Lake in the Moor

By BelieveAndBeHappy

5.7K 670 4.6K

1852 İngiltere'de küçük bir kasabanın hikayesi. More

bir
iki
üç
dört
beş
altı
yedi
sekiz
dokuz
on
on bir
on iki
on üç
on dört
on beş
on yedi
on sekiz
on dokuz
yirmi
yirmi bir
yirmi iki
yirmi üç
yirmi dört
yirmi beş
yirmi altı
yirmi yedi

on altı

157 23 208
By BelieveAndBeHappy

Hızlıca merdivenleri çıkıp nefes nefese ve korkuyla Oliver'ın odasına çıktım. Yatağı toplu, kitaplığındaki kitapların biri bile açılmamış şekilde dizilmişti. Halısında uyuyan Moris'ten başka bir şeyi göremeyince panik daha da büyüdü. Karanlık ve diken dolu bir sarmaşık yüreğimi sararken ellerim tir tir titriyorlardı.

Gitmişti.

Hem de hiçbir şey söylemeden. Bana en son söylediği şey kimseye gölde olanlardan bahsetmememdi. Hepsi buydu. Şimdi ne zaman geri dönecekti? Geri dönecek miydi ki? Ne kadarlığına gitmişti? Oxford? Manchester? Londra? Oliver benimle bunu hiçbir zaman açık açık konuşmamıştı. Beni gerip, onun gitmesinden çok da memnun olmayacağımı biliyordu. Onu durdurmak için elbette hiçbir şey yapmazdım. Nasıl onun daha iyi bir geleceğe hazırlayacak şeylerden onu alıkoyabilirdim ki? İster inansın, ister inanmasın bu kadar bencil değildim. Ancak o bir veda bile etmeyecek kadar bencildi. Bir mektup? Bir not bile bırakmamıştı. Haber dahi göndermemişti.

"Yardımcı olabilir miyim?"

Sesle irkilip, arkamı döndüm. Kapının yanında dikilen Oliver kaşlarını kaldırmış burada ne aradığıma dair cevabı yüzümde bulabilirmiş gibi bakıyordu. Gölgelerin arasında gözleri ve saçları kapkaralar, rengi soluk soğuk beyaz tonundaydı her zamanki gibi. Haç şeklinde kolyesi iliklemekte olduğu gömleğindeki açık kalan teninde parlıyordu. Saçlarının uçları biraz ıslaklardı.

Göğsüme tekrar hava doldu. "Oliver," beline sarılınca elleri havada, bedeni kaskatı kaldı. Nefes almayı bile kesti ama bunu şaşkınlığından mı, rahatsız olmasından mı, yoksa ince belini sıkıca sardığımdan mı olduğunu anlamadım. Üstündeki sabun kokusu teninde çok netti. Göğsüne gömülen saçlarım ve yüzüm tenine sürttükçe kasları seğirdi ve sonunda ellerini omuzlarıma koyup beni nazikçe kendinden geriye çekti.

"Neler oluyor?"

"Gittiğini sandım. Hem de—" Jamie'nin söyledikleri beynime akmaya başlayınca ondan uzaklaşıp çıplak göğsüne vurdum. Yüzünü acıyla kırıştırdı. "Veda etmeden! Hiçbir şey söylemeden! Nereye gittiğini bile bana söylemeden."

Kalın ve dağınık kaşlarını çattı. "Artık arkadaş olmadığımızı sanıyordum."

"Gölün ortasında beni öperken bu pek umurunda olmamıştı."

Ellerini omuzlarımdan çekmeden önce gözlerini devirdiğini gördüm. Elbette yanıt vermeyecektü çünkü, istisnalar yalnızca kendi istekleri çerçevesinde ilerleyebildikleri sürece geçerli olabilirlerdi. Oyunu yalnızca kazandığı sürece oynardı. Bencil tarafından geldiğini biliyordum bunun. Ama nefret edemiyordum. Nefret etmeye en uzak yerdeydim ona karşı.

"Karşı çıktığını hatırlamıyorum. Üstelik birkaç hafta sonra tatil olacak. Yine döneceğim. Ve... bilmiyorum. Haberi illa ki duyacağını düşündüm."

"Hala bu kadar taş kalpli olamazsın, Oliver. Kararını—"

"Taş kalpli olmakla beni suçlayamazsın, Connie. Sırf bu— ne anlatıyorum ki? Bu konuşmayı binkerce kez tekrar ettik. Giyinmem lazım. Arabaya yetişmeliyim."

Kalan düğmeleri de iliklerken aynada kendine baktı. Beni adeta görmezden geliyordu. Tamamen. Sanki burada yokmuşum gibi. Adım attığım tüm kalabalıklarda gözleri beni bulup ışıldayan bir çocuktan bu muameleyi görmeye alışık değildim. Onu da suçlamıyordum. Hakkettiğimi aldığımı biliyordum.

"Gölde sana da farklı bir şeyler olmadı mı?"

Kemerini açıp, daha sıkarak kapattı. "Yine göl mevzusu... Bu konuyu kapattığımızı sanıyordum."

"Hayır, orada tuhaf bir şeyler olduğunu sen de gördün. Üstelik gölde... normalde yapmayacağım şeyleri yaptım."

"İster inan ister inanma, Connie ama doğaüstü bir güç kullanmadan da beni öpmek istemiş olabilirsin. Senin kadar mantık odaklı bir kız için ne kadar absürd geldiğini biliyorum kulağa. Ama insani hislerimizi kabullenmeye başladığımızda bedenimizle bile daha sağlıklı bir ilişkiye sahip oluruz. Şimdi çekil oradan, bavulu doldurmam gerek."

Bavul diye gösterdiği kocaman, demirden örülme danteller şeklinde kilitli olan sandığın üstüne oturmak için aceleyle zıpladım. "Orada yolunda gitmeyen bir şeyler var, Oliver. Christian'ı nasıl açıklayacaksın? Kimse hala bir iz bulamadı."

"Sana ne söylersem sonunda o ormanın peşini bırakacaksın? Lütfen, Connie. Bana tek bir iyilik yapmak istyorsan en azından oradan uzak dur."

"Ama göldeyken hissettiklerim—"

"Tamam," dedi kızgınca beni kesip. "Pişmansın. Anladık. Gidiyorum işte. Sonunda vicdanın rahatlayacak mı?"

Gitmesine sevinmediğimi biliyordu. Sevinecek olsaydım buraya kadar koşarak, ciğerlerim patlayacak gibi acıyla yanmasını hissederek gelir miydim? O da bunu iyi biliyordu. Hareket etmem için kollarını bağdaş yapıp bekledi ama kıpırdamadım bile. Sabrı tükenince kendisi sinirle soluyup beni yumuşak yatağın üstüne attı ama aniden düşme hissiyle yakasını avucumun içine alıp sıkıca kavrayınca o da benimle aşağıya eğilmek zorunda kaldı. Benimkinden birkaç santim uzakta kalan yüzünü incelerken tereyağı yapmak için kovada dövülen kaymak gibi bir kemiklerime bir içime vurup adeta canımı yakıyordu. Oliver kadar büyüleyici bir şeye bakmak her zaman için can yakıcı, yorucu ve insanı tükenmiş hissettiriyordu muhtemelen.

Tekrar dünkü kadar yakınına girince suçun yalnızca ormanda olmadığını da anladım. Ne kadar hala o gölde olmasaydım, onunla aramızda bu tür bir şey yaşanmayacağından emin olsam da onu öpmemek şimdi bir kere tadını almışken çok zordu. Babamın güney gezilerinden getirdiği fotoğraflarda birçok çöl tepesi olurdu. Oliver'ın gözlerini çok andırıyorlardı. Hatta belki volkanları. Göz bebeği her an patlamak üzere olan merkezi, tok acı kahve rengi de kabuğunu anımsatıyordu. Bir erkeğin bu denli güzel, iri ve simsiyah kirpiklerinin olması adil olamayacak kadar Tanrı'nın kendi imzası niteliğindeydi. Camdan içeriye vuran ışık, gümüş kolyesine yansıyınca ışığı gözüme girdi. Kırpmamak için tüm gücümü kullandım. Haç işaretinin süzmesi yüzümde, boynundan aşağıya sarkarkek sallandığı için bir sağa bir sola giderken, oynuyordu. Kestana rengi saçının ön tutamı kirpikleri kadar koyı kalın kaşına düşmüştü. Hala dün öptüğüm kişinin şu an karşımda duran melek olduğuna inanamıyordum.

Gerçi Oliver'da melek tabiri pek ironik duruyordu. Güzelliği meleksi olabilirdi belki ama masum ve saf değildi. Aksine melekleri bile günaha sürüklemek için yaratılmış kadar güzel olacak cinsten şeytaniydi.

Sabunun kokusu gittikçe azalırken, yağmurdan sonra sandal ağacının üstünde kalan tanıdık koku burnuma doldu. Güçlü ve belirgin çenesinin tenimin üstünde nasıl hissettirdiği, buz gibi soğuk vücudunun benimkiyle geçirdiği tek saniyede nasıl ısındığı ve ısınan dudaklarını bana bastırdığı her anda daha da çok bacaklarımın uyuşup beynimin donduğu ana dönmemek için elimden geleni yaptım. Gömleğinin içinde ince bir kol gibi görünse de bedenimi tek koluyla taşıyabilecek kadar güçlü tutuşunu, tenime gömülen uzun ve kemikli parmaklarını düşünmemeye çalıştım. Onun öpüşüne karşılık verdiğimde, dudaklarımdan kesik bir ses çıktığında nasıl ağzının bir gülümsemeyle benimkiler üstünde kıvrıldığını da. Saçlarının gür olmasına rağmen ipeksi dokusunu ve üçgen burnunun omzumla boynum arasına gömülüp gıdıklaması—

Bileğimi tutup elimi uzaklaştırdı. Yakasını bırakmamı istiyordu. "Gördün mü?" Fısıltısıyla birlikte çıkan hava yüzüme çarpıp kirpiklerimi kırpıştırmama neden oldu. "Göle ihtiyacımız yokmuş."

Elimi sertçe çekip, onu da omzundan ittirdim. Bu sefer canı yanmış olsa bile yüzünü acıyla buruşturmadı. Yalnızca yanımda katlı duran kıyafetlerini açtığı bavula yerleştirmeye başladı. "Oxford?"

"Cambridge."

Başımı salladım. Belki düşündüğüm kadar da uzağa gitmiyordu. Ama hala uzaktı. Hele ki o buradayken onunla zamanım varken bunu kullanamadığımı düşündükçe daha da uzak geliyordu bana.

Sessizce toparlanmasını izlerken durmadan başımı yatak örtsüne eğdiğimden omuzlarımdan önüme dökülen saçları geriye atmaya çalıştım ama ağır geliyorlardı.

"Doğum gününü gerçekten yolda mı geçirmek istiyorsun?"

"Başka şansım yok. Bir an önce yerleşmeli ve başlamalıyım. Bu dönemi kaçıramam."

"Bay Axton orada olacak mı?"

"Hayır. Sanmıyorum."

Geri kalan her şeyini koyarken odasından çıkıp bir şeyleri geri taşıyor, götürüyor ve not aldığı listesine bakıyordu. Tamamen odaklıydı. Tek bir düşünceyi ya da hissi bile seçemiyordun onda. Karnımdaki mide bulandırıcı, yapış yapış ve beni terk etmeye pek niyeti olmayan ağır hissi götürebilecekmiş gibi sanki ovdum.

Çok sessizdi. Orada olduğumu unuttuğunu dahi düşündüm. Çünkü bir kere bile bana bakmamıştı. Dirseklerine kadar kıvırdığı gömleğinin önünde açık kalan son düğmesini ilikledi. Saatini kontrol ederken üstüne yeleğini ve ceketini de giydi. Ayakkabılarını hep yaptığı gibi sımsıkı bağladıktan sonra önüne gelen saç tutamlarını gözünden çekmek için başını geriye atarak ayağa kalktı.

Ve sonunda bana baktı.

"Benim için yapmanı istediğim bir şey var," dedi çekmecelerini karıştırıp bir mektup çıkardı. Zarfı alınca epey hafif ve tek sayfadan oluşan bir tane olduğunu anlamıştım bile. Okumak için sabırsızlandığımı anlamış gibi işaret parmağının gözümün önünde salladı. "Bunu Bayan Thompson'a vermeni istiyorum."

Ellerim zarfın üstünde buz kestiler sanki. Ama ifademi bozmamak için elimden geleni yaptım. "Daphne'ye mi?"

Başını salladığında birbirini zorla tutan kalbimin parçaları cam bardağı gibi ayrıldılar. Yine de başımı salladım. "İçindeki mektup... çoğu şeyi düzeltecektir. Kasabada yanlış şeylerin yayılmasını da engeller."

"Bu mektubu sırf insanlar hakkımda konuşmasın diye mi yazdın?"

Oliver yatağın ucuna oturunca sırtından ve omuzlarından başka bir şeyi göremedim. "Hayır. Daphne'nin üzülmesini istemiyorum. Ya da Joseph'in aile işlerinde benim yüzümden sıkıntıya düşmesini. Hele ki aptal, çocukça davranışlarım için. Üstelik Daphne'yle arkadaş olmak istiyordun, değil mi?"

Tüm boynum kireç içinde şaşkınlık ve üzüntüden kalmış gibi zorla salladım.

"Tamam o halde. Her şeyi yoluna sokacağız demek bu. Arabaya yetişsem iyi olur. Treni kaçırmak istemiyorum. Henry'e görünmesem de olur. Uykusundan uyandıktan sonra çok huysuz oluyor. Şimdi geri—"

"Seni özleyeceğim, Ollie."

Oliver onu böldüğüm için kesilen nefesini veremedi. Sadece güzel, badem şeklinde gözlerini bende şaşkınca tuttu ama çabuk silkelendi onu yakaladığım boşluktan. Gözlerini benden kaçırdı.

"Noel'den önce döneceğim. Daphne'yle mektuplaşıyor olacağım. Sanırım haberin olur."

Ah. Tam olarak onun için dilediğim bu olmasına rağmen düşündüğümden çok daha acıtmıştı. Yalnızca birkaç hafta öncesine kadar Oliver'ın benim dışımda birine gününden bahsedeceğini ve bana diğer kalan herkes gibi davranacağını asla tahmin etmezdim. Ama bu; varlığnın kalıcı olacağına bencil ve aptal inancımın bedeliydi. Ayrılmamız ya da ilerlememiz gereken noktayı aşmıştık artık.

"Anlıyorum," dedim. Bavulunu alıp merdivenlerden inerken onu takip ettim.

"Cathy veda etmiyor mu?"

"Hayır. Ona birkaç saat önce veda ettim. Çiftçilerden birinin yardıma ihtiyacı vardı. Onun yanında.

Kapının kirişinde sırtımı yasladım. Tarlaları izlerken yutkundum. Uzun boyuyla bavulu taşırken bir anda mesafe çok uzak göründü. Sonunda en çok korktuğum görüntünün içinde olmak acıtıcı olduğu kadar özgürleştiriciydi de bir yandan. Sonunda daha fazla korkmam gereken bir şey yoktu sanırım. Benimle arkadaşlığını bitirmesi bir şeydi. Buraya yüzsüz bir şekilde gelmem de. Ama tamamen kendi hayatına yeni bir sayfa açması ve her şeyi geride bırakması? Bundan dahası ne olabilirdi?

Başımı sallarken kollarımı birbirine bağladım. Alt dudağımın içini dişlerken derin derin nefesler alıp üzgün olmadığıma en azından öyle görünmediğime kendimi ikna etmeye çalıştım.

"Hoşça kal, Connie."

Verandanın basamağından çimlere inmiş olmasına ve benden birkaç metre uzakta olmasına rağmen benden uzundu. Gözleri şimdi o kadar da sert değillerdi.

"Hoşça kal, Oliver."

* * *

"Daphne," dedim dikkatini çekebilmek için. Salonların bir tanesinde oturmuş bir işleme yapıyordu. Yanında kimse olmadığı için fazlasıyla şanslıydım. Sarı saçlarının yüzlerce tokayla tutturulduğu kuyruğun ucu sık ve kıvır kıvır kısa buklelerle duruyordu. Yeşil gözlerini kaldırıp bana baktı. Beni burada beklemediği ve görmeye de bayılmadığı çok netti.

"Connie," yine de sesi sert değildi. Ayağa kalkıp yanıma geldi. "Her şey yolunda mı?"

"Evet, evet. Her şey yolunda. Ben sadece şey için gelmiştim. Şey, aa..." Elini tutup onu kadife kumaşlardan birine çektim. Bir tüyün suya konması kadar zarif bir şekilde oturdu koltuğa. "Özür dilemek için gelmiştim."

"Özür mü? Ne için? Özür dilenecek hiçbir şey yapmadın."

Kendimden nefret ediyorum. Kendimden hiç olmadığı kadar nefret ediyorum.

"Oliver'la ne denli ilgilendiğini biliyorum," adını söylemek ağzımda acı bir tat bıraktı. "Ve dünkü görüntü... pek hoş görünmedi. Biliyorum. Ama açıklayabileceğimi düşünüyorum. Oliver benim yakın bir arkadaşımdı. Kasabada Walsh ile olanlardan sonra yardım için geldi. Olay uzadı. Derede yüzerken de zaman geçmiş. Seni temin edebilirim ki, Oliver'la aranda oluşacak bir ilişkiye asla mani olmam. Aksine, olması için onu yüreklendirdim. Sana ve ona iyi birer arkadaş olmak istiyorum. Lütfen dünkü uygunsuz görüntüye göre suçlama onu. Oliver çok iyi bir adamdır. Asla—"

"Connie," Daphne güldükten sonra elimi tutup konuşmamı durdurdu. Çoktan bir nebze onarılmıştı sanki hayal kırıklığı. "Oliver sabah gelip, bana her şeyi anlattı. Yanlış yorumlamamdan korktuğunu ve ikinizin yalnızca eski dostlar olduğunu da öyle. Sadece senin gelip bu denli üzgün olacağını ve özür dileyeceğini düşünmemiştim. Beni epey şaşırttın."

Neye daha fazla üzüleceğimi şaşırmış haldeydim. Oliver'dan bahsederken sanki kendisi ona benden daha yakınmış gibi bahsetmesine mi yoksa ikimizin yalanına inanacak kadar saf Daphne'ye mi? Oliver'ın da Daphne'nin de mutlu olmasını istiyordum ama bu kızcağız biri ona hayır dedi diye onu seçen bir erkekten çok daha iyisini hakkediyordu.

Oliver'ı reddetmenle mi böbürleniyorsun şimdi de? Oliver onu sevecek. Seni sevdiğini düşündüğünden çok daha fazla. İkisinin de hikayesi mutlu bitecek. Sen de bu cehennemden kurtulmanın bir yolunu bulacaksın. Kendine de başkasına da acımayı bırak.

"Sana bir sürpriz getirdim." Çantamdan mektubu çıkarıp ona uzattım. Daphne zarfın üstündeki Oliver yazısını görünce tüm yüzü kızarıp, yerinde heyecanla zıpladı. Oliver'ın yatık, insana ait değilmiş kadar düzgün ve süslü yazısına gülebilirdim belki bu kadar üstümde ağırlık hissettirmeseydi.

Mektubu hızlıca okurken gözleri süzüldü satırlar arasında. Ne kadar merak etsem de okumanın bana daha çok acıtacağını bildiğimden gözlerimi eteğimde tuttum.

Daphne beni şaşırtıp mektubu kokladı. Oliver gibi kokup kokmadığını merak etmeden edemedim. Daphne kağıdı göğsüne bastırıp, koltuğa doğru sırtı düştü. Epey mutlu görünüyordu. Zaten kırmızı olan yanakları şimdi çok daha belirginlerdi. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi tuttu.

"Sanırım mektuptan memnun kaldın."

"Evet," diye mırıldandı saçları koltukta ezildiğinden biraz elektriklenmişti. "Döneceğini, gezisi sırasında beni düşüneceğini ve bir isteğim olursa ona yazmaktan çekinmememi lütfettiğini söylemiş."

Hergele. Rolünü iyi oynamayı biliyordu.

Neden kızıyordum ki? Hislerinde samimi olamaz mıydı? Samimiydi de muhtemelen. Kıskançlığımın beni yönetmesine izin vermeyecektim. Daphne'nin ne kadar mutlu olduğuna bak. Oliver'ı daha çok hakkettiği ortada. Onu daha çok mutlu edecek. Ona daha çok sevildiğini hissettirecek.

Böyle düşününce, her şeye daha gerçekçi ve mantıkla bakınca olması gerekenin bu olduğunu daha kolay kabulleniyordum. Satırları tekrar tekrar okurken daha da eridi olduğu yerde.

"Yani bana kızgın değilsin. Değil mi?"

Daphne mektubu kenara bakıp oturduğu yerde doğruldu yeniden. Ellerimi tutup gözlerime bakınca ben de ciddileştim. "Connie açıkçası... kasabadakilerden bazı dedikodular duymuştum. İkiniz hakkında. Oliver'ın sana olan düşkünlüğü hakkında. Ve sonra Oliver'ın bana kasabayı gezdirdiği gün. Pek güleryüzlü bir çocuk olmamasına rağmen senden bahsederken— bilmiyorum. Gülüşü, gözlerinin parlaması... şüpheye düşmüştüm. Üstelik baloda Oliver'dan bahsettiğimde bana neredeyse kızmış gibi görünmüştün. Dünkü olayda da sizi öyle görünce..." Kendi kendine sustu. Biraz üzgün göründü ama bunu silkelemek ister gibi kendini sarsıp tekrar tüm dişleriyle sırıttı. "Ama artık önemi yok. Hepsinin paronayam olduğunu anladım. Oliver da sen de bunu gösterdiniz. Hem kasabadaki dedikodular konusunda beni daha önceden de uyarmıştın. Bu yüzden hiçbir şeye kulak asmamın bir önemi yok. Eğer ikiniz de birbirnize karşı boş olmasaydınız çoktan beraber olurdunuz. Değil mi?"

Kelimeleri öyle hızlı hızlı dizmişti ki her birinin ne denli darbe bırakıcı etkisi olduğundan haberi olmadığı çok belliydi. Sindirmek için epey fazlasıyla zamana ihtiyacım vardı ama o benden bir cevap bekliyordu.

"Evet," dedim zorla gülerek gerginliğimi saklamaya çalıştım. "Evet. Evet, elbette. Oliver'la arkadaşız. Arkadaştık. Hep öyleydik. Tamamen... dostane."

Daphne de bana atılıp sıkıca sarılınca papatya ve şekerli bir koku burnuma doldu. Sonra aniden çekildi. "Bu gece burada kalmalısın."

Tekrar sabaha kadar Oliver'dan bahsedeceği düşüncesi az daha veda etmeden bile kaçmama neden oluyordu. Bugünlük bu kadar eziyet yeterliydi.

"Eve dönmeliyim. Annem Bayan Thompson için bir elbise hazırlıyor. Onu getirmek için döneceğim."

"Ah... kötü oldu. Geçen bahsettiğin o korkunç efsanelerden konuşurduk. Konuşmaya şansımız olmamıştı. Kral Arthur efsanesine bile uzanacak kadar eski diyorlar."

"Aa... bu çok çok eski bir söylenti işte. Yalnızca ormandan korkuyorlar çünkü içindeki göl—" kendi kendimi durdurdum. Bu aptal, her duyduğumda gülüp dalga geçtiğim ve yalnızca kasabadaki en yaşlıların anlattığı efsanenin ne denli yakından geçtiğini düşünmeyecek kadar akılsızca davranmıştım.

Hayır. İmkanı yok. Yalnızca tesadüf. Bu halk masalına inanacak kadar aklımı yitirmemiştim henüz. Üstelik bu hikaye hep aklımın bir kenarında olmasına rağmen hemencecik bilinçaltımdan çekip alabileceğim kadar da kazınmamıştı bana.

"Ne? Uu, korkunç bir kısmı mı var?"

"Ehm... çok eskiden, henüz buralarda İngiliz köyleri yeni kurulurkan Roma İmparatorluğu'ndan kalma bir ruh olduğuna inanmışlar. Çok eski, acımasız, kötücül bir rahipmiş. Zavallı Pagan Keltleri ağaçlara asar, sallandırırmış. Hatta küçük çocukları özellikle sallanmaktan hoşlanırmış. Askerleri onlara asılıp ayakkarını yerden kesiyor diye kelleleri kopana kadar... ehm... şey." Genzimi temizleyip zavallı Daphne'nin korkuyla yüzünü buruşturması beni durdurdu. Başıma bunca şey ormanda gelmeseydi bu ifadesine güler, hikayeyle ben de dalga geçerdim.

Şimdiyse hikayenin sonu, korkudan, buğulanmaya başlamıştı aklımın içinde. Bunu neden düşünemedim? Hayır, a-ah. Kabul etmiyordu. Bir bilim adamının kızısın. Ruhlara mı inanıyorsun? Hem de efsanelere? Aptallık etme, Connie.

"Ne?" Dedi Daphne yastığı alıp göğsüne bastırdı. Yüzünün yarısını kumaşa gömüp, bacaklarını kendine çekti.

"Sallanırmış Romalı askerle," koltukta bağdaş yapıp ben de refleksle ona yaklaştım. "Biliyorsun bunlar sadece kilisede kalan çok ama çok eski, tarihi kitaplarda yazan çok eski İngilizce'den kalma kitaplar. Çevirileri yanlış, doğruluğu yok ve öylesine hikayeler. Kasabadaki en yaşlılarımız bile burada böyle bir şeyle karşılaşmadılar daha önce."

"Peki ya Christian Luther? Ya da hala transa girmiş gibi korkudan dilini yutmuş küçük çocuk? Hepsi bir ormanın yakınlarında bulunmadı mı?"

"Ehm..." Ve balo gecesi gördüğüm siluet. Ormanda her şeyin tuhaf hissettirmesi. Özellikle gölde. "Biliyorsun, burada çoğu yer orman. Bu hikaye Anglo-Saksonlar'dan bile daha önceki bir yerleşkeden bahsediyor. Yüzyıllar önce."

Yalnızca onu değil, kendimi de rahatlatmaya çalışıyordum.

"Hikayenin devamı yok mu?"

"Pek emin değilim. Söylenti sonuçta. Aptalca bir masal kitabından alınmış, hayal ürünü. Bazıları kötülüğü ve acımasızlığıyla şeytanı kendine hayran bıraktığını, ikisinin bir anlaşma yaptığını söylüyor. Öldüğünde bu sayede hepsini astığı yerde, kendini boğarak öldürdüğü gölde uyuduğunu ve beklediğini söylerler."

Daphne tuttuğu yastığı yere atınca yumuşacık kumaş, Orta Asya'dan gelmiş olduğunu düşündüğüm pahalı halının üstünde kaydı. Omuzlarımı tutup beni sarstı. "Neyi bekliyor?"

"Bilmiyorum. Emin değilim. Özgür kalmayı belki? Bazıları yerine geçebileceği bir bedeni der. Bazıları da ara ara insanları sadece rahatsız ettiğini. Bazıları ağlayıp af dilediğini bile duyduklarını söylerler."

"Papaz bu konuda ne diyor?"

Omuz silktim. Hikayeyi baştan sona tekrar kendi ağzımla dinleyince ne kadar banal ve anlamsız olduğunu tekrar anladım. Yalnızca hava kararmış, üzüntüden strese girdiğimden korkutmuştum kendimi. Benim kafamın oyunlarıydı. Babam birçok kez bana psikanalizin aslında bugün bu doğaüstü olarak adlandırılan olayların açıklaması olduğunu göstermişti. Beynimde dönen giden oyunların sorumlusu yüzyıllar önce uydurulmuş bir masal olacak değildi ya. Bir de kendini akıllı sanırsın Connie.

"Dua etmemizi ve böyle bir şey olmadığını elbette."

Daphne bir süre düşündükten sonra kendi ince bileğine doladı diğer elini. "Bahsettikleri orman... zaten içinde bir göl yok. Değil mi?"

Minik, tatlı ve saf Daphne...

"Elbette yok. Kimse orada bir göl görmedi şu zamana kadar." Oliver ve ben dışımda.

"Hanımlar?"

Salonun kapısında Jamie belirince Daphne'nin gülümsemesi yine yerine geldi. Duygu geçişleri fazla hızlıydı. Hem hızlı, hem de yüzündeki hisler en zirvede görünüyordu. Bir anda mutluluktan uçuyorken, bir saniye sonra kahrından ölüyor görünebiliyordu.

Şimdi tüm neşesi yerine gelmişti. Her şeyi bir anda unutmuştu sanki. Mektubunu alıp ağabeyinin yanına hoplaya zıplaya gitti. Kağıdı adeta çocuğun yüzüne sokarca uzatıp, ceketinin iki yanıyla oynadı. "Oliver bana yazmış! Bir şey istersem söylememi, beni düşüneceğini ve döneceği günü haber vereceğini söylemiş!"

Sevinçle çığlık atarken içeriye Jane ve Rosie girdiler. İkisine de anlatmak için onları az önce oturduğumuz koltuğa çekince ben de kalktım ayağa. Kapıya yaslı Jamie'nin yanına geldim. Hala bana kızgın mıydı yoksa Daphne gibi her şeyi geride mi bırakmıştı emin olamıyordum. Tek bildiğim bir kişinin daha bana tavır almasına dayanamayacağımdı.

Jamie'nin bile.

Sinir bozucuyken varlığından daha az rahatsız oluyordum.

"Temizlenmişsin," dedim sabaha göre tekrar bal sarısı saçları uçlarından kıvrılmış, güzelce yanmış teni parlıyor ve temiz kıyafetlerinin içinde sakalı taranmış duruyordu.

"Evet," dedi yalnızca tebessüm edip. Gözleri ablalarıyla mektubu tekrar tekrar okuyup mutlulukla dans edip, salonun ortasında dönen kardeşlerindeydi.

"Bana hala kızgın olamazsın," dedim. Önüne geçince, omuzlarının biraz aşağısına gelen gözlerime bakmak için kirpiklerini indirdi. Bana yukarıdan bakarken, bu pozisyondan hoşlandığını anlamak için ortada Daphne mevzusunun olmasına bile gerek yoktu. "Ona bir bak. Özür diledim. Çok mutlu. Oliver'la evlenecekler. Daha ne yapmam gerekiyor?"

Jamie gözlerini benden çekip tekrar Daphne'ye bakınca gülümsemesi genişledi. Kız kardeşini bu kadar neşeli görmek onu bana rağmen yumuşatmıştı. "Epey memnun görünüyor," mırıldandı.

"Hala benden ne istiyorsun o zaman?"

Sonunda bana bakıp gülmeye başladı. Yüz ifadesi o kadar güleç, suratı sırıtmak için çizilmiş gibiydi ki somurtmasını bile soğuk bulamıyordum tamamen. "Asıl sen benden ne istiyorsun? Eski bir dükün işe yaramaz, kendini beğenmiş, züppe oğluyum sonuçta. Neden senden hoşlanmamı istiyorsun?"

"Bilmiyorum. Saçlarımın ne kadar dağınık, gözlerimin çakmak ve ifademin vahşi olduğunu söylerken seninle uğraşmak daha kolaydı."

"Hakaretlerimi özledin yani Griffiths?"

En azından yavaş yavaş ayarlarına geri döndürmeyi başarıyordum. Gülümsemesi yüzinde kalmaya devam da ediyordu. Jamie'den tamamen nefret etmiyordum. Düşündüğümden farklı biriydi. Kabul etmekten kaçınsam da bana fazlasıyla benziyordu. Beni her zaman şaşırtmayı da beceriyordu. Normalde insanların ne söyleyeceklerini çoğu insan çoğu zaman tahmin edebilirken, Jamie'ye en basit şeyleri sormak dahi beklenmedik bir cevapla sonuçlanıyordu sanki.

Belki de Londralılar'a özeldi. Belki de Jamie'ye.

"Belki fikirlerini bir kırıntı tanesi kadar önemsiyorumdur."

Jamie dilini dişlerinin üstünde gezdirirken bir tane gamzeyi yakalayabileceğim kadar çok genişledi dudakları. "Oliver konusu kapandı, ha? Bugün ona gittiğinde kalmasına ikna edeceğini düşünmüştüm. Bilirsin, tüm Austen kitapları gibi. İki inatçı aşıktan biri sonunda pes edip gitmesini engeller ve dönüp evlenirler."

"Sen Jane Austen mi okuyorsun?" Bundan bahsediyordum.

Şaşkınlığıma karşı o da güldü. "Sanırım evde altı kız kardeşle büyüdüğümü çoğu zaman unutuyorsun. Pek kitap kurdu sayılmam. Sadece her sabah kahvaltıda kıyamet kopan meşhur Bay Darcy'i merak etmiştim. Ben daha çok Erasmus okurum."

"Dindar biri olduğunu bilmiyordum."

"Değilim. Rönesans humanizmini seviyorum. Üstelik antik felsefe tarihi ilgimi çekiyor."

"Hah. Göründüğünden daha akıllısın."

Jamie gür bir kahkaha attı ama kızların derin konuşmasını bozamadı. "Sarışın, iri yarı bir erkek okuyamaz mı?"

"Haklısın. Özürlerimi sunuyorum, Majesteleri."

Jamie ile geçen zaman sırasında gerçekten fark etmeden tekrar gülümsediğimi fark ettim. Oysa sabah ağlıyor, az önce korkuyor şimdiyse keyifle normalde nefret edeceğim tüm özelliklere sahip adamla Erasmus'tan konuşuyordum.

Yüzümü okumuş gibi dudakları kapanıp bir tebessüme döndü. "Doğru seçimi yapmana sevindim," dedi. "Oliver sana istediğini veremezdi."

Az daha ona karşı çıkıyordum. Hayır, verirdi. Çünkü istediğim Oliver'dı. Oliver'dan isteyip de bana veremeyeceği hiçbir şey yoktu bundan da emindim. Oliver'ı kabul edemiyor olmamın tek nedeni korkularım ve Oliver'a olan sevgimin fazlalığından çekinmemdi.

"Oliver hiçbir zaman seçenek değildi. Daphne ile ikisi iyi bir çift olacaklar." Elbette seçenek değildi. Her zaman sadece Oliver'dı. Oliver. Oliver. Oliver. Hepsi buydu. "Yanlış anlaşılmaların giderilmesine sevindim. Çıksam iyi olur. Daha fazla hava kararmadan. Bayan Thompson'a da elbiseyi yakında getireceğimi söylersin. Olur mu?"

"Kalmıyor musun?"

"Hayır," dedim hızlıca ceketimi giydim. Soğuyan hava buradan dahi hissediliyordu. "Eve dönmem gerekiyor."

"Seni bırakabilirim," dedi. Ama ben daha cümleme nokta koymadan teklifte bulununca şaşkınlıktan bir şey diyemeden ona baktım. O da hızlıca ekledi. "Dışarısı çok karanlık. Christian Luther olayından sonra da... Başını epey belaya sokmaya açık biri olduğun ortada. Bir yerlerde seni zarar görmüş halde bulursak Daphne aklını kaçırır."

"Ve annem. Özellikle dünden sonra." Daphne'ye anlattığım hikayeden sonra ilk kez bana biri eşlik etmekte bu kadar ısrarcı olduğu için rahatlamıştım.

"Ve annen," dedi ceketini giyip.

Bana girişteki kapıyı tutarken geçtim ama sonra geri dönüp onunla yüz yüze gelmek için hızlıca çevirdim bedenimi. Biraz irkildi ama geriye çekilmedi.

"Teşekkür ederim, James."

Bir sonraki hareketini tahmin etmekte zorlammadım ama. Sadece gülümsedi yine. Sıcak gözleri, sıcak teni ve sıcak gülüşüyle. Yanında olması kesinlikle rahatlık getiriyordu. Sinir bozucu olsa bile. Korkuyu da öfkeyi de ihaneti de unutturacak kadar. Bana olumlu bir şeyler hissettirmeyen biriyle komuşmayalı çok uzun zaman olmuştu.

"Kendini şımartma. Bir goril yavrusu bile olsa onu bu tehlikede tek başına bırakmazdım."

"Vay canına. Londralılar ve şiirsel romantik doğaları dedikleri kadar varmış."

Continue Reading

You'll Also Like

4.5K 230 37
Bir tekfur kızı ve Beyoğlu
4.9K 381 4
Kitap kapağı; oxxxll1y' a aittir teşekkürler🎀✨ "Sence ben sevilmeyecek birimiyim bora?" Yağmurun altında dolu gözlerim ile ona bakıyordum. Kafasını...
5.8K 415 6
Algon
6.8K 273 30
O soylu babasının gayri meşru kızıydı Soylu üvey annesinin istemediği Soylu üvey kız kardeşinin ablası olarak görmediği Soylu üvey abisinin kardeşi...