DEHARİR

By melisyazafir

1.4M 69.7K 43K

Kaşları derinden çatılmışken dudakları üst dudağımı kavrayıp ısırdı. Elleri kazağımın altından sırtımı okşadı... More

•DEHARİR ~Zamanın Şiddetleri~|| TANITIM
EPİSODE 1
EPİSODE 2
EPİSODE 3
EPİSODE 4
EPİSODE 5
EPİSODE 6
EPİSODE 7
EPİSODE 8
EPİSODE 9
EPİSODE 10
EPİSODE 11
EPİSODE 12
EPİSODE 13
EPİSODE 14
EPİSODE 15
EPİSODE 16
EPİSODE 17
26.12.2018, Arslan Ateşbar.
EPİSODE 18
EPİSODE 19
EPİSODE 20
EPİSODE 21
EPİSODE 22
03.01.2019, Saltuk Alpay.
EPİSODE 23
EPİSODE 24
EPİSODE 25
EPİSODE 26
EPİSODE 28
EPİSODE 29
EPİSODE 30
10.03.2019, Alev Yaltır.
EPİSODE 31
EPİSODE 32
EPİSODE 33

EPİSODE 27

31.6K 1.7K 1.7K
By melisyazafir

BEYLER ve BEYBİLER!

Kısmi bir aradan sonra yeniden merhaba. Son dönemlerde ülkece yaşanan sıkıntılar hepimizi derinden sarstı, bu nedenle bölüm yayımlamak istememiştim. Yavaş yavaş toparlanmışken gelelim istedim.

Sezon finali tadında ama sezon finali olmayan bir bölümle geldim.

Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.

İyi okumalar dilerim^^

EPİSODE 27

Dudakların acı bal olsa,

Şüphesiz tadacağım.

Yırtık kozana dalıp cennetini yakacağım.

Bir kurşunun izine aldanıp göğsümde taşıyacağım.

Sevgilim...

Kalbimin ahını parça parça edip

Kefenlere saracağım.

Bir portreyi kanatabilirsiniz; ağlatabilir, hüznü içine ekebilirsiniz.

Bir portrenin içine ölümü çizebilirsiniz; fakat portreyi asla öldüremezsiniz.

Karşımda bir portre vardı. Portre ölüydü lakin içine hapsettiği gerçek etiyle kemiğiyle karşımda vardı.

Çınar, o soluk portrenin içine hapsolmuş ölümün kendisi olarak karşımda duruyordu. Hemen birkaç metre ileride, siyah kaşe kabanına tutunan kar taneleriyle, bir ölüden çaldığı bembeyaz yüzüyle gözlerimin içine bakıyordu.

O kadar soluk bir yüzü, kurumuş ve morarmış dudakları vardı ki yürüyen cenaze dedikleri kişinin o olduğunu düşündüm.

Elimde tuttuğum dosyalar gevşerken Çınar ellerini kaşe kabanından çıkardı. Etrafta bize çevrilen gözlere dokunurken hemen arkasında Bulut ve diğer arkadaşlarının geldiğini gördüm. Bulut yine arıza çıkaracağından korkarak, "Çınar," diye koluna dokunsa da Çınar sert bir hamleyle dokunuşuna set çekti. Gözleri kalabalıklar içerisinde bir noktada durduğunda o tarafa baktım.

Toplanan kalabalığın arasında retro şapkasıyla, elleri kapüşonunun ceplerinde soğuk gözlere sahip bir kız gördüm. Çınar'a öfkeli baktığı kadar endişeli olduğu da belliydi lakin bunu arka olana atıyordu. Anlayabiliyordum çünkü onda kendimi görebiliyordum.

"Ferimah," dedi Çınar tekrar. Bu kez sesi az öncekine nazaran daha düşük tondaydı. Belki de güçsüz. Morarmış dudaklarını ıslattığında bir an geriye sarsılır gibi oldu ama toparlandı. O an Çınar'ın gözlerinin içine ilk kez yalın baktım.

Yoksunluk çekiyordu.

Uyuşturmaya alıştırdığı bedeni, kıvranıyordu.

"O gün ağzım vardı, konuştum." Duraksadı. "Sik sik." Gözlerini kalabalıklaşan öğrenci topluluğuna çevirirken yine durdu ve o kıza baktı. "Konuşmamalıydım." Çakır'ın gözlerine benzettiğim ama Çakır'ın gözlerine nazaran daha açık olan yeşil gözleri ölümü yutmuş gözbebeklerine yansımamı lekeledi. "Artık ne konuşurum ne de konuştururum."

Yapmaya çalıştığını anladım. Kendisi konuşmayacak olsa da bunu bana söylemeden yapabilirdi ama o fakültede bir başka insanların da yoluna taş koyuyordu. Üzerine uzanmaya yeltenen kötü ithamları tehdit ediyordu.

Buna gerek yoktu, ama ona anlatamazdım.

Çınar başka bir şey söylemedi. Gözleri bende değil o kızdaydı. Fakat kız sinirli bakan gözlerini ondan çekti ve sırtını dönerek bahçeden uzaklaşmaya başladığında Çınar dişlerini sıkarak ellerini ceplerine yerleştirdi. Kafasını hafifçe sallayıp saçlarına tutunan kar tanelerini silkeledikten sonra son kez bana bakarak çıkışa doğru yürümeye başladı.

Kalabalık bir anda dağılmaya yüz tuttu. Herkes işine kaldığı yerden devam ederken ben olduğum yerde buz tutmuş gibiydim.

"Ferimah," dedi yine biri tam da buz tuttuğumu hissettiğim anlarda. Omzumun üzerinden ardıma döndüğümde Güneş'in telaşla kafenin içinden çıktığını gördüm. "Çınar yine salak saçma bir şey yapmadı umarım."

Çınar'ın gittiği yöne çevrilen bakışlarıma engel olamazken, "Hayır," diye mırıldandım yavaşça. Çınar'ın sarsakça ilerleyen bedeni bana yıkılmak üzere olan bir evi anımsattı. Çatısı çökmüştü ve o her an yerle bir olabilirdi. "Sanırım kendi dilinde özür bile diledi."

"Nasıl yani?"

Elimle alnımı ovalarken kafamı iki yana salladım. "Boşverelim mi onu?" dedim bu konu hakkında konuşmak istemeyerek. "Ders başlamadan Barbaros Hocayı yakalasam iyi olacak. Bir de onunla münakaşaya girmek istemiyorum."

"Daha zamanımız vardı. Bir kahve ısmarlasam fena olmazdı."

"Başka zamana sözün olsun," dedim omuz silkerek. "Ha, eğer birazdan içeceğim kahveyi beni sinir edecek adamın üzerine kusmamı istersen işler değişir."

"Ferimah!" dedi gözlerini büyütüp gülerken. "Mezun olmayı unutursun kızım."

"Barbaros Hoca da rahat nefes almayı."

Kaşlarımı havalandırarak söylediklerim tekrar gülmesine neden oldu. Beraber fakülteden içeri girdiğimizde öğle vakti olmasına rağmen etrafın dingin olduğunu görebiliyordum. Fakültenin içine göre dışı daha hareketliydi.

Koridor ayrımına geldiğimizde, "Ben derse kaçıyorum öyleyse," dedi Güneş uzun saçlarını arkaya atarak. "Akşam ders çıkışı bir şeyler içeriz, uyar mı?"

"Tamamdır."

Güneş daha fazla vakit kaybetmeden koridorun sağından döndü ve amfisine doğru gitti. Bende elimde tuttuğum dosyalarla Barbaros Hoca'nın odası istikametinde yürümeye başladım. Birkaç adım atmıştım ki, "Ferimah bir dakika bekle!" diyerek kolumu tutan Bulut ile aniden ona döndüm.

Nefes nefese karşımda durduğunda kaşlarım çatıldı. Kırmızıya doğru çalan suratı tedirgin olmama neden oldu.

"Sorun ne Bulut?"

"Sadece biraz konuşmak istedim. Güneş yokken seni yakalayabildiğime sevindim."

Kulaklarının altına doğru uzamaya başlayan ve kıvrım kazanan saçlarını geriye yatırdığında, "Barbaros Hoca'nın yanına gitmeliyim," diye açıkladım. "Daha sonra konuşsak daha iyi olur."

"Ferimah... Bana kızgın olduğunu biliyorum."

"Bulut," dedim tıpkı onun gibi. "Hiçbir şey bildiğin yok. Çünkü sana kızgın falan değilim."

"O gece," dedi sıkıntılı bir ifadeyle. "Beni yanlış anladığını biliyorum. Sana karşı Çınar'ı savunmuş gibiydim ama amacım o yönde olmadı hiç. Çınar..." Oflayarak elini ensesine attı. "Her zamanki Çınar işte. Ne bok yerde yesin ona sırt dönemiyorum." Ensesine bastırdığı elleri yavaşça kayarak boşluğa düştü. "Ağzıma da sıçsa, çekip gidemiyorum. Ferimah ben o piç kurusundan olamıyorum işte."

Gözleri köpürdü. Altında hisler vardı, saklı kalanlar ve saklandığına aldananlar. Bulut karşımda biri için savunmasız duruyordu ve o biri Çınar'dı, başkası değil.

"Bulut," dedim bir an. Duraksadığım zaman diliminde Bulut gözlerini sımsıkı kapatıp açtı.

"Söyleme Ferimah, bir şey söyleme lütfen," dedi yalvarırcasına. "Benim henüz kendime söyleyemediğim şeyi sakın yüzüme söyleme."

Sandalı su alan denizine baktım. Dalgaları altında nefesleriyle boğuşuyordu, ki nefessizken nefesi olmak istediği Çınar, ait olduğu denizi lekeliyordu.

Bu olabilir miydi gerçekten?

Bulut, Çınar'ı mı seviyordu?

Koca bir dehlizin içine düştüğümü hissettim. Savrulduğum boşluğun içinde derin bir sessizliğe kapıldığımda Bulut elinin tersiyle dolmuş olan tek gözünü sildi ve buruk da olsa gülümsemeye çalıştı.

"Hadi gel, sana eşlik edeyim."

Kıvrılmış olan bir tutam saçı terlemiş alnına döküldüğünde ihtiyacı olan desteği ona vererek kolunu sıvazladım.

"Oyalanmayalım o halde."

Gülümsemem onun da dudaklarında kırık bir tebessümü doğurdu. Derin bir nefes verdi. Biliyordum, onu anladığımı biliyordu. Ve ihtiyacı olan desteği gördüğünden sırtlandığı onlarca yük bir bulut gibi toz duman olmuştu.

"Sana soru sormayacağım gibi bana bir şey anlatmak zorunda da değilsin," diye konuştum beraber uzun, beyaz koridoru yürürken. "Yine de... Boşluğa düşersen ben hep buradayım Bulut. Bil diye söylüyorum."

"Biliyorum," dedi bir an bile şüphe duymadığını belli ederek. "Ondan kendimi ilk açmak için adım atma cesaretini sende gösteriyorum."

"Bir gün ona da göstermeni umuyorum," dedim sessizce.

Bulut bir anda irkilerek, "Asla!" diye reddetti dehşet içinde. "Ne dediğinin farkında mısın Ferimah? Asla. Olmayacak öyle bir şey."

Uzatmadım. Ne onu aksine ikna etmeye çabalayabilirdim ne de vazgeç diyebilirdim. Çınar çok zor bir karakterdi, önüne geleni hortumuna çekip savuruyordu ama bunu ona söylemek haddim değildi. Üstelik Bulut, Çınar'a karşı hissettiği duygulardan dolayı kendini suçlu hissettiği kadar kabullenmekte de zorluk çekiyordu. Bunu çok net görebiliyordum.

Onun adına üzüldüm.

Üzüldüğüm nokta Çınar'ı sevmesi değildi; Çınar'ı severken ona normal arkadaşmış gibi görünmeye çabalaması, sevgisini saklamasıydı. Belki de tepkilerden de korkuyordu. Her ne olursa olsun toplumun zihniyeti değişmiyordu. Herkesi tek bir kalıba sığdırıp tek bir rengi sevmeye zorlayanlar, gökkuşağına düşman nesiller yetiştirmek isterken Bulut gibi yüzlercesini renklere küstürmüştü.

Dosyaları tutuşum sıkılaştı. Göğsüme bastırıp kafamı kaldırdığımda Barbaros Hoca'nın odasının önüne gelmiştik. Boğazımı temizleyip Bulut'a baktığımda hâlâ durgun ve çıkmazda olduğu belli olan yüz ifadesi değişmemişti. Yine de belli etmemek adına gülümseyip, "Buradan sonrasını kendim halledebilirsin bence," diye şakaya vurdu. "Aslında ondan da şüpheliyim."

"Değil mi?" diye bezgince gülümsedim. "Söz konusu Barbaros Avşar sonuçta."

Kafasını sallarken, "İyi şanslar," dedi ve omzuma hafifçe vurup koridorun kalan kısmını yürümeye devam etti.

Bende omuz silkip derin bir nefes alarak beyaz kapıyı tıklattım. Bana verdiği görevi layıkıyla tamamlayıp hemen gitmek istiyordum. Bu adam dışarıdan o kadar sakin görünüyordu ki, sakinliği insanı delirtebilirdi.

Tıklattığım kapıdan saniyeler sonra, "Gir," diyen sert sesi ile kaşlarım çatıldı. Emir veren üslubu ayrı ses tonu ayrı kabullenilebilir değildi.

İçten içe sabır dileyerek kapıyı açtım. Sakin bir şekilde içeri girdiğimde Barbaros Hocayı masasının önünde ayakta duruyor şekilde buldum. Önündeki kağıtları sertçe masanın en köşesine fırlatırken, "Seni bekliyordum," dedi sakince fakat yüz ifadesi ve hareketleri asla sakin değildi. Öfkeliydi ve öfkesinin sebebi ben miydim yoksa başkası mı anlamadım. Ki bu öfkeyi kazanacak bir şey de yapmamıştım.

"Senin yüzünden derse tam beş dakikadır geç kaldım."

"Bana verdiğiniz saatten tam yarım saat erken geldim," diyerek olduğum yerde sırtımı dikleştirdim. "Benim geç kaldığım bir durum yok." Ekledim. "Hocam."

Elinde kağıtlarla aniden duraksayıp çivi gibi gözlerini bana sabitlediğinde mavi gözlerine oturan öfkenin damarlarına dolandım.

"Erken geldiysen erken teslim edersin Karabağ. Yetiştiremediysen de kabullenirsin. Ötesi yok."

Dişlerimi sıktım. Gözlerimi kapatarak ters bir cevap vermemek için kendimle savaşsam da o savaşa mağlup oldum. Hırsla gözlerimi açarken, "Sizin benimle derdiniz ne?" diye sesimi yükselttim. Şu an belki de öğrenim hayatımla oynuyordum ama gözlerim o kadar kararmıştı ki kendimi durduramıyordum. "Sürekli beni baskı altına almaya çalışıyorsunuz. Açığımı bulmak istiyor, üzerime üzerime geliyorsunuz. Hocam siz-"

"Sakın," dedi büyük bir şiddetle. "...sakın bana aşıksınız safsatası yapayım deme."

"Ne?" Dehşet damarlarıma kan diye sürur etti. "Hayır!" Kelimeleri toparlamakta zorlandım. "Bu da nereden çıktı?"

Yorgunlukla nefesini verirken metal renkli yüzüklerin olduğu eli yüzünü sıvazladı. Kendini koltuğa bırakırken, "Az önce benden tam yirmi bir yaş küçük bir öğrencim tarafından aşk ilanı aldım," dedi, bu söylediğine kendisi bile inanamıyor gibiydi. "Onun gibi bir şeydi işte."

Gözlerim ardına kadar açılırken ne demem gerektiğini bilmeyerek sessiz kalmayı tercih ettim.

"Öğrencilerimle her daim mesafemi koruyan biri oldum şu zamana kadar. Hiçbir aksi düşünceye mahal vermemek için sınırlarımı keskin çizdim. Siz buna kendini beğenmişlik diyorsunuz kendi aranızda, bense otorite." Dirseğini koltuğun kanadına yaslarken işaret parmağı beni hedefi yaptı. "Şimdi seninle aramda söz konusu olan şey de bu. Geleceğini parlak gördüğüm bir öğrencisin ve üzerine gelmemin tek sebebi bu. Hamsın, pişeceksin."

"Hocam," dedim kelimeler dudaklarımda pişmezken. Sertçe yutkunarak bir adım öne çıktım. "Beni sınırlarınızı korumaya devam ederek ama daha nazik şekilde de hamlığımdan sıyırabilirsiniz. Bu şekilde davranarak saygımdan çok bilenmişlik kazanıyorsunuz tarafımca."

Kaşları havalanırken, "Demek öyle küçük hanım?" diye sordu.

Gözlerim kısılırken omuzlarımı silktim. Barbaros Avşar bir kez daha elleriyle yüzünü sıvazlarken aşkını itiraf eden öğrencinin, canını sıktığını anlayabiliyordum. Siyah kemikli gözlüklerini taktıktan sonra tekerlekli koltuğunu masaya yanaştırdı.

"Bu konuya çok takıldınız sanırım," diye konuşma gafletinde bulundum. "Başınıza ilk kez geldiğini sanmıyorum açıkçası."

"Canımı sıkan aşk sandığı şeyi bana itiraf etmesi değil, Karabağ. Desteğe ihtiyacı olan bir kız çocuğuna bu hisleri bile bile ona bir daha yol gösteremeyecek olmam. Bu yaşlarda buna farklı anlamlar yükler ve canı daha çok yanar." Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Birinin aldatmacası olmak istemem."

Aldatmaca...

Atmaca...

Çakır'ın kan ve ter içinde kalmış sureti battığı denizden su yüzüne çıkmaya başladığında göğsümün ortasına büyük bir delik açtığını sandım. Delim o kadar büyüktü ki, kasırga içinden geçer, içime girer ve içimi alt üst ederek geri çekilirdi.

Karşımda yaş almış biri vardı ve kimsenin aldatmacası olmayı istemediğini söylüyordu.

Aklımda biri vardı, aldatmaca da olsa kabulümdü.

Bir o olsa da... Her şeye rağmen kabulümdü. Ve ben kabul gördüğüm aldatmacamı cam gibi parçalara ayırmıştım.

Çakır yankısı bana kalan kırık dağlardı. Ulaşmak istedikçe bastığım toprağı kayan, tutundukça elimde kalan hoyrat bir dağ...

•••

Hiçbir zaman yırtıcı bir kız olmamıştım.

Sakin, sessiz bir çocukluğum olmuştu. Arkadaşlık konusunda da iyi sayılmazdım. On yaşındaki Ferimah da öyleydi, yirmi yaşındaki Ferimah da.

Yatay geçiş yaptığım sıralar Güneş'i ve Bulut'u tanımasam konuşacak kimsem de olmazdı. Zira onlardan başka konuştuğum tek tük insan vardı. Belki de bu yüzden birini kırdığım zaman nasıl onaracağımı bilmiyordum.

Çıkmaz bir sokakta tek başımaydım ve yolumu bulamıyordum.

Tek yolum Çakır'ken, ondan başka yollarda tökezliyordum. Ki onda da kanamadan yapamıyordum ama bu gözüme gelmiyordu.

O ve ona dair hiçbir şey gözüme gelmiyordu.

Onunla her seferinde düzeldik dediğim an yeni bir yol ayrımına giriyorduk ve bu ikimizi tüketiyordu. Bilmeden düzelmeye çabalasam da bu kez Çakır yardımcı olmuyordu.

Oflayarak telefonuma bakarken, "Davar," diye söylendim. Attığım mesajlara cevap vermiyor, verse de beni deli ediyordu.

Ferimah: Çocuk gibi mesajlarıma görüldü mü atacaksın?

Nereye kadar konuşmaktan kaçacaksın Çakır?

Görüldü attığı mesajlar dişlerimi sıkmama neden olduğunda hırsla klavyede parmaklarımı kaydırdım.

Ferimah: Davarların kendini naza çektiğini bilmiyordum.

Telefonun ekranını kilitleyerek koridordan sağa döndüğümde saate baktım. Akşam altı sularıydı. Feza çoktan beni almaya gelmişti. Biraz önce mesaj atmış ve içerideki kafeteryada oturduğunu söylemişti.

Onu biraz bekletmiştim. Çünkü öğlen Barbaros Hoca'ya teslim ettiğim dosyalardan birini yine Barbaros Hoca'nın ricasıyla odasında başka bölmeye düzenlemiştim.

Öğlenki konuşmadan sonra aramız daha ılımlı bir hal almıştı ve böyle olduğu için rahatlamıştım. Aksi taktirde ikimiz de birbirimize ters gidip anlaşamıyorduk ve illaki patlak verirdik.

Telefonum titrediği an ekranı açarak bildirime baktım.

Çakır: Davarların partnerlerine iyi bir sikiş yaşattığını da bilmiyorsundur.

Ela harelerim iri iri açılırken bir bildirim daha düştü.

Çakır: Ya da biliyorsundur :Ddd

"Ahlak yoksunu," diye inledim dişlerimin arasından. Sinirden gülüyordum. "Ahlakın sözlük anlamını yırtıp attı ya."

Kendi kendime söylenerek yürümeye devam ederken birden koluma bir şey çarptı ve telefon elimden düşecek gibi oldu. Kafamı kaldırıp çarpıştığım kişiye baktığımda Çora olduğunu gördüm.

Saçlarını özensizce toplamış, gözleri belli ki ağladığından şişmişti. Hasta gibi duran yüzüne afallayarak baktığımda, "Ferimah özür dilerim," dedi telaşla ama yüzüme bakmak da istemiyor gibiydi. "Kusura bakma lütfen. Görmedim, ondan. Gerçekten özür dilerim."

"Sorun değil," dedim kafamı iki yana sallayarak. Telefonu çantanın açık kalan gözünden içeri atarken kaşlarım çatıldı. "Sen iyi misin Çora? Bir sorun mu var?"

Burnunu çekerek saçlarını kulaklarının arkasından çıkardı ve yüzünü gizlemek ister gibi yanaklarıma düşürdü.

"Rahatsızım biraz. Üşüttüm galiba. Geçer ama birkaç güne. Önemli bir şey değil."

"Doktora göründün mü?" diye sordum merakla. Ona doğru bir adım attım fakat bu hamlemle o geriye doğru gitti. "Çora... Kötü görünüyorsun."

"Şey... Çınar bekliyor dışarıda. Daha fazla bekletmeyeyim, söyleniyor sonra. Beni de merak etme, dediğim gibi geçer birkaç güne."

Benden uzaklaşmaya başladığında, "Dikkat et yine de," diye seslendim.

"Ederim, sonra görüşürüz Ferimah."

"Görüşürüz tabii..."

Mırıldanışımı duymadı bile. Hızlı adımlarla gözden kaybolduğunda aklımda türlü türlü ihtimal vuku buldu. Çakır yine kalbini mi kırdı diye düşündüm lakin o geceden sonra bunu yapabilme ihtimalini şiddetle reddettim.

Oflayarak önüme döndüm. Yarın onunla tekrar konuşmayı deneyeceğimi aklımın bir kenarına not ederek kafeteryanın olduğu bölüme geldiğimde Feza'yı en köşedeki masada Güneş ile beraber otururken gördüm.

Feza'nın sırtı bana dönüktü. Güneş'i de görebildiğim kadarıyla kaşlarını çatmış, konuşuyordu. Çatık kaşlarına rağmen sakin duruyordu. Onları böyle görmek beni şaşırttı. Tek bir kez bizim evdeyken karşılaşmışlardı. Ki onda da Feza oldukça kaba davranıp ortalıktan kaybolmuştu. Şimdi beraber kahve içiyor olmalarını garipsedim.

Masaya doğru yanaşırken Güneş kafasını çevirdi ve onlara doğru gittiğimi gördü. "Ferimah da geldi zaten," diyerek ayaklandı. Sandalyeye astığı ceketini alırken bir yandan da çantasının ipini boynuna asıyordu. "Kahve için teşekkürler."

Feza da bana bakıp ayaklandığında, "Afiyet olsun," diye konuştum. Sesim Feza'ya karşı ima doluydu. "Otursaydık, bende içerdim bir tane."

"Geç oldu," dedi Güneş dudaklarını bükerek. "Abini, tek başına seni beklerken görünce kahve ısmarlayayım dedim." Kaşları havalandı. "Ama borçlu çıktım."

"Borçlu çıktığın yok," dedi Feza ceketini sırtına atarken. "Altı üstü bir kahve."

Güneş kaşlarını çattı. "Çok merak ediyorum, her konuda mı bu kadar umursamazsınızdır?"

Feza bana bakıp tekrar ona dönerken dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu.

"İşime gelirse neden olmasın?"

Güneş dudaklarını araladı fakat tekrar kapattı. Derin bir nefes vererek bana döndüğünde, "Yarın görüşürüz," diye konuştu. "Ben artık gideyim."

"Tabii," dedim dudaklarımı bükerek. "Hoşça kal."

Güneş ayrı ben ve Feza ayrı yollardan sırtımızı dönerek yürümeye başladığımızda omzumun üzerinden Feza'ya baktım. "Ne o, habitatına mı alışmaya çalışıyorsun sen?"

Feza ellerini ceplerine yerleştirirken ters bir bakış attı.

"O ne demek kızım şimdi?"

"Diyorum ki, insan ilişkilerini düzeltmeye çabalıyor gibi gördüm seni. Güneş'e kendi çapında olabildiğince insancıl davranarak kahve ısmarlamışsın."

"Alacağım şimdi ayağımın altına," diye söylendi omzunu omzuma vurarak. "Abiyle maytap mı geçiyorsun?"

"Yoo."

"İyi."

"Bana baksana Feza," dedim elimle çenesinden tutup yüzünü kendime döndürerek. "Kıpkırmızı olmuşsun sen."

"Niye ki?" dedi eliyle yüzünü yoklayıp.

"Bilmem," dedim gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırarak. "Fazla güneşe maruz kaldığındandır belki."

"Lan... Vallahi elimde kalacaksın Ferimah."

Kıkırdayarak saçlarımı geriye attığımda kolunu boynuma atıp saçlarımı karıştırdı. Yüzümü göğsüne bastırırken sesi biraz yumuşak bir hâl aldı.

"Ama güzel kız."

Bu kez ikimizin kahkahası birbirine karışmıştı.

Beraber, birbirimize takıldığımız yoğun trafiğin ardından eve geldiğimizde araç bahçe kapısından içeri girdi fakat çok ilerleyemeden duraksadık. İki cip daha kapının önünde park halinde duruyordu.

En öndeki aracın dayıma, bizim önümüzdeki aracın Çakır'a ait olduğunu biliyordum. Onun bizim evde olduğunu bilmek kalbimi sızlattı. Yavaşça yutkunurken, "Hayırdır," diye mırıldandığını duydum Feza'nın. "Bayram seyran var da bizim mi haberimiz yok?"

"Niye öyle diyorsun ki?" dedim omuz silkerek. İçimde bastıramadığım bir heyecan büyüyüp boşluğumu doldurdu. "Her zaman toplanmıyor musunuz?"

"Bu kez haberim yok."

"Önünde sonunda geleceğin yer evin olacağı için olabilir mi Feza?"

"Her lafa da bir cevabın olsun zaten."

Her lafa bir cevabım olduğunu bende bilmiyordum. Ta ki söz konusu Çakır olana dek...

Feza kontağı kapattığında emniyet kemerimi çıkararak araçtan indim. Bastığım zemini belirli miktarda kar kaplamıştı. Gündüz yağış fazla olmalıydı ki bu kadar tutmuştu. Kaymamak adına yavaş adımlarla aracın önünden dolaşıp merdivenlere yöneldiğimde Feza önümdeydi. Onu takip ettim.

Feza olmasa kapının yolunu bulamayacaktım sanki; adımlarım birbirine dolanıyor, yere basarken titriyordu. Çakır'ı görme ihtimali bile beni temelden sarsıyordu, kendisi varlığıyla nasıl felaketim olmazdı ki?

Gülümsedim; bu gülümseyişin aidiyeti onundu, üzerimde taşıdığım. Dudaklarının mührü dudaklarım olduğu sürece hep gülümsemek istedim. Belki beni öptükçe dudaklarına ben bulaşırdım.

Feza'nın varlığını kendime hatırlatarak heyecanımı dizginlemeye çalıştığım sırada çelik kapının önünde durduk. Feza bana kısa bir bakış atıp kapıya döndüğünde zile basmak için elini havaya kaldırdı fakat buna gerek kalmadan çelik kapı aniden açıldı.

Arslan dayım elinde viski kadehi ile karşımızda durduğunda, "Boş zamanlarında medyumluk mu yapıyorsun?" diye sordu Feza. "Yoksa cinlerin var diye yorumlayacağım."

"İnler cinler Çakır'ın alanı," dedi Arslan dayım göz kırparak. Ardından içeri geçmemiz için yer açtı. "Hem söz konusu sensen medyuma gerek mi var lan? Ciğerini biliyorum, ciğerini."

Feza homurdanarak içeri girdi, ardından ben üşüyen ellerimi birbirine sürterek içeri girdiğimde dayım her zaman yaptığı ritüeli bozmadan iki parmağı arasında soğuktan kızarmış burnumu sıkıştırdı. "Cimcime."

"Bana şöyle seslenmesene ya," diye homurdandım kapıyı kapatıp soğuğun içeri ile temasını keserken. Parmakları arasına sıkıştırdığı burnumun ucunu avuç içime sürttüm. "Burnum düşecek yakında, Voldemort gibi dolanacağım senin yüzünden."

"Hele bak ya, nasıl carlıyor dayıya. Hemen bir çirkeflik, tırnak çıkarma... Kızım sen kavga etsen saç baş da yolarsın kesin."

Gözlerimi devirerek çıkardığım kalın ceketimi portmantoya astım. Paltolar arasında Fırat ve Beleninkini de gördüğümde onların da burada olduklarını anladım. Karya'yı bir haftadır görmediğimden özlem giderebilirdim. Portmantodan geri çekildiğim sırada mutfak kapısında beliren iri bedenin gölgesi üzerime düştü. Gölge, kendisini sığınağım yapacağım adama aitti. Çakır bir devrana hükmedecek uzun boyuyla hemen karşımdaydı.

Bir elinde sütlaç kasesi diğer elinde telefonunu tutuyordu. Ağzında tatlı kaşığı vardı ve kafasını eğmiş şekilde kısık gözlerle telefon ekranına bakıyordu. Uzun boyundan dolayı mutfak kapısından geçerken eğdiği boynundan gümüş renk zinciri açığa çıkmıştı. Siyah badisi gizlese de o küçük kısımdan parladığını görebiliyordum.

"Ben bu Cellat'ın amına koyayım, he valla. Bir ses atacak, götümden ter akıttı. Kaldığın mağarayı sikeyim."

Çatık kaşlarla, ağzındaki tatlı kaşığından dolayı boğuk bir şekilde konuştuğunda alt dudağımı ağzımın içine çekerek ellerimi arka cebime yerleştirdim.

Çakır birden kafasını ekrandan kaldırıp bize doğru baktığında kaşları mümkünmüş gibi daha çok çatıldı. Alnında derin bir yarığın belirmesine neden oldu. Yeşil gözlerini saran zehirli sarmaşıklar kıvrılmaya, benliğime dolanmaya başladığında ademelması sert bir kavis çizerek hareket etti.

Dayım içkisini kafasına dikmeden önce, "Ne oldu?" diye sordu.

Çakır'ın gözleri kıyıya dalgasını vuran deniz gibi bana dokunup geri çekildiğinde bakışları Feza ile çakıştı. Burnunu kırıştırıp ağzındaki tatlı kaşını sertçe çekerek dikleşti.

"Yok bir şey."

Çakır'ın hemen arkasından Güven çıktığında bana bakarak sırıttı. "Feri, naber ya?"

Gülümseyerek dudaklarımı aralamıştım ki Çakır ağzının içinde küfür ederek Güven'in karnına dirsek attı. Güven iki büklüm şekilde inlese de oralı olmadı.

Dayım, Çakır'ın aksi tavırlarına alışkınmış gibi umursamayarak elindeki sütlacı işaret etti. "Üç kase yedin amına koyayım, bir dur durak bil. Mide mide değil gayya kuyusu."

"Sana ne lan yarrak?" dedi Çakır kaseyi göğsüne doğru çekerken. "Bak işine sen."

"Bu aşkı zora sürüyorsun Çakır. Fantezilerinden korkuyorum."

Arslan dayımın alayla söyledikleri beni dumura uğrattı. Aval aval ikisine bakarken Çakır'ın göz kırptığını gördüm. "Doğru yoldasın, ormanımın kraliçesi."

"9.4 şiddetinde cinsel gerilim hissettim komutanım," diye gülerek konuştu Güven.

Çakır cins cins ona, ardından Arslan dayıma bakarken, "Bu gay mi?" dedi aniden.

Arslan dayım ona ayak uydurdu.

"Karşı mısın?"

Feza iki elini havaya kaldırdı. "Saygı ayrı karşı ayrı."

"Saygı ayrı karşı ayrı da..."

"Bu gay mi?" dedi Çakır bir kez daha. "Gay dimi?"

"Ya abi.."

"Gay mi bu, bu gay mı? Kandıramaz kimse beni! Bu gay mi?" Çakır sona doğru gülmeye başlarken Güven'in kafasını kolunun altına aldı. "Yürü lan, yürü."

Arslan dayım, "Benekli Çakır," diye takıldı arkasından.

Çakır ise yüzündeki gülümsemeyi silip yerini tekrar sert ifadesine bırakırken salona doğru girdiler, biz de arkalarından onları takip etmeye başladık. Dayım hemen yanımdaki hizada yürürken, "Bunların arası mı bozuk?" diye sordu kısık bir sesle. Çenesiyle Feza ve Çakır'ı işaret etmişti.

Omuz silkerek bilmediğimi belirtsem de içten içe aralarının bozuk olduğunu ve sebebinin de ben olduğumu biliyordum. En yaralayıcı olan da buydu zaten. Sorumluluğu üzerime alıyor ve ağırlığı altında eziliyordum.

Oflayarak saçlarımı omzumda topladığımda salona girdik. Çakır salon açıklığında görünür görünmez, "Aha geldi!" diye yakınan yanımdaki kanepede oturan Erbil oldu. Hemen yanında Abay oturuyordu. "Geldi geldi, ocağımı başıma yıkan, evime ateşler salan vicdansız geldi!"

"Neler oluyor?" diye sordum anlam veremeyerek. Aslında Erbil'in hiçbir türlüsüne anlam veremiyordum, orası ayrı bir konuydu...

Fırat ve Belen sol taraftaki masadalardı, Erbil'in tavırlarına gülüyorlardı. Yanlarında Alev vardı ama onun pek keyfi yok gibiydi. Beyaz teni her zaman parlak olmasının aksine oldukça soluktu.

Saltuk ve Güven ise hemen karşımdaki koltuktalardı.

"Daha ne olsun kız kardeş Ferimah?" dediği gibi kolumdan tutup diğer yanındaki boşluğa çekti bedenimi. Afallayarak kalçamın üzerine oturduğumda Erbil yüzünü buruşturup kınayarak Çakır'a baktı. "Bu Allahsız yüzünden bana mala kûnek diyorlar." (*mala kûnek: götveren ailesi.)

Arslan dayım ağzındaki içkiyi püskürtecek gibi oldu ama zorlukla yutkunup öksürerek gülmeye başladı. Ben anlamadığım için öylece bakakalırken Çakır tekli koltukta ayağını diğer dizinin üzerine atıp, "Az bile diyorlar," dedi dik dik. Hiçbir şey yokmuş gibi sütlaçını kaşıklamaya devam etti.

"Götveren miyim devrem ben ya? Kime verdiğimi gördün?"

"Ağzını topla," dedi Fırat, gülüyor olsa da kendini toplamaya çalışıyordu. "Kızların yanında ayıp oluyor."

"Onun yaptığı ayıp olmuyor mu abi? Anamı ağlattı, senin haberin var mı?" Sırtını kanepeden çekip kendini biraz öne çektikten sonra eliyle Çakır'ı gösterdi. "Bu yok mu bu? Bu Allahsız kitapsız yok mu? Devremizdir dedik, güvendik o kadar. Doğulu bir manita yapmıştım. Bir iki Kürtçe güzel söz söyle de kızın gönlünü yapayım dedim. Gitmiş benim cv'yi acımadan alenen doldurmuş."

Güven atıldı. "Ne kadar pislik olduğunu kabul ediyorsun yani?"

"Sen atlama lan ordan? Ne yamuğumu gördün bugüne kadar?"

Saltuk elini avuç içine vururken, "Lan sen değil misin aynı kafeye birer saat aralıklarla üç tane kız götüren?" diye sordu.

Çakır sert yüz ifadesi düzelmezken ters bir bakış attı. "Kera nahır."

"Hâlâ laf söylüyor ya!" diye sızlandı Erbil. "Sen git takkeni takıp günah çıkar sabaha kadar."

Olaya takkeden girmesi boşluğuma geldi. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdığımda Çakır'ın tıpkı bir atmaca gibi gözlerini keskinleştirerek bizlere sapladığını hissettim.

"Ne diyorsun lan sen? Bu nereden çıktı şimdi?" Bakışları Feza'ya döndüğünde gözlerinden ateş çıkıyor gibiydi. Feza da üzerine alınmış gibi kafasını başka yöne çekerken, "Hiç bana bakmayın," diye savunuşa geçti.

Arslan dayım kendini koltuğa bırakırken, "Geçen fotoğraf albümünde gördü," diye açıkladı. "Şimdi de ötüyor işte."

"Onun albümde ne işi var puşt?"

"Erbil çekmişti," dedi dayım önemsizmiş gibi. "Kalmış işte kıyıda köşede. Amma kafa siktin bunun için."

Çakır hınçla arkasındaki yastığı kavrayıp Erbil'e fırlattı. "Özel hayatımı taciz ediyor götveren! Orada burada seks kasedimi de çıkaracak yakında, puşta bak! Sapık herif, ahlaksız şerefsiz."

"Bana ahlaksız diyene bak ya! Sen değil miydin her sabah Haydar Dümen okuyan?"

Çakır hışımla yüzüme bakarken gözlerine oturan afallama benim gözlerimde de mevcuttu. Birbirini saran yeşil sarmaşıklar ayrılmaya, bağlarını koparmaya başladığında, "Yok ebesinin amı!" diye gümledi Fırat. Dudakları arasından kaçırdığı küfürle Belen'den dirsek yiyerek sustu.

Çakırsa gözlerimin içine bakarak ateşe verdiği ormanı kara dumanlara boğdu. Hızla bakışlarını kaçırdığında elindeki kaseyi sertçe orta sehpaya koydu.

"Posta gazetesine üye olan sendin gevşek herif! Arada sırf taşşak olsun diye bakıyordum."

"He he çok duyduk bu lafları. En son okuduğun kısımda organ büyütme yöntemi vardı. Hayırdır devrem, senin junior Çakır bu ara darda galiba?"

"Tek ayakta üç posta atarım sana Erbil," dedi Çakır tüm ciddiyetiyle. Ağzına bir dal sigara yerleştirmesinin ardından ayaklandı. Yüzünde alaylı bir ifade mevcut olurken elini kemerine attı. "Açayım mı lan? Sıç altına."

Erbil arsızca, "Kaç cm olduğuna bağlı," diyip sırıttı.

Abay ensesine vurup, "Sapık herif," diye söylenirken Çakır dudaklarındaki sigaradan dolayı boğukça konuştu. "Cm ne lan, km diyeceksin puşt."

"Çakır," diye uyardı dayım gülümsemesi silinirken. Boğazını temizleyerek uyarırcasına etrafa göz attı. "Yavaş ol."

Çakır burnunu çekti. Eğilip orta sehpadan zipposunu aldıktan sonra mutfağa gitmek üzere yanımdan geçerken kokusu sömürgeci bir devlet gibi işgal güçlerini üzerime saldı. Dört yanımı sarıp sarmaladı, kalemi düşürdü.

Varlığı yanımdan geçip gitse de kokusu bir hatıra gibi işledi zihnime, gömüldü göğsüme ve yer etti içimde.

O yer hiç sarsılmasın istedim. Her daim var olsun, her daim o hatıra zihnimde dönsün ve varlığı ruhumun kıyılarına vursun...

Yerle bir ettiği benliğimi kurtarmaya çabalayarak saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Ellerimi pantolonuma sürterek ayaklandım.

"Ben üzerimi değiştirip geleyim. Hem Karya'ya da bakayım bir. Çok özledim onu."

"Çok zor uyuttum Ferimah," dedi Belen bana dönerek. "Ateşi vardı biraz. Burada kalacağız zaten, sabah seversin. Uyanırsa bir daha uyumaz."

Anladığımı belli edercesine kafamı salladığım sırada köşede sessizce oturan Alev ayağa kalktı.

"Benim de gitmem gerek artık. Sabah bir davam var. Dosyanın üzerinden geçmeliyim," diye açıklama yaptı. Sesi de tıpkı yüzü gibi solgun ve güçsüzdü.

Geldiğimden beri dayımla bir kez olsun bakıştıklarını görmemiştim. Aralarındaki sorun her neyse hâlâ çözememiş olmaları onları her geçen zaman daha da tüketecekti, biliyordum.

Gözlerim yan tarafımda kalan tekli koltukta oturan dayıma kaydı. Biraz önceye kadar daha yumuşak duran yüzü düz bir hâl almıştı. Viski kadehinin dibinde kalan içkiyi kafasına diktikten sonra elinin tersiyle ağzını sildi.

"Ben bırakırım."

Alev'in yüzüne bile bakmadan söyledikleri her insan gibi Alev'in de kaşlarını çatmasına neden oldu.

"Gerek yok, arabam var."

"Tamam, benim yok. Sen beni bırakırsın."

"Araban dışarıda."

"Motoru dondu."

"Çözünür."

"İnek nerde? Dağa kaçtı? Dağ nerede? Yandı, bitti, kül oldu." Erbil, Abay'a doğru eğilip sessizce homurdandı. "Tekerleme mi bu amına koyim?"

"Sus artık Erbil," dedi Abay kızgın bir fısıltıyla.

Arslan dayım Erbil'i duymadı. Gözlerini nihayet Alev'e çevirdiğinde, "Gel," dedi yavaşça. "Altını yakalım o halde."

Alev duraksadı. Belki susmamak, hatta tersleyerek sırtını dönmek istiyordu lakin içerisi kalabalık olduğundan tartışmaya girmeyerek sessizliğini korudu.

Sert topukları zemini inleterek salonu terk etmeden önce, "İyi geceler," diye mırıldandı.

Yanımdan geçerken omzuma dokundu ama yüzüme bakmaktan kaçındı. Biliyordu, baksaydı onu tutar ve sorguya çekerdim.

Arslan dayım oyalanmadan ayaklandı ve Alev'in arkasından gitti.

Çelik kapının kapanma sesini duyduğumda çıktıklarını anladım. Bende daha fazla oyalanmadan merdivenlere yöneldim. Bir an durup mutfağa girmek istesem de bunu yapmadım. Hızlıca merdivenleri çıktım. Babamın çalışma odasına baktığımda ışığın kapalı olduğunu gördüğümde yanlışlıkla aldığım dosyayı kasaya geri koymak adına oraya girdim.

Dayımın bir yarası vardı, ki hâlâ kabuk tutmamışken bunu deşerek onu daha fazla zorlamayacaktım. Kirli sandığı bedeni, ruhu ona ağır geliyorken haddimi aşıp asla ileri bir adım atmayacaktım.

Dosyayı kasaya koyup kasayı kilitledikten sonra çalışma odasından çıktım. Odama girip üzerime daha rahat kıyafetler tercih ederek sarı, örme bir kazak ve beyaz, bol bir pantolon geçirdim. Rengi iyice açılmaya başlayan saçlarımı iki yanımdan gevşekçe ördüm. Birkaç saç tutamı yanağıma düşse de umursamadan odadan çıkarak merdivenleri indim.

Son basamağa geldiğimde, "Artık zamanı gelmedi mi sence de?" diyen Abay ile duraksamak zorunda kaldım. Diğerleri salonda değil, bu havada bahçeye çıkmışlardı. Sanırım ateşin önünde oturmuş kahve içiyorlardı. "Erteledikçe yüzleşmeni zorlaştırıyorsun Çakır."

"Farkındayım."

Çakır'ın derin bir nefes verdiğini duyumsadım. Ardından zipponun açılma sesi ve çıtırdayan sigara tütünü...

"Denedim... Kaç kez denedim. O yolu çok yürümek istedim. Siktiğimin ayağı son adımlara gelince tökezliyor."

"Katır inatlısın lan sen. Beraber gidelim diyorum. Mai anne yıllarca bekledi, daha da bekletme kadını."

Mai...

Çakır'ın annesinin adı olmalıydı. Adı çok güzeldi, kendisini tanımıyordum fakat yine de güzel olduğuna adım kadar emindim. Tek başına büyüttüğü çocukları gibi olmalıydı; güçlü ve dik.

"Ayların, yılların ayrımı mı var onda?" dedi Çakır bu kez, daldığım düşünceden anında sıyrılıp âna döndüm. "Açtırma şimdi ağzımı."

Sustular.

Bildikleri gerçek altında ezilmiş gibi nefes bile almadılar. O kadar dinginleştiler... O dinginliğin içinde adımlarımı var ettim ve yavaşça mutfak kapısından varlığımı belli ettim.

Çakır kalçasını tezgâha yaslamış, elleriyle de iki yandan kavramış şekilde duruyordu. Dudakları arasında sigarası vardı. Abay da yanında durmuş, kollarını birbirine bağlamıştı.

Kapıda varlığımı gördüklerinde Çakır bir an beyazı kızılcık şarabı olan yeşil gözlerini üzerimde duraksatsa da kaşlarını çatarak geri çekildi. Abay aramızdaki gerilimi fark ettiğinden midir bilinmez sessizliğini bozarak, "Herkes bahçede ateşte çember oluşturdu," diye konuştu gülümseyerek. "Güner Albay yukarıdan fırça çekmeden bir bakayım onlara."

Gülümseyerek kafamı salladığımda Abay yanımdan geçerek mutfaktan çıktı. O andan itibaren sadece ikimizdik.

Çakır ve ben.

Atmaca ve gelincik.

Bana karşı takındığı sert tavır kolumu kanadımı kırsa da çabalamaktan vazgeçmedim. Tezgâha yanaşıp sürahideki suyu bardağa boşaltırken, "İster misin?" diye sordum sesimi stabil tutmaya çalışarak.

"Yok," dedi dilini damağına çarparak. "İstemez."

Dudaklarımı büküp omuz silkerek bardaktan bir yudum içerken sol omzuma düşen örgümü sırtıma attım. "Sen bilirsin."

"Hayırdır," dedi Çakır ağzındaki sigarayı tezgâha bastırırken. "Saçını iki yandan ördün diye kendini lolita mı sandın kız sen?"

"Öyle mi sanmışım?" dedim bardağı tezgâha bırakıp ona dönerek.

"Hımm," dedi dik dik yüzüme bakıp. "Köylü kızı seni." Sarı örme kazağımın ucundan çekiştirdi. "Gel bir bal yanak ver bakayım abiye."

Beni kendine çektiği gibi belimden tuttu ve bedenimi döndürerek kalçamın tezgâha yaslanmasını sağladı. Sıcak nefesi yüzüme çarpıp dağılırken, "Ne o..." diye mırıldandım sessizce. "...fazla naz aşık usandırır diyip pes mi ettin Alaca?"

"Siktirme şimdi nazını niyazını," dedi dudaklarını dudaklarıma sürterek. Kalbim bir volkan gibi fokurdadı. "Kim demiş sana kızgınım diye öpemeyeceğimi?"

"Deli misin sen be?"

"Sorumluluk üstlenirsen olurum."

Gözleri nerede sabit kalacağına karar veremiyor gibi gözlerim ve dudaklarım arasında dolanıyordu. Kalın dudaklarını ıslattığında, "Beynim avaz avaz," dedi ellerini iki yanımdan tezgâha yaslayarak. "Çığlık çığlığa... Yanlış diyor; bak bas geri, dön arkanı, git yoluna." Kafasını eğdiği an saçları alnıma sürtündü. Bir bebeğin teninde hissettiği ilk dokunuşu kadar taze ve yumuşaktı. Sertçe yutkunarak dilini alt dudağıma dokundurdu. "Ama kalbim..." dedi acı çekiyor gibi. Sağ elini, yaslandığı tezgâhtan çekerek elime uzandı. Buz tutmuş elimi sıcak avuçları arasına alıp eritirken nefesimi kesmeyi isteyen azrail gibi göğsüne doğru çekti ve kalbinin üzerine bastırdı. "Şu amına koyduğumun kalbi yok mu? Sonum olacak, sonum. Aklıma direnip kalbime yeniliyorum. Her şeye rağmen senin için kendiğimi çiğniyorum."

"Çakır..." diye fısıldadım, bu söyledikleri göğsüme taş gibi oturdu.

"Ferimah," dedi tıpkı benim gibi acı çekiyorcasına. "Kalbimin ahı. Sen beni yakıp yıksan da durup bir ah çekmem. Çekersem namerdim."

Aramızda mesafe yoktu; o, sanki varmış gibi daha çok üzerime geldiğinde kalçam tezgâha baskı uyguladı. Aynı saniyelerde Çakır da bedenini bana bastırdı ve biz tek bir tenden var olmuş gibi bütünleştik. Kasıklarıma değen, kasıklarıma baskı uygulayan erkekliğini hissettim. Bu hissi özlediğimi fark ettim. Çakır'ın sevgisi tıpkı karanlık bir gölge gibi her daim beni takip ediyor, yeri geliyor üzerime düşüyordu. Şimdi anlıyordum ki ona duyduğum tutku da gözlerinde var olan zehirli sarmaşıklar gibi bedenime dolanıp beni kendine kelepçeliyordu.

Ondan kopamadım.

Tutkusuna esir düştüm, hazzına erişmek için.

Çakır yüzünü boynuma gömüp ıslak bir öpücük bıraktığında göğsümün çatlaklarına korkular sızdı. Gözlerim mutfak kapısına kaydı. "Çakır.." diye fısıldadım uyarmak isteyerek. Fakat dilimin söylediğinin aksine bir elim ensesine, diğer elim sırtına kaymıştı. Badisinin üzerinden bile pürüzlerini hissettiğim sırtı... "...durmalısın."

"Duran Çakır'ı götten sikeyim," dedi boğukça. Elleri istekle belimden kayarak kalçamı avuçladı. Beni kendine daha çok bastırıp onu boşluklarımı dolduracak şekilde hissettiğimde seslice inledim. Nefesim dudaklarına döküldü. "Sabahtan beri sana olan sinirimle sevgim arasında ter akıttım," dedi çenemi ağzının içine alıp emerek. Birinin geleceği korkusundan bacaklarım tir tir titriyordu ama bu korku içimdeki hazzı büyütüyordu. "Kafamın içinde kaç kez duvarla aramda kaldın," dediğinde sertleşmeye başlayan erkekliği iç çamaşırıma ıslaklıklar bulaşmasına neden oldu. "Duvardan duvara çarpa çarpa seni siki-"

Ensesinde tuttuğum elimi çekerek avuç içimi ağzına kapattığımda nefes nefese, dehşetle gözlerine bakıyordum. O sözün devamını getirse ne o dururdu ne de ben onu durdururdum.

"Sen gerçekten delirmişsin," diye fısıldadım yutkunmakta zorlanırken. Bir kez daha kapıya bakarken ter içinde kaldığımı hissediyordum. "Karartma gözlerini bu kadar."

Beni dinlemedi, sanki duymadı bile. Çenemi tutup yüzümü yüzüne yanaştırdığı gibi dudaklarımı ağzının içine çekti. Susuz kalmış bedevinin gördüğü serap yaptı beni. Kana kana içti, hoyratça dilinde gezdirdi. Alt dudağımı emip dişlerini geçirirken, "Çakır!" diye yankılanan adı göğsünde tuttuğum ellerimle onu itmeme neden oldu.

"Hadi, gidiyoruz!"

Abay'ın uzaktan gelen sesi tüm korkumu yerle yeksan etti. Çakır hemen birkaç santim ötemde dimdik durarak ellerini beline yerleştirmiş nefeslenirken ben titreyen bacaklarımdan dolayı tezgâha tutundum.

"Mutfak fantezisini sevdim," dedi Çakır kısık bir sesle, başparmağı ile alt dudağını silerken yüzünde keyifli bir ifade vardı. "Bir dahaki sefere Atmaca Gelinciği tezgâha Yatırdı Full HD yaparız." Ben ona kötü bakışlar atarken çenesi dikleşti. "Ayakta da olur bak, yer ve zaman fark etmeksizin."

"Defol ya!" dedim yanımda duran bardağın dibinde kalan birkaç damla suyu ona fırlatarak.

Burnunu kırıştırarak güldüğünde arkasını dönerek kapıya doğru yürümeye başladı. Bir an duraksayıp omzunun üzerinden bana baktığında parmaklarını havada hareket ettirdi. "Peteğinden bal araklayamadım. Bir dahaki sefere hortumla vakumlayacağım el kızı, ahdım var."

Ben iri gözlerle arkasından ağzım açık bakarken Çakır göz kırparak kapıdan çıktı.

Duraksadım.

Ahdım var...

Ettiği yemin ateşi palazlandıran bir günah gibi yerini ayırttı.

Cehennem, ikimiz yanalım diye örttüğü kapılarını ardına kadar açtı.

•••

Yeni yollar yeni başlangıçlar yaşatırdı.

O yeni başlangıcın belirleyeceği yeni sınırlara dahil olmak adına yoldaydık.

Bu akşam Hıncal Sancaktar ve Eylem Sönmez'in nişanı vardı. Babam, Hıncal abinin ısrarları üzerine kurdeleyi kesme görevine nail olmuştu.

Geniş aracın içinde annem ve babam hemen karşımda, yan yana oturuyorlardı. Babam, anneme tatlı tatlı takılıp onu şımartırken sağ yanımda Alev, sol yanımda Feza hemen yanımda öfleyip püflüyordu.

"Annemin karşımda süzülerek babama kur yapması olayı hiç hoş değil yalnız," diye homurdandı Feza bana doğru sessizce. "Bunlar bu hızla nasıl dördüncü çocuğu yapmamış, hayret."

"Belki de yoldadır," dedim düz düz yüzüne bakıp. Aslında bu benim için de korkutucu olurdu lakin amacım bunu Feza'ya yapmaktı. Nitekim Feza anında kaşlarını çatıp, "O nasıl laf lan?" diye tersledi. "Hassiktir ya! Bu adam güçten düşmedi mi?"

"İğrençleşme be!" diye yüzümü buruşturdum.

Önüme döndüğümde Alev sessizce kıkırdadı.

"Gaz vermesene şuna."

Omuz silktim. "Delirtmek hoşuma gidiyor, ne yapayım."

Alev açık yeşil gözlerini kısarken ensesinde topladığı saçlarından yüzüne doğru düşen bir tutamı geriye attı. İflah olmadığımı belli eden bir bakış atıp önüne döndüğünde babam kaşlarını çatarak ağzının içine geveleyen Feza'ya baktı.

"Ne oldu Feza? Yine ne takıldı kafana da kaşın gözün ayrı oynuyor?"

"Yok bir şey baba," dedi gergin olsa da çaktırmayarak. Sonra bir an duraksayıp, "Bu aralar maşallahın var," dedi dizini sallamaya başlayarak. "İlaçlar çarpıntı falan yapmıyor değil mi?"

"Yok," dedi babam sorduğu soruyu garipseyip dudak bükerek.

"Aman baba, farklı ilaçlar kullanayım deme sakın. Mazallah bünyene ağır gelir."

"Ne ilacı, ne diyorsun oğlum sen?"

"Hayır yani ben uyarayım da."

Ben gülmemek için dişlerimi sıkıp elimle ağzımı kapattığımda annem kaşlarını çatmış bana ve Alev'e sorgularcasına bakıyordu.

O bakışlara karşılık vermeden Alev'e döndüm. Bu gece bize katılmayacağını söyleyip reddettiğinde gelmesini için çok ısrar etmiştim. Kabul etmeyince devreye babamı koyduğumdan reddetme şansı kalmamıştı. Başka zaman zoraki bir şey yaptırmazdım asla ama Alev'in yalnız kalıp kabuğuna çekilmeye değil, aramıza dahil olup umutsuzluğa kapılmamaya ihtiyacı vardı. Yalnızlığın insanın içine hain bir kurt düşürdüğünü ve zamanla içini kemirip içinde kendine dair bir şey bırakmadığını biliyordum.

Bu aralar bize bile çok uğramıyordu. Sebebinin dayım olduğunu bildiğimden öylece soru sorup onu daha fazla geriye ittirmiyordum, yine de onun için üzülüyordum.

Birini öylece sevmek, ölümü koşulsuz şartsız kabullenmekten farksızdı. Alev'in karşımda her geçen gün öldüğüne şahit oluyordum.

Ciğerlerim şişti, yeşil gözlerini çevreleyen bataklıklara gömülürken düşündüğüm tek bir şey vardı.

Dayıma olan şeyi biliyor muydu?

Dağ gibi dayımı dal gibi kırdıklarını...

Ona...

Ona, o bile dokunamazken kıydıklarını...

"Ferimah inecek misin artık?"

Bir boşluğun içinden yaka paça çekildim sandım. Sarsılarak bana seslenen Feza'ya baktığımda çoktan gelmiş olduğumuzu, hatta herkesin araçtan inmiş şekilde beklediğini gördüm.

Yanımdaki koltuktan destek alarak kafamı eğdim ve aşağı indim. Kar her yeri beyazlara sarmıştı, havada keskin bir soğuk vardı.

Önünde durduğumuz restoranın kapısında Çakır ve Arslan dayımı gördüm. Yanlarında iki tane restoran çalışanı bulunuyordu.

Fırat ve Belen hemen arkamızda kendi araçlarıyla geldiklerinden araçlarından inip yanımızda durdular.

"Hoş geldiniz Albayım," dedi Çakır kapının dış kısmına çıkarak.

Üzerinde beyaz bir gömlek vardı, yakaları göğsünün bir kısmını açığa çıkarmıştı. Yeşilden hakiye çalan gözleri yine beyazını kızılcık şarabına döndürmüştü. O şaraba daldığım anlarda beni içine çekti, beni o kuyunun dibine usul usul düşürdü.

Ben gözlerinin alacalığına yenilirken kapıda Hıncal Sancaktar belirdi. Giyindiği şık takımı yaşına rağmen karizmatik görüntüsüyle birçok gence taş çıkartırdı.

"Güner Albayım, şeref verdin yahu."

"O şeref bana ait Hıncal."

Gülüşerek babamla selamlaşırlarken kendimi yerdeki karlardan arındırmak için bir adım yukarı çıktım. Çakır artık yanımda değil arkamdaydı.

Feza olduğu yerde rahatsızca kıpırdandı. Sinirle bakan gözleri Çakır'a dokunduğunda dişlerini sıktığını gördüm. Çakır herkese selam verip ona vermemişti. Ki vermesini de bekleyemezdi aslında. Kendisi hiç düşünmeden aralarındaki bağı yırtıp atmışken ondan adım atmasını beklemek haksızlıktı. Feza her daim yakıp yıkan oluyor ama yine de dönüp dolaşıp yakıp yıktıklarının onu iyileştirmesini istiyordu. Öyle bir dünya yoktu...

Kafasını yeniden önüne çevirdiğinde sabırsızca içeri geçti, peşinden Belenler. O sırada babam Hıncal Sancaktar ile ayaküstü sohbete dalmıştı bile.

Arslan dayım sırtını demirliğe yaslamış şekilde dururken bir an Alev ile göz göze geldiklerini gördüm. Dayımın ela harelerine boşluk otururken Alev gözlerini kaçırdı ve acele adımlarla içeri geçmek için önündeki iki basamağı topuklusuna aldırmadan seri çıkmak istedi. Sinirle yaptığı hamle ayağını burktuğunda öne doğru savruluyordu ki dayım gelişmiş refleksiyle göğsünü ona siper edip, "Tuttum," dedi yavaşça, kolları arasına çekti. "Tamam, tuttum."

Alev, yüzüne savrulan kızıl saçları arasından ürkekçe kafasını kaldırıp dayıma baktığında gözlerinin dolduğuna şahit oldum. "Tutarsın," diye mırıldandı sessizce. "Tuttuğun gibi de bırakırsın, biliyorum Arslan."

Dayım büyüm bir yıkımın enkazı altında kalmış gibi öylece ona bakarken ikisinin gözlerinde savaş meydanı gördüm. Birbirlerine karşı cephe tutmuş fakat silah doğrultmaya cesaret edemedikleri kansız bir savaş meydanı.

Dayım onu bırakmasa soğuk savaş bitebilirdi, yumuşama dönemine girebilirlerdi.

O kollar çözülmesin, dayım onu bırakmasın istedim.

Dayım kollarını serbest bıraktı.

Kollarını çözdü.

Keşke sımsıkı sarsaydı...

Gözüne oturan kan yorgun yüzünü ele verdiği anlarda Alev geriye çekilip içeriye doğru yürümeye başladı. Arslan dayım da peşinden gitti ama adımları o kadar sakindi ki, onunla gitmek istediği yolu ona yetişmesin diye ölü ölü yürüdü.

Onların ardına dalan bakışlarımın hakkına giren enseme çarpan sıcak nefeler oldu. Çakır'ın olduğunu bildiğim parmak uçları, açıkta kalan sırtımı belli belirsiz okşadığında uyuttuğum ne varsa uyanmaya an kolladı. Sırtımdaki soğuk kayalar, dudaklarında var olan cehennem kapısından sıcak rüzgârlar estirip çatlamaya başladı.

Sırtım sahipsiz bir parseldi, o parseli kendine zimmetledi. Sırtımı yere değil, göğsüne serdi. "Bedewê çav kil kir," diye fısıldadı sessizce. Gözleri bende değildi lakin kalbi sırtımı delip göğsümün içini yarmak istiyor gibi hınca hınçtı. "...dilê xortan tev kul kir."

Göğsüm çatırdadı. Anlamadığım kelimeler beni ne kadar çökertebilirdi? Olduğum yerde kumlarımı döktüğümü hissettim. Onu anlamak uğruna yanıp tutuştuğumu fark etmiş olacak ki bir kez daha fısıldadı.

"Güzel gözlerine sürme çekti, gençlerin gönlünü yakıp geçti."

Elinin sırtı artık tenimde gezgin bir cehennem ateşiydi. O ateş beni kuruttu, kuruttuğu topraklarıma ayak basıp işgal etti. Uğruna yandım da ah etmedim.

"İçeri geçelim Albayım. İçeridekilere ayıp olmasın."

Hıncal Sancaktar'ın söylemiyle babam gülerek kafasını salladı ve annemin belinden tutup kendine çekti. Ardından gözleri beni ve Çakır'ı bulduğunda kaşları yavaşça çatılır gibi oldu.

"Hayırdır Çakır," dedi ses tonunun altında büyük bir ima olduğu aşikârdı. "Yine yatmışsın pusuya atmaca gibi."

"İnşallah hayırdır Albayım," dedi Çakır teklemeden. "Hayırdır."

Boğazıma kadar ateşle doldum. Şaşkınlıkla babama bakarken kalbim göğsümü yarıp dışarı çıkacak sandım. Ne demek istemişti şimdi?

Babamın yüzündeki gülümseme düzleşirken kafasını sallamakla yetindi. Bir şey demeden restorandan içeri girdiler. Ben şaşkınlığımı üzerimden attığım ilk an peşlerine düştüm fakat aklım susuz kalmış çöl toprakları gibiydi; her yandan çatlak verip toz dumana dönüşüyordum.

İçeri doğru attığım adımlara yenisini ekleyecekken Çakır bir anda belimden yakaladı ve biraz geriye çekerek karanlıkta kalmamıza neden oldu.

"Bu ne hâl lan?" dedi, nefesinden alkolü duyumsadım. "Olan aklımı zaten seninle bozdum. Gece boyu canıma mı kast edeceksin?"

"Ne var hâlimde?" diyerek kaşlarımı çattım.

"Ne yok ki," dedi iç çekerek. "Yavrum sen hep böyle güzel olursan işimiz var senle. Beter ettin beni, beter."

"Ne kadar ettim mesela?" dedim gözlerinin içine bakarak. Gülmemek için alt dudağımı ısırdım. "Göstersene biraz."

Kaşları alayla havalandı. Dili alt dudağını yalarken, "Göstermez miyim yavrum?" diye fısıldadı. "Sen iste yeter. İyi bir eğitmenim." Elimi tuttu ve hiç beklemediğim bir hamle yaparak koyu renk kotuna doğru götürdü. Kasıklarından sürterek erkekliğine getireceği sırada irkilerek elimi kaçırmak istedim ama dilini damağına vurarak itiraz etmemi reddetti. "Şşh şşh şhh, dur yavrum. Bırak, gösteriyorum işte."

"Ama Çakır..."

Sustum, belki de susturuldum.

Avuç içimi dolduran erkekliği pantolonunun üzerinden bile sıcaklığını tenime bulaştırdığında, "El frenini çekmeyi unutmuşsun," dedi, gözleri alayla parladı. "Ya tak vitesi dörde, ki ben onu altıya atarım, ya da tak geri rölantiye al." Eğilip burnumun ucunu ısırdı. "Her halükârda ona dokunacaksın ama, kaçış yok. Yoksa son gaz kimle çarpışırım bilinmez."

"Dokunurum ya da dokunmam." Elimi pantolonunun önünden çekerek geriye çekilirken kaşlarım havalandı. "Zaman gösterecek."

Arkamı dönüp içeriye doğru yürümeye başladığımda iç çekerek nefesini verdi.

"Hay ben o zamanın evveliyatını sikeyim."

Keyifli bir şekilde içeri girdiğimde restoranın kapatıldığını ve ortaya koca, U şeklinde masa hazırlandığını gördüm. Yüksek sesli müzik çalıyordu ve sol tarafta boş bırakılan orta yerde Erbil diğer misafirlerle canını çıkarırcasına göbek atarak oynuyordu.

Kafamı iki yana sallayarak annemlerin olduğu yere yöneldim. Hıncal abinin hemen yanında şık ve zarif elbisesiyle duran kadını gördüğümde Eylem Sönmez'in o olduğunu düşündüm. Bir kadına göre oldukça uzun boylu ve hafiften etine dolgundu.

Annemlerin hemen yanında durduğumda, "Neredeydin kızım sen Allah aşkına?" diye ayaküstü sorguya çekti. "Sana bakınıyorum bende."

"Burdayım anne. Nereye gidebilirim?" diye homurdandım.

Annem gözlerini devirerek hafifçe geri çekildi ve tebrik etmem için yer açtı. Vakit kaybetmeden elimi uzatarak, "Tebrik ederim Eylem Hanım," diye konuştum gülümsemeye çalışarak. "Seni de Hıncal abi."

Eylem gülümseyerek elimi sıkarken Hıncal abi, "Darısı o erkek kurusu dayınla abine kızım," diyerek göz kırptı.

Arslan dayım hemen yanında konuşmaya dahil oldu. "Biz size ayıp olmasın diye bekledik komutanım," diye dalgaya vurdu. "Geciken sizdiniz, hürmetten başımız yandı sayenizde."

"Bugünün yarını da var biliyorsun değil mi Arslan? Kışla'da pompalanacak tuvalet bitmez."

Çakır ağzının içine, "O pompa sever zaten," diye konuştu alayla. Göz göze geldiğimizde kınayan bir bakış attım. Dudak büküp ben masumum dercesine omuz silkti.

Arslan dayımsa başının yanacağını fark ederek R yaptı. "Bende tam gidiyordum komutanım. Saygılar, hürmetler. Eylem Binbaşı'yla bir ömür mutluluklar inşallah."

"Tamam, tamam, kes."

Arslan dayım gülerek masadaki içkilerden birini aldı ve içmeye başladı. Bizler de masaya oturduğumuzda gözlerim etrafı yokladı.

Çok kalabalık değildi, olanlar da askeriyeden üstün yetkili kişilerden birkaçı olmalıydı. Zira dayım ve Feza onlarla ilgileniyor, özenle hepsini karşılıyordu. Erbil ve Güven içkinin dibini vura vura dans ediyor, ara sıra gördüğüm kadarıyla garson kızlarla yakın muhabbete girmeye çalışıyorlardı.

Cellat masanın köşesinde oturup sessiz sessiz etrafı izleyen tek kişiydi. Siyah bir takım giymişti ve saçlarını yine üç numaraya vurdurmuştu. Bir eli masada durmuş ve parmakları masa yüzeyini dövüyordu. Her zaman duvar gibi olan yüzünden yine taviz vermiyordu.

Çakır ise Hıncal komutanın yanında, sürekli onun istekleri doğrultusunda gidip geliyordu. Burası onu germiş olmalıydı ki gömleği ter içinde kalmıştı. Saçlarının ucu ıslanmıştı bile. Sıcağa hiç gelemediğini bir kez daha anlamış oldum.

Biraz sonra içeri Abay ve Zeynep, hemen arkalarından Saltuk ve ablası Selver girdi. Zeynep, iyiden iyiye büyümeye başlayan karnına elini koyup dikkatle yürürken Abay sahiplenici bir tavırla belinden tutmuş ona yön veriyordu. Uzaktan bir göze çok güzel bir çift olarak görünüyorlardı.

Selver'in de yüzünde gülümseme vardı. En son yüzünde takılı kalan hüzünle onu görmüşken şimdi biraz toparlanmış olarak karşımda görmek beni mutlu etti. Saltuk'u da etmiş olmalıydı ki sürekli ablasına bakıp gülümsüyor, omzunu okşayarak güven vermek ister gibi sıcak bakıyordu.

Masaya geldiklerinde ayaklandım. Alev de benim gibi ayağa kalktığında Zeynep gülümseyerek kollarını kaldırdı. Ona karşılık verdiğimde, "Çok güzel görünüyorsun," dedim karnına yavaşça okşayarak.

Gülse de, "Kandıramazsınız beni," diye homurdandı. "Üzerime olan tek kıyafet buydu! Şiştikçe şişiyorum."

"Ben boşuna davlumbaz demedim sana."

Çakır birden arkamdan çıkıp yanımızda belirdiğinde yüzünde serseri bir gülümseme vardı.

Abay karnına dirsek attı. "Kapat ağzını Çakır. Üzme lan karımı."

"Tamam lan, Zeynep senin karın. Hanımcı pezevenk."

Zeynep suratını astı. "Bari bugün uğraşma benimle," diye söylendi. "Göstermeyeceğim oğlumu sana. Huyu suyu çeker sonra, Allah korusun."

"Bana benzeyecek tabi. Senin kayınbabacı kocana benzerse siki tuttuk demektir."

Saltuk ablasının omzundan kolunu çektiğinde gülerek bir adım öne çıktı. "Yanlış anlamayın komutanım ama size kalırsa çocuğun ilk kelimesi baba değil puşt olur."

"Olur zaten," dedi Çakır düz düz. Sanki çok normal bir şey söylüyormuş gibi konuşması kafamı iki yana sallamama neden oldu. "Puşt demek dile daha kolay bir kere."

"Ya Abay ne diyor bu deli dana ya? Dokuz değil on dokuz ay içimde tutacağım bunun yüzünden çocuğumu!"

Zeynep oflayarak Alev'in yanına doğru gidip sandalye çekerek oturdu. Abay Çakır'a ters ters bakıp eşinin yanına gittiğinde Çakır elinin tersini burnuna sürterek bakışlarını Selver'e düşürdü.

"Nasılsın Selver?"

"İyiyim abi," dedi Selver utangaç bir tavırla kafasını eğerek. "Sağ ol."

"Bizim ufaklıkları da getirseydiniz lan," dedi Saltuk'un omzuna elini koyduğunda. Alnındaki ter şakağına doğru kaydı. "Değişiklik olurdu." Sonra gözleri masayı turladı. "Neyse, oturun hadi."

"Böyle otur istersen bayan."

Cellat oldukça mesafeli bir sesle sandalyesinden ayağa kalkıp Selver'e doğru ittirdiğinde kaşlarım havalanır gibi oldu. Çakır ile göz göze geldiğimizde beklemediğim bir şey yapıp göz kırptı ve Cellat'a dönüp kısık sesiyle konuştu.

"Sende ekmeğinin peşindesin ha, heval."

"Ahlaksız insan evladı. Sus, bayan işitecek."

"O bayanın adı Selver."

"Atmaca..." dedi Cellat kısık ama sert bir sesle. "Dilberinin yanında kırk takla atma."

Bir mağaranın içinde tepeden buz tutmuş buz sarkıtlarının aynı anda üzerime düştüğünü, bedenimi yarıp parçalara ayırdığını sandım. Cellat her böyle dediğinde dediği kelime ucu kanlı bir bıçağa dönüşüp kalbimi üstünkörü darbelere maruz bırakıyordu. Çakır'ın dilberi olmanın bir ağırlığı vardı. Zehir zemberek gözlerinde zehirli sarmaşıklarını aralayıp çıplak gözlerle yüzüme baktı.

Dilinden dökemediği ne kadar söz varsa harelerinde pusu kurmuştu.

Dilinin uzanamadığı yerde gözlerinde kurduğu pusuya düştüm.

Belki kimse dokunmasa tüm zamanı vakumlayarak birbirimize kenetlenirdik lakin kuru bir dal sıkıştığımız lahzayı eşeleyerek bulandırdı.

Bulandıran Erbil'den başkası değildi. Nefes nefese masaya yanaştığında masadaki büyük bardak suyu tek dikişte bitirip soluklandı.

"Sizce ben sabahtan beri düşürmek için amuda kalktım kalkacağım dediğim Rus flörtün, Hikmet komutanın manitası olduğunu öğrenmiş miyidir?"

"Allah seni kahreylesin," dedi Cellat tıpkı bir robot gibi. "Sapık insan. Adem soyu. Yasakçı, kıyıcı köşeci."

Erbil aldırmayarak bir bardak daha içtiğinde, "Allah'tan kadın Türkçe bilmiyordu da işin içinden sıyrıldım anasını satayım," diyip sırıttı.

Çakır yanından geçen garsonun tuttuğu tepsiden bir kadeh viski alıp kafasına dikti. "Gözün şimdi yaşından büyüklere mi kaydı puşt?"

"Rezil adam."

Erbil cins cins Cellat'a baktı. "Ne o Cellat, seninle daddykink olayı mı yapalım isterdin yani?"

Cellat anlamadığı için dik dik Erbil'e baktığında Çakır ortalığı kızıştırmak ister gibi, "Heval sana o biçim dedi. Hatta dedi ki..." diye gazladı. "...here were bikutmi." (*Git gel sik beni.)

Cellat simsiyah olan gözlerini kurşun gibi Erbil'e saplayıp ensesinden tuttuğu gibi dışarıya doğru sürüklediğinde Çakır keyifle sırıttı. "Kera nahır."

"Ne dedin adama?" diye sordum arkalarından bakınırken. Erbil'i doğduğuna pişman edeceği kesindi.

Çakır, "Sen bilmezsin..." diyerek bana doğru bir adım attığında yutkunma ihtiyacıyla dolup taştım. "...ya da bilirsin," dedi alt dudağını dişleri arasına alarak. "Ayıplı şeyler."

"Ayıplı şeyler?" dedim yavaşça.

"Hıhı," dedi alt dudağını bırakmayıp kafasını aşağı yukarı sallarken. "Ayıplı şeyler."

"İlgi alanın," dedim ona arkamı dönüp sandalyeye oturarak.

Dilini şaklattığını duydum. "Daha çok profesyonel uzmanlık alanım diyelim balım."

Gölgesi kum taneleri gibi varlığını toza dumana kattı. Benden uzaklaşarak diğerlerinin yanına gitti.

Bir ilahi gibiydi.

Gölgesi mahzun bir ağaç.

Sırtı kırık bir dağ.

Gözleri kan gölü olan felaketin eşiği...

Bir süre devam eden eğlencenin ardından söz kesilmişti. Babam kestiği kurdeleden birkaç parça koparıp Arslan dayım, Feza ve Çakır'ın serçe parmağına zorla bağlamıştı. Sanırım adette nişanlanan birinin kurdelesinden parça taşımak o kişi için baht açıyordu.

Üçü de buna itiraz etse de babama olan saygılarından kabullenerek sessiz kalmışlardı. Yine de Çakır'ın ara ara serçe parmağındaki kurdeleye bakıp küfrettiğini anlayabiliyordum.

Gecenin sonuna yaklaştığımızdan nihayet ayaklanmaya karar vermiştik. Artık içeride neredeyse kimse kalmamıştı. Herkes araçlara dağılırken uzun koridorun köşesinden kan ter içinde Çakır çıktı.

Saçlarının dipleri bile terlemişti, hatta alnına dökülen saçları suyla ıslanmış gibiydi. Çenesinden akan ter damlası boynuna kayarak gömleğinin ardında kayboldu. Bu havada hasta olması an meselesiydi.

Annem onu öyle görünce, "Helak etmişsin kendini Çakır!" diye kızdı bir anne edasıyla. "Ferimah, çantana mendil koymuştum. Ver de kurulasın yüzünü gözünü. Zatüre olacak bu havada."

Çakır başta kaşlarını çatsa da sona doğru duydukları hoşuna gitmiş olacak ki dudağının kenarı yukarı kıvrılır gibi oldu. Yüzünü bana dönüp önümde durduğunda burnunu çekti.

"Hadi kurula beni," dedi kısık sesiyle. "Anne sözü dinle, el kızı."

Annemler bizi beklemeden dışarı çıktığında, "Annem mendil vermemi söyledi, benim kurulamamı değil," diye mırıldandım. Çantamdan mendil çıkarıp yüzüne baktığımda sırtını arkasındaki siyah renge boyalı duvara yasladı.

"Ne olur kurulasan?"

İstekle gözlerimin içine baktığında gözlerim çıkışa kaydı. Bineceğimiz araçlar restoranın önüne getiriliyordu. Derin bir nefes alarak omuzlarımı düşürdüm. Çakır'a doğru bir adım attım. Elimdeki mendili açıp alnına sürterek terini silmeye başladığımda, "Her seferinde nasıl kan ter içinde kalmayı başarıyorsun?" diye hayıflandım. "Şu haline bak. Sırılsıklamsın."

Elimin tersini alnına sürüp saçlarını geriye yatırdığımda, "Islak..." diye fısıldadı, dudaklarını yaladı. "Ne kadar şevhetli bir kelime."

Yüzünü kurulamam bittiğinde geriye çekilip gözlerimi kıstım.

"Edepsize her şey öyle gelir."

"Belki de söz konusu sensin diyedir."

Ondan uzaklaşarak arkamı döndüm. Dudaklarımda silemediğim kıvrımla çıkışa yürürken, "Kıvır kıvır," diye seslendi sessizce. "Isıracağım en sonunda ufak götünü, o olacak."

Yanaklarımın içini ısırdım. Yüz ifademi toparlayıp restorandan çıktığımda bizim aileden başka kimsenin kalmadığını gördüm. Feza sürücü koltuğunda bekliyor, annemle babam kapıda Hıncal komutanla vedalaşıyordu. Arslan dayım da hemen sağ tarafta durmuş Alev ile konuşuyordu. Aslında bu bir konuşmadan çok ayaküstü tartışmayı andırıyordu.

Alev çatık kaşlarla dayıma bir şeyler söylüyor, dayım ellerini ceplerine koymuş sakin bir şekilde onu dinliyordu. Belki de buna dinlemekten çok iç çekerek izlemek denirdi...

Kar soğuğunu çıplak bacaklarıma bulaştırdığında araca doğru yürümek için hareketlendim. Çakır da birkaç saniye sonra kapıda belirdi. Bir elinde, soğukluğu camını buğulandıran viski şişesi, diğerinde kaşe kabanını tutuyordu. Bir devi andıran uzun ve yapılı boyuyla merdivenlerden inerken onu, tıpkı bir portreyi izlerken hatıraların yüzeye çıkarttığı hüzün gibi izledim. O renksiz bir portreydi, rengini vermek için hislerimi katlettim.

İlk fırça darbemi kanattığım aşktan vereceğimi düşünmüştüm. Tanrı her daim yanılma payı bıraktığı zihnime çığırtkan bir yankı ekti. Yankı, hemen ardımdan gelen bir lastiğin buzlu zeminde kayışına aitti.

Yankı yerini dağı delen kurşuna bıraktı. Sesi yutan, karı delen kurşun, kurşunu delen etti. O et, Çakır'a aitti.

Gecenin içinde ard arda patlayan silahlar karanlığı ateşe verdiğinde omurgam dal gibi kırıldı.

"Ferimah eğil!"

Tanrı göğsümü çıplak ellerle sardı sanki. Boğazıma dökülen çığlığın kalıntıları dudaklarımdan döktüğüm adıydı. "Çakır..."

Son basamakta takılı kalan adımı idam ipine asılı kalan mahkumun cılız boynu gibi saydam ve berraktı. Renksiz portresine ilk fırça darbesini ben değil, bir kurşun verdi. Beyaz gömleğini deldiğini an be an gördüğüm zamanın çukuruna oluk oluk kan akıttı.

Elindeki viski şişesi tuzla buz olup karın üzerine kanıyla beraber renk vermeye başladı.

"Ferimah!"

"Hayır..." diye fısıldadım, tanrının eli kalbimi avuçladı. "Hayır, hayır... Olmaz, hayır..." Avuçladığı kalbimi yardığı göğsümden çıkardığı an Çakır kırık bir dağ gibi fay hatlarından sarsılarak karların üzerine düştü. "Çakır..."

Bembeyaz karların üstüne kanayan çakır dikeni...

Sırtımı döndüm; göğsümü siper etmek için.

"Baba, Çakır!"

Boğazımı yırtan haykırış göğü yardı sandım. Hissetmediğim ayaklarım karlar altında sürüne sürüne Çakır'ı bulduğunda düştüğüm dizlerimin üzerine kan bulaştı. "Yalvarırım," diye bağırdım boğazım cehennem gibi yandı. "Çakır yalvarırım... Hayır, olmaz... Lütfen..."

Ardımdan yükselen çığırtkan motor sesi yerini terk ettiği vakit artık caddeyi inleten bağırışlardı.

Hıncal komutan Çakır'ın hemen önünde diz çökmüş nabzını kontrol ederken diğerlerine bağırıp yardım istiyordu. Bir sürü ses vardı ama Çakır o kadar sessizdi ki başında bekleyen azrailin pençesinde sıcaklığını kaybediyordu.

Hıçkırarak gözlerime bakan odaksız gözlerine tutundum. Koca bir damla göz pınarında birikirken dayımın belimi tutan ellerini hissettim. "Ferimah," diyordu boğuk sesiyle. Ağlıyor muydu? "Gel böyle, dur! Dur dedim!"

"Bırak!" diye bağırıp kollarında çırpındım. Bacaklarım karlara gömülüydü, buz gibi sıcaktım. Yersiz yurtsuz biçare. "Duramam, duramam... Bırak!"

Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz bir deniz,

Beni onun gözleri çağırıyor, duramam duramam...

Ellerim kanlı gömleğinin üzerine, kurşunun açtığı delikleri kapatmak istercesine kapandı.

Benim avuçlarım ağzını kapardı, teninde açtığı yarayı değil...

"Bir şey yap dayı!" diye inledim. Gözlerimde ölümün siper olduğu buğu vardı. Kalbim ağrıyor, göğsüm yanıyor ama içime düşmüş ateş bir türlü sönmek bilmiyordu. "Baba yalvarırım," diye bağırdım, onu görmüyordum ama babam güçlüydü, onun gücü her şeye yeterdi. "Yalvarırım baba, yalvarırım! Bir şey yap!"

Herkesin afallayarak bana baktığını, anlam veremese de bulunduğumuz anın içinde anlam yormaya cesaret edemediğini biliyordum. O anlamların altında kanayan Çakırken bunu düşünemiyordum bile. Gözümde kimse yoktu, Çakır varken herkes hiçti. Şimdi kimse yokken kimsem olan adam beni kimsesiz mi bırakacaktı?

"Çakır kalk," dedim, yalvarıştan başka bir şey değildim. "Kalksana...lütfen..."

Ademelması kavislendi; kurumuş dudakları birbirinden ayrılmak istedi fakat yapamadı. Tanrı, meleğin parmağını, sus çizgisinden çekmesine müsaade etmedi. Karları avuçlayan eli karnının üzerinde duran elimi kavradı. Sıkmak istedi ama her daim sımsıcak olan avuç içi buz parçasına dönüşüp elimi bıraktı. O an zehirli sarmaşıklar büyüttüğü gözünün pınarından bir damla yaş şakağına düştü.

Onun bu ocakta yanan toprağı,

Her gece rüyalarımda avuçlarımı yaktı.

"Feza ambulansı ara, ambulans!"

"Sikeyim!"

Ben onun sılası, kendimin gurbetindeyim.

Dudaklarımdan adını dökmek istedim, adından kalan hıçkırığa yenildim. Kapanmaya yüz tutmuş gözlerindeki zehirli sarmaşıklara el uzattım. Yüzüne doğru eğilip alnına alnımı bastırdığımda, "Sen çakır dikenisin," diye fısıldadım çaresizlik içinde. "Kanatırsın Çakır, kanamazsın." Dişlerimin arasından fısıldadım. "Kanayamazsın."

Anında morarmaya başlayan dudaklarına düşen gözyaşım kaşlarını çatmasına neden oldu. Ağzını açmak istedi ama açamadı... Cehennem kapılarını ardına kadar kapattı. Hıçkırdım, avuçlarımın altında kanı tenime baskı yaparak akmak istiyor, bedenini terk etmeye çabalıyordu.

Geriye çekilip acılar içinde önümde diz çökmüş babama bakarken, "Durmasana!" diye bağırdım delirmiş gibi. "Yapsana bir şey! Durdursana!" Gözyaşlarım sağanak bir şehir gibi babamın üzerine yağmaya başladığında kanlı elim gömleğinin yakasını kavradı. "Bir şey yapsana baba!" dedim güçsüzce. "Yalvarırım... Gitmesin... Söylesene baba, söylesene..."

Elim yakasından düştüğünde babamın sol gözünden düşen damla dilinin dökemediği çaresizliğiydi. O çaresizliğe yenildim. Gözlerim beyaz karların üzerine kanayan, karı kırmızıya boyayan Çakır'ın az önceye kadar sıcaktan terliyorken şimdi buz gibi olan bedenine kaydı.

Ellerim, artık durdurmaya yetmeyen kandan geriye teptiğinde eğilip Çakır'ın buz gibi olan yüzünü kavradı. Bakmaya kıyamadığım yüzünü kirli ellerimle lekeledim.

Bizim bir yolumuz vardı, diken doluydu. Ben yürüyecektim, o batacaktı.

O dikendi.

Çakır dikeni...

Gözyaşımla ıslanmış dudaklarımı gözkapağına bastırdığımda yürüdüğüm yolda yapayalnız bulduğum portreyi kanar halde buldum.

O portreye bir sır fısıldadım.

"Unuttun mu sevgilim... Kanatan sen, kanayan bendim."

Fısıltım cenneti yakıp cehennemi buz tuttururken tanrıya ah ettim.

Ve tanrı dedi ki; her diken kanatır ama hiçbir diken kanattığında kanamaktan kaçınamaz.

•••

Bölüm Sonu...

Her diken kanattığı tenden kalan kanı iz diye taşır... Bunu unutmamak gerekir, zira Ferimah unutmuştu, hatırlaması acılı oldu. Ve yine hiçbir sır saklanmaz, açığa çıkması güç olur. Ferimah bununla da yüzleşti, yüzleşecek.

Bölüm hakkındaki tüm düşüncelerinizin hepsini bu satıra bırakmanızı istiyorum.

Hissettiklerinizi ise buraya...

Bu kez ben susayım, biraz siz anlatın. Bu gece sadece sizi dinlemek istiyorum.

İyi geceler.

İnstagram: melisyazafir

Twitter: meliszafir.

Continue Reading

You'll Also Like

6.5M 440K 80
Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekimdir. Daha mesleğinin ilk günlerinde, hen...
2.9M 148K 64
Hayatı boyunca kimseyi sevmemiş, tek derdi vatan, bayrak ve ülkesi olan asker ile hiç sevildiğini hissetmemiş, kalabalık içinde yalnızlığı hisseden b...
2.9M 157K 40
Heja güzelliği ve cesaretiyle Amed'e nam salmış kadın. Ağir yakışıklılığı ve bastığı yeri titreyișiyle Amed'in saygı duyulan ağası... Kadın çok sevd...
31.9M 1.8M 39
Yaşıyorduk, işkence çekiyorduk, idam ediliyorduk, köle gibi çalıştırılıyorduk, susuyorduk, çığlık atıyorduk ama hepsinin sonunda sesli ya da sessiz b...