Perili Ev

By ClassicsTR

2.4K 137 34

Perili Ev, yazar Charles Dickens'ın Noel dönemlerinde yayınladığı hayalet hikayelerinden birisidir. İlk kez 1... More

2 - Efendi B'nin Odasındaki Hayalet
Perili Ev Üzerine

1 - Evdeki Ölümlüler

1.7K 84 27
By ClassicsTR

PERİLİ EV

BÖLÜM I

EVDEKİ ÖLÜMLÜLER

Bu Noel öyküsüne konu olan evle ilk tanışmam, hayaletli öykülerin bilinen koşullarında ya da alışılagelmiş hayaletli ortamlardan birinde olmadı. Evi gün ışığında, üzerinde güneş parlarken gördüm. Görünürde, evi korkutucu gösterebilecek rüzgâr, yağmur, şimşek, gök gürültüsü ya da başka türlü bir tuhaf durum yoktu. Dahası, eve doğruca bir tren istasyonundan gelmiştim. Ev, istasyondan yaklaşık bir mil uzaklıktaydı ve evin önünde durup geldiğim yola baktığımda, yük treninin vadideki toprak set boyunca kayarcasına ilerlediğini görebiliyordum. Her şeyin tamamen sıradan olduğunu söylemeyeceğim, çünkü siz tamamen sıradan biri değilseniz herhangi bir şeyin size sıradan görünebileceğini pek sanmam. İşte burada kendini beğenmişliğim devreye giriyor, ama evin, herhangi birine de bana güzel bir sonbahar gününde göründüğü gibi görünebileceğini kabul edebilirim.

Bu konuya yaklaşım tarzım buydu.

Kuzeyden Londra’ya doğru yolculuk yaparken, yolda durup eve bakmaya karar verdim. Sağlık durumum geçici bir süre kırsal kesimde yaşamamı gerektiriyordu. Bunu bilen ve daha önce bu evin yakınından geçmiş olan bir arkadaşım bana buranın uygun bir yer olduğunu ileri süren bir mektup yazmıştı.

Gece yarısı trene bindim ve uyuyakaldım, sonra tekrar uyandım ve pencereden kuzey ışıklarını seyrettim. Sonra tekrar uyuyakaldım ve uyandığımda her zamankine benzer şekilde, sanki hiç uyumamışım gibi hoşnutsuz bir duyguyla sabah olduğunu fark ettim. Utanarak söylüyorum ki, bu durumun sebep olduğu sersemliğin de etkisiyle, bütün gece boyunca hiç uyumadığım konusunda karşımda oturan adamla zorla bahse bile girebilirdim.

Karşımdaki adam bütün gece harıl harıl, hiç bitmeyecekmiş kadar işle uğraşmıştı. Bu mantıksız davranışına ek olarak (ondan da sadece bu beklenirdi) elinde bir not defteriyle bir kalem, sürekli bir şeylere kulak kabartıyor ve notlar alıyordu. Önceleri bu sinir bozucu notların trenin sarsıntılarıyla ilgili olduğunu düşündüm ve eğer bu seslere her kulak kabarttığında gözlerini başımın üzerine dikmeseydi kendisinin de bir inşaat mühendisi olduğunu varsayarak onu hoş görebilirdim. Şaşı, yüzünde şaşkın bir ifade olan biriydi ve davranışları giderek tahammül edilemez bir hal almıştı.

Soğuk ve cansız bir sabahtı (güneş henüz yükselmemişti) ve pencereden dışarı bakıp demir rengini almış doğanın soluk ışıklarını ve benimle yıldızlar arasına, diğer bir deyişle benimle yaşam arasına çökmüş ağır sisi izlerken, yolculuk arkadaşıma dönüp şöyle dedim:

“Affedersiniz bayım, ama bende farkettiğiniz özel bir şey mi var?” Çünkü, gerçekten de cüretkâr bir ihtimamla şapkamı ya da saçlarımı inceleyip bir yere not ediyormuş gibiydi.

Şaşı adam gözlerini sanki vagonun arkası yüzlerce mil uzaktaymış gibi odakladığı arkamdaki uzak noktadan uzaklaştırdı ve değersizliğim karşısında yüce bir acıma duygusu beslermiş gibi şöyle dedi:

“Sizde mi beyefendi? –B.”

“B mi?” diye sordum meraklanarak.

“Sizinle bir meselem yok beyefendi,” diye yanıtladı adam. “Lütfen sesleri dinlememe izin verin – O.”

Kısa bir duraksamadan sonra bu sesli harfi telaffuz etti ve not etti.

Başlangıçta biraz korktum, çünkü yanımda bir ekspres delisinin olması ve kondüktörün ortalarda olmaması ciddi bir durumdur. Ama sonradan, adamın son günlerde Rapper olarak adlandırılan, (içlerinden bazılarına) çok saygı duyduğum, ama inançlarına katılmadığım bir mezhep üyesi olabileceği düşüncesi beni rahatlattı. Tam bunu soracaktım ki lafı ağzımdan aldı.

“Eğer sıradan insanlar gibi basit davranmıyorsam,” dedi küçümseyici bir tavırla, “beni bağışlayın. Geceyi de şimdilerde hep yaptığım gibi ruhsal iletişim içinde geçirdim.”

“Hımm!” dedim oldukça ters bir şekilde.

“Gece görüşmeleri…” diye devam etti adam, defterinden birkaç sayfa çevirerek, “Şu mesajla başladı: “Kötü arkadaş iyi huyu bozar.”

“Haklısınız,” dedim. “Ama bu düşünce tamamen yeni mi?”

“Ruhlardan yeni geldi,” diye cevap verdi adam.

Sadece o ters tavrımla yine, “Hımmm!” diyebildim ve ruhların ona en son ne söylediklerini sordum.

Adam defterine yazdığı son cümleyi büyük bir ciddiyetle okudu, “Eldeki bir kuş saldaki iki kuştan daha değerlidir.”

“Gerçekten ben de aynı fikirdeyim,” dedim. “Ama doğrusu, dal değil midir?” diye sordum.

“Bana sal olduğu söylendi,” diye cevapladı adam.

Daha sonra bu özel açıklamanın kendisine Sokrates’in ruhu tarafından gecenin bir yarısı yapıldığını söyledi.

"Dostum, umarım iyisinizdir. Bu yolcu vagonunda iki tane var. Nasılsınız? Burada on yedi bin dört yüz yetmiş dokuz ruh var, fakat siz onları göremezsiniz. Pisagor burada. Kendisi bunu söyleme özgürlüğüne sahip değil, ama yolculuktan hoşlandığınızı umuyor. Aynı şekilde Galileo da bilimsel zekâsıyla aramıza katıldı. ‘Seni gördüğüme sevindim amico. Come sta? Su yeterince soğuduğunda donar. Addio!’ diyor.” Ayrıca gece boyunca şu olaylar da meydana gelmişti: Piskopos Butler, ismini “Bubler” olarak telaffuz etmekte ısrar edince yazım ve ahlak kurallarına aykırı davrandığı ve huysuz biri olduğu gerekçesiyle geldiği yere gönderildi. Kasıtlı bir gizem yarattığı kuşkusunu uyandıran John Milton, Yitik Cennet’i kendisinin yazdığını inkâr etmiş ve bu şiirin Grungers ve Scadgingtone adlarında tanınmamış iki kişi tarafından ortaklaşa yazıldığını iddia etmişti. Ve İngiltere Kralı John’ın yeğeni Prens Arthur, Bayan Trimmer ve İskoç Kraliçesi Mary’nin gözetimi altında kadife boyamayı öğrendiği yedinci çemberin içinde oldukça rahat olduğunu açıklamıştı.

Bana bu açıklamaları yapan beyefendi farkında mıydı bilmem ama yükselen güneşin görüntüsünü ve sonsuz evrenin muhteşem düzenini düşünmeye başlamıştım artık ve anlattıklarından sıkıldığımı itiraf edersem beni bağışlayacağından emindim. Kısacası, bu konudan o kadar çok sıkılmıştım ki, bir sonraki istasyonda trenden inip bu sıkıcı lafları dinleme yerine gökyüzünün temiz havasını solumak beni son derece sevindirdi.

Trenden indiğimde dışarıda güzel bir hava vardı. Altın sarısı, kahverengi ve kızıl renkli ağaçlardan dökülen yaprakların arasında yürür ve etrafımdaki yaradılış harikalarına bakıp bu harikaları ayakta tutan sağlam, değişmez ve uyumlu yasaları düşünürken, adamın ruhlarla ilgili sohbeti bana bu dünyanın şimdiye dek gördüğü en sefil yolculuk hikâyesi gibi geldi. Kafamdan bu barbar düşünceler geçerken, ev görüş alanıma girdi ve evi dikkatlice incelemek için durdum.

Yaklaşık iki dönümlük, insanı hüzünlendirecek derecede bakımsız, kare şeklinde bir bahçenin ortasında tek başına yükselen bir evdi. II. George döneminden kalmaydı; Georgelar’ın dördünün de sadık bir hayranı tarafından arzulanabilecek kadar katı, soğuk, ciddi ve zevksiz bir görünümü vardı. İçinde kimse oturmuyordu, ama son bir iki yıl içinde, yaşanılabilir hale gelmesi için ucuz bir onarımdan geçmişti. Ucuz diyorum, çünkü onarım sadece yüzeysel yapılmış ve renkleri canlı olsa da boyası ve sıvası çürüyüp dökülmeye başlamıştı. Bahçe duvarına yaslanmış orantısız bir tahtanın üstünde evin uygun koşullarla ve mobilyalı kiraya verileceği yazılıydı. Ev hemen yanındaki ağaçlar nedeniyle gölgede kalmıştı ve özellikle, ön pencerelerinin önünde oldukça hüzünlü bir hava yaratan, yer seçimi hatalı, altı uzun kavak ağacı vardı.

Bu evin insanların uzak durduğu bir ev olduğunu anlamak zor değildi. Evden yarım mil ötedeki bir köy kilisesi kulesinin çevresinde oturan köylülerin de uzak durduğu, hiç kimsenin satın almayacağı bir evdi bu. Doğal olarak bundan çıkan sonuç, evin perili ev olarak ünlendiğiydi.

Gündüz ve gecenin yirmi dört saatlik zaman diliminin hiçbir bölümü sabahın erken saatleri kadar özel değildir benim için. Yazları genellikle erken kalkarım ve kahvaltıdan önce günlük işlerimden birini yapmak için odama çekilir, etrafımdaki sessizlik ve yalnızlıktan da en çok bu anlarda etkilenirim. Uyuyan tanıdık yüzlerle çevrilmiş olmanın verdiği berbat his bir yana –sevdiğimiz ve bizi seven insanlar, varlığımızdan tamamıyla habersiz, duygusuz bir halde ve bir gün hepimizin gideceği o gizemli dünyanın bekleyişi içindedirler– askıya alınmış yaşamlar, dünle kopan bağlar, terk edilmiş koltuk, kapanmış kitap, ya da yarıda bırakılmış bir iş, hepsi ölümü çağrıştırır bize. Bu anın sükûneti aslında ölümün sükûnetidir. Renkler ve soğuk aynı çağrışımı yapar. Ev eşyalarının gecenin karanlığından sabahın aydınlığına çıktıkları anda büründükleri, çok eskilerde kalmış ‘yeni’likleri, insanların olgunluğun ya da yaşlılığın yıprattığı yüzlerinin ölümle birlikte eski genç görüntüsüne bürünmesini akla getirir. Dahası, bir keresinde bu saatlerde babamın hayaletini görmüştüm. Canlı ve iyi görünüyordu. Normalden farklı hiçbir şey yoktu, ama onu gün ışığında, yatağımın yanındaki bir sandalyede sırtı bana dönük otururken görmüştüm. Elini başına dayamıştı ve uyukluyor mu, yoksa bir şeye mi üzülüyordu, seçememiştim. Onu orada görmüş olmanın verdiği şaşkınlıkla, önce oturdum, sonra pozisyonumu değiştirip yataktan uzanarak onu izledim. O hareket etmediği için onunla birkaç kez konuştum. Hâlâ hareketsiz durmaya devam ettiği için endişelendim ve elimi omzuna koyduğumda, aynen tahmin ettiğim gibi oldu; orada hiçbir şey yoktu.

Bütün bunlardan ve daha kolay ve açık bir şekilde anlatılamayacak diğer nedenlerden dolayı, sabahın bu erken saatlerinin, ruhlara en yakın olduğum saatler olduğuna karar verdim. Sabahın erken saatlerinde benim için her ev az ya da çok perilidir ve perili bir ev sadece bu saatlerde işime yarar.

Kafamda bu terk edilmiş ev düşüncesiyle köye doğru yürüdüm ve küçük hanın sahibini, kapısının önünü süpürürken buldum. Kahvaltı ısmarladım ve ev konusunu açtım.

“O ev, perili mi?” diye sordum.

Han sahibi bana baktı, başını salladı ve “Bir şey söyleyemem,” diye cevap verdi.

“Demek ki perili?”

“Pekâlâ!” dedi han sahibi yüksek bir sesle, çaresizliğin verdiği bir dürüstlükle ve devam etti: “Ben olsam o evde uyumazdım.”

“Neden?”

“İnsan ancak bir evde zil çalacak kimse yokken zilin çalmasını, kapıları çarpacak kimse yokken kapıların çarpmasını ve ortalıkta kimse yokken ayak sesleri duymak istiyorsa, işte o zaman,” dedi han sahibi, “o evde uyuyabilir.”

“Evde bir şey görülmüş mü?”

Han sahibi bana tekrar baktı ve az önceki çaresiz yüz ifadesiyle ahır avlusuna doğru seslendi: “Ikey!”

Bu çağrı üzerine geniş omuzlu, yuvarlak kırmızı yüzlü, kısa sarı saçlı, oldukça geniş gülünç bir ağzı ve kalkık bir burnu olan ve üzerine uzun kollu, mor çizgili, sedef düğmeli, uzuyormuş gibi görünen ve eğer kırpılmazsa onu baştan aşağı saracakmış gibi duran bir yelek giymiş genç bir adam yanımıza geldi.

“Bu beyefendi,” dedi han sahibi, “kavaklarda herhangi bir şey görünüp görünmediğini öğrenmek istiyor.”

“Kukuletalı, baykuşu olan bir kadın,” dedi Ikey canlı bir ses tonuyla.

“Çığlık mı atıyordu?”

“Hayır bayım, Başkuşu vardı.”[1]

“Kukuletalı, baykuşlu bir kadın! Aman Tanrım! Onu hiç gördün mü?”

“Baykuşu gördüm.”

“Kadını hiç görmedin mi?”

“Baykuş kadar net değil, ama hep birliktedirler ikisi.”

“Kadını da baykuş kadar net gören biri olmuş mu?”

“Tanrı sizi korusun efendim! Bir sürü insan!”

“Kim?”

“Tanrı sizi korusun efendim! Bir sürü insan!”

“Örneğin yolun karşısında dükkânını açan şu tüccar görmüş olabilir mi?”

“Perkins mi? Tanrı sizi korusun, Perkins oraya yaklaşmaz bile. Hayır!” dedi genç adam ve kendinden emin bir şekilde: “Perkins oraya gidecek kadar aptal biri değildir.”

(Bu arada han sahibi Perkins’ten daha iyi bilgi alabileceğimi fısıldadı kulağıma.)

“Bu kukuletalı, baykuşlu kadın kim ya da kimdi? Biliyor musun?”

“Şey,” dedi Ikey, bir eliyle şapkasını kaldırmış diğer eliyle başını kaşırken, “Genelde bu kadının bir cinayete kurban gittiği ve baykuşun da cinayet sırasında ötüp durduğu söylenir.”

Tek öğrenebildiğim, hikâyenin sadece kısa bir özeti ve gördüğüm en içten ve geleceği parlak insanlardan biri olan bu genç adamın, kukuletalı kadını gördükten sonra sağlığını biraz yitirmiş olduğuydu. Ayrıca kendisine “Joby!” diye seslenilen ya da “Greenwood!” diye seslendiğinizde, “Neden olmasın? Öyle olsa bile, siz kendi işinize bakın,” diyen ve ‘iyi bir dost’ veya ‘tek gözlü serseri’ gibi üstünkörü ifadelerle tanımlanan bir kişi de kukuletalı kadını beş ya da altı kez görmüştü. Ama bu tanıkların bana somut yardımı dokunamazdı, çünkü ilki California’da, sonuncusu da Ikey’in söylediğine göre –bu, han sahibi tarafından da doğrulanmıştı– ‘her yerde’ görülmüştü.

Şimdi her ne kadar varoluşla arasına büyük hesap günü engelinin ve yaşayan tüm varlıkların karşı karşıya kalacağı değişimin girdiği bu esrarı, dingi ve vakur bir korkuyla değerlendirsem ve olaylar hakkında bir şey bilmiyormuşum gibi davranma küstahlığını göstermesem de; kapıların kendi kendine çarpmasını, zillerin kendi kendine çalmasını, tahtaların kendi kendine gıcırdamasını ve bunlar gibi diğer önemsiz olayları, kavramama izin verilen tanrısal kuralların görkemli güzelliği ve her şeyi kuşatan analojisiyle bağdaştıramıyorum. Dahası, şimdiye kadar her ikisi de yurtdışında olan iki perili evde yaşamıştım. Bunlardan biri, gerçekten perilerin yoğun istilasına uğramış ve bu nedenle iki kez terk edilmiş bir İtalyan sarayıydı ve ben burada sekiz ay boyunca sakin ve hayatımdan memnun bir şekilde yaşadım. Evin hiç kullanılmamış ve sahiplenilmemiş birçok gizemli odası olduğunu görmezden geliyordum ve büyük bir odasında günün her saati kimbilir kaç kez oturup kitap okuyor ve bitişiğindeki birinci sınıf perili bir oda olduğu söylenen odada yatıyordum. Han sahibine bu yaşadıklarımdan kısaca bahsettim. Ve ona, sözünü ettiğimiz evin neden kötü bir üne sahip olduğunu açıklamaya çalıştım. Birçok şeyin adını haksız yere kötüye çıkartmıyor muyduk, bir şey hakkında ortaya kötü sözler yaymak ne kadar kolaydı. Örneğin köyde yaşayan tuhaf görünümlü, yaşlı sarhoşun ruhunu şeytana sattığı dedikodusunu ikimiz birlikte köye yaydığımızda herkesin buna inanacağını söyledim. İtiraf etmeliyim ki, yaptığım bu akıllıca konuşma han sahibi üzerinde hiçbir etki yaratmadı, dolayısıyla, bu konuşma hayatımın en büyük başarısızlıklarından biri oldu.

Hikâyenin bu kısmını kısa kesecek olursam, bu eve perili denmesine ve herkesin ondan uzak durmasına gücenmiş ve evi tutmaya yarı yarıya karar vermiştim. Böylece, kahvaltıdan sonra, Perkins’in kırbaç ve koşum takımı üreten, postaneyi işleten ve bu arada da ikna yeteneği güçlü, sert mizaçlı karısına boyun eğmek durumunda olan kayınbiraderinden evin anahtarlarını aldım ve han sahibiyle Ikey’in eşliğinde eve gittim.

Evin içi tahmin ettiğim gibi çok kasvetliydi. Evin önündeki büyük ağaçların oluşturduğu gölgelerin yavaşça dalgalanması eve son derece hüzünlü bir hava veriyordu. Kötü yere kurulmuş, kötü inşa edilmiş ve kötü planlanmış bir evdi bu. Rutubetliydi, her tarafta çürümüşlük ve fare kokusu vardı ve ayrıca insan elinden çıkan, ama sonra insanların kullanmadığı yapıların üstüne çöken o tanımlanması zor çürümüşlüğün zavallı bir kurbanıydı. Mutfaklar ve odalar çok geniş ve birbirinden çok uzaktı. Üst ve alt katlarda, birer yaşam simgesi kabul edilen odaların arasında, işe yaramaz geçitlere benzeyen koridorlar uzanıyordu. Ayrıca arka merdivenlerin dibinde, çift sıra dizilen zillerin altında, öldürücü bir tuzak gibi gizlenen, üzeri yeşilliklerle kaplı, eski, küflü bir kuyu vardı. Bu zillerden birinin siyah zemini üzerine soluk, beyaz harflerle EFENDİ B yazılıydı. Bana söylediklerine göre, bu en çok çalan zildi.

“Efendi B kimmiş?” diye sordum, “baykuş öterken onun ne yaptığı biliniyor mu?”

“Zili çalmış,” dedi Ikey.

Genç adamın kürk şapkasıyla zile vurup çalmasındaki ustalık beni oldukça etkiledi. Yüksek sesli, çirkin görünümlü bir zildi ve oldukça tatsız bir sesi vardı. Diğer zillerin üzerlerinde bağlı oldukları odaların isimleri yazıyordu: Resim Odası, Çift Oda, Saat Odası gibi. Efendi B’nin zilinin kaynağına ulaştığımda, tavanarasında üçgen biçimindeki bir odada üçüncü sınıf koşullar altında yaşamış olduğunu gördüm. Köşede bir şömine vardı ve eğer Efendi B kendisini bu şömineyle ısıtabiliyorsa oldukça ufak tefek olmalıydı. Başka bir köşede de, ancak Tom Thumb’ın[2] tavana tırmanabileceği yükseklikte, piramit şeklinde bir merdiveni andıran baca vardı. Odanın bir tarafındaki duvar kâğıtları, üstüne yapışan sıvayla birlikte boydan boya aşağıya düşmüş ve kapının önünü neredeyse tamamen kapamıştı. Görünüşe göre Efendi B, bulunduğu ruhsal koşullar altında duvar kâğıdını sürekli sökmüşe benziyordu. Ne han sahibi, ne de Ikey onun böyle anlamsız bir şeyi neden yapmış olabileceğini açıklayabiliyorlardı.

Oldukça geniş ve yamuk tavan arasının dışında, evde keşfedilecek başka bir şey bulamadım. Fazla mobilya olmasa da, fena döşenmemişti. Mobilyaların bir kısmı –üçte biri diyelim– evin kendisi kadar eskiydi, geri kalanı ise son yarım yüzyılın değişik dönemlerinden kalmaydı. Evin kiralanma işiyle şehirdeki bir tahıl dükkânının sahibinin ilgilendiğini öğrendim. Aynı gün onunla görüşmeye gittim ve evi altı aylığına kiraladım.

Bekâr kız kardeşimle (38 yaşında, güzel, aklı başında ve çekici bir bayan olduğunu söyleyebilirim) eve taşındığımızda ekimin tam ortasıydı. Yanımızda ayrıca sağır bir seyis, Türk cinsi av köpeğim, iki kadın hizmetçi ve Tuhaf Kız adıyla anılan genç birini getirdik. Aziz Lawrence Yetim Kızlar Derneği’nin eski bir sakini olan bu kızı yanımıza almamızın ölümcül bir hata olduğunu ve başımıza birçok felaket getirdiğini söyleyebilirim.

Yıl erken bitiyor, yapraklar hızla dökülüyordu; eve taşındığımızda oldukça kuru bir soğuk vardı. Ayrıca evin kasvetli havası oldukça sıkıcıydı. Cana yakın ama zekâdan yoksun aşçı kadın, mutfağı gördüğünde gözyaşlarına boğuldu ve bu rutubetli ortamda eğer kendisine bir şey olursa gümüş saatinin kız kardeşine (2 Tuppintock Gardens, Liggs’s Walk, Clapham Rise adresine) gönderilmesini istedi. Hizmetçi Streaker neşeli görünmeye çalışıyordu, fakat aslında en çok zorluk çeken oydu. Daha önce hiç kırsal bölgede yaşamamış olan Tuhaf Kız, durumundan memnundu ve bir meşe ağacı yetiştirmek amacıyla bahçeye, bulaşıkhane penceresinin önüne bir meşe palamudu ekti.

Karanlık bastırmadan önce, bizim durumumuzdaki birinin karşılaşabileceği tüm sorunları (doğaüstü olanlar dışında) yaşamıştık. Cesaret kırıcı söylentiler adeta duman gibi bodrumdan yükseliyor ya da üst kattaki odalardan aşağıya iniyordu. Oklava yoktu, semender yoktu (ne olduğunu bilmediğim için buna pek şaşırmadım), evde hiçbir şey yoktu, olanlar da kırık döküktü, evin son sakinleri birer domuz gibi yaşamış olmalıydılar. Kendi evine bakmayan ev sahibi mi olur? Bu kadar sıkıntının içinde, Tuhaf Kız neşeliydi ve örnek gösterilecek durumdaydı. Fakat hava karardıktan dört saat sonra doğaüstü bir durumla karşılaştık, Tuhaf Kız evde “gözler” görmüş ve isteri krizine tutulmuştu.

Kız kardeşim ve ben bu perili ev söylentisinin kendi aramızda kalmasına karar vermiştik ve Ikey’i eşyaların arabadan boşaltılmasına yardım ederken kadınlarla ya da içlerinden biriyle bir dakika olsun yalnız bırakmadığımızdan emindim; bundan bugün de eminim. Ancak, söylediğim gibi, Tuhaf Kız saat 9’dan önce “gözler görmüş” (bu konuda başka hiçbir açıklama yapamıyordu), saat on olduğunda kızın alnına bir somon balığı salamurası yaparken kullanabileceğiniz sirkeden çok daha fazlası sürülmüştü.

Bu nahoş durumun üstüne saat on buçuk sıralarında Efendi B’nin zili çileden çıkmışçasına çalmaya başladı ve köpeğim, bütün ev onun acı dolu ulumalarıyla yankılanana dek havlayıp durdu.

Umarım Efendi B’nin anısının kafamı kurcaladığı o birkaç hafta boyunca içinde bulunduğum uygunsuz düşüncelerle dolu ruh haline bir daha girmem. Efendi B’nin zili fareler, sıçanlar, yarasalar, rüzgâr ya da tesadüfi bir titreşim tarafından mı, yoksa bazen biri bazen de diğeri tarafından kazara mı, yoksa biri tarafından gizlice mi çalınıyordu bilmiyorum, fakat her üç gecenin ikisinde çaldığı kesindi. Sonunda, Efendi B’nin boynunu kırmak –başka bir deyişle zilini kırmak– ve bu genç beyefendiyi deneyimlerime ve inancıma göre sonsuza kadar susturmak hayalleri kurmaya başlamıştım.

Fakat, aradan geçen zamanda, Tuhaf Kız gittikçe gelişen katalepsi güçleri geliştirmişti ki bu sayede bu zahmetli hastalığın parlak bir örneği haline geldi. Aklını yitirmiş bir Guy Fawkes[3] edasıyla, en ilgisiz durumlarda bile kaskatı kesiliyordu. Evdeki hizmetçilere, Efendi B’nin odasını boyadığımı, duvar kâğıdını tekrar kapladığımı, Efendi B’nin zilini kopardığımı ve bir daha çalmaması için içine bir şey sıkıştırdığımı anlaşılır bir tavırla anlatıyordum. O şaşkın gencin yaşayıp öldüğüne ve sonra da içinde bulunduğumuz bu kusurlu varlık ortamında kendisini bir çalı süpürgesinin sivri uçlarına muhatap edecek davranışlarda bulunabileceğine inanıyorlarsa; benim gibi aciz bir insanoğlunun tek başına, ölülerin bedensiz ruhlarının ya da herhangi bir ruhun güçlerini kısıtlamak ve onlara karşı koyabilmek için böyle adi yöntemlere başvurabileceğine de inanırlardı herhalde. Bana bunu yakıştırsalardı, şüphesiz kendimi etkileyici ve ikna edici biri gibi hissederdim. Ama Tuhaf Kız karşımızda aniden baştan aşağıya kaskatı kesilip, dar kafalı bir taş yığını gibi bize bakakaldığında bunların hiçbir önemi kalmıyordu.

Hizmetçi Streaker’ın da rahatsızlık verici bir mizacı vardı. Bu genç kadının sorunu alışılmadık derecede uyuşuk olması mıydı, yoksa daha başka bir sorunu mu vardı emin değilim, ama bu genç kadın, o güne dek gördüğüm en iri ve en saydam gözyaşlarını üreten bir imbik haline gelmişti. Bu özelliklere sahip bir insan tuhaf bir şekilde gözyaşlarını tutabilme eğilimi gösterir; bu yüzden hizmetçimizin çoğu zaman gözyaşları akmaz, yüzünde ve burnunda asılı kalırdı. Böyle durumlarda, başını hafifçe acı içinde sallarken, büründüğü sessizlik beni Saygıdeğer Crichton’ın[4] bir para kesesi için girişeceği ağız dalaşının sarsacağından daha çok sarsardı. Aşçı da aynı şekilde, evin kendisini yorduğundan ve yaptığı işlerin kıyafetlerini yıprattığından yakınarak beni şaşırtıyor ve gümüş saatiyle ilgili vasiyetini uysal bir tavırla tekrarlıyordu.

Gece yaşantımıza gelecek olursam, şüphe ve korku bulaşıcı bir hastalık gibi dolaşıyordu aramızda ve yeryüzünde bunlar kadar bulaşıcı başka bir şey yoktur. Kukuletalı kadın mı? Anlatılanlara bakılırsa, mükemmel bir kukuletalı kadınlar manastırında yaşıyorduk. Sesler mi? Alt katta, bana da bulaşmış olan o sevimsiz duygular içinde, o iç karartıcı salonda oturmuş etrafı dinlerken o kadar çok ve o kadar garip sesler duydum ki, seslerin kaynağını araştırmak için yerimden fırlayıp kendimi ısıtmasaydım, belki de oturduğum yerde kanım donabilirdi. Bunu gecenin köründe yatağınızda deneyin, henüz uyumamışken şöminenin yanındaki rahat koltuğunuzda otururken deneyin. Bulunduğunuz her evi seslerle doldurabilir ve eğer isterseniz bunu, sinir sisteminizdeki her bir sinir için ayrı bir ses duyana kadar yapabilirsiniz.

Tekrar söylüyorum, şüphe ve korku bulaşıcı bir hastalık gibi aramızda dolaşıyordu ve yeryüzünde bunun kadar bulaşıcı başka hiçbir şey yoktur. Uyuşturucu koklamaktan burunları soyulan kadınlar sürekli bir baygınlık halindeydiler ve arkalarına bakmadan kaçmaya hazırdılar. İki yaşlı hizmetçi, Tuhaf Kız’ı tehlikeli olabileceğini düşündükleri hiçbir yere göndermiyorlardı, çünkü Tuhaf Kız bu tür gezilerden hep katalepsi krizleri geçirerek dönüyordu. Aşçı veya Streaker hava karardıktan sonra etrafı kolaçan etmek için dışarıya çıktıklarında, hepimiz tavandan bir çarpma sesi geleceğini biliyorduk. Bu o kadar çok sık oluyordu ki, sanki evin etrafında işi gücü kavga etmek olan bir adam dolaşıyor ve mezatçılık dendiğini düşündüğüm sanatının nasıl icra ettiğini, ev halkından karşılaştığı herkese göstermeye çalışıyor gibiydi.

Ne yapsak boşunaydı. Korkmak da boşunaydı, çünkü gerçek bir baykuştan bizzat korkup sonradan onu meydana çıkarmaya çalışmanın bir yararı yoktu. Piyano çalarken yanlış bir notaya bastığınızda köpeğimin belirli notalara ve nota gruplarına havladığını keşfetmenin de bir yararı yoktu. Ziller konusunda Rhadamanthus’luk[5] taslamanın ve talihsiz bir zil sizden izinsiz çalmaya başladığında onu acımasızca yere fırlatıp susturmanın da anlamı yoktu. Bacaları ateşe vermenin, kuyulara meşale atmanın, şüphelenilen odalara öfkeyle dalmanın da anlamı yoktu. Hizmetçileri değiştirdik, ama durum değişmedi. Yeni gelenler de kaçınca üçüncü bir grup geldi, fakat yine durum değişmedi. En sonunda, bir zamanlar sorunsuz olan ev idaremiz o kadar düzensiz ve perişan bir hale geldi ki, bir gece kız kardeşime hüzünle şöyle dedim:

“Patty, insanların burada bizimle kalmalarını sağlama konusunda umutsuzluğa düşmeye başladım, sanırım bundan vazgeçmek zorundayız.”

Oldukça güçlü bir karakteri olan kız kardeşim, “Hayır John, vazgeçme. Yenilme John. Başka bir yolu var,” diye cevapladı.

“Nedir peki?” diye sordum.

“John,” dedi kız kardeşim, “senin ya da benim bildiğim herhangi bir nedenden dolayı bu evden kovulmayacaksak, güçlü olmalı ve evin işlerini tamamen biz üstlenmeliyiz.”

“Ama hizmetçiler,” dedim.

“Hizmetçiye gerek yok,” dedi kız kardeşim büyük bir cesaretle.

Benimle aynı yaşam düzeyindeki çoğu insan gibi, bu sadık engeller olmadan da ayakta kalınabileceğini hiç düşünmemiştim. Bu öneri benim için o kadar alışılmadık bir durumdu ki, biraz kuşkuyla yaklaştım.

“Buraya korkmaya ve bu korkuyu birbirlerine bulaştırmaya geldiklerini biliyoruz ve gerçekten korktuklarını ve bunu diğerlerine de bulaştırdıklarını da biliyoruz,” dedi kız kardeşim.

“Bottles dışında,” dedim düşünceli bir ses tonuyla.

(Sağır seyis. İngiltere’de eşi bulunmaz bir asık suratlılık örneği olan bu adamı hizmetimde tuttum ve hâlâ tutuyorum.)

“Elbette John,” diye onayladı kız kardeşim; “Bottles dışında. Ama bu neyi kanıtlar? Bottles hiç kimseyle konuşmuyor ve yüzüne karşı gürlenmediği sürece kimseyi duymuyor, ayrıca bugüne kadar korktu ya da kimseyi korkuttu mu? Hayır!”

Bu tamamen doğruydu; bahsettiğimiz kişi, her gece saat onda arabalığın üstündeki odasına çekilen, yanına bir yaba ve bir kova sudan başka bir şey almayan biriydi. Saat ondan sonra Bottles’ın yanına gidecek olursam, bu bir kova suyun başımdan aşağıya döküleceğini ve yabanın da bana saplanacağını sürekli hatırlanması gereken bir şey olarak aklımda tutuyorum. Ayrıca Bottles o telaşlı hallerimize hiç tanık olmamıştı. Soğukkanlı ve hiç konuşmayan bir adam olan Bottles, Streaker baygın, Tuhaf Kız ise kaskatı haldeyken mutfakta oturup yemeğini yer, eve hâkim olan tatsız havayı fazladan bir patates ya da bir biftek daha alarak lehine çevirirdi.

“Bu yüzden,” diye devam etti kız kardeşim, “Bottles’ı bunun dışında tutuyorum. Ve John, evin Bottles, sen ve ben tarafından idare edilemeyecek kadar geniş olduğunu ve belki de çok da yalnız olduğumuzu göz önünde bulundurarak, arkadaşlarımız arasından en güvenilir ve istekli olanlardan birkaçını seçip, onlara burada üç ay boyunca bizimle birlikte kalmalarını ve neşeli bir topluluk halinde yaşamayı önermeyi ve bekleyip neler olacağını görmeyi teklif ediyorum.”

Kız kardeşimin söylediklerinden o kadar çok etkilenmiştim ki, onu oracıkta kucakladım ve hevesle planını uygulamaya koyuldum.

Bu kararı aldığımızda kasımın üçüncü haftasındaydık. İşe oldukça ciddiyetle sarılmış ve güvendiğimiz arkadaşlarımızdan öyle büyük bir destek görmüştük ki, davet ettiğimiz arkadaşlarımız perili evde neşeli bir şekilde toplandıklarında kasım ayının bir haftası hâlâ önümüzde duruyordu.

Şimdi, kız kardeşimle birlikte henüz evde yalnızken yaptığımız iki küçük değişiklikten bahsedeceğim: Köpeğimin geceleri evde, muhtemelen dışarı çıkma isteğiyle havlıyor olması bana olmayacak bir şey gibi gelmiyordu. Onu zincire bağlamadan dışarıdaki kulübesine yerleştirdim ve köy halkını, köpeğin karşısına çıkanların, boğazları parçalanmadan kurtulamayacakları konusunda uyardım. Sonra Ikey’e silahlardan anlayıp anlamadığını gelişigüzel bir şekilde sordum.

“Evet efendim, iyi bir silahı görür görmez tanırım,” cevabını verince, ben de ondan, eve kadar zahmet edip gelmesini ve silahıma bakmasını rica ettim.

Ikey birkaç sene önce New York’tan aldığım çifte namlulu tüfeği inceledikten sonra, “Bu gerçek bir silah efendim,” dedi. “Buna şüphe yok.”

“Ikey,” dedim, “bundan kimseye bahsetme, ama bu evde bir şey gördüm.”

“Bahsetmem efendim!” diye fısıldadı, gözlerini kocaman kocaman açarak. “Kukuletalı kadını mı efendim?”

“Korkma,” dedim. “Sana benzeyen bir görüntüsü vardı.”

“Aman Tanrım!”

“Ikey!” dedim içtenlikle (dostça da diyebilirim) tokalaşırken, “eğer bu hayalet hikâyelerinde bir doğruluk payı varsa, sizin için yapabileceğim en iyi tek şey, ona ateş etmek olur. Sana Cennet ve Yeryüzü adına söz veriyorum, eğer onu tekrar görürsem, bu silahla yapacağım bunu!”

Genç adam, bana teşekkür etti ve bir bardak likör ikramımı kabul etmeyip evi aceleyle terk etti. Sırrımı ona açmıştım, çünkü şapkasını zile fırlatması ve bundan bir süre sonra bir gece zil çaldığında zilin yakınında gözüme kürk şapkaya benzer bir şeyin ilişmesi aklımdan çıkmıyordu. Ayrıca, ne zaman hizmetçileri rahatlatmak için gece eve gelse, o gün en hayaletli günlerimizden birini yaşamış olmamız da dikkatimi çekmişti. Yine de Ikey’e haksızlık etmek istemem. Bu evden korkuyor ve buranın perili olduğuna inanıyordu; yine de eline fırsat geçse, periler konusunda yalan söyleyebileceği muhakkaktı. Tuhaf Kız’ın durumu da tamamen aynıydı. Evde gerçek bir korkuyla dolaşır, ama işine gelince de kasıtlı ve korkunç yalanlar söylerdi. Hepimizi telaşlandıran birçok şeyi kendisi uydurur, duyduğumuz birçok garip sesi kendisi çıkarırdı. Gözümü ikisinden de ayırmıyordum. Saçma gibi görünen bu düşüncelerimi burada açıklamaya gerek duymuyorum; yalnız şunu belirtmek istiyorum ki, tıp, hukuk veya gözleme dayalı diğer bilimlerde deneyimi olan her zeki insanın böyle düşünmesi son derece normaldir ve aynı zamanda birçok gözlemcinin karşılaştığı genel bir durumdur bu. Ayrıca bu durumun diğerlerinden çok daha fazla kuşkuyla ve ayrıntılı olarak ele alınması zorunludur.

Şimdi evimize çağırdığımız konuklara geri dönelim: Toplandığımızda yaptığımız ilk şey, yatak odaları için kura çekmek oldu. Kuralar çekildikten ve her oda, hatta evin her köşesi tüm misafirler tarafından dikkatle incelendikten sonra, sanki bir çingene topluluğu, bir yat mürettebatı, ava çıkmış bir topluluk ya da gemisi batmış bir grup insan gibi her türlü ev işini aramızda paylaştık. Ardından, kukuletalı kadın, baykuş ve Efendi B hakkında herkesin dilinde dolaşan söylentileri onlarla paylaştım. Ayrıca evde yaşadığımız sürece hakkında söylentiler duyduğumuz yanında taşıdığı, kendisi gibi hayalet olan yuvarlak bir masayla sürekli merdivenlerden inip çıkan kadının gülünç hayaletinden ve kimsenin bir türlü yakalayamadığı, bir budaladan da bahsettim. Bu hikâyelerin çoğunun alt kattaki dostlarımız arasında sağlıksız ve bulaşıcı bir şekilde, kesin sözcüklerle ifade edilmeden yayıldığına emindim.

Sonra, oraya kandırmaya ya da kandırılmaya gelmediğimizi (ikisi birbirinden çok farklı değildi) söyledik. Ciddi bir sorumluluk duygusuyla, birbirimize karşı dürüst olmalı ve gerçeklerin izinden gitmeliydik. Geceleri alışılmadık sesler duyan ve bunu araştırmak isteyenlerin odama gelip bana haber vermeleri konusunda anlaştık. En sonunda, kutsal Noel’in son gecesi olan on ikinci gecede, perili evde bir araya geldiğimiz andan itibaren yaşadığımız tecrübeleri herkesin iyiliği için gün ışığına çıkaracağımız, fakat o güne kadar sessizliği bozacak dikkate değer bir olay olmadığı sürece sükûnetimizi koruyacağımız konusunda fikir birliği ettik.

Sayı ve karakter olarak evdekilerin durumu şu şekildeydi:

Öncelikle kız kardeşimle beni aradan çıkarmak için biz kura çektik. Kız kardeşim kurada kendi odasını çekmişti, ben de Efendi B’nin odasını.

İkinci olarak, o büyük gökbilimciyle aynı ismi taşıyan ve yeryüzünde bir teleskobu ondan daha iyi kullanabilen bir kişi olmadığını düşündüğüm ilk kuzenimiz John Herschel geliyordu. Yanında geçen baharda evlendiği çekici eşi de vardı. Onu getirmesini (bu şartlar altında) doğru bulmamıştım, çünkü böyle zamanlarda yanlış bir alarmın ne sonuçlar doğurabileceği belli olmazdı; yine de kuzenim işini bilen biriydi ve şunu söylemeliyim ki, o eğer benim eşim olsaydı, onun o tatlı ve aydınlık yüzünü asla arkamda bırakmazdım. Kurada ikisi Saat Odası’nı çektiler.

Kendine has bir çekiciliği olan ve çok sevdiğim yirmi sekiz yaşındaki Alfred Starling, İkiz Oda’yı çekti. Hava rüzgârlı olsun olmasın hep sallanan ve bir türlü takozla sıkıştıramadığım, iki geniş ve biçimsiz penceresi olan bu oda benim odamdı ve bitişiğinde bir de soyunma odası bulunduğu için bu adı almıştı. Alfred “hızlı” (başka bir deyişle uçarı) bir yaşantısı varmış gibi görünmeye çalışan, fakat böyle bir saçmalık yapmayacak kadar iyi ve akıllı biriydi. Belki babasının ona bıraktığı yılda iki yüz poundluk küçük bir mirası olmasaydı, şimdiye kadar çoktan kendi başına bir yerlere gelebilirdi. Ama Alfred bundan güç alarak yılda altı yüz harcamayı kendine tek iş edinmişti. Günün birinde çalıştığı bankanın batmasını ya da yüzde yirmi kâr garantisiyle para yatırıp vurgun yemesini umuyorum, çünkü, ancak iflas ederse gerçek zenginliği kazanacağını düşünüyorum.

Kız kardeşimin çok samimi bir arkadaşı, zeki, canayakın ve hoş bir kız olan Belinda Bates Resim Odası’nı aldı. Ticaret azminin yanı sıra büyük bir şiir dehasıydı ve –Alfred’in tabiriyle– Kadınlar Misyonu, Kadın Hakları, Kadın Sorunları ve büyük K harfiyle başlayan ve kadınları ilgilendiren, yapılmayan ve yapılması gereken ya da yapılan ve yapılmaması gereken her şeye “kendini adardı”. Evdeki ilk gecesinde ona Resim Odası’nın kapısının önünde iyi geceler dilerken şunları fısıldadım:

“Son derece takdire değer birisin canım ve dilerim çok daha başarılı olursun! Ama aşırıya kaçmamalısın. İlk bakışta yoluna çıkıyor ve senin cinsine doğal bir baskı uyguluyor görünseler de uygarlığımızın şu ana kadar kadınlara sunduğu iş olanaklarının artırılması gerektiği konusunda zavallı erkeklere kızma. Çünkü, inan bana Belinda, onlar çoğu zaman kazandıkları maaşları eşleri, kızları, kız kardeşleri, anneleri, teyzeleri ve büyükanneleri için harcarlar ve bu sadece bir Kurt ve Kırmızı Başlıklı Kız hikâyesi değildir, bu hikâyede başka bölümler de var.”

Neyse konudan uzaklaşmayayım.

Belinda, az önce söylediğim gibi, Resim Odası’na yerleşti. Başka üç odamız daha vardı: Köşe Oda, Dolap Odası ve Bahçe Odası. Eski dostum Jack Governor Köşe Oda’ya, kendi deyişiyle “hamağını astı.” Jack’i daima denizlerin görüp göreceği en iyi denizci olarak kabul ettim. Saçları artık beyazlamıştı, ama hâlâ çeyrek yüzyıl öncesinde olduğu kadar, hatta daha da yakışıklıydı. Geniş omuzlu, boylu poslu, samimi bir gülümsemesi olan, parlak siyah gözlü, gür ve koyu kaşlı, neşeli bir adamdı. Onun siyah saçlı halini de hatırlıyorum, ama saçlarına ak düşmüş haliyle kesinlikle daha iyi görünüyor. Ada bayrağının dalgalandığı her yere o da gitmişti. Akdeniz’de ve Atlantik’in diğer tarafında, onun adı geçtiğinde yüzleri aydınlanan ve “Jack Governor’u tanıyor musun? Demek ki erkeklerin kralını tanıyorsun!” diye bağıran denizci dostlarıyla karşılaşmıştım. İşte o böyle biridir. O kadar kusursuz bir deniz subayıydı ki, onu fok derisine sarınmış halde bir Eskimo kulübesinden çıkarken görseniz bile, üzerinde denizci üniforması olduğu izlenimine kapılırdınız.

Jack, bir zamanlar o parlak duru gözlerini kız kardeşime dikmişti, ama daha sonra başka bir hanımla evlenip onu Güney Amerika’ya götürmüş ve kadın orada ölmüştü. Bu, yaklaşık on yıl önceydi, belki daha da fazlaydı. Perili evimize gelirken yanında bir fıçı tuzlanmış sığır eti getirmişti, çünkü kendi eliyle tuzlamadığı sığır etlerinin leşten farkı olmadığını düşünürdü. Bu yüzden de Londra’ya giderken bavulunda daima bir miktar taşırdı. Gelirken yanında, bir ticaret gemisinin kaptanı olan Nat Beaver adında eski bir dostunu da getirmek istemişti. Tahtaya benzer bir yüzü ve kaya kadar sert bir bedeni olan Bay Beaver’ın, denizlere ilişkin engin deneyimi ve pratik bilgisiyle, ne kadar zeki bir adam olduğu belli oluyordu. Ara sıra geçirdiği eski bir hastalığın etkisiyle tuhaf bir sinirliliğe kapılıyordu, fakat genelde bu, birkaç dakikadan uzun sürmezdi. Bay Beaver Dolap Odası’nı aldı ve orada eve “bir bakayım” düşüncesiyle gelmiş olan dostum ve avukatım Bay Undery’nin yanındaki yatağa uzandı. Bay Undery, “whist” oyununu baştaki kırmızı kapağından sondaki kırmızı kapağına kadar, hukukçular rehberindeki herkesten daha iyi oynardı.

Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım ve sanırım hepimiz aynı duyguları hissediyorduk. Her zaman çok becerikli biri olan Jack Governor baş aşçıydı ve kimsenin onunla aşık atamadığı körili yemekler dahil şimdiye kadar tattığım en güzel yemekleri yaptı. Kız kardeşim pasta ve hamur işlerini üstlendi. Starling ve ben nöbetleşe olarak aşçı yamaklığı yaptık, ayrıca özel durumlarda baş aşçı, Bay Beaver’ı da yardımcı olmaya zorluyordu. Açık havada spor ve egzersiz yapmaya epey vakit ayırıyor, ama evin içinde de hiçbir aktiviteyi ihmal etmiyorduk, böylece aramızda hiçbir kötü niyet ve yanlış anlama olmuyordu. Ayrıca gecelerimiz o kadar keyifli geçiyordu ki, yataklarımıza gitmemek için hepimizin en az birer iyi sebebi oluyordu.

Başlangıçta birkaç gece alarmı oldu. İlk gece Jack, elinde denizin derinliklerinde yaşayan bir deniz canavarının solungaçlarını andıran harika bir gemi feneriyle kapımı çaldı ve bana “ana çatıya çıkıp” rüzgârgülünü indireceğini söyledi. Fırtınalı bir gece olduğu için buna karşı çıktım. Fakat Jack, rüzgârgülünün umutsuzca haykıran bir insan gibi sesler çıkardığına dikkatimi çekti ve eğer bunu yapmazsa birilerinin birazdan bir hayalet göreceğini söyledi. Bunun üzerine, Bay Beaver da yanımızda, evin tepesine çıktık. Rüzgâr yüzünden ayakta durmakta zorlanıyordum. Jack elinde fener ve diğer malzemelerle, arkasında Bay Beaver’la, bacalardan yaklaşık altı metre yükseklikteki kubbenin tepesine tırmandı. Ayakları sağlam bir yere basmadan, soğukkanlı bir şekilde rüzgârgülünü söktüler. Rüzgâr ve yükseklik oldukça hoşlarına gitmiş göründüğü için hiç aşağıya inmeyeceklerini düşünmeye başlamıştım.

Başka bir gece, yine kapıma geldiler ve bir baca kapağını sökeceklerini söylediler. Yine başka bir gece, hıçkırıp yutkunur gibi sesler çıkaran bir su borusunu söktüler. Başka geceler de, yapacak başka şeyler buldular. Birkaç kez de, gayet soğukkanlı bir şekilde, bahçede gezinen gizemli şeyi yakalamak için, yatak odalarının pencerelerine bağladıkları yatak örtülerine tutunarak, birlikte aşağıya atlamışlardı.

Aramızdaki anlaşmaya sadakatle bağlı kaldık ve kimse bir şey belli etmedi. Bildiğimiz tek şey, eğer herhangi birimizin odası periliyse, kimsenin bunu sorun etmeyeceğiydi.

---

DİPNOTLAR;

[1] : İngilizcede 'howl' (feryat), 'owl' (baykuş) demektir. Burada ses benzerliğine dayanan bir espri yapılmıştır.

[2] Tom Thumb: Boyu baş parmak uzunluğunda olan bir masal kahramanıdır.

[3] Guy Fawkes: 17. yüzyılda yaşamış olan ünlü bir isyancıdır.

[4] Chricton: 16. yüzyılda yaşamış olan ünlü bir İskoç soylusudur.

[5] Rhadamanthus: Yunan mitolojisinde Zeus ile Europa'nın oğludur.

Continue Reading

You'll Also Like

1.6K 375 22
Penceremde sarı çiçekler vardı... txt's c.beomgyu a jenosjupi originally
3K 358 13
Shin Ryujin, halterci olmak için gittiği spor akademisinde çocukluk arkadaşı Donghyuck'la karşılaşmayı beklemiyordu. 2021 | duestrade© 「@monoita」
6.9K 1.5K 40
olan oldu ve yazık oldu değil mi?
9.5K 753 28
İngiliz yazar ve akademisyen Sir Malcolm Stanley Bradbury'nin, "şimdiye kadar yazılmış en güçlü korku hikayelerinden biri" diye tanımladığı Dracula...