınca kendimi burada buluverdim, diyerek gülümsedi. Sonra devam etti konuşmasına:

- Sen kaçta geliyorsun buraya? Sabah geliyorum buradasın, akşam gidiyorum buradasın.

Remzi Efendi gülümsedi. Hazel konuşmayı seviyordu ve hala konuşuyordu:

- Gelen giden kimse yok galiba?

Remzi Efendi mutfağa doğru gitmeye hazırlanırken:

- Ali Bey burada! Patron benden de erkenci.

Hazel yutkunup susmuştu. Kısık sesle:

- Duymuş mudur beni?

- Sanmam, çalışmaya koyulduysa hiç kimseyi duymaz.

Hazel rahatlamıştı biraz. Zaten Sinem'den nasibini alıyordu, bir de Ali Bey'in tepkisini çekmek istemiyordu. Odasına doğru, neredeyse parmaklarının ucuna basarak yürüdü. Odaya girip çantasını bıraktı. Masayı toparlarken, Başer'in kablosuz telefonunun yerinde olmadığını fark etti. Telaşla sağa sola bakındı. Orada olmadığını anlayınca, toplantı odasında olabileceğini düşünerek dışarı yöneldi. Toplantı odasına girecekken, açık olan kapıdan Ali'yle göz göze geldi. Duraksadı. 'Günaydın!' demezse ayıp olacağını biliyordu, ama derse ne olacağını tahmin edemiyordu. Odaya yaklaştı. Utangaç ve ürkek bir tavırla odanın ortasına kadar geldi. Ali yanındaki komedin çekmecesinde bir şeyler aradığından henüz Hazel'i görmemişti.

- Günaydın Ali Bey!

Ali, uzun zamandır böylesine huzurlu bir ses tonu duymuyordu. Başını çevirdiğinde kendisine bakan gözleri gördü. Bu gözler annesine o kadar çok benziyordu ki, bir anlık zaman içinde geçmişe dair pek çok anıyı yeniden yaşadı... Gülümsedi:

- Sana da günaydın!

Ali'nin gülümsemesinden cesaret alarak:

- Bir isteğiniz var mı?

- Ne gibi?

Ali sohbeti uzatmak istiyordu. Hazel omuzlarını hafifçe yukarı kaldırıp, dudaklarını büzerek:

- Bilmem... Mesela bir şey içmek ister misiniz?

- Olabilir.

- Ne ikram edeyim size? dedi evden kalma bir alışkanlık olarak.

Ali bir kez daha gülümsemişti:

- Bir şekerli kahveni içebilirim.

Hazel'in yüzündeki ifade donuvermişti. Olduğu yerde kaldı. Ali yine aramasına koyuldu. Bir ara gözlerini kaldırdığında Hazel'i hala kapıda görünce, neden hala orada olduğunu anlamak için göz kırptı. Hazel ellerini önüne bağlayarak, sağa sola sallandı. Bir şey konuşmuyor, sadece Ali'ye bakıyordu. Ali'ye kalsa, o gözlere akşama kadar bakmaya razıydı. Kendini topladı:

- Sizde misafirlere böyle mi davranılıyor. Hani kahvem?

- Şey, ben kahve yapmayı bilmem de...

Aslında Ali, kahveyi Remzi Efendi yapacak diye istemişti. Ama kızın bu tavrı hoşuna gitti.

- Hımm, ne yapacağız şimdi?

Hazel hem düşünüyor hem de gözlerini bilye gibi gözbebeklerinde oynatıyordu. Birden ani bir hareketle, elini kot pantolonun cebine atıp, bir neskafe poşeti çıkardı. Paketi baş ve işaret parmağının arasına alarak yukarı kaldırdı, gözlerinin hizasına getirdi. Ali ne çıkardığına bile bakmamıştı.

- Neskafem var, paylaşabilirim...

Neskafeden nefret eden Ali tereddüt bile etmedi:

- Eh, bizim oralarda misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş derler. Ne yapalım biz de kabul edeceğiz.

Hazel neredeyse bir çığlık atarcasına:

- Aaa annem de çok kullanır bu sözü. Bizim oralarda herkes kullanır hatta.

- Nerelisin sen?

- Kırklareli. Üj bej yani, dedi gülümseyerek.

Ali hem şaşırdı hem bir eksikliğini anladı. Bir işverendi ve çalışanları hakkında yeterli bilgiye sahip değildi. Sustu. Hazel yanlış bir şey söylediğini düşündü. Hemen arkasını dönüp, neskafeyi yapmak için mutfağa gitti. Birazdan fincanlarla geri geldi. Bir fincanı Ali'nin masasına koydu. Diğer fincan elinde tam çıkıyordu ki, Ali seslendi:

- Bu nedir ya?

Hazel Ali'ye döndü. Yüzünde ne yaptım ifadesi vardı.

- Bu fincan yarım, ne kadar cimrisin sen.

Hazel'in suratında yine çocuksu bir ifade belirmişti:

- Ama paylaşmıştık. Ali'nin önündeki fincanı işaret ederek:

- Yarısı orada, yarısı burada... Hem sizinki daha bilem fazla.

Bilem... Çocukken kullandığı bir kelimeydi. Ali'nin kulaklarından gözlerine bütün bedeni git-geller yaşıyor mutlu oluyordu.

- Tamam. O zaman otur bakalım sen de karşıma, birlikte içelim, hem de konuşalım biraz.

Hazel, hem Ali'nin tavırlarına bakıyor, hem de onun hakkında duyduklarını düşünüyordu. İki Ali arasında büyük fark vardı. Bunları düşünürken aklına Başer geldi. Sağ elini hafif havaya kaldırarak, heyecanlı bir ses tonuyla:

- Ama olmaz ki, oturamam. Başer Bey gelir de beni odada göremezse kızar.

- Otur otur. Korkma ben konuşurum Başer Ağabeyle.

Hazel elini yumruk yapıp başparmağını kaldırdı. Sol gözünü de kapatarak:

- Söz mü?

Ali de aynı hareketi yaptı:

- Söz!

Hazel fincanı iki avcuna alıp, neskafeyi soğutmak için, içine üflemeye başladı. Ali her hareketini izliyordu. Kendisi de bir yudum aldıktan sonra:

- Eeee! Anlat bakalım nasıl geldin İstanbul'a? Bölümünü isteyerek mi okuyorsun? Ailenden bahset.

Hazel fincandan yudum alacakken soru karşısında durdu. Nereden başlayacağını bilemedi.

- Ben 3. sınıfa geçtim bu sene. Ailem Lüleburgaz'da yaşıyor. Dört kız kardeşiz. Büyük ablam evli, küçük ablam hemşirelik yapıyor. İki ay sonra nişanı yapılacak. Bir de kardeşim var. Çalışıyor. Bu yıl açık öğretime yazılacak. Annem çalışıyor. Ben okumayı seviyorum. Bu da istediğim bir bölümdü. Ama artık sevmiyorum. Bu piyasayı gördükçe soğudum sanki. Bitirebilirsem eğer okulda kalmaya çalışacağım.

- Nerede kalıyorsun burada?

- Kız yurdunda kalıyorum. Sözlerine devam edecekti ki Başer'in sesi duyuldu.

- Benim kız yine nereye kayboldu yine?

Hazel, Başer'in sesini duyunca, fincanı sehpaya bırakıp, telaşla ayağa kalktı:

- Eyvah yandım ben ya! Ne yapacağım şimdi?

Ali yanındaki kapıyı gösterip:

- Bu kapıdan çık, arka taraftan dolan tuvaletteydim falan dersin.

Hazel, oyuncağı alınmış bir çocuk ifadesiyle bakıp:

- E hani beni koruyacaktınız?

Ali bilerek yapıyordu. Hazel'in telaşlı halleri hoşuna gidiyordu:

- Valla sen başının çaresine bak artık, yaklaşıyor çabuk çabuk...

Hazel çaresiz kapıya yöneldi. Tam çıkarken 'mızıkçı' diye mırıldandı. Gidişi, evde bir şey kırmış suçlu bir çocuk gibiydi. Ali arkasından bakıp gülümsedi. Hiç bu kadar mutlu olduğunu hissetmemişti. Başer kapıya yaklaşmış, sağa sola bakıyordu. Ali seslendi:

- Başer Ağabey!

Başer yönünü değiştirip Ali'nin odasına girdi:

- Günaydın Ali!

- Günaydın ağabey! Hayırdır, her gün senin kızı arıyorsun.

- Sen kızı boş ver Ali buluruz elbet. Bu yüzündeki ifadenin sebebi ne? Onu anlat bakalım.

- Ne ifadesi ağabey?

- Ali! Seninle 8 yıldır birlikteyiz. Oğlum gibisin. Senin ne yaşadığını göz kırpmandan bile anlarım.

Ali mahcup bir tavır takındı. Herkesin suratsız diye nitelendirdiği o adam, çocuk gibi kızarmıştı:

- Ağabey, senin kız benim yanımdaydı. Arka kapıdan çıkardım. Çok korkmuştu. Lütfen bir şey söyleme kızcağıza. Korkusu zaten yetti ona.

- Ali, korkmasına gerek yoktu. Ben Sinem yine odasını temizletiyor sandım.

Ali'nin yüzündeki ifade değişmiş, kızgınlıkla şaşırmanın karışımı bir hal almıştı:

- Anlamadım?

- Sinem, bu kıza her gün odasını temizletmiş. Geçen sabah senin yanındaki tartışma bu yüzdendi.

Ali şaşkınlıkla, Başer'i dinliyordu. Alacağı cevaptan korkarak:

- Peki, hala devam ediyor mu?

- Bilmiyorum, dedi Başer. Biraz sessiz kaldıktan sonra:

- Kızcağız çok korkuyor ondan ve söyleyemiyor her şeyi. Neyse Ali, o sabah için de kusura bakma, sesim biraz yüksek çıktı.

- Estağfurullah ağabey, dedi kısılmış ses tonuyla.

Sonra fırlarcasına odadan çıktı. Başer anlayamamış, sadece arkasından bakakalmıştı.

Sinem'in odasına girdi, ama Sinem odasında yoktu.

- Semiray! diye bağırdı yüksek sesle. Herkes irkilmişti. En çok Semiray korkmuştu. Kalbi duracaktı. Ne yapmış olabileceğini düşündü. Sesin geldiği yöne doğru gitmek gelmiyordu içinden. Ali yeniden seslendi:

- Semirayyyyyy!

Semiray ikinci seslenmenin arkasından ok gibi fırlamış Ali'nin karşısında bitivermişti. Kekeleyerek:

- Bu.. bu.. Buy...

Sözünü bile tamamlayamıyordu.

- Sinem'i bul bana!

Semiray ne diyeceğini bilemiyordu. Herkesin gözü Ali'deydi. Sekreter bütün cesaretini toplayıp:

- Sinem Hanım bugün gelmedi efendim.

- Sana gelip gelmediğini sormadım! Onu bul ve hemen odama gelsin!

- Pe.. Peki efendim.

Kimse olanlara anlam verememişti, herkes birbirine soru soran gözlerle bakıyordu.

- Bölüm müdürleri, şefler hemen toplantı odasına! diye kükredi adeta.

Odasına doğru birkaç adım atmıştı, tekrar geri döndü:

- Remzi Efendi dahil olmak üzere, herkes toplantı odasına!

Personel, hala ne olup bittiğini anlamamıştı. Tuncay, ürkek bir ses tonuyla:

- Stajyerler gelsin mi efendim.

- Herkes dedim Tuncay... Herkes! 5 dakika içinde odada olsun!

Ali toplantı odasına girdiğinde, öfkesi hala dinmemişti. Toplantı odası ilk defa, bu kadar kalabalık bir grubu ağırlıyordu.

- Biri şu pencereyi açsın hemen. Klimayı da kapatın, Semiray'a dönüp:

- Ne oldu Sinem?

- Telefonuna ulaşılmıyor efendim ama mesaj bıraktım.

Ali başparmağı ve işaret parmağının arasına burnunu alarak, gözlerini sildi. Sonra Tuncay'a dönerek:

- Sinem kaç gündür gelmiyor şirkete Tuncay?

Cevap yoktu...

- Tuncay!

- 3 gündür gelmiyor efendim.

- Yani pazartesi gününden bu yana hiç uğramadı öyle mi?

Tuncay cevap vermese de bakışları onaylıyordu bunu.

- Herkes beni çok iyi dinlesin. Bir daha söylemeyeceğim ve uyarmayacağım... Eğer ki; bundan sonra stajyerleri kendi özel işlerinizde ya da onların yapmaması gereken bir işte kullanırsanız, bunu öğrendiğimde buradaki son iş gününüz olur. Stajyerler buraya ne için geliyorlarsa, o amaçla eğitimlerini görecekler. Eğer kendileri teklif etmiyorlarsa, çay dahi istenmeyecek. Bu iş Remzi Efendi'nin görevidir. Yabancı konuk ağırlarken çayları hazırlama işini Remzi Efendi, getirme işini de Semiray yapacaktır. Stajyerler, kısım amirlerinden başka hiç kimsenin sözü altında olmayacak. Bunları burada son kez söylüyorum. Hepiniz aklınızın bir tarafına yazın. Bir daha asla böyle bir hata istemiyorum. Herkes haddini ve görevini bilecek. Şimdi görevlerinizin başına dönebilirsiniz!

Herkes çıkıyordu ki gözü Hazel'e takıldı. Yüzü yumuşamıştı ona bakınca. Hazel'in başı önünde, sanki bunlara kendisi sebep olmuş gibi mahcuptu. Bir ara başını kaldırmadan, gözlerini yukarı dikip Ali'ye baktı. Göz göze gelince, gözlerini hızla yere çevirdi. Odadan çıkarken, sanki herkesin gözü onun üstündeydi ve suçlarmış gibi baktıklarını hissediyordu. Ali odasına geldiğinde, Sinem'in telefonunu tekrar aradı. Ulaşılamıyordu. Ceketini alıp Sinem'in evine gitti. Kapıyı hizmetçi kadın açtı:

- Hoş geldiniz Ali Bey!

Her zaman kadının halini hatırını soran Ali, bu kez sormadı:

- Sinem nerede?

- Bilmiyorum Ali Bey! Cuma gününden beri gelmedi eve.

- Hiçbir şey söylemedi mi? Gideceği yeri falan...

- Hayır efendim.

Evin yakınlarında Sinem'in bir arkadaşı oturuyordu. Aklına orada olabileceği geldi. Zili çaldı, kapıyı açan olmadı. Saat öğleyi geçmişti. Ara sıra Sinem'i telefonla arıyor, ulaşılmıyor kaydını duyunca, sinirli bir şekilde söyleniyordu. Telefonu çaldı. Arayan Ayhan Karasu'ydu. Ayhan, İstanbul'a ilk geldiği dönemlerde tanıştığı ve desteğini görüp şirketin büyümesinde yardımcı olmuştu.

- Görüşemiyoruz Ali, zenginlik böyle bir şey sanırım, diyerek kahkaha attı Ayhan.

- Estağfurullah ağabey. İnan işler o kadar yoğun ki! Ama sen de aramıyorsun, gelmiyorsun. Eskiden Kilyos'a götürür balık yedirirdin. Cimrileştin iyice.

- Pes yani! Politikacılara taş çıkartırsın sen bu dille. Suçlu beni yaptın ya... Helal valla! Neyse konuya geleyim. L. A. M. Şirketi'ni biliyorsun sanırım?

Ali'nin bu isme karşı alerjisi vardı. Bunu belli eder bir üslupla:

- Duymuşluğum var.

- Dur yahu... Hemen bozulma, dinle bir lafımı bitireyim. Bu grup senin şirketinin hisselerine talip. Beni aradılar, aracı olup olamayacağımı sordular. Ben senin bu şirketi nasıl kurduğunu ve nasıl çabaladığını iyi biliyorum. Satmak gibi bir niyetin yok, onu da biliyorum. Ben bu şirketle çok iş yapıyorum. Sen yine satma ama benim hatırım için görüş olur mu?

Ali ne demek istediğini anlamıştı.

- Ayhan Ağabey, seni çok severim. Bende emeğin çoktur. Senin hatırın için görüşürüm ancak sakın, daha sonra çat diye bir telefon daha açma bana bu konuyla alakalı.

- Açan eşektir. Sağ ol canım kardeşim, öpüyorum gözlerinden.

- Saygılar ağabey!

Ayhan'ı iyi tanırdı. Şimdiye kadar çok faydasını görmüştü, çok defa yanında olmuştu. Yine de bu iş onu rahatsız etmişti. Canının sıkıntısı biraz olsun dağılmıştı. Eyüp mezarlığına giderek bir mezarın başında durdu. Toprakları elleri ile sıvazlayıp büyük olanları parçalara böldü. Mermerin üzerinde bulunan suluğa kuşların içebilmesi için su koydu. Mezar taşına bakacak şekilde mermerin kenarına oturdu. Mezar taşında yazan isme baktı. 'Aziz Veysel Haznedaroğlu'

- Dostum... Kırgın gittin bana biliyorum. Ama inan bana hiçbir şey sandığın gibi değildi. Hatalıyım, sana söylemem lazımdı ama inan sebeplerim vardı. Asla ne şirketinde gözüm oldu ne paranda. Kızını buldum ama şu an için hiçbir şey gelmiyor elimden. Ne onun gerçeği bilecek kadar cesareti var, ne de henüz benim onu koruyabilecek kadar gücüm. Ama iyi. Çok iyi... Tek kötü olan Şeytan'ı babası bilmesi. En kısa zamanda yanına getireceğim Aziz dostum. Rabbime her sabah senin için dualarda bulunuyorum. Umarım bir faydası olmuştur. Anne ve baban adına başlattığın projeyi hızlandırdım. O kadar büyük olacak ki, eğer sohbetlerden duyduklarım doğruysa sende bunu göreceksin. Oralar ne kadar büyük bilmiyorum ama anneme rastlarsan ellerinden öp benim için. Yeşil gözlerinden anlarsın. O gözleri gördüğünde bana baktığını sanacaksın. Şimdilik hoşça kal.

Hazel yurda dönmüştü. Diğer kızların hepsi kendi havasındaydı.

- Selam kızlar.

- Ooo Hazel Hanım hoş geldiniz, dedi kızlardan birisi. Bir diğeri:

- Valla CFP'de çalışmak da ayrı bir hava katıyor insana.

Hazel gülüşmelerle sarf edilen bu sözleri umursamamıştı. Aklı toplantıda yaşanan olaylardaydı. Dolabına eşyalarını koyduktan sonra eşofmanlarını giydi. Yatağına doğru yöneldiğinde Kübra soru soran gözlerle onu izliyordu:

- Sağ ol ben iyiyim Hazel, sen nasılsın?

- Canım ya! Ben seni inan fark etmedim bile. Nasılsın?

- Beni boş ver de, sen anlat bakalım.

- Sorma ya. Şirket büyük, içerde yaşanan karmaşa ondan büyük.

- Bilmece gibi konuşma da anlatsana anlayacağım dilden.

Hazel gündüz olanları anlattı. Kübra gerilim filmi izler gibi, gözünü kırpmadan dinliyordu. Merakla sordu:

- Sinem cadısı geldi mi peki?

- Hayır gelmedi. İşin garibi Ali Bey çıkmıştı, o da bir daha gelmedi. Ben bu adamı tanıyamadım gitti. Bütün personel, hakkında olumsuz konuşuyor ama gördüklerinde de ilah görmüş gibi oluyor hepsi. 'Tamam efendim! Emredersiniz efendim! Tabi efendim!' Sekreteri bir çağırışı vardı; sandım ki gök gürledi. Oysa daha 15 dakika önce odasında benimle konuşurken, o kadar şefkatli görünüyordu ki.

Kübra atıldı;

- Nasıl yani? Ali Bey seninle odasında mı konuştu? Ne dedi ki? Sen neden gitmiştin odasına?

Kübra peş peşe soruları soruyordu. Hazel:

- Of! Dur be Kübraaa! Birinin cevabını vermeden, kırk tane soru sordun. O çağırmadı odasına falan, ben sabah gördüğümde 'Günaydın!', demek istedim. Neyime gerekse ne içersiniz diye sordum. O da kahve istedi. Sustu. Kübra dürttü:

- Eeee! Devam etsene çatlatma insanı yaaa...

- Eeeesi ben kahve yapmayı bilmiyorum dedim. Cebimden neskafeyi çıkardım, paylaşabilirim, dedim. O da olur dedi. Yine sustu. Sustuğu anlarda gözleri dalıyor, o anı yeniden yaşıyordu.

- Mahsus mu yapıyorsun Hazel yaaa?

- İşte sordu nerelisin? Ailen falan...

- Bu kadar mı?

Hazel gözlerini Kübra'ya çevirdi:

- Daha ne olacaktı Kübra Hanım? Ali Bey'den bahsediyoruz, oda arkadaşlarımızdan değil.

Gözlerini uzaklara daldırarak:

- Ama hala anlamıyorum. Karşımda o kadar sakindi ki bana karşı.Benim sorduklarıma içtenlikle cevap veriyordu, hatta gözlerinin içi gülüyordu diyebilirim. Sonra ne oldu da o Ali gitti yerine bir deli geldi anlayamadım.

- Ailenden bahsettin mi?

- Evet.

- Babandan?

- Elbette hayır. Ne diyecektim? Babam ben daha dört yaşındayken dört kızını ve gencecik karısını terk etti mi? Üstelik kiminle? Annemin en yakın arkadaşıyla.

- Peki Okan'dan?

Hazel kafasını çevirip, kısık gözlerle baktı Kübra'ya:

- E yuh diyorum Kübra...

- E o da akraba ve aileden sayılır Hazel.

- Kübra laf sokma. Defalarca söyledim. Okan aileden ya da akrabalardan değil. Eniştemin kardeşi. Bana akraba olan teyzemdir, eniştem değil. Akrabalığın anlamını araştır istersen.

Telefonu çaldı. Telefon odada net çekmediği için balkona çıktı:

- Merhaba! İyiyim Okan. Sen nasılsın? Evet, daha yeni geldim yurda. Berbat bir trafik vardı. İyi, alışmaya çalışıyorum işte. Bu hafta geliyor musun kesin? Tamam canım o zaman. Ben de seni çok özledim. Görüşürüz.

Odaya girdiğinde Kübra'yla göz göze geldi. Kübra:

- Kısa sürdü.

- Çok konuşmadık, hafta sonu gelecek zaten bol bol konuşuruz artık.

- Bol bol kavga edersiniz yani.

- Ben duşa iniyorum, gelir gelmez de yatacağım. Yarın neler olacak şirkette gerçekten bilmiyorum.

Continue Reading

You'll Also Like

12K 878 17
Vicdanı ile aklı arasında, karşısındaki beyaz kapı arkasındaki yansımayı bizzat önüne taşırken içeriye az önce kapının arkasından dahi görebildiği öf...
247K 9.5K 58
Benim onu bulmam bir başlangıç, onun beni bulması ise bir sondu. Başlangıcım ile sonum birbirine çok yakındı. Biri yaşama diğeri ölüme çağırıyordu. B...
1.3M 13.5K 6
"Sen...sen nasıl ki bu yüreğime ateş yaktıysan... Bende o ateşi rüzgarımla söndürmesini bilirim...!" Dedi genç kadın karşısındaki adama. "Ve unutma b...
8.7K 1.1K 45
"Sen, acını yaşarken yanında susacak birini arıyorsun. Bense keşke konuşacak birileri olsa diyorum. Bir anda öyle bir girdin ki hayatıma... İlk karşı...