MIH

By _Mehsa_

7.3M 325K 182K

İntikamın kıyafetini hiç merak ettiniz mi? Peki ya bedenini? İntikam,nefretle kararmış lacivert gözlerdi. İn... More

TANITIM VE PROLOG
1-*Canavar(Canver)*
2-*Ceylan*
3-*Kuyunun Hikayesi*
4-*Azrail'in Evi*
5-*Gazap*
6-*Ezinç*
7-*Cefa-Pişe*
8-*Gönülçelen*
9-*Kaçak*
10-*Nikah*
11-*Lahza*
12-*Charlie*
13-*Kale*
14-*Şiraze*
15-*Müge*
16-*Zar*
17-*Tutulma*
18-*Figan*
19-*Hükümdar*
20- *Mecruh*
21-*Kral Payı*
22-*Billur*
23-*Hançer*
24-*Sanrı*
25 -* Raks*
26-*Dildâde*
27-*Kor*
28-*Sevda*
29-*İhtilal*
30-*Bahar*
31-*Meftun*
32-*Ateşpare*
* SİRAÇ VUSLAT 19.04*
33-*Fedakar*
34-*İrade*
35-*Oda*
36-*Cambaz*
37-*Vurgun*
38-*Asil*
39-*Kırmızı*
40-*Azap*
42-Veda
43-*Güz*
44-*Acı*
45-*Katran*
46-*Safderun*
47-*Devran*
*19.04 & Doğum Günü Özel*
48-*Anne*
49-*Baba*
50- *Bedel*
51-*Kader*
52-*Masal*
53-*Şakayık*
*Özel Bölüm*
*54- Toprak*
*21.21*- DUYURU

41-*Uçurum

92.2K 5.4K 5K
By _Mehsa_

SOHBET KÖŞESİ

Selamünaleyküm benim güzel fedailerimmmm! Ben geldim.  🥳😍

19 Bin kelimelik, neredeyse üç bölüm uzunluğunda bir bölümle sizlerleyim. (Yazar burada bir süre beni darlamayın, bölümü sindirin diyor djdjd)

Nasılsınız? Umarım çok iyisinizdir. 😍 Burayı sohbet satırı ilan edelim.  🌸

Bana gelirsek bu bölüm çok ama çok yorucuydu. Bende aşırı etkilendim. Kendimden geçtim de diyebiliriz. 

Çok üzüldüm, çok yaşadım, çok anladım. 🥲

Geçen bölüme dair tepkilerin beni üzdüğünü de söylemeden geçemeyeceğim. Benim yazdığım kitaptan mı bahsediyorlar dediğim yorumlar gördüm. 

Yinede bu bir kurgu ve benim bir amacım var. İnşallah beni anlarsınız.

Bu bölüm kafamda kitabın pick yaptığı bölümdür. Sezon finali mi dersiniz, hint filmlerindeki gibi intermission mu dersiniz ne dersiniz bilmiyorum ama öyle bir bölüm.  👀✍ (Ara vermiyorum, benzetme yaptım.)

Umarım çok seversiniz, inşallah yüreğinize işler.  🥳😍

Çok uzatmıyorum. Sizi bölümle başbaşa bırakıyorum.

Lütfen oy verip yorum yapmayı unutmayın. Özellikle bu bölüm...biliyorsunuz çok şey istemem sizden, çoğu zaman da o oy sınırı temsili olarak kalıyor ama bu bölüm...bu bölümde bir yorum patlaması görmeyi çok istiyorum. 🥲🙏

Lütfen ricamı  görmezden gelmeyin. 🙏

İyi okumalar dilerim. Sizi çok seviyorum. 😍🥳

(SINIR: 5K OY!)

MÜZİK KUTUSU

Sezen Aksu- Vazgeçtim

Ahmet Kaya- Yüreğim Kanıyor

Yıldız Tilbe- Vazgeçtim

Ece Seçkin - Olsun

Çağan Şengül- Sancı

Escape- Tsunami

Sezen Aksu- Ben Öyle Birini Sevdim Ki

🥀🌙Instagram Sayfamız: Mehsa Hikayeleri

🥀🌙 Kişisel Instagram Sayfam: _mehsaa_
🥀🌙 Twitter: mehsahikayeleri

🥀🌙Takip edebilirsiniz. Özellikle duyurular ve alıntılarımız için çiçeklerim.🌺

🌌☀️🌌☀️🌌☀️

Zamanla kapanan yaraları yalnızca zaman kanatabilir. İnsanoğlu unutur belki ama zaman hiçbir an unutmaz, her daim geçmişin kancasıyla peşine takılıdır.

Geçmiş seni pençelerinin arasına aldı mı ardına bakmaktan önünü unutursun. Önünün bir çukur olduğu unuttun mu düşmeyi de kaçınılmaz olarak bulursun.

Vuslat'ın düştüğü tuzak buydu. Onu Emir'le yüzleştiren bilinmeyen, geçmişe takılı kalmış bir adamı hep bu yarasıyla vuruyor sonra da geleceğiyle sınıyordu.

O gün onu bile bile bu tuzağa düşürmüştü. Emir'le yüzleşirken kadınını bile bile onun en zayıf halini görmeye zorlamıştı bilinmeyen.

Çünkü Vuslat gibi adamlar aşağılanmış olmayı kaldıramazlardı. Zaten kaldıramadıkları için de zihinlerinin oyununa kapılırlardı.

Dışarıda Umut, onları bu tuzaktan kurtarmak için uğraşmıştı ama nafileydi, her yer Polis kaynıyordu ve işin içerisine komiser dahil olunca masum insanları vurmaktan başka çareleri kalmıyordu.

Bilinmeyen Vuslat'ı öyle iyi tanıyordu ki karısının onun neler yaşadığını öğrenince zayıf bir adam gibi oradan kaçacağını, değil aklını, iç güdülerini bile kullanamayacak hale geleceğini biliyordu.

Tıpkı kısa bir süre sonra onu intiharın eşiğinde bulacağını bildiği gibi.

Tıpkı o ölümün kıyısına bizzat onu kendisi getirdiği gibi.

Tıpkı asla onun ölmeyeceğine izin vermeyeceğini bildiği gibi.

Zaman geçiyordu, Vuslat iç güdülerini kullanamasa bile kendine alternatif bir plan belirlemişti. Karısıyla tüm bağlarını kestikten sonra aslarla iletişime geçmişti.

Aslar, kurulun 6 baronunun en iyi adamlarıydı. Yaşları 19 ile 20 arasındaki altı gençte, bizzat Vuslat gibi Emir tarafından yetiştirilmişti.

Mahzenlerin ardında hepsi Emir tarafından işkenceye maruz bırakılırdı. Bu işkencenin sonunda aralarından en iyi yedi çocuk vahşice birbirileriyle yarıştırılır, içlerinden biri öldürülür, altısı kurulun en iyi altı adamı olurdu.

Siraç'ta eskiden aslardandı. Mahzenlerde yaşayan ruhu ölü bir adamdı.

O mahzenlerden altı ası öldürerek çıkmıştı. Şimdi yeni altı çocuğu kurulu öldürmek için kullanacaktı.

Yedinci ise kendi olacaktı.

Tıpkı geçmişte olması gerektiği gibi.

Tıpkı geçmişte ölmesi gerektiği gibi.

🔱⚜🔱

Elif'ten:

Titreyen ellerimle fotoğrafları aşağı doğru kaydırdım. Fotoğraflar aşağı doğru kaydıkça Siraç'ın eli geriye doğru çekildi, gülümseyişi yavaşça kayboldu. Sanki zaman geriye doğru gidiyordu ama ben yalnızca bir an da takılı kalıyordum.

Kadının eli hala onun dirseğindeydi.

"Allah kahretsin!" dedi Demir.

Son resimde o da çekildi ve birbirlerine ciddi bir şekilde bakan iki insan kaldı karşımda. Tüm kalbim bir inkâr içindeydi. Umut konuşmaya başladı ama hiçbir şeyi duymuyordum.

"Elif orada mı Demir?" diyordu Umut. Sanki hepsi benden çığlık çığlığa bir tepki bekliyorlardı ama ben göğsümden başlayan bir buz fırtınasının beni kuruttuğunu hissediyordum yalnızca.

Demir benden bir tepki almak için konuştuğunda hala fotoğraflara bakıyordum. Gözümün önüne bana gülümseyişi, bana sarılışı, beni öpüşü canlanıyordu.

Sonra soluyordu bu görüntü. Yerine yalnızca gözümün önünde bir başka kadınla hali geliyordu.

"Yenge," diyordu Demir, sesini duyurabilmek için çırpınıyordu resmen. "Bak bu işte bir iş var. Ben bu adamı küçüklüğümden beri tanıyorum. Değil bir kadına yakın olmak, erkeklerle bile tokalaşamıyordu o."

Ona bakmam için tekrar seslendiğinde parmak uçlarımdan başlayan bir hissizlik tüm bedenimi sarıyordu. "Yenge tepki ver!" dedi ama tepki veremiyordum, gözlerimi ayıramıyordum fotoğraflardan.

"Kızgınım, Allah bildiği gibi yapsın onu da ama ne olur kanma sende! Bak bu adam sana aşık! Körkütük aşık!" Çırpınıyordu beni inandırmak için. "Ya sen uyuttun bu adamı! İlk sen dokundun bir kadın olarak! Yalnız seni sevdi!"

Bana dokunamıyordu ama sözleriyle beni sarsmaya çalışıyordu. "Ya sen duydun bu adamın neler yaşadığını, sence atlatıp da bunu yapabilir mi?" Ellerini bana doğru uzattı ama dokunamadı.

"İnanma yenge!"

Başımı kaldırıp ona bakamadım çünkü kalbim sanki yere düştü. Düştü de kalkamadı.

Kırıldı, bin parçaya döndü de dağıldı.

Gözlerimin önünde hala ilk resmin izi varken midemden yükselen safranın acı tadıyla birlikte telefonu eline tutuşturdum.

Koştum, bende kaçtım. Gerçekten, gördüklerimden, unutmak istediklerimden kaçtım.

İlk kattaki lavaboya zorla yetiştim ve midemde hiçbir şey olmadığı için yalnızca safra kustum. İçimdeki zehri kusuyordum sanki.

İçim çekiliyordu, hislerimi döküyordum ortalığa. Geriye benden hiçbir şey kalmıyormuş gibi hissediyordum.

Sadece bir kabuk...

İçi boş, kalbi sökülmüş bir kabuktum.

İçimde artık sökülecek hiçbir şey kalmadığında lavabodan çıktım ve ağzımı yıkadıktan sonra aynaların köşesindeki halının üstüne çöktüm.

Aynaya bakmak istemiyordum, oraya bakarsam kaybetmiş bir kadını görmekten korkuyordum.

Bacaklarımı kendime çektim ve başımı lavabonun altındaki serin mermere yasladım. Gözlerimi sımsıkı yumdum, unutmak istedim gördüklerimi. Gülüşüne bile bir daha bakamamıştım.

Gülüşüne bile ilk defa bir kez daha bakmak istememiştim.

Uzun bir süre bu şekilde kaldım, hiçbir şey düşünemiyordum. Yalnızca gözümün önünden gitmeyen görüntüye baktım.

Bir aklım kalmış olsaydı, yüreğim dayanabilseydi çözmeye çalışırdım olanları ama o an yalnızca seven bir kadındım.

Seven ve bile bile kırılan bir kadındım.

Zamanın hesabını unuttuğum uzun bir andan sonra içeriye doğru gelen adım seslerini duyunca başımı dizime yasladım. Önüme birinin gölgesi düştüğünde bile başımı kaldıramadım.

Boynumu bükmüştü. Sevdiğim adam herkese karşı boynumu bükmüştü benim.

"Gördüm." dedi Eylül. "Demir beni peşinden yollamak için göstermek zorunda kaldı." Ses tonundaki acıyla birlikte artık var olabileceğine inanmadığım kalbim sıkıştı. "Endişelenmiş senin için."

Ellerim tutuldu. Sadece bu cümleleri kurdu. Eskiden olsa savunurdu onu ama o bile savunamadı. "Silahını alıp ikisini vurmaya gidersen hiç tereddüt etmeden peşinden gelirim." Ellerimi sıktı. "Bil istedim."

Dudağımın bir kenarı buruk bir tebessüm için kırıldı. Keşke öfkeli hissedebilseydim, keşke öfkeli hissedip herkesin haddini bildirip buradan çekip gidebilseydim.

Ama hissetmiyordum, yalnızca kırılmış hissediyordum.

Yalnızca kırılmış ve hiç anlaşılmamış hissediyordum. Sanki sevgim sözden ibaretmiş gibiydi. Hiç yüreğe düşmemişti.

İyileştirmemişti onu. Hiç itimat etmemişti sevgime, hiç inanmamıştı da bu kadar kolayca bir hiç saymıştı.

"Ne hissediyorsun Elif?" dedi. "Birçok kadın ortalığı ayağa kaldırmış, yakıp yıkmıştı. Sen burada sakince oturuyorsun."

Başımı kaldırıp ona baktım. O benden daha çok kızgındı. "Deden burada, çekip gidebilirsin de. Birçok kadın böyle yapar." Başı yana doğru eğildi. O da benim gibi şu birkaç günde çökmüştü. "Hakkın da var üstelik."

İnançla sıktı ellerimi. Siraç'ın geçmişini Demir'den öğrenmişti o da. Yıllar sonra yaşanılanları öğrenip yıkılmıştı benim gibi ama şimdi yanımdaydı. Benim tarafımı tutuyordu. Siraç'ın yaşadıklarını anladığı gibi benim uğradığım haksızlığı da görebiliyordu.

"Bir şey söyle bana." dedi beni konuşturmak için. Sanki beni şoktan çıkartmaya çalışıyordu.

Ona baktım sadece bir an boyunca. Aklımda cümleleri toplamaya çalıştım çünkü zihnimde o kadar çok şey vardı ki bir kelimeyi bile yakalayıp düzene sokamıyordum.

"Ne söyleyeyim Eylül?" diye başladım konuşmaya. "Kızınca, çekip gidince ardımı bırakacak mı gördüklerim? Ya da bitecek mi her şey?" Hayal kırıklığım sanki yaşadığım her andaydı.

"Kolay mı bu kadar her şey?" Çırpınmaktan yorulmuştum artık.

Tüm vücudum bitap düşmüştü. Zangır zangır titremeye başladım konuşurken. "Hadi ben gittim diyelim. Gittiğimde o, o kadınla mutlu olup yaşayacak mı?"

Gözlerim doldu, gerçekler bir bir beni vururken dişlerimi birbirine bastırdım ağlamamak için. "Kalbimi dinleyeyim, çekip gideyim diyeyim." dedim dudaklarım titrerken.

"Kalbim bile görünce inanmadı ki?" dedim yıkılmış bir sesle. "Kalbim bile gerçek olduğuna inanmıyor."

Onun ellerin sımsıkı tuttum ağlamamak için ama o benim yerime ağlamaya başladı. "Gördüklerim, yaşadıklarımdan sonra olmasaydı şu an toplardım eşyalarımı, giderdim ama ben düşürdüm onu bu tuzağa."

İç çektim. Tüm bedenim cehenneme düşmüş gibiydi. Yanmayan zerrem kalmamıştı.

Ellerimi kurtardım ondan. Konuşurken dilimden dökülen cümleleri hiç düşünmemiştim. O an yüreğimden dökülüyordu sanki. Kendim kendimi inandırmaya çalışıyor gibiydim.

"Ya!" dedim. "Ağladı bu adam karşımda, ağladı!" Çenem titredi, yıkılacaktım tekrar. "Ben bu zamana kadar bir kez bile böyle yıkılmış görmemiştim onu."

Elimle dışarıyı gösterdim. Sanki karşımdaydı o fotoğraflar. "Şimdi şu yaptığına bak!"

Yutkundum konuşabilmek için. Sesim sona doğru titremişti. Tekrar konuşurken boğuk çıkıyordu. "Biliyorum, tüm bağları koparmak için yapıyor. Sevgimi yok sayarak yapacağını da çok iyi biliyor ama insan hiç mi düşünmez. Hiç mi bilmez Eylül?"

Derin bir nefes aldım. Tavana baktım, gözyaşlarımı bastırmak için ama olmadı. Ona tekrar baktığımda bir bir dökülmeye başladı gözyaşlarım. "Benim onu çok sevdiğimi hiç mi anlamaz Eylül? Geçmişte ne yaşamış olursa olsun benim onu çok sevdiğimi hiç bilmez Eylül?"

Başını eğdi. O yüzüme bakamadı utancından. Asıl utanması gereken o değil, sevdiğim adamdı.

Elimi göğsüme bastırdım. Çok ağrıyordu. "Geçmişini duyduğum günden beri ben her gün Allah'a yalvardım." Ağlamaya başladığımı hissettiğimde tüm ipler koptu bende.

"Allah'ım, dedim." Dudağıma doğru süzüldü bir gözyaşı. Keşke kilit vursaydı dilime.

"Allah'ım yarsan şu göğüs kafesimi de saklasam bu adamı göğüs kafesimde. Korusam bütün kötülüklerden. Bir daha hiç acı çekmese." Eylül karşımda sesli bir şekilde ağlamaya başladı.

"Ne olur Allah'ım, sen onu koru. "

Kırıldı her şey. Paramparça oldum. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. "Neden?" dedim. "Neden yaptı Eylül?"

Ellerimi ona doğru uzattım. "Neden inanmadı sevgime Eylül?" Tutunacak dalım kalmamıştı, o da bunu biliyordu. "Şimdi kendini öldürecek, biliyorum."

Bunu anınca bile nefesim daraldı. Hızlandı soluklarım. "Nasıl dayanacağım!" Elimi göğsüme vurdum. Sökülsün istiyordum artık şu yüreğim.

"Nasıl dayanayım Eylül?" Beni kendine çekip sımsıkı sarıldı. Kaybettim kendimi kollarında.

Bıraktım kendimi, göğsünde içim sökülene kadar ağlamaya başladım. "Eylül beni hiçe saydı! O kadına gitti..." diyordum ağlarken. "Eylül beni hiçe saydı şimdi de öldürecek kendini."

Sırtımı sıvazlayan kardeşten saydığımdı. "Yok öyle bir şey. "diyordu o da ağlarken. "Durduracağız." Sesi o kadar inançsızdı ki hiçbirimiz inanmıyorduk bu gerçeğe. Bana yaptığından sonra bundan sonraki adımını tahmin etmek zor değildi.

Ben o adımda ölüyordum. Tam şu saniyede günlerdir yaşadığım acıyla ölüyordum sanki.

"Ah aptal, aptal adam!" diyordu. "Şu kızı ne hale getirdin." diyordu.

Onun da yapacak bir şeyi yoktu. Bu yüzden göz yaşımda acım tükenene kadar ağlamaya devam ettim. Rabbim acımış olacak ki ağladıkça soldu acım. Dinginleşmeye başladım.

Kollarına aldı beni başımı kaldırınca. "Hadi bir şeyler yedirelim sana." dedi. Eliyle göz yaşlarımı silerken. "Günlerdir ağzına üç lokma girmedi." Onun da göz yaşları silinmemişti ama beni önceliğine koydu.

"Sürekli kusuyorsun." dedi. Yüzünde tereddütlü bir ifade bir an belirir gibi oldu. Bu bir soru işaretiydi ama o soru işaretiyle başa çıkacak halim yoktu artık. O an hiçbir şeyi bir umutmuş gibi göremiyordum.

Bu yüzden görmezden geldim bakışlarını. Yok saydım.

Bana yardım etmesine izin verdim ve onun yardımıyla birlikte titreyen bacaklarımla tekrar ara girişe çıktım. Tam o anda çıkmak üzere olan Demir'i gördüm.

Beni görünce o da durdu. Halimi görünce yüzü kaskatı kesildi. Acım bu kadar mı yansıyordu onlara, bilmiyordum ama bana bakan herkesin yüzündeki bu acıyı gördükçe ben kahroluyordum.

Eylül'le kısa bir an bakıştılar. Bir an tereddüt etti gelip gelmemekte Demir.

Sonra dayanamamış olacak ki yanıma doğru hızlı adımlarla geldi. "Yenge!" dedi önümde durup. Sesindeki endişeli tınıyı hissetmemek imkansızdı.

"İyi misin?" Bana doğru eğildi. Gözlerinde merhamet vardı. Bana bir abi merhametiyle yaklaştı bu seferde. "Seni hastaneye götüreyim mi kardeşim?" dediğinde başımı olumsuz anlamda salladım.

"Nereye gidiyorsun?" dedim. Sesim pütürlü bir yüzeye çarpmış gibi çıkmıştı. Sanki grip olmuş gibiydim.

İç çekti. Sıkıntıyla dudaklarını birbirine bastırdı. Yine tereddüt etti söyleyip söylememekte. "O kadına..." dedi sonunda daha fazla bir şey saklamamaya karar vererek.

"O kulüp ona aitmiş. Şu an iş yerindeymiş. Onu görmeye gidiyorum, bir şeyler öğrenebilir miyim diye bakacağım. Hazır dedenler de yokken şu işi aradan çıkartmak istiyorum." dedi.

Sıkıntıyla iç çekti. Giymek için ceketini tutarken elleri yumruk olmuştu. Öğrenilirse olayın büyüyeceğini o da biliyordu.

Dedem öğrenirse şu an beni buradan götürürdü. Bunun hepimiz farkındaydık.

Acımın ardında hala bazı şeyleri idrak etmeye çalışıyordum.

Bir tepki vermeliydim. Geri çekilmeliydim belki de ya da artık pes etmeliydim ama gözümün önünde onu canlı olarak son gördüğüm haliyle birlikte fotoğrafta kadınla birlikte gördüğüm hali yarışıyordu.

Yarışan aklımla kalbimdi aslında ama aklım da gururumdan yana olmuyordu.

Onu görmem lazımdı.

İnsan birisini suçlamadan önce onunla yüzleşmek istemez miydi?

Peki ya o suçlayacağınız kişi en sevdiğiniz insansa ve yaptıklarının sonucunda size karşı sözünü tutmayıp kendini öldürteceğini biliyorsanız, savaşmak bir seçenek değil miydi?

Gurur mu engel olurdu bu savaşa yoksa kadınlık onuru mu?

Eğer gurursa şayet, ben öldürdüğüm Selvi'nin ardından bile yas tutmuş insandım. Gururlanıp da sırtımı dönmemiştim ona. Acısını çekmiştim bana karşı, Ali'ye karşı kötülük yapsa da.

Kadınlık onuruysa şayet, onu mezarda gördükten sonra hangi onur beni yüce kılardı ki?

Önce yüzleşmeliydim. Yüzleşip de onu sürdüğüm ölüm yolundan çekip aldıktan sonra kusardım içimdekileri ama şimdi değildi.

Bu yüzden gururumu da onurumu da bir kenara bırakmak zorundaydım.

Eylül'den destek almayı bıraktım.

"Bende geliyorum." dedim, Demir'in endişeli bakışları yerini dehşete bırakan bir ifadeye dönüşmeden önce.

"Yenge, hayır!" dedi o dehşetle birlikte. "Aklından ne geçiyorsa unut onu. O kadının seni bir daha asla üzmesine izin vermem ben."

Beni düşünmesine karşı buruk bir şekilde gülümsedim. Eylül'de itiraz etti. "Ben o kadını zerre tanıyorsam seni gördüğü anda nispetten başka hiçbir şey yapmayacak. Beni ondan sonra kimse tutamaz."

Eylül aniden öfkeyle yükselirken benim gülümsemem genişledi. Onlar benim cidden ailem, kardeşlerim olmuşlardı ve öncelikle beni düşünüyorlardı ama aynı zamanda beni yanlış da anlıyorlardı.

"Demir," dedim. "Ne düşünüyorsanız aklınızdaki ihtimal için gitmiyorum oraya. O kadın seni görünce sana istediğin bilgiyi verecek mi zannediyorsun? Karşındaki de kaba kuvvet uygulayarak bilgi alabileceğin bir erkek de değil. Elin boş gelebilirsin ama ben onun karşısında geçtiğimde iş farklı olur."

Eylül dirseğimden tuttu. "Ne yapacaksın, sen mi döveceksin onu?" derken aklında hala şiddet görüntüleri olduğunun farkındaydım.

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Kafasını karıştıracağım. Bende inanmıyorum görüntünün gerçekliğine ama karşımdakinin de bunun bilip bilmediğine dair bir fikre ihtiyacım var. Demir onu kışkırtamaz."

Bunları düşünürken bile karşı karşıya kalacağım muamele midemde yanmaya sebebiyet veriyordu. Belki de bu boş oluşundan da kaynaklı olabilirdi.

"Ama ben kışkırtabilirim ve bizzat oraya giderek onu şaşırtabilirim." İkisi de şiddetle karşı çıktılar.

"Elif saçmalama." dedi Eylül. "Bu bile bile gururunu ayaklar altına almak. Sen ona meydan okumaktan da bahsetmiyorsun. O ise bunu yapacak! Sana meydan okuyacak!"

İnat ettim, anlamıyorlardı. Karşımdaki kadındı. Üstelik benim sevdiğim adamı elimden almak isteği olan bir kadındı.

Demir onun karşısına çıkarsa sadece pişkince aldığı ilgiyi anlatacaktı ama ben onun karşısına inanmamış bir şekilde çıkarsam telaş yapardı, dikkati dağılırdı.

"Bakın anlamıyorsunuz." dedim Demir bana kaşlarını çatmış bir şekilde bakarken. "Orada bana karşı yapılmış bir meydan okuma var. Ben bir kafa karıştırma aracı olabilirim, siz de bu sırada dün ki kamera kayıtlarına erişebilirsiniz. Yok mu bunun bir yolu? Siraç'ın şirketi siber koruma üzerine kurulu değil mi?"

Demir bir an söylediklerimi tartar gibi başını eğdi ve düşüncelere daldı. Eylül'ün ise öfkesi saman alevi gibi sönmüştü.

Eylül huysuz bir sesle, "Senin aklını kaybetmen gerekiyordu. Bizim değil." dediğinde aklımı değil de kalbimi kaybetmek üzere olduğumu söyleyemedim ona.

"Sanki sana Allah büyük bir sabır vermiş. Peygamber sabrı gibi bir sabır vermiş."

Üstümdeki yeleğe daha sıkı sarındım. "Hayır," dedim içimdeki koru sönmüş acıyla. "Bana kaybımın sabrını veriyor, Allah."

Demir başını kaldırıp bana baktı. "Ne kaybı?" dedi kafası karışmış bir şekilde. Daha çok hangi kaybımı diye sorarmış gibiydi.

"Sevdama olan inancımı." dediğimde gözlerini benden kaçırdı Demir. O an suskunluk hepimizin tek çaresiydi. Onlar karşımda ağlayacakmış gibi dururken ben yalnızca bir adım daha diyordum kendime.

Bir adım daha Elif. Sonunda bir yere varacak bu yol.

Allah sana da dinleneceğin bir durak verecek.

Bir adım daha Elif, hadi sabır.

Allah sana mükafatını verir, hep verdi.

Ümit kesenlerden olma.

Demir bu sözlerimden sonra tekrar başını kaldırdı. Kendini benim koruyucum ilan etmişti. Görebiliyordum. "Yenge en ufak tehlikeye girersen seni alır götürürüm. " İşaret parmağını bana doğru salladı. "Bak, en ufak bir tehlike diyorum! Bu yüzden kararını iyi ver. Mehmet dedeye ben derim seni alıp buralardan götürmesi için."

O kadar sert konuştu ki taviz vermem gerektiğini bilerek cevap verdim. "Tamam," dedim. "Kendimi gereksiz yere riske atmam."

Bunu yapan, kendini gereksiz yere riske atan benim kocamdı. Beni ezip geçtikten sonra sıra kendindeydi. Bizzat kendini harcayacaktı.

Bu sözü verdikten sonra Demir pes etti. "Tamam." dedi. "Bunun sonucunda sen acı çekeceksin ama bir şey elde edeceksek, sen de razıysan götüreceğim seni o kadına."

Almak istediğim tek cevap buydu.

Bedel ödememden korkuyordu ama ben şu birkaç günde çok büyük bedeller ödemiştim.

Babamdan sonra sevdiğim adamı kaybetmiştim.

Onun kaybının bedelini sevdam ödemişti.

Onu da bir hiç etmişlerdi.

Tıpkı ben gibi. Benim gibi...

🔱⚜🔱

Yola çıktığımızda elimde bir sandviç vardı. Eylül ben hazırlanırken yapmıştı. Annem nereye gittiğimizi sorduğunda Eylül beni hastaneye götürdüğü ile ilgili yalan söylemişti.

Bende bu yalana susarak ortak olmuştum. Annemin rahatlayan yüz ifadesi, yerini benim yanımda gelme ısrarına dönüştüğünde Demir bunun riskli olacağını, annemin bir süre dışarı çıkmaması gerektiğini söylemişti.

Annemin suçluluk dolu bakışlarını görünce yüreğim acımıştı.

Hala o mektupların vicdan azabını çekiyordu ve ona bir kez daha ulaşılabilme ihtimali, herkesin yüreğini hoplatıyordu çünkü bu felaketler silsilesinin fitilini ateşleyen annemin bizden habersiz hareket etmesiydi.

Kimse bir daha böyle büyük bir bedel ödemek istemiyordu.

Annemi üzgün bir şekilde ardımda bırakmıştım. Ondan sakladıklarım boyumu aşmaya başlamıştı. İkimizin de birbirine karşı sırları vardı ve bu beni üzüyordu.

Eskiden her şey farklıydı, eskiden hayatım o kadar farklıydı ki...Şimdi başka bir girdabın içine yürürken bu sakinliği özlediğimi fark ettim.

Yaşım on dokuzdu, yakında yirmi yaşında olacaktım. Hayata hep bir yaş geç başlamıştım. Mısır'dan geldiğimiz için bir sene geç başlamıştım okula. Babam vefat edene kadar hayatım hep bu geç kalışa rağmen uyum sağlamaya çalışmakla geçmişti ama yine de tek terdim buydu.

Sadece geç kalmaktı.

Yoksa mutluydum, çok mutluydum çocukluğumda.

Şimdi o günler çok uzakta gibi geliyordu. Sanki bir yılda on yaş yaşlanmıştım.

"Elif ye onu!" diye Eylül omzumu dürttüğünde kendime geldim. Bir yanımda Nergis, diğer yanımda Eylül vardı.

Ön koltukta yine Demir ve Umut oturuyordu. Arabayı Umut kullanıyordu. Geçen seferin aksine herkesin üstüne soğuk bir sessizlik çökmüştü. Herkes her şeyin farkındaydı ama kimse konuşmaya cesaret edemiyordu.

"Canım pek istemiyor." dedim. İşin aslı midemin bulanmasından korkuyordum. Böyle bir anda bir de hastalıklı gibi dolaşmak istemiyordum. Öyle olmadığımı bilsem bile güçlü gözükmek istiyordum.

Bir insan kocasıyla yakınlaşan kadının yanına göz altlarını kapatarak gider miydi? Güçlü görünmek için omurgasını hep dik tutmaya çalışır mıydı?

Ya da günün birinde bunları yapmak zorunda kalacağına inanır mıydı?

Ben yapmıştım ve bunun beni güçlendirdiği yalanına kendimi inandırmaya çalışıyordum.

Nergis omzumu sıvazlayıp, "Bak içine yeşil zeytin koyduk, peynirin üstüne limon bile sıktırdım. Biraz ye bari, tenin o kadar solgun ki." dediğinde de dıştan da pek iyi gözükmediğimi bir başkasından teyit etmiş oldum.

"İyiyim ben." dedim bir başka yalana daha kendimi inandırmaya çalışarak. "Gidene kadar bitirmeye çalışırım."

İkisinin de sesi çıkmıyordu. Çok üşüyordum, hava sıcak olmasına rağmen arabanın içerisinde sürekli ürperiyordum. Eylül fark etti bu ürpermemi.

"O sürtüğün yanından dönerken hastaneye uğrayalım. Bu böyle olmayacak. Gel, inat etme. Hiç olmadı bir serum taksınlar sana." dedi.

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hastane güvenli değil." dedim. "Bir saldırı olursa masum insanları koruyamazlar."

Nergis burnundan soludu. "Biraz bencil ol be kızım! Azıcık kendini düşün, üflesem uçacak gibisin. Hala kendini başkalarının ardına koyuyorsun. Sana hiç fazla fedakarlık insana zarar verir diye öğüt vermediler mi?"

Omuz silktim. "Fedakarlık değil bu. Ben yalnızca vicdanımın sesini çok dinliyorum." dedim. Onlarla tartışmak istemiyordum ama benim için endişeleniyorlardı.

Dudak büktü Nergis sanki bu hissi bilmiyormuş gibi. "Ben hiç öyle bir ses duymuyorum." dediğinde Eylül güldü. "O konuşana kadar sen çoktan karşıdakine kafa, göz dalmış oluyorsun. Gürültüden duyulmuyordur, Nergis Hanım."

Nergis, Eylül'e ters bir karşılık verdiğinde dikiz aynasında Umut'la göz göze geldik. Normalde o gözlerde öfkeden ya da hissizlikten başka bir şey görmezdim ama ilk defa orada yumuşak bir ifadeyle, hatta gözlerim beni yanıltmıyorsa merhametle karşılaşınca şaşırdım.

"Elif!" dedi gür sesiyle, kızların sesini bastırmak istercesine. "Döndüğümüzde bir doktor ayarlayacağım. Seni evde muayene etsin."

Onun ilgili konuşmasını duyunca kızlarda birden sustular zaten.

Başımı olumsuz anlamda salladım. "İyiyim ben. Bir düzlüğe çıkalım, daha iyi olacağım." Kaşları çatıldı, sanki itirazımdan memnuniyet duymadığı gibi birden ortaya çıkan ilgisiyle birlikte kendimi garip hissettim.

En son bana kızgındı, şimdi ise taraf değiştirmiş gibiydi sanki.

Bir şey söylemedi ama itirazım da onda etki etmemiş gibiydi.

Yolculuk kısa bir süre sonra sona erdiğinde elimdeki sandviçi zorla bitirmiştim ve midem biraz dolduğu için alışkın olmadığım bir biçimde ağrıyordu. Bu sırada 'Rose' yazan bir mekanın önünde durduk. Adını temsil edercesine siyaha boyanmış mekanın kirişleri ve giriş sütunları canlı bir kırmızı rengindeydi.

Siyah tentenin altında geniş cüsseli iki koruma bekliyordu.

Biz ise buraya tam beş araba dolusu korumayla gelmiştik. Baskın olmamasına rağmen arabalar yanaştıkça korumaların yüz ifadesi değişti.

Korku ve endişe düşüncelerinin baş faktörüydü.

Aşağıya ilk korumalar indi. Etrafı kolaçan ettiler, bulunduğumuz arabanın etrafına etten bir duvar ördüler.

Bu kadar tedbire gerek var mıydı da diyemiyordum çünkü dilim yanmıştı bir kere. Sabırla etrafı kontrol etmelerini, girişte bulunan endişeli korumalarla konuşmalarını bekledim.

"Şebnemin haberi var mı bizim geldiğimizden?" dediğimde Demir bana doğru döndü. Eylül ve Nergis ise bana ters ters bakmakla meşguldü.

Demir cevap veremeden Eylül, "Sürtük de, yosma de, damızlık inek de hatta peygamber devesi de ama adını anma şu kaltağın!" dedi.

Ona sakin bir şekilde bakmakla yetindim. Kendimi açıklayacak takatim yoktu o an. Kimden kıskanıyorum Eylül, deseydim de beni anlamazdı. Bunu yapan benim sevdiğim adam, bütün suçu kadının üstüne atsam elime ne geçecek desem de anlatamazdım kendimi.

Bu kıskançlık yapabileceğim bir durum değildi. Yine bu hak elimden alınmıştı çünkü.

Bu beni ezip geçen bir olaydı.

"Demir!" dedim konuşması için. Umut arabadan çıktı, son ayarlamaları yapmak için.

"Yok yenge." diye cevap verdi Demir. "Haberi olsaydı kesin kaçardı ama biz arka girişi de gelmeden önce kapattırdık."

Anladım der gibi kısa bir şekilde başımı salladım. "Peki ya kameraları hackleme durumu? Bildiğim kadarıyla bu kadının babasının siber koruma görevi sizdeydi. Bu iş kolay olacak, öyle değil mi?" dediğimde yaramazlık yapmış bir çocuk gibi gülümsedi.

"Şimdi yenge," diye açıklamaya başladığında bu işte sıkıntı olduğunu anlamıştım. "O iş o kadar kolay değil ne yazık ki! Bu kulüp Şebnem Haznedar'a ait ve," bana anlatırken sıkkın görünüyordu.

"Ve," diye onu teşvik ettim.

"Özel bir kulüp bu." dediğinde yanakları kızardı Demir'in. Tuhaf tuhaf baktım bir an ona. Tam olarak ne demek istediğini anlamadım ama benim yerime Eylül bu işi devraldı.

"Bizi sex kulübüne mi getirdin, geri zekalı!" diye bağırdığında beynimde şimşekler çaktı.

Özel odalar dediğinde kast edileni bir kez daha idrak ettim. Kuşku zihnimi küçük bir karınca ordusunun hızında işgal etti.

Onun beni aldatacağına inanmıyordum ama zaten her ihanette dokunarak olmuyordu.

Canımın acıyacak hiçbir zerresi kalmamıştı.

"Tam da öyle değil..." Demir elini ensesine attı ve saçlarını çekiştirdi. Resmen karşımda ecel terleri döküyordu.

"Kamçı, kırbaç mı var? Bir şey desene be adam!" diyerek Eylül biraz daha üstüne gitti Demir'in.

Bu işte bir tek Nergis eğleniyordu. Ben ise ilgimi yalnızca olay da tutuyordum. Demir yanaklarını doldurarak sıkıntılı bir nefes verdi.

"İşte ondan." dedi Eylül'ü geçiştirmek için sonra o konuşmadan bana doğru döndü.

"Yenge sen girmeden önce absürt bir durum var mı diye içeriyi kontrol edeceğiz biz. Zaten gündüz olduğu için hiçbir kulüp bu saatte aktif olmaz. Ben yine de senin için içeriyi kontrol ettireceğim."

"Teşekkür ederim." dedim hassasiyetlerime bu kadar saygı duyduğu için. Burada neler döndüğünü, Siraç'ın burada ne işi olduğunu sorgulamaktan başka bir düşüncem yoktu ama Eylül'ün ahiret sorgusu hala bitmemişti.

"Çok buralarda sürttün sanırım Demir Bey. Bakıyorum da açılış kapanış saatlerine kadar her şeyi biliyorsun." dedi.

Demir ona ters ters baktı. "Yapmadığımı biliyorsun, bal kazanı. Konuyu başka yerlere çekiştirme." dedi, sonra bunalmış olacak ki o da arabadan dışarı çıktı.

Kapı kapandıktan sonra Eylül sinirle küçük bir çığlık attı. "Abi biz ne yaşıyoruz!" dedi Nergis bize bakarken. "Vallahi biri beni aydınlatsın. Yıllardır yaşamadığım olayı şu birkaç günde yaşadım. Geldiğimiz son yer de bir bdsm mekanı çıktı."

Kaşlarımı çattım. Demir yanlarına gelen bir yetkiliyle hararetli bir şekilde tartışıyordu. "O ne demek?" diye sordum, açıkçası çok da ilgili değildim.

Nergis cevap verdi. O benim yerime de heyecanlıydı her zamanki gibi. "Bir şeyin kısaltması işte ,"dedi ama yüzündeki şeytani gülümseyiş o kısaltmanın hiçte masum olmadığını gösterir gibiydi. " Ama sen şey diye hatırla. Hah!" Cevabı bulmuş gibi gülümsedi.

"Beni Daha da Sevme Murat, diye kodlarsan kesin aklında kalır." Geçen gün komisere attığım yumruğu hatırlayınca ikisi de bütün olanlara rağmen güldüler. Aslında dertlerinin beni de güldürmek olduğunu biliyordum ama gülme yetimi kaybetmiş gibi hissediyordum.

Bu yüzden dudaklarımı hafifçe kıpırdattım sadece.

Ben gülmeyince ikisinin de gülüşü soldu. Nergis elini koluma koydu. "Emin misin Elif? Bunu kaldırmak istiyor musun?" Dokunuşu teskin ediciydi. "Kadın seni aşağılamaya çalışacak."

Onu sadece başımla onayladı. Allah yüreğime acının yanında büyük bir sükûnet vermişti. Belki ölümden önceki sessizlikti bu ama bir adım atacak takatim kalmasa da attığım bu zorlu adımın bana bir kapı açacağına inanıyordum.

İnanmak da başarmanın yarısıydı diye teselli ediyordum kendimi.

Kısa bir süre sonra güvenlik protokolleri bitti. Demir mekânın müdürü ile konuşmayı tamamlamış olacak ki bir koruma tarafından kapı bizim için açıldı. İlk dışarıya Nergis çıktı.

Bana siper olduktan sonra Allah'tan bana güç vermesini isteyerek ben soğuk zemine ayaklarımı bastım. Sıcak olmasına rağmen şiddetli bir rüzgâr vardı.

Bu yüzden başörtüm uçuşmaya başladı. Yine de kendimi ayaklarımı yere sağlam basmaya zorladım.

Yoksa ilk sert rüzgârda yıkılacakmışım gibi geliyordu.

Umut geldi yanıma. Demir biraz ilerideydi. "Siz Demir Beyle kadının yanına gireceksiniz. Biz yukarı kattaki güvenlik odasına baskın yapacağız. Güvenlik odasının girişinde üç kişinin parmak izi varmış. Biri o kadının diğer ikisi ise odaya bakan güvenlik görevlilerinin. Güvenlik görevlileri dışarıdaysa baskın yapacağız, eğer burada değilse çaremiz o kadın olacak."

İtinayla Şebnem'in adını anmıyordu. Operasyonu anlatırken önümü kapatmış, bir elini omzuma koymuştu. Gergin bir ortam olmasına rağmen sert ifadesiyle sakin bir sesle konuşuyordu.

"Patron normalde kamera kayıtlarını sildirtir. Bu yüzden yanımızda bir siber güvenlik uzmanı getirdik. Silinen kayıtları geri getirtebilmek için." dedi.

Umut her şeyi düşünmüştü. Siraç'ın bunu yapabilme ihtimali ne yazık ki olasıydı, bunu bile dikkate almıştı. "Anladım, benim görevim siz görevinizi sessizce yaparken dikkat dağıtmak." diyerek destek oldum ona.

Başıyla beni onayladı. "Aynen öyle." dedi. Sabırla anlamamızı isteyen bir öğretmen gibi davranıyordu.

Harekete geçeceğim sırada beni durdurdu. "Siz gidin!" diye işaret verdi yanımda duran Eylül ve Nergis'e.

İkisinin de kafası karışmış gibi baktılar ama Umut'u ikiletmediler. Arabanın siperi altında tek başımıza kaldığımızda sert yüz ifadesi yerini ilk defa gördüğüm yumuşak bir ifadeye bıraktı.

"Eğer istersen, başımdan olsam da buralardan gitmen için elimden geleni yaparım, Elif." diye konuşmaya başladı Umut. Bu tepkisi karşısında kendimi buruk hissettim. Sanki yarama dokunmuştu.

Kendini bana açıklarken sesi yumuşamıştı. "Biz Siraç 'la aynı acıları paylaşıyoruz. O benim patronum olsa da ben onu kardeşim olarak görüyorum." Ona karşı bağlılığını duruşundan tutun da yaptıklarına kadar hissedebiliyordum. Zaten sert duruşları da birbirlerine benziyordu.

"Sadakatim bâki ama yanlış yaptı!" dedi o sert ifadesiyle.

Siraç'a karşı öfkesini gördüğümde bu tavrını anlamlandırabildim. Yine de gözlerim doldu, sadece beni değil onu seven birçok insanı karşısına almıştı Siraç.

"Hiçbir kadın bu davranışı hak etmez ama senin gibi bir kadın bu kadar fedakarken ekstra hak etmiyorsun. O gün bende haksız yere kızdım sana ama bilinçsizce yaptığın hatanın bedeli bu kadar ağır olmamalıydı."

Karşımdaki adil bir adamdı. Yıllardır sadakat beslediği, kardeşim dediği adama rağmen bana geliyordu. Bu bakışın, bu duruşun bir anlamı vardı aslında. Bana sadakatini bildiriyordu.

Merhametine karşı içim acısa da ağlamak istesem de tuttum kendimi.

"Bu yüzden bencilliğim için sen kusura bakma ve dediklerimi de sakın unutma." dedi onda ilk defa gördüğüm bir mahcubiyetle. " Tahammül edemediğin anda ailene destek veririm, korunman için elimden geleni yaparım ve seni buradan göndeririz." dedi.

Desteği karşısında hassas bir vaziyette olduğumdan sanırım, boğazım düğüm düğüm oldu. İlk konuşamadım. Derin bir nefes almam gerekti. "Teşekkür ederim, Umut." derken sesim her an ağlayabilecekmişim gibi boğuk çıkmıştı.

"Bu desteğin benim için çok değerli ama canımı yaksa da benim senin Siraç'ın yanında olmana ihtiyacım var en çok."

Ben bundan sonra yanında olmayabilirdim.

"Özrüne de gerek yok, sen doğruyu söylemekten çekinmeyen bir adamsın."

Sert duruşunun ardında mahcubiyetini görünce buruk bir şekilde gülümsedim.

"Yine de telafi etmek istiyorsan bana Siraç'ı bul. Başka bir şey istemiyorum senden." dedim. Gülüşüm soldu, onun da gözlerinde bana benzeyen bir acı gördüm.

"Elimden geleni yapacağım. Söz veriyorum." dedi. Yürekten gelen, güçlü bir adamın sözüydü bu. Tutulmayan sözlerin hala acısını çekiyorken bu söze inanmak için kendimi zorladım.

Zaten tüm imkanlarını seferber ettiğini görebiliyordum. Bu yüzden ona güvendim.

Konuşma bu şekilde bitti ama yüzleşmeye giderken kendimi daha güçlü hissettim çünkü ardımda sevdiklerimden bir duvar vardı.

Düşsem de tutacak ellerin olmasının buruk da olsa huzurunu yaşıyordum.

🔱⚜🔱

İçeriye tedbirler alındıktan sonra girdik. Ne bekliyordum bilmiyorum ama siyah ve kırmızı ağırlıklı döşenmiş, televizyonlarda gördüğümüz eğlence mekanlarından farklı bir şey görmedim.

Bar tezgâhı boştu. İçeride görevliler temizlik yapıyordu. Tezgâhı fotoğraflardan hatırlayınca gözlerimi oradan uzaklaştırdım.

Bakamıyordum, içim acıyordu sanki.

Mekânın müdürü, patronunun ikinci kattaki odada bizi beklediğin söyledi. Uzun boylu, esmer ve 30'lu yaşlarında gözüken ciddi bir adamdı mekânın müdürü.

Aklımda belirli bir düşünce yoktu ama karşımda böyle bir adam görünce de hislerimi yitirsem de birazcık şaşırmıştım. Sanırım müdür deyince kafamda daha yaşlı biri canlanmıştı.

Ama bu aralar düşüncelerim de hislerim de hep yanlış çıkıyordu. Bu yüzden kendime itimadım kalmamıştı.

Eylül yanımızdaydı. Her zamanki gibi sesli bir şekilde, "Ayağına çağırıyor kaltak." dediğinde müdür tedirgin bir bakış attı ona. Sanırım o da mekanına bir baskın düzenlendiğinin farkındaydı.

Düşmanlık barizdi.

İçeride korumalar çoğalmıştı. Bizimkilerden sadece 5 kişi içeriye girebilmişti, hazırlıksız olduklarından çoğunluktaydık ama bu bizi bir başarıya götürecek miydi, büyük bir muammaydı.

Dört bir yanımız gerilim doluydu sanki.

2. kata çıktığımızda odanın karşısında kırmızı bir deri koltuk vardı. Müdür bizim orada beklememizi söyledi ve yüzümüze bir daha bakmadan içeri girdi.

Umut ve korumalar aşağı katta kalmıştı. Bir tek Demir, Eylül ve Nergis yanımdaydı. Biz içeriye girdiğimizde onlarda operasyona başlayacaklardı.

Kısa bir süre orada da bekletildik. Midem gerginlikten asit üretiyordu sanki. Sürekli bastırmak istediğim bir bulantı vardı.

Şimdi tekrar nüksetmesin diye görmezlikten geliyordum.

Kapı müdür tarafından açıldı. Kapıyı kapattıktan sonra bize bilgilendirme de bulundu. "Yalnızca Demir Bey ve Elif Hanım'ı kabul edeceğini söyledi, Şebnem Hanım." dedi hissiz bir sesle.

Müdür kızlara kısa bir an baktı. Şebnem'in resmen onları göz ardı ettiğini belli etti bakışlarıyla.

Nergis bu meydan okumaya karşılık verdi."Şebnem Hanım bizde çok korktuğunu fazlasıyla belli etti zaten. Merak etmesin," Nergis müdüre doğru bir adım attı. Yüzünde tehditkar bir gülümseme vardı. "Isırmayız."

İçeriye girmeden önce silahlarını vermemekte direten Nergis söylüyordu bunu. Zaten kimseye de dokundurtmamıştı silahlarını.

Eylül'ün bakışları da tam tersini ifade ediyordu. Bu yüzden bu sav kimse tarafından gerçek kabul edilmedi. Müdür, ellerini önünde birleştirdi ve Nergis'in tehdidini görmezden geldi.

"İçeri geçebilirsiniz." dedi Demir'le ikimize bakarak. Ortam daha fazla gerilmesin diye ilk ben harekete geçtim çünkü Demir'de müdürün hareketlerine gıcık kapmış gibiydi.

Ters ters bakıyordu ona. Çatırdamak üzere olan nefrete rağmen ben sessiz bir acıdan başka bir şey hissetmiyordum.

Sanki gömülmek üzereydim. Gömülmek üzereydim de son kez anıyordum sevdiklerimi.

Siyah kapıdan içeri girdiğimde siyah ve kırmızının aksine beyaz, ekru ve toz pembe renklerinde döşenmiş odaya girince garip geldi. Bir an farklı bir yere mi geldik diye düşündüm.

Böyle bir mekanda bu renkte bir odaya gireceğimi düşünmemiştim.

Karşımdaki krem rengi masanın arkasında oturan kadını gördüğümde ise bütün dikkatimi yitirdim. Anılar doldu zihnime, o gün ki meydan okumamı hatırladım. Sonra yenilgimin acı tadı bir asit gibi dilimi yaktı.

Canım yanmıştı, ne zaman kibirle davransam canım yanmıştı. Hislerim yorgun olmasaydı belki çok öfkelenirdim ama ona bakınca zaten bunu beklediğini fark ettim.

O benden şiddetli bir öfke bekliyordu. Belki de Eylül gibi saldırmamı ya da Nergis gibi hakaret etmemi ama öyle olmayacaktı, ben onu oyalamak haricinde açıkça bir saldırı da bulunmayacaktım.

Çünkü değmezdi. Sevdam bu kadar büyükken yapılan bu zavallı ihanet için değmezdi.

Yeşil takımın içerisinde büyük bir özgüvenle oturan Şebnem ayağa kalkmaya tenezzül etmedi çünkü tetikteydi.

Ondan aldığım ilk hissiyat gergin oluşuydu.

"Hoş geldiniz!" dedi soğuk bir sesle. Bu ani baskından memnun olmadığı bariz belliydi. "Bu beklenmedik ziyaretinizi neye borçluyuz?" Geçen sefer ki halinden daha çok bir iş kadınına benziyordu.

Gözlerimi kısıp ona baktım. Acımı bir kenara gömüp sessizce izledim tepkilerini. Ellerini masanın önünde birleştirmiş, boyalı tırnaklarını tenine bastırıyordu.

Aşırı gergindi. Ne beklediğim bilmiyordum ama bu özgüveninin yanında ciddi duruşunu beklemiyordum.

"Ziyaretimizin belli bir sebebi mi olmak zorunda? Bildiğim kadarıyla eşim ve Demir'le iş yapıyordunuz." dedim. Sadece iş de değil, fırsatını bulsa dahasını da yapacağını biliyordum.

Bunu bizzat görmüştüm.

O da benim gibi başını yavaşça sağa doğru eğdi. "Ben değil, babam yapıyor. Ben iş yapmıyorum eşinizle." Sesinde bir meydan okuma vardı ve farklı bir küçümseme.

İma ettiği ile birlikte kaşlarımı kaldırdım öyle mi, dercesine. "Mesela ne yapıyorsunuz Şebnem Hanım?" dedim.

Gülümsedi. Beni yakalayacağı bir açık, benden beklediği bir öfke vardı. Fırsatın ayağına geldiğini sandı ama ona bu fırsatı vermedim.

"Oyunlar mı oynuyorsunuz?" Ona doğru bir adım attım. "Sahi," dedim yalnızca merak ediyormuş gibi. "Böyle bir oyun mekânında başka ne yapılır? Duydum ki farklı da bir mekanmış."

Gülümseyişi yerini ciddi bir tavra bıraktı. Bunun gizli bir bilgi olduğunu anladım. Gizli ve tehlikeli bir bilgiydi.

Kullandım.

"Böyle mekanların yasal ve gizliliğe uygun olması gerekiyor, öyle değil mi?"

Saniyeler içerisinde tam da beklediğim gibi savunmaya geçti. "Sizi temin ederim oldukça yasal ve biz her daim gizliliğe de önem veririz. Ben sadece eğlence sektöründe kurumsal bir iş yapıyorum." dedi.

Demir arkamdan alaycı bir şekilde homurdandı. O da konuşmak istiyordu ama bana saygısından arkamda yer alıyordu, biliyordum.

Şebnem'in nereye varacağımı merak ettiğini görebiliyordum çünkü rahat ifadesi gittikçe bozuluyordu.

"Yasal olduğuna eminim. Siz belediye başkanının kızısınız sonuçta." dedim. Tepki vermedi, onu buradan vurduklarına emindim. Bu yüzden sessizce izledi.

"Gizli olduğuna dair de daha yeni büyük bir teminat verdiniz. Böyle mekanlarda müşterilerinizin mahremiyetine önem veriyor gibi gözüküyorsunuz."

Onu sorgulamamdan rahatsız olmuştu ama açıkça saldıramıyordu da çünkü istediği konuya gelmiyordum. "Evet de," dedi bu yüzden. "Varmak istediğiniz yeri anlayamadım Elif Hanım?"

Yavaşça gülümsedim. İçimdeki hisler ölüyordu bu yüzleşmeyi yaşadığım için.

O da gülümsedi bana meydan okumak için.

"Benimki sorgulama değil." dedim gülümsemeye devam ederken. "Ben sadece merak ediyorum."

Etrafıma baktım bir şey arıyormuş gibi. "Bu kadar gizliliğe önem veriyorken," tekrar ona doğru döndüm. "Nasıl olur da bu mekânda çok ünlü bir gazeteci rahat rahat mekânın sahibinin fotoğraflarını çekti?"

Gülümsemem yok oldu. Onunkisi ise dudaklarında donup kaldı.

Bakışları kısa bir an arkama kaydı. Bariz tehdidi hissetmişti. "Sanırım öylesine bir ziyaret değil bu?" dedi kendini toparlamaya çalışarak. "Buraya bir koruma ordusuyla geldiğinize göre bana meydan okumak için güç toplamak ihtiyacı hissetmişiz."

O konuşurken rahat bir ifadeyle başımı sağa sola salladım. "Beni yanlış anladınız, Şebnem Hanım. Ben buraya meydan okumaya gelmedim." dedim.

"Korunmamın sebebi ise kocamın kayıp oluşudur. Hoş, siz zaten bunları biliyorsunuzdur." Konuşmaya devam edeceği zaman sözünü kestim.

"Size hesap sormaya da gelmedim çünkü içimde aldatıldığıma dair en ufak bir kuşku yok. Ben bunu ihanet oyunu olarak tanımlıyorum."

Öfke bir an zihnimde belirip yok oldu. "Siz de bu oyunda bir kuklasınız."

Hakaret edildiğini anlayınca geriye doğru yaslandı. "Çok emin konuşuyorsunuz." dedi tekrar kazanmaya çalıştığı bir özgüvenle. "Belki bir oyun değildir, belki de karısı artık ilgisini çekmediği için daha güzel bir kadına giden bir adamdır kocanız."

Öfkelenmemek için içimden sabır çektim. Beni bu hale düşüren oydu. Şimdi bu kadın tarafından aşağılık bir adam olarak tasvir ediliyordu.

Yediremiyordum. Allah şahit yediremiyordum, bizi öyle bir çıkmaza sürüklemişti ki ilk defa bu işten çıkamıyordum.

İlk defa savunmadım onu. "Eğer öyle bir adamsa şayet, her çiçekten bal alacağını da biliyorsunuz. Bugün siz aldatan, yarın ise aldatılan olursunuz. Bunu bilerek bana nispet ediyor oluşunuz zavallıca olmaz mı?"

Sıkıştığını belli etmedi ama öyle olduğunu görebiliyordum. İş bir yerde gururuna dokunuyor gibiydi. Ben gururumu ezip gelmiştim ama o sanki içten içe bir savaş veriyordu.

"Belki bana âşık olmuştur?" diye bir başka tezini öne sürdü. "Belki de sizin yerinize beni tercih etmiştir."

Bu oyunu özgüvenle sürdürebilirdi. Gururlanıp da bu oyuna da kapılabilirdim ama başımı eğmeyecektim. Buraya onu oyalamak için gelmiştim.

"Öyleyse yanında olmanız gerekirdi ya da onun sizin yanınızda olması gerekirdi ama ben buna da inanmıyorum. Zaten bence," ona bir adım daha attım. "Buna siz de inanmıyorsunuz."

Sahte gülümsemesi soldu. Karşımdaki kadının tereddütlerini gördükçe tahmin ettiklerime karşı inancım artıyordu.

Bana karşı doğru düzgün bir karşılık bile veremiyordu. Bir şeyler biliyormuş gibi davrandıkça resmen geriye çekiliyor, yalnızca savunmada kalıyordu.

"Benim tahminimce o fotoğrafçı bilerek tutulmuştu ve sizin de her şeyden haberiniz vardı. Bunun bana oynanmış bir oyun olduğunu bile bile hala karşımda nispet yapmaya çalışırsanız bu basit kaçar. Özellikle kişiliğiniz için." Dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. "Sizi ilk gördüğümde de bunu hissetmiştim." dedim.

İddiama karşı kaşlarını çattı ama itiraz etmedi. Bunun yerine soru sormayı tercih etti. Bu da tahminlerimi güçlendirdi.

"Ne hissetmiştiniz?" dedi gergin bir sesle.

Tam bu sırada Demir koluma dokundu. Ona baktım. Kulağında gizli bir kulaklık vardı ve bu aramızda bir işaretleşmeydi.

Umut güvenliğin içine sızmıştı.

Tekrar Şebnem'e döndüm. Genişçe gülümsedim. "Büyük bir tehdidi hissettiğinizde geri çekilecek kadar akıllısınız. O gün beni görünce aptala yatmadınız ya da taktikleriniz işe yaramayınca gereksiz meydan okumadınız."

Taktik dediğim de göğsünü ortaya çıkartmaktı ama oraya değinmek istemiyordum şimdi.

"Siz de hissettiğim uğruna savaşabileceğiniz bir yol olmadığında geri çekileceğiniz anı idrak edişinizdir."

Ona hakaret mi ediyorum yoksa övüyor muyum anlayamıyordu. Ben ise onu gizliden tedirgin etmeyi ve ona kendisini anlatarak kendi hakkında şüpheye düşmesini sağlamaya çalışıyordum.

İhanetlerin çeşidi olduğu gibi savaşmanın da çeşitleri vardı.

Ben psikolojik bir savaşta kelimelerimle kafasını karıştırıyordum yalnızca. Bu karmaşayı da yüzünden okuyabiliyordum. Bariz tehdide karşı apaçık bir meydan okumada bulunamıyordu.

Zaten bende istediğimi almıştım. Bu yüzden bir adım geri çekildim. Meydan okumaktan da vazgeçtim.

O da bunu fark etti. Geri adım atışımı kendine yordu.

Aslında onunla savaşmaya gelmediğime dair bir fikir edindiğini düşünürken, parmaklarını birbirinden ayırdı ve daha rahat bir ifadeyle bana baktı.

Hala oyunumu çözemese de sıra ona gelmişti.

"Gurur insanı aşktan eder derler," dedi. "Bu sizin için geçerli değil sanırım." Ben o gururu odaya girmeden önce kapının ardında bırakmıştım.

Bana söylediği ağır cümleye karşı ne yüreğimde bir sızı hissettim ne de kendime acıdım. Sanki kalbim pes etmişti acı çekmekten.

"Gururum için gelmedim buraya." dedim hislerim kadar donuk bir sesle. "Bunu ikimiz de biliyoruz."

Bir yüzleşmeye ihtiyacım vardı. Sevgimi ezip geçmesine karşı bir cevaba ve gerçeklere ihtiyaç duyuyordum. " Siraç'ın nerede olduğunu öğrenmeye geldim."

Karşımdaki kadın güzeldi. Tekrar yavaşça gülümserken daha da güzelleşti. Şimdi istediği konuya gelmiştim işte.

Burası onun alanıydı.

"Bunu sizin bilmeniz gerekmez mi? Sizin kocanız sonuçta." derken özgüveninin sebebi, onun güzelliğini çirkinleştiriyordu yalnızca.

Arkamda Demir vardı. Dirseğimden tuttu ve ona bakmamı istedi.

"Yenge artık gidelim." dedi. İşimiz bitmişti ve Demir kadının tavrına karşı cidden öfkeliydi. "Bak bir de yüzsüzce konuşuyor." O kadar öfkeliydi ki sanki benim yerime de hayal kırıklığı yaşıyordu Demir.

Benim ise kalbim kurumuş gibiydi. Tekrar Şebnem'e döndüm.

"Sizin yanınıza geldiğine göre sizin bilmeniz gerektiğini düşündüm." dedim. Hissizliğim içinde boğuluyordum sanki.

"Bana öyle geliyor ki yerini bildiğim için değil, beni korkutmak veya bir meydan okuma için buraya geldiniz." dedi. Sesi küçümseyiciydi.

Yine aynı konuya dönmüştük.

Bu kadar zamanda söylediklerim anca bu kadar yanlış anlaşılabilirdi. Yalnızca ondaki etkisini dile getiriyordu böyle yaparak. Evet, karşımda özgüvenle duruyordu ama bunun ardında korku olduğunu huzursuz ifadesi ele veriyordu.

Gerçekleri söyledim bende, aslında içimde olan hislerimi dile getirdim. Oyun oynamayı da bıraktım böylece.

"Buraya sizinle yarışmaya gelmedim, Şebnem Hanım." dedim bende aynı ses tonuyla. "Siz bir zafer yaşıyor da olabilirsiniz ama bu benim gözümde yalnızca bir hezimet çünkü ben aptal bir kadın değilim."

Bazen keşke aptal bir kadın olsaydım diyordum. O zaman her şeye kolayca arkamı dönebilirdim.

Toplardım kırık kalbimin parçalarını, herkesin bir onur meşalesi gibi taşıdığı gururumu da alıp gidebilirdim.

"Gözümde acımdan kör olmadı. Gururumu da kırmaya çalışabilirsiniz ama ben buraya sizin tavrınızın böyle olacağını bilip gururumu bırakıp da geldim."

Ona doğru bir adım attım. Yüzündeki gülümseyiş soldu.

"Şimdi tekrar soruyorum. Siraç'ın nerede olduğunu biliyor musunuz?"

Şebnem'in gözleri üstümde dolandı. Bakışları ciddileşti. Olduğu yerdeki rahat ifadesi artık tamamen kayboldu.

"Onu kaybetmek, ışığınızı söndürmüş." dedi, bu sefer yaralamak için söylemediğini gördüm ama acımayı bırakan kalbim küllerinden alev aldı.

Sert yüz ifadesi kayboldu ve orada bir an hüznü görür gibi oldum.

"Sizi ilk gördüğümde bana kızgın olsanız da Siraç'ın neden size öyle baktığını anlamıştım. Gülümseyişinizle ışık saçanlardansınız siz."

Bu sefer o bana beni anlattı.

Şimdi ikimizin de o andaki halinden eser yoktu. Paramparça olmuştum.

Derin bir nefes aldı ve onu izlerken zihnindeki savaşı görebileceğim kadar karmaşık bir yüz ifadesine büründü bu sefer de. Sadede geldiğimizi ve en azından bana gerçekleri söyleyeceğine dair bir an umuda kapıldım ama bugünlerde en çok umut etmekle imtihan edildiğimi hatırlayıp söktüm kökünden umudumu.

Sonunda bir karara vardığını gözlerini bana tekrar diktiğinde fark ettim. "Yine de benden bir cevap alamazsınız." diye noktaladı cümlelerini. Yüz ifadesi ciddiydi. Gerçekleri ele vermeyecekti.

Bir umudum kalmamıştı, bu yüzden daha fazla sormadım. "Pekala, iyi günler." dedim. Daha fazla ısrar etmediğimi görünce yalnızca şaşırmakla kaldı.

Dirseklerini masaya yaslamış, ciddi bir şekilde beni izliyordu.

Ne yaşadığını anlamlandırmaya çalışıyordu belki de ama ben o an buna takılı değildim.

Zihnimden atamadığım ikisinin görüntüsü son kez aklımda canlandı. Arkamı döndüm. Ardımda bıraktım, pes etmeye artık yalnızca bir adım daha yakındım.

Demir ardımda düşmemden korkarcasına gelirken ben ne yaşanmış olursa olsun ben oyun oynanan taraftım. Ardımda bıraktığım kadın bana seslendiğinde bu yüzden durmak istemedim.

"Elif, dur!" dedi.

Hiç içimden gelmedi dönüp tekrar onunla yüzleşmek ama yine de döndüm. "Efendim." dedim. Normalde ben geldiğimde kalkmaya tenezzül etmeyen kadın endişeli bir ifadeyle ayağa kalktı.

Maskesini indirmişti, yalın hisleriyle bana bakıyordu.

"Haklısın." dedi. "Onu zamanında elinden almak istedim ama bu farklı. Gördüklerimden sonra bu oyuna daha fazla devam etmeyeceğim."

Demir araya girdi. "Ne oyunu?" dedi sert bir sesle. Ona baktım. Yatışması için uyarıcı bir bakıştı bu.

40 haramilerin taş duvar olan kapıları açılmıştı. Söktüğüm umut, tohumu bitmiyormuş gibi yeniden yeşerdi.

"Lütfen oturun." dedi bu sefer. Yenilgisini kabul etmiş gibiydi. Neyin bunu tetiklediğini bilmiyordum, belki de yakında biz kendimiz gerçeği öğrenecektik ama ondan dinlemek daha cazipti.

Dediğine uyduk ve ikimiz de oturduk.

Tekrar makam koltuğuna geçirip oturdu o da.

"Gazeteciyi bana tutturdu." dedi ilk itirafını yaparak. Daha yeni karşımda bana atak yapan halinden eser kalmamıştı. Özgüveni yitip yok olmuştu.

"Ertan benim çok yakın bir arkadaşımdır. Buraya geldiğinde sana karşı tutumunu görsem de ümitlenmiştim ama her zaman güçlü duran bir adam yoktu karşımda. Hasta gibi gözüküyordu."

Demir'le birbirimize baktık. Bu görüntünün bir krizin habercisi olduğunu ikimiz de biliyorduk ama yine de sustuk.

Dinlemek bile acı verse de sustuk.

"Buraya geldi ama bana karşı hiç oyun oynamadı. Babama yaptığı iyiliğe karşılık bana yakın gözükeceğimiz birkaç fotoğraf çektirmek istediğini söyledi. Ben de ona yakınlaşmak uğruna hevesle kabul ettim." Olaya o kadar odaklanmıştım ki böyle düşünmesine kızacak takatim yoktu.

"Bunun sebebini sorduğumda bir şey söylemedi ama bir kadın olarak seni yanında görmeyince bir şeyler olduğunu tahmin etmek zor değildi."

Gururumu kıran, yüreğimi acıtan aslında buydu. Onu hiç tanımayan bir kadın bile ne yaptığını anlayabilmişken nasıl böyle kötü bir oyunu bana oynayabilmişti, ben bunu yüreğime anlatamıyordum.

Hangi akla hizmet ya da hangi aklı yitirişle yapmıştı, anlamlandıramıyordum.

"Ama asıl buraya gelme sebebini sonradan anladım. Normalde fotoğraflar gazetelerde yayınlanacaktı. Böyle istemişti ama ben arkadaşıma engel oldum ve size haber uçurmasını, yalnızca sizin görmenizi sağladım." dedi.

Bize yardım etmiş olduğunu itiraf eden kadınla daha yeni bana meydan okumaya çalışan kadının aynı olduğuna inanamadım. Resmen Siraç'ın istediği olsaydı, şu an burada olmazdım.

Erzurum yolunda olurdum ve dedem de amcalarım da onu gördüğü ilk yerde onun istediğini yapar, hiç acımadan öldürürlerdi.

Bilmeden büyük bir felakete engel olmuştu Şebnem.

Sonra bir gerçeği daha idrak ettim.

Dehşet zihnimde şimşek gibi çaktı çünkü Siraç'ın sebebini de anladım. Anlayınca başımı eğdim. Ağır geldi çünkü gerçekler, yine düşerim diye korktum.

Sevdiğim adam, benim bu oyunu anlayacağımı biliyordu ama ailemin ona engel olmasını istiyordu, hatta kendi iradesizlik ederse karşısında beni değil, onları bulmayı arzu ediyordu çünkü onları da çok iyi tanıyordu.

Dedem onu acımaz, öldürürdü.

Dedem onun istediği gibi beni olaylardan uzaklara götürürdü.

Bana ulaşan yollara etten bir duvar ördürecekti. O yola girerse kendini öldürtecekti.

"Ne oldu?" dedim içimin yandığını hissediyorken. "Ne oldu da o bunu isterken sen engel oldun? Vazgeçtin, bu oyunun daha da büyümesine engel oldun?"

İç çekti Şebnem. Şimdi maskesi tamamen düşmüş, sıkıntılı hatta yorgun gözüküyordu. "Oyununa ortak olurken sebepleri öğrenemediğimden bende biraz gerçeklik katmayı arzuladım. Ona yaklaşmayı denedim." dedi, açıkça niyetini ortaya koyarken utanmak gibi bir lütufta bulundu.

Demir ona nefretle bakarken ben sadece düştüğüm cehennemde nefes almaya çalışıyordum.

"İzin vermedi, hatta aksine benden tiksiniyormuş gibiydi." Bu durumun onun kadınlık gururunu kırdığını görebiliyordum. Anlattığı benim tanıdığım Siraç 'tı ama hala oturmayan bir kısım vardı.

İyi hissedemiyordum. Yüreğim hala kırıklarıyla acıyordu.

"Ama onun senin koluna dokunduğu bir fotoğraf var. Sen de onun dirseğini tutuyorsun ve o..." bir an duraksadım. O hali gözümün önüne geldi. "O sana gülümsüyor."

En ağrıma giden beni ezip geçerek ona gülümsemesiydi. Ben kendimi sakınmıştım, onun hassasiyetlerini geçtim, ben kendim için Murat Komiserden sakınmıştım kendimi ama o, bile bile bu yaramdan vurmuştu beni.

İç çektim. Nefes alıp verirken bile göğsüm sıkışıyordu artık.

Keyifsiz bir şekilde gülümsedi. "Ona gülümsemek denirse." dediğinde tekrar dikkatimi çekti Şebnem. "Çünkü ben öyle tasvir etmezdim." Ciddi bir şekilde dönüp ona baktım.

"O gördüğün fotoğrafı Ertan ilk bana attığında şaşırdım çünkü Ertan gülümsemesi hariç Siraç'ın yüzündeki her şeyle oynamış. Normalde 5 saniye boyunca dirseğime dokundu ki o beş saniye sonra eli yanmış gibi dirseğimden çekildiğini söylemek zorundayım." Bu durumdan memnuniyet duymadığı bariz belliydi. Hatta en çok bu durum gururunu kırmış gibiydi. "Zaten geri adım atmamın da en büyük sebebi buydu."

Hala olanları atlatamadığı belli oluyordu. Yüzünü ekşitti bu cümleden sonra ama yine de anlatmaya devam etti.

"O gülümsemeyi de yüzündeki boncuk boncuk terle birlikte görseydin ne kadar yapay olduğunu anlardın. Fakat Ertan malzemeyi güzelleştirmeyi sever. Bu yüzden fotoğrafta gözüken bazı şeyleri silmiş. Özellikle de bana değil de bir vebalıya dokunuyormuşçasına ecel terleri döken halini."

Hepimiz sustuk bir an. Ecel terleri dökmesinin tek sebebi kimseye dokunamıyor oluşuydu. Çocuklarda kırmıştı bu travmasını ama büyüklere hala dokunamıyordu.

Denemişti ve muhtemelen bu krizi tetiklemişti.

Şebnem ise bu durumdan dolayı geri çekilmiş olmalıydı.

Demir, "Bende niye patronun yüzü bebek poposu gibi gözüküyor diyordum. Bana yaptığından tiksindiğim için öyle geldiğini zannetmiştim." dediğinde sözleri çok yersizdi ama bir an hepimiz gülümsedik.

Sonra soldu gülüşüm. O kriz geçirdiyse nereye gittiğini daha çok merak etmeye başladım. O haldeyken tek başına olması demek aciz kalması demekti. Ya kendine ya da başkasına zarar vermesi demekti.

Kızgındım, kırgındım da ama yine de elimde değildi işte, korktum, endişelendim de aynı zaman da.

"Peki nereye gitti? Hasta görünüyordu, dedin. O haldeyken mi burayı terk etti?" dediğimde yüz ifadesi kaskatı kesildi.

"Asıl olayda bu zaten." dedi. "Beni size anlatmaya iten durum da bu andan sonra başladı. Buraya asıl gelme sebebi, özel odalarımızdan birisini kiralamak olduğunu öğrendim." Açıklamaya başladı durumu. Anlattıkça ortam daha da geriliyordu.

"Biz burada kredi kartı kullanmıyoruz. Müşterilerimiz yüzünden sorun çıkmasın diye sadece nakit olarak özel odalarımızı kiralayabiliyorlar. Siz gelince oturdu kafamda her şey. Sizden saklanmak için burayı tercih etti muhtemelen. Kredi kartı da kullanmadı, nakit ödedi. Böylece siz de onun izine ulaşamadınız. Zaten buraya gelmesinin de en büyük sebebi bu değilmiş, merakıma düştüğüm zaman öğrendim." dedi.

Yüzündeki acı ifadeyle birlikte gittikçe korkmaya başladım. "Neymiş?" dediğimde sesimin titremesine de engel olamadım bu yüzden.

Bir an baktı bana, normalde karşımdaki kadına karşı düşmanlık beslemem gerekirken anlayışlı ifadesiyle birlikte bozguna uğradım. Resmen üzgün görünüyordu.

"Kalkalım mı, size güvenlik odasında izletmek istediklerim var ama önce," dedi masadaki telefonunu aldı. Açtıktan sonra bana uzattı. "Fotoğrafların oynanmamış hali burada."

Uzanıp telefonu elinden aldım. Demir yanımda oturuyordu. İlk gördüğüm fotoğraf açıktı ekranda. Gülümsediği fotoğraftı bu.

Bakmayı yüreğim kaldırmak istemiyordu ama yine de kendimi zorladım.

İlk bakışımda çok farklı gelmedi gözüme. Sadece daha soluk gözüküyordu fotoğraf, muhtemelen renklendirilmiş, diye düşündüm. Fotoğrafta aynı pozu ve gülümsemeyi görünce içim acıdı.

Sonra titreyen elimle fotoğrafı yakınlaştırdım ve ayrıntılar belirdi.

Gerçekler ortaya çıktı. Fotoğraf yakınlaştıkça solgun yüzlü, zoraki gülümseyen bir adam belirdi karşımda. Gülümseyişinin ardında dudaklarının üstünde, alnında, Şebnem'in dediği gibi boncuk boncuk ter vardı.

Göz altları mosmordu, muhtemelen o günden beri yani üç gündür uyumamıştı.

Fotoğrafları kaydırdıkça o gülümseyiş soldu ve elini çekerken gözlerinde dehşeti gördüğüm, bize ulaşmayan bir fotoğrafla yüz yüze kaldım.

Zaman dondu sanki. Yaşanan bu an boğazıma düğüm olup oturdu. O dehşeti bir kere görmüştüm yüzünde.

Dokunuşumu hatırlayamayınca bana da böyle bakmıştı.

Sanki kaybolmuş gibi. Sanki ona dokunan kişi zarar verecekmiş gibi.

Yüzüne dokunmak istedim, parmağım ona doğru uzandı ama kalbim o kadar kırgındı ki fotoğraf bile olsa ona dokunamadım.

Acısını yaşadım, acısıyla öldüm tıpkı onun da benim için yaptığı gibi ama aramıza koyduğu uçurumu aşamadım.

Telefonu Şebnem'e verdikten sonra odadan çıktık. Eylül ve Nergis de peşimize takıldı. Olaylardan haberdar değillerdi ama kısa bir an durup bahsetmeden harekete geçmedim çünkü Şebnem'e öyle bir nefretle bakıyorlardı ki yolda kesinlikle bir kavga çıkardı.

Neyse ki Şebnem onların tehdidini görmeden geldi, güvenlik odasına giden yolda Siraç'ın buraya gelmesinin sebebini anlatmaya başladı.

"Bu bahsettiğim odalar da şiddet içerikli cinsel aktiviteler de bulunabiliyorlar müşteriler. Ben odayı bir çeşit fantezi için kullanacağını düşünüyordum açıkçası. Benden odanın kilidiyle birlikte yedeğini de isteyince odaya girme ihtimalim de kalmadı, zaten kameralardan izleyince kapının önünde büyük bir koltuk koyduğunu da fark ettim."

Ben hala olayın idrakindeyken ve istemsizce utanıyorken Demir sert bir sesle konuştu. "Kameralar derken? O odalarda kameralar mı var?" dedi.

Şebnem duraksadı. Demir'in sesindeki öfke ile yanlış bir şey yaptığının gösterircesine gözlerini benden kaçırdı. Yanındaki nefretle bakan Eylül çoktan kocasının koluna girmişti bile.

Bakışlarıyla, 'hadi!' diyordu sanki. 'Hadi sıkıyorsa bana meydan oku!'

Şebnem ona meydan okuyamıyordu. Bunun gideceğimiz yola bakmayı tercih ediyordu.

"Normalde yok ama onu yerleştirdiğim oda farklı bir odaydı." Anlatırken sözlerinde tereddüt, sesinde gizli bir pişmanlık fark ettim.

Daha neyle karşılaşacağımı bilmemek o kadar korkutucuydu ki kendimi sürekli kendi korkularımın kabusunda buluyordum.

"O oda bazen kendilerini tekrar izlemek isteyen müşteriler için ayarlandı. Tek bir kamera var, o da tepede saklı. Üstelik ses kaydı da alıyor. Kamera iyi gizlendi. Buraya geldiğinde zaten iyi değildi. Bu yüzden çok yüksek bir ihtimal görmemiştir. Yoksa normal kamera kayıtlarını sildirtti."

Kadına kızsam mı yoksa bizi ulaştırdığı yol için sussam mı emin olamıyordum ama Demir kızmayı tercih etmiş olacak ki, "Sende onun bu zafiyetini kullandın ve onu izledin." dedi.

Çok sakin bir adamken şimdi Şebnem'in üstüne atlayacakmış gibi duruyordu. Tam bu sırada mekânın müdürü, patronunun yanına geldi.

Şebnem'in yüz ifadesi rahatladı.

"Ne oldu Fatih?" dedi. Adamın endişeli yüz ifadesini görünce. Adam bize ters bir bakış attı.

"Efendim," dedi. "Onların korumalarının ikisi tuvalete gitme bahanesiyle ortadan kaybolmuş. Peşlerinden giden adamlarımızı tuvalette baygın bulduk. Hizmetli girişinden yukarı çıkıp bizim güvenlik görevlisini rehin almışlar. Kayıtlara erişmişler. Saldırıda bulunursan ifşa etmekle tehdit ediyorlar bizi."

Şebnem iç çekmekle yetindi duydukları karşısında. Demir'in meydan okuyan bakışlarına cevap verirken, "Sanırım zafiyetleri lehine kullanan tek ben değilim, Demir." dedi.

Eylül, Demir'in önüne geçti. Aradığı fırsat ayağına gelmişti. Kin kustu resmen konuşurken.

"Bey desene, ne bu samimiyet? Asker arkadaşın mı senin? Ahbabın mı?" Parmağını Şebnem'in burnuna doğru salladı.

"Bana bak!" dedi. "Bu kız yaşadığı bunca şeye rağmen hala sana adil davranıyor, insaniyet gösteriyor olabilir ama ben onun kadar sabırlı değilim. Ne yapmış olursan ol sonuçta o adamın kötü halinden faydalanmak istedin." Tiksinerek baktı ona. Bir böcekmiş gibi. Zaten böcek olsa da ezerdi muhtemelen.

"Benim için de niyet yeterli!" bir adım daha attı. Burun buruna geldi onunla. "Biraz daha sınırını aşarsan asıl bedeli o zaman ödersin," yapay bir şekilde gülümsedi. "Şebnem Hanım."

Şebnem geri çekilmedi. Yanında çalışanı varken muhtemelen zayıf görünmeyi kendine yediremedi. "Demir," dedi üstüne basa basa. "Sevgilini üstümden al. Bahane arıyor şu an."

Demir'de yaprak kıpırdamadı. Aksine Eylül'ün yanında yer aldı. "Sevgilim değil, karım." diyerek bir gerçeği dile getirdi.

Şebnem'in yüzünde bir anlık şaşkınlık oluştu. "Ayrıca özgür iradesi, kendisi ne yaparsa arkasında olurum." dedi Demir, soğuk bir ifadeyle.

Şebnem büyük tehdit altında olduğunu Nergis'in sırıtarak Eylül'ün yanına gelmesiyle fark etti. Bir kez daha gurunu ezip geri çekildi.

"Tebrikler o zaman ama mümkünse benden uzak dursun." dedi meydan okumaktan vazgeçerek.

Sonra yoluna döndü. Takip edip etmemizi umursamadan ilerlemeye başladı. Eylül arkasından küfrederken o omurgası dik bir şekilde yürüyordu.

"Kaltaklar kraliçesi! Sanki biz bilmiyoruz ne yapmak istediğini. Vicdan aklıyor aklınca."

Eylül'ün koluna dokundum. "Eylül," dedim ona bakarak. "Hadi gidelim, buradan bir an önce çıkmak istiyorum ben. Uzatmayalım."

Eylül bana doğru döndü. Yorgunluğumu saklamaya çalışıyordum ama o benim kardeşim gibiydi. Fark etti, bu yüzden yuttu sözlerini.

Bizde gittik Şebnem'in ardından.

Güvenlik odasına geldiğimizi, siyah kapının üstündeki parmak izi okuyucudan fark ettim. Kapı aralıktı. Şebnem geri çekildi ve müdürün öne geçmesini işaret etti.

Muhtemelen tehlikeye ilk o adım atmak istemiyordu. Nergis, "Korkak." diye fısıldadı.

Fatih Bey içeri girdi. Bizde onu takip ettik. Tam da tahmin ettiğimiz gibi Umut ve iki adamı içerideydi. Biri bilgisayar başında oturuyorken Umut ve diğer koruma, güvenlik görevlilerini rehin almışlardı.

Başlarına silah dayamış, bir yandan da siber güvenlik uzmanı olan adamlarını izliyorlardı.

Umut beni görünce, "Her şey bir oyunmuş." dedi Şebnem'e bakmadan. "Odada kriz geçirmiş."

İkinci cümlesiyle birlikte yüreğime taş bağladılar sanki. Yüreğimin ağırlaştığını, çökmem için ruhuma baskı yaptığını hissettim.

"Tüm krizi kaydedilmiş." diye devam etti Umut. Bakışları Şebnem'i buldu. Nefreti o kadar barizdi ki karşında kim olsa bir adım geri çekilirdi.

Şebnem de öyle yaptı, geri çekildi. Hepimiz ona bakarken pişmanlığını görmeseydim bende Eylül gibi tepki verirdim ama benim sevdiğim adam akıl edememişken o pişman olup büyük bir felaketten kurtarmıştı bizi.

Bu yüzden susuyordum. O bu pişmanlıkla konuşurken, "Merakıma yenik düştüm. İzledim bir kısmını ama sonra dayanamadım. Bakamadım, içim acıdı. Zaten niye burayı tercih ettiğini de izleyince anladım." dedi.

Sonra bana döndü. "O an karşısında değil ben, cennetten huri inseydi de aynı tepkiyi verecekti, Elif." Herkesi es geçip yalnızca beni inandırmak için konuşuyordu sanki.

"Tanrı, yalnızca sana dokunabilen, bir kadın olarak yalnızca seni sevebilen bir adam yaratmış. Bunu o videoyu izleyince çok iyi anladım." Yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirdi.

"Sen karşıma çıktığında ilk her şeyi itiraf edebilirdim ama gururuma yediremedim. Beni tembihlemişti, iyilik borcunu da ödemek istedim ama en çok," dedi. İç çekti. Sesi titremeye başlamıştı. Yaşanılanlardan etkilenmiş gözüküyordu.

"Ama en çok bir kadın olarak kıskandım. Hiçbir erkeğin tamamen sadık olduğuna inanmadan büyütüldüm ben. Bu yolda ilerlerken de gururluydum ama izlediklerimden sonra orada yaşanan krizi silsem bile sözlerini unutamam."

Umut araya girdi. "Unutacaksın!" dedi tehditkâr bir sesle. Ortam bir anda buz kesti. "Unutmazsan buradaki her video bizzat senin tarafından ifşa edilecek. O zaman babasının şımarık kızı olarak bile kurtulamazsın."

Şebnem o tehdidi görmezden geldi. Sanki ne olursa olsun kabullenmişti. Hala bana bakıyordu. "O bana dokunduğu için parmaklarını kırmak istiyordu, Elif. Sanki bunun için kendiyle savaşıyordu. Layık değiliz diyordu."

İkimizin de aynı anda gözleri doldu. Bir kadın olarak acımı anladı, belki kıskanmıştı ama uzaktan olsa da anlamıştı.

"Biz ışığımıza layık değiliz, diyordu." Sesi fısıltıya döndü. Başını sağa sola salladı yavaşça.

"Ben bununla savaşamam." dedi pes etmiş gibi. "Bu kara sevda, ben böyle bir bağlılığa karşı da çıkamam."

Bir adım daha geriye gitti. Umut ve Demir' baktı. "İstediğinizi yapmakta özgürsünüz." dedi. "Yolunuza çıkmayacağım bir daha."

Çıkmak için harekete geçtiğinde Eylül konuştu. "Onun acı çektiği halde yine de odasına girmek istemişsin. Şimdi vicdanını aklamaya çalışma." dedi. Ellerini göğsünde kavuşturdu. "Yemiyoruz."

Şebnem ona doğru döndü. "Beni günah keçisi belirlemek hoşuna gidiyor, Eylül ama bir şeyi unutuyorsun." dedi. Bana kısa bir bakış attı.

"O bana geldi, ben değil."

Eylül ona saldırdı ama ben zarara uğradım. Tekrar bir darbe yemiş gibi oldum. Şebnemin odadan çıkmadan önceki son sözleri bu oldu.

Müdür de güvenlik görevlilerine tedirgin bir bakış attıktan sonra onun ardından odayı terk etti. Adamlar daha da panik oldular ama Umut öyle bir otorite kurmuştu ki üstlerinde ikisi de seslerini çıkartamıyordu.

Eylül bana mahcup bir bakış attı, Şebnem gittikten sonra. "Bu kadına besleyeceğim maksimum iyi niyet onu Murat Komisere ayarlamak olur." dedi omuz silkerek.

Gülmedim ama fıtratını bildiğimden de kıyamadım ona. Zaten daha büyük dertlerim vardı.

Demir konuştu. "Umut, adamları çıkart dışarı. Biz Elif'le tek kalacağız burada." Bilgisayarların başında olan adamının omzuna dokundu.

"Her yerden sildin mi?" dedi. Adam başını sallayınca at kuyruğu olan saçları sallandı.

"Evet, tüm bilgiyi çektim ve sistemden sildim. Zaten hiçbir koruması yoktu. Amatör bir hacker bile sistemlerine sızabilir. Bu yüzden bu kadar kısa sürdü." dedi.

Demir, Umut'a baktı. "İzledi mi?" dedi.

Umut başını olumsuz anlamda salladı. "Video başlayınca hepsinin sırtını dönmesini emrettim."

Siraç burada yoktu ama hepsi onu büyük bir sadakatle koruyordu. Siber güvenlik uzmanı olan genç adam konuştu.

"Zaten görsem de ihanet etmezdim. Benim patrona büyük saygım var. Bende bataklıktaydım." dedi. Kimle konuşsam Siraç 'la bir hikayesi vardı. O bataklık dedikleri yerden kurtardığı sayısız insandan bir aile kurmuştu.

Demir bu sadakatine karşılık genç adamın omzunu sıvazladı. "İyi iş çıkardın Vural. O videoyu izleyeceğimiz şekilde belleğini ayarla. Bellek çıkınca hiçbir iz kalmasın. " dedi.

Vural, Demir'in sözünü yerine getirirken Demir, Umut'a döndü. "Şimdi herkesi çıkar buradan. Elif'le biz bakacağız sadece."

Umut kısa bir baş onayı verdi. Tam harekete geçeceği sırada Eylül itiraz etti. "Bende izlemek istiyorum!" dedi, kendinden emin bir şekilde. Elleri yumruk olmuş, çenesi buna dayanabilirim dercesine dikleşmişti ama gerçeği o da ben gibi biliyordu.

Dayanamazdı, hiçbirimiz dayanamazdık.

Demir, daha cümlesini bile bitirmeden ona itiraz etti. "Asla!" dedi. Normalde Eylül'ün karşısında hep yumuşak yüzünü gösterirdi ama ilk defa bu kadar sert gördüm onu.

"O böyle görünmek istemiyor kimseye. Ben yıllarca şahit olduğum için Elif'te karısı olduğu, o da yaşanılanları bildiği için kalacak ama ben ona söz verdim. O yokken bile arkasını kollayacağıma dair kardeşlik yemini ettim. Bunu senin için bile bozamam, Eylül." dedi.

Eylül kızmadı, kırılmadı da ama sessizleşti. Dik tuttuğu başı eğildi. Demir'in bu kadar şiddetli tepki vermesine şaşırmıştı sadece. "Peki," dedi. Bir adım geri çekildi.

"Buna karşı gelemem."

Vural da dahil herkes işini bitirdikten sonra odada yalnız kaldık. Vural çıkmadan önce, "Bugünün kayıtları da silindi patron." dedi ve bana kısa bir baş selamı verdikten sonra odadan çıktı.

Yukarıda on sekiz tane ekran olsa da masanın ortasında tek bir geniş ekran vardı ve bir video açıktı. Başlatılmak üzere açık halde bekliyordu.

"Dayanamazsan silerim." dedi Demir yalnız kaldığımızda. "Yeterince şey yaşadın zaten bugün. O kadın çokta haklı değildi ama gururunu hiçe saydın, buralara kadar geldin." Bakışlarında minnet vardı. "Bizde senin sayende mükafatını aldık."

Beni koruduğunu biliyordum ama ben onun kadar yüce görmüyordum kendimi. Hala bir arpa boyu yol kat edemediğimiz gibi ben yine ardında kalandım.

"Ben bir şey yapmadım, Demir. Benim sadece yüzleşmeye ihtiyacım vardı. Kaçtıkça ağ gibi dolanırdı ayağıma, aynı yerde takılı kalırdım."

Demir'in yüzündeki acı, yüreğimdekiyle eş değerdi. O da benim gibi çırpınıyordu.

"Çok şey yaptın. Hep yapıyorsun da, Elif. Şimdi izletmek de istemiyorum aslında bu videoyu sana ama bir yanımda diyor ki görürsen en azından elinden tutmak için bir sebebin olur belki çünkü ben biliyorum ki buraya boşuna gelmedi. Onun kendini zincirlediği bütün mekanları biliyorum ben. Hepsi ses geçirmezdir, kuvvetli ipler vardır. Sırf ben onu bulmayayım, zayıfken kimse onun burada olduğunu düşünmez diye buraya gelmiş olmalı."

Hala zehir gibi aklıyla açıksız plan kurarken nasıl konu ben olunca bu kadar aptal olabiliyordu, en çok bunu anlamıyordum. İçim acıyordu, ne elimi uzatabiliyordum ne de çekip gidebiliyordum.

Beni arafta bırakmıştı.

Masaya doğru ilerledi. Eli fareye uzandı sonra duraksadı. Bana döndüğünde acı bir tebessüm bahşetti yaşadıklarımıza.

"Zaten benim asıl korktuğum ne biliyor musun?" dedi. Onu izledim sadece. Bilmediğimi o da biliyordu.

Yorulduğumu en çok o görüyordu.

"Ben Siraç'ın düşmesinden de pes etmesinden de korkmuyorum. Hatta birlikte yenilsek de kalkabileceğimizi biliyorum ama sen..." dedi. "Sen pes edersen hiçbirimiz ayağı kalkamayız."

Benim gibi onun da boğazının düğüm düğüm olduğunu fark ettim çünkü sustu. Sustu ve konuşabilmek için zorla yutkundu.

"Sen pes edersen, biz dağılırız çünkü bu ailenin umudu da sabrı da hep sendin."

Gözlerim doldu tekrar. Yarama tuz bastı sanki.

Kanattı, kanadı, kanadım.

"Çok yakınım." dedim. "Pes etmeye o kadar yakınım ki..." Sesim titriyordu, yüreğimin kırılacak hiçbir parçası kalmamıştı.

Bu halimi gördü, bir çare olur sandı. Tek bir tuşla videoyu açtı. Ekranda kırmızı ve siyahla döşenmiş bir odaya giren geniş cüsseli bir adamın görüntüsüyle aydınlandı. O adam ilk önce koltuklardan birini kapının önüne rahatça taşıdı.

Bende bu sırada yüzünü görmediğim için odaya baktım.

Yatak siyahtı, odanın etrafında küçük çekmeceli dolaplar vardı. Dört direkli yatağın üstünde tül yerine deri kemerler, kelepçeler sarkıyordu.

Gördüğüm görüntü dehşete kapılmama sebep oldu.

Bu sırada işi bitince yan döndü o adam. Simsiyah giyinmişti yine ama her zamankinden farklı olarak üstü başı dağınıktı.

Etrafına bakıyor zannettim ilk. Yan profilinden bile o olduğunu anladım ama kabullenemedim çünkü çöktü.

Sanki dizlerinin dermanı kalmamış gibi yere diz çöktü. Ekrana doğru bir adım attım. Saçlarını çekiştirirken ona uzanmak istedim ama yalnızdı.

"Yanlış yaptık, yanlış yaptık!" diye sayıkladı. Sesini duyunca titremeye başladım.

"O bizim ışığımız, nasıl kıyarız?" diyordu. Sesi titriyordu, sanki bir yara almış gibi kesik kesik nefes alıyordu.

Elimin ağzıma bastırdım çünkü duymasa bile seslenecektim. Sesini duyduğum anda bütün ipler koptu sanki. Sessizce ağlarken ona kırıldığımı, canımı çok yaktığını söyleyecektim.

"Ölmeden önce onu üzdüğümü hatırlamak istemiyorum, intikam." dedi. Diğer kişiliğiyle ilk defa konuştuğunu duyduğumda duraksadım bir an.

Demir, her acı çeken adam gibi kaskatı kesilmiş şekilde izliyordu. Ölümden bahsedince o an ben öleceğim sandım.

Elimi ağzımdan çektim. "Üzdün," diye fısıldadım. "Sen beni çok üzdün sevdiğim." dedim. Bir göz yaşı damlası süzüldü gözlerimden.

Onun acısına yas oldu göz yaşımda.

Olduğu yerde sallanmaya başladı. "Nasıl kıydık?" diyordu. Saçlarını çekiştiriyordu konuşurken. Saçlarının eve geldiğinde niye sürekli karışık olduğunu idrak ettim. Zihnindeki sesi bir türlü susturamıyordu.

Sanki biri sürekli zihninden bağırıyordu. "Kırsaydık ya elimizi, biz nasıl bir soysuzuz? Kessek ya söz verdiğimiz gibi önce elimizi. Ölmeden önce kessek ya şu ellerimizi!"

Ellerine dehşetle baktı. Sanki o ellerde kan vardı, kir vardı da onları görüyordu.

Bağırışıyla birlikte sanki yanındaymış gibi irkildim ama çare de olamadım. Bir insan bu kadar mı nefret ederdi kendinden?

Bu kadar mı sevmezdi? Bu kadar mı kendi kendini tüketir, yok ederdi?

Sarsılışları arttı. İlk korku geçince sözlerinin manasını kavradım, bana verdiği sözü hatırladım.

"Şu elini bıraktığım gün, ellerimi de bileklerinden kessinler! Beni soysuz yerine koysunlar, kellemi alsınlar!"

Ellerimi bırakmıştı, kendi cezasını kesecekti. Ellerini kesmese de son nefesini bu uğurda verecekti. Verdiği her söz o an en çok bana ceza oluyordu çünkü o sözleri tutamayınca en büyük cezayı da kendisine veriyordu.

Kendine kıydığı gibi bana da kıyıyordu.

Konuşmaya devam etti ama sanki birini de dinliyordu.

"Acizdik, tiksindi de bizden ama bir zavallı gibi ölmek istemezdim." Elini yumruk yaptı, alnına vurdu kendine zarar vermek ister gibi.

"Bu kadar onursuzca ölmek istemezdim." Yıkılmıştı, onu böyle görünce ben ise bir enkaza döndüm.

Elimi ona doğru uzattım. "Tiksinmedim." dedim. Yalvarmak istiyordum beni duysun diye. "Yemin ederim tiksinmedim senden."

Duymadı, yine duymadı.

"Onun kollarında ölmek isterdim." dedi.

"Asla ölmeni istemezdim." dedim, yine duymadı.

"Demir bir şey yap." dedim titreyerek ayağa kalktığında. "Yalvarırım bir şey yap." Bana baktığında onun da ağladığını gördüm. "Ben artık dayanamıyorum. Ne olur..."

Elimi yine göğsüme bastırdım. O kadar acıyordu ki artık, söksem de ruhum bedenimi terk etse de kurtulsam diyordum.

Günlerdir çektiğim bu işkence bitsin artık istiyordum.

Ona yalvardım ama o da bir şey yapamadı. Aciz kaldık ikimizde. Eli kapatmak için fareye doğru uzanırken tuttum kolunu. Devamında gittiği yeri görmek zorunda olduğum için durdurdum onu.

Yatağa asılı olan kemerlerden ikisini sertçe çekerek aldı. "Yapma bunu be oğlum! Beni bu kadar kahretme!" dedi, Demir.

O ne yapacağını biliyordu. Ben ise sadece tahmin ediyordum.

Yatağın bir köşesine geçti. Sonra cebinden bir bıçak çıkardı. Yatağın ortasına koydu. "O bı-çak niye?" dedim. Konuşamıyordum da aslında konuşurken nefesim kesiliyordu çünkü.

Demir elinin tersiyle yüzünü sildi. Bana bakamıyordu ağlarken.

"İki türlü krizi var." Sesinde öfke vardı, nefret vardı ama en çok kardeşi için acı çeken bir adamın hayal kırıklığı vardı.

"Birinde öfkeliyken geçirdiği kriz, diğeri ise kendin aciz hissettiğinde. Doktorlar buna iki kimliğin çatışması diyorlar. Öfkeliyken onu bağlamazsam başkalarına zarar veriyor, "bir damla daha düştü gözlerinden hırsla sildi göz yaşını. "aciz hissettiğinde ise kendine. Öfkeliyken çok daha güçlü oluyor ama bu halinde ayağa kalkabileceğini bile sanmıyorum. Bu yüzden uyandığında ayağa kalkabileceği kadar uzağa koydu bıçağı."

Başıyla yaptığını gösterdi. Resmen hayat ona kendi kendini tutsak etmeyi öğretmişti. "Kemerlerin boyunu da ona göre ayarlıyor. Bir milim bile yanlış hesaplamadı hiçbir zaman."

Demir başını eğdi. Bakamıyordu ekrana. Ardı ardına gözyaşları süzülüyordu. "Bunu her yaptığımda kendimden nefret ettim." dedi.

O ağladıkça ben ağladım. Birimiz kanımızdan diğerimiz ise canımızdan oluyorduk.

"Onu o halde görmektense kafama sıkmayı bin kere tercih ederdim ama benden ve babandan başkasına güvenmiyordu sen gelene kadar. Bazen neden diyordum," dedi. Siraç iki kemeri de yatağın direklerinden birine bağlıyordu. Elleri titriyordu. Olduğu yerde sallanıyordu.

"Neden bana bu işkenceyi yapıyor? Her ay onun diri diri gömüyormuşum gibi hissediyordum çünkü."

İki bağın da ilmeğini eşit derecede ayarladı ve bileklerine geçirdi. O bileğine takarken o ilmekte biz sallanıyorduk.

Kendini geriye doğru çektiğinde ilmeğin bağı sıkışmaya başladı. Sıkıştırdı, sıkıştırdı. Kendini bağladığına bizzat şahitlik ettim.

"Ölüyorum, Demir." dedim. "Ben onu bu halde görürken ölüyorum. Sen nasıl katlandın?"

İkimizde acizce onu izliyorduk. Başını tahta direğe yasladığında tükenmiş gibi duruyordu, sevdiğim adam.

"Bende onunla bir parçamı kaybettim." diye fısıldadı Demir. "Benim de onun yaşadıklarını yaşamadığım için Tanrı'ya şükretme şeklim buydu."

Elini uzattı. O da benim gibi dokunmak istedi ama dokunamadı. "Çünkü 7 yaşımdayken farkında olmadan beni de bu bataklığa sürüklemekten kurtardı. Yetim kaldığımda annemin babası değil, babamın ailesinde büyük bir halam korudu beni. Cenaze evinde odamda saklanırken Emir piçi girdi bir gün odaya. Ben o zamanlar hiçbir şeyden haberdar değildim. Bir çocuk için tuhaf, bir büyük için tiksindirici şekilde konuşmaya başladı. O zaman bile anlamasam da huzursuzlanmıştım. O adamdan oyun arkadaşımı çaldığı için nefret ediyordum zaten."

Elleri masanın kenarına tutundu. Yoksa bir yere yumruk atacaktı, biliyordum. "Büyük halam girdi içeriye. Allah ona rahmet etsin, beni kolları arasına alıp o orospu çocuğuna öyle bir baktı ki geri adım atmak zorunda kaldı o şerefsiz. Çıktı gitti sonra."

İç çekti anlattıklarının ağırlığıyla. "Sonradan öğrendim, Siraç haber vermiş büyük halama. Bana ölmek üzereyken anlattı halam. Zaten o zaman bana Siraç'ın babası tarafından zorbalığa maruz kaldığını düşündüğünü söyledi. Bende onun sözlerinden sonra araştırmaya başladım. Dokuz yaşındaydım o zaman. Siraç ise on."

Siraç bağlandığı yerde hafifçe ileri geri sallanıyordu. Ellerini sıkı bağladığından korkuyordum ama korkmam gereken en son şey buydu. Demir'in anlattıkları şu an gördüğüm görüntü karşısında geçmişe yakılan bir ağıt gibiydi.

"Levent Bey yakaladı sonra beni. Eylül 'lerin evi o zamanlar bu piçin evine yakındı. Eylül'ün yanından ayrılıp gece onların evine gideceğim zaman yolun ortasında bir araba durdu. Arabanın camı inene kadar yusuf yusuf olduğumu hatırlıyorum."

Ağlarken dudakları gülümsedi. Bu gülümseme değildi. Bu acılara karşı bir tepkiydi yalnızca. Üstelik göz yaşları da akmaya devam ediyordu.

"Beni arabasına aldı, dedemin evine bıraktı. Sonradan öğrendim ki Levent Bey de bu işin peşindeymiş. Siraç o bataklıktan kendi kurtuldu ama ilk elini tutan o inatçı keçi ihtiyardır. Ben oradan kurtulduktan beş sene sonra öğrendim hastalığını. İhtiyar onu yurt dışına gönderdiğinde bizle tamamen bağını koparacağını düşünüp peşinden gittim ve ilk o zaman yanımda kriz geçirdi. Bana zarar vermemek için çoktan ellerini bağlamıştı. Altı ay boyunca öğrenmeye çalıştım hastalığını. Sonunda ihtiyar anlattı bana, o değil. Sonra her kriz geldiği zaman yanında olup ben yardım ettim ona ama asıl hepimize yardım eden ihtiyardır."

Gülümseyişi minnetti. O zaman adam akıllı bir dedem onlara yardım etmişti. Dudakları titriyordu anlatırken. "Şimdi şu hale bak!" dedi ekranı göstererek. "Yine başa döndük sanki. Bu aptal herif ölünce arkasından kimse üzülmeyecek sanıyor."

Kızgındı o da tıpkı ben gibi. Karşısında olsaydı ona esaslı bir yumruk atacak gibiydi. Sonra ise sarılacak...

Başımı eğdim, daha fazla bakamadım ekrana. Kendi kendine sayıklıyordu. Gözleri kapalıydı ve onun da ağladığını biliyordum.

"Nasıl üzülmem? O benim kardeşim, kardeşim!" dedi Demir. Başımı kaldırıp ona baktım. Elini yumruk yaptı, göğsüne vurdu acısından. "Kahroluyorum, elimden kayıp gidiyor. Çaresizlikten öleceğim sanki."

Gözlerimi kaçırdım ondan. Olduğum yere gömülmüş gibi hissediyordum bende. Daha fazlasını kaldıracak halim kalmamıştı.

Sonra onun sesini duydum tekrar. "Bir kere daha görsek o güzel yüzünü, olmaz mı?" dedi. Bu mırıltılarının arasında düzgünce duyduğum tek cümleydi.

"Olmaz mı?" Başını kaldırdı, yüzünü gördüm. O güzel yüzünde acıyı gördüm. Bir çocuğun korkmaktan açamadığı göz kapakları hatırıma geldi. Başını geriye doğru atınca geriye doğru akan göz yaşlarını şahitlik ettiğimde bittim sanki.

Çok özlerim..." dedi.

"Az kaldı cehennemime. Son kez cennetime dokunayım..." dedi.

Dizlerim tutmaz oldu. İsyan ettim zayıflığıma. "Da-ya-na-mı-yor-um!" dedim. Her hece sırtımda dağ oldu sanki. Katlanacak yüreğim, sırtımı dayayacak hiçbir gücüm kalmamıştı. Tutamıyordum.

Düştüm.

"Dayanamıyorum, yeter!"

Kalkamadım.

Orada çığlık çığlığa ağladım ben ama yine o gelmedi. Ne onun acısını ne de kendiminkini taşıyabildim.

Bu öyle bir cehennemdi ki ne kendimi ne de onu kurtarabildim.

"Yalvarırım, Demir!" dedim. "Yalvarırım bulalım onu!"

Çığlık çığlığa bağırıyordum.

Onun da çaresiz olduğunu biliyordum ama dayanamıyordum. Sanki nefes alamıyordum.

"Yalvarırım, Allah'ım!" dedim. "Yalvarırım kurtar onu!"

O kadar çaresiz kaldım ki sanki o ölürken bende öldüm. O yaşamak istemezken beni de çekti o uçurumun kenarına.

Demir'in beni kaldırmaya çalıştığını hissettim ama sonunda pes etti yüreğim. Göz kapaklarım kapandı tıpkı onun gibi. Hayatın acımasız yüzüne gözlerimi yumdum.

Bilincimi kaybettim.

Ruhumu kaybettim.

Yüreğimi kaybettim...

🔱⚜🔱

Uyandığımda kendimi evde buldum. Baş ucumda ise Selçuk abiden çok daha yaşlı kadın bir doktor vardı. Beni dedemlerin yanında bir güzel azarladı.

Adı Lale'ydi. Beni bir anne gibi uyardı aslında.

Akşama kadar uyumuştum çünkü bedenim aşırı yorgun düşmüştü. Tansiyonum ise çok düşük çıkmıştı. Baş ucumda bitmek üzere olan bir serum vardı ki bu da muhtemelen mideme hiçbir şey girmemesinden sebepti.

Doktor beni dedemler kadar azarlarken hiçbir şey söylemedim. Uyandığımda ilk sorduğum soru Siraç'ın bulunup bulunmadığı oldu.

İki dedem de yüzüme bakamadı. Annem ağlamak üzereydi, bu yüzden odadan çıktı. Uyandığım o ilk birkaç saniye her şeyin bir kâbus olduğunu, sevdiğim adamı yanımda göreceğimi sanmıştım ama gerçek kâbusum olmuştu.

Demir ben bayılınca apar topar her şeyi bırakıp beni eve getirmişti. Hastaneye gittik yalanı da böylece ortaya çıkmıştı.

Demir de üstüne bir yalan daha uydurup Siraç 'la ilgili bir ihbar alındığını, onun şehir dışında bir depoya gittiğine dair bir mobese kamera görüntüsü bulduklarını söylemişti dedemlere.

Büyük azar yediğini Mehmet dedemin küfredercesine konuşmasından anlayabiliyordum.

Beni böylesine tehlikeli bir yere nasıl götürdüğüyle ilgili ağır sözler işitmiş, yine zorluğa benim yerime göğüs germişti Demir.

Susuyordum, gerçekleri söyleyemiyordum çünkü Siraç'ın ortadan kaybolmasına sinirlendiğini görebiliyordum. Bu bile onun için yeterli bir unsurken gerçekten nereye gittiğimi, neyle yüzleştiğimi öğrenseydi kıyamet kopardı, görebiliyordum.

Yorgunluğum hem ruhsal hem de fizikseldi.

Doktor, kan tahlili için kan almak istediğini ama öncelikle bir şeyler yememi söyledi. Normalde bu prosedürü çoktan gerçekleştirmek istemiş ama bu sefer de Levent Bey izin vermemiş, öyle söyledi.

Buna şaşırdım ama bir yandan da minnettar kaldım çünkü bende kan tahlili istemiyordum. Kan tahlili muhtemelen bana gelmeden önce herkesin haberdar olacağı büyük bir karmaşaya sebebiyet verecekti, hissediyordum.

Doktor tarafından getirtilen sıcak çorbayı zorla içtikten sonra tahlil için yanındaki hemşireye kan almasını söylediğinde izin vermedim.

Bana tuhaf tuhaf baktığı o anda bir şeyleri anladı aslında. Herkesten dışarı çıkmasını istedi. Genel bir kontrol yapacağını bahane olarak öne sürdü.

Kapı kapandığı anda, "Aslı'nın arkadaşıyım ben. Dergah' la da bağlantım var, Elif." dedi. Tuhaf bakışlarının sebebini böylece anlamış oldum.

Küt sarı saçları sert yüz ifadesini yumuşatmıyordu. "Bugün bana geldi, senin gelip gizli bir şekilde tahlil vermen durumunda hamile olmanı saklayabilir miyiz, diye sordu."

İç çektim. Aslı abla yine her zamanki gibi kontrolü ele almıştı. Kızmam gerekiyordu böyle kişisel bir olaya karıştığı için ama kızmadım. İyiliğimi düşündüğünü biliyordum.

Hatta bir bebek taşıyorsam şayet şu an bunu yaparak benden daha çok düşünüyordu onu.

Oysa ben bir can taşıdığımdan bile emin değildim. Emin olmasam bile idrakinde hissedemiyordum. Kabullenemiyordum.

"İşin içinde deden gibi bir unsur varken bunun pek mümkün olmadığını söyledim. Levent Bey, Dergah 'ın kurucularından birisidir ve iş ailenizle ilgili herhangi bir hastalık durumu olunca aşırı titiz davranıyor. Eylül bir kere hastalandığında ona ben bakmıştım. Tüm kan tahlillerini gözlerinin önünde bizzat atık olarak yok ettik. İlaçlarını teker teker kontrol ettirdi. Sebebi ne bilmiyorum ama sizin kan tahlilinizi için de aynılarını yaptırtacaktır."

Sebebini bende bilmiyordum hatta eskiden olsa da şüphelenir ardını arardım ama o kadar yorgundum ki değil şüphelenmek, sorgulamadım bile.

Aslında yüzleşmekte istemiyordum çünkü kendimi savunmasız hissediyordum. Eğer hamileysem onu korumanın korkusunu da kaldıramayacak gibi hissediyordum.

Yine de bu işin ilerlemesinden korktum. Bir daha bayılırsam Mehmet dedem kesin şüphelenecekti. Zaten midem bulanıyordu, bir de baygınlığımla birlikte onlar da tıpkı Aslı abla gibi aynı şüpheye kapılacaktı.

Bu yüzden yardım istedim. "Sizden bir şey rica edebilir miyim, Leyla Hanım?" dediğimde kararımı vermiştim.

Bir saat sonra önümde yeni yaptığım hamilelik testi vardı. Dedemlere midemi üşüttüğüm yalanını söylemişti Leyla Hanım. Bunun için Aslı ablayı araya girdirmiştim.

O kadar yalan üstüne yalan biriktirmeye başlamıştım ki sanki sızlayan yerim kalmamış gibi vicdanım da aralarına eklenmişti.

Aslı abla benim test yapacağımı duyunca yardım etmişti. Önce kaza namazlarımı kılmıştım. Bedenim o kadar güçsüzdü ki secdeye eğilirken bacaklarım titriyordu.

O acizliğimde bile sadece Allah'a sığındım. Çok acı çekişimi dahi sevilen bir kul olduğuma yordum çünkü o en çok sevdiği kullarını imtihan ederdi.

"Dermanım kalmadı, Allah'ım." diye fısıldadım secdemde. "Sen hiçbir kuluna taşıyamayacağın yükü vermezsin ama yüreğimi bile taşıyamaz oldum." Kaldıramadım başımı secdeden. "O gittiğinden beri ben yaşayamaz oldum."

Ellerim yumruk oldu, yine kalkamadım. "Aman ver, Rabbim! Yaşamaya takat ver. Onun kurtulmasına bir nefes kadar muhtacım. Yardım et bana! Ben büyük bir mucizeye çaresizce muhtacım..."

Duamdan sonra sırtımdaki yükü zorla taşıdım. Kaldırabildim başımı dik durmaya çalıştım.

Şimdi lavaboda Eylül, ben, Aslı abla birlikte testin başında bekliyorduk. Annem yatmaya gitmişti. Onun yatmasını bekledikten sonra kalkışmıştık.

Aslında onunda burada olmasını isterdim ama o öğrenirse dedemlerin öğrenmemesi kaçınılmazdı çünkü o da beni buradan götürmek isteyecekti.

Eylül teste bakarken tırnağını kemiriyordu. "Şimdi ben ne olacağım? Teyze mi, hala mı?" dediğinde gülümsedim.

Eylül her zamanki Eylül'dü. En zor anımda bile benim tebessümümdü. "Daha belli değil, heveslenme." dedim. Test yaptıktan sonra onların gülen yüzünü görünce kendimi biraz daha iyi hissetmiştim.

O kadar korkuyordum, o kadar zor bir anda hissediyordum ki en büyük korkum böyle güzel bir habere bile hakkıyla mutlu olamamaktı aslında.

Korumak ilk korkum olsa da teste bakarken ikinci korkumun bu olduğunu idrak ettiğim bir an yaşadım.

"Neyse zaten şu an kesin teyzeyim." Omuz silkti. Hala tırnağını kemirmeye devam ediyordu. "İleride bakarız!"

Muhtemelen şu an Siraç'a kızgın olduğundan böyle söylüyordu ama şu an Siraç geri dönse en çabuk onu affedecek olan oydu.

Artık ilk sırada ben yoktum.

Onu hala canımdan çok seviyordum. Gördüğüm görüntüden sonra onu bulmak için güç toplamaya çalışıyordum ama aynı zamanda da kırgındım ona.

Gönlüm küsmüştü.

Beni uzaklaştırmak için yaptığını geçtim, onu öpe öpe sardığım yaralarını kanattığı için de kırgındım. Beni bile bile yok sayışına, ne olursa olsun ardında bırakacak olmasına küskündüm.

Bu yüzden artık ben o kadar da affedici değildim. Özellikle onun için bu kadar çırpınan insanı gördükten sonra.

Babamın onun için kendini feda ettiğini öğrendikten sonra.

Testi yapalı bir dakika olmamıştı. Eylül, "E ama hadi! Hadi Teyhal'ının gülü hadi! Daha ben sana minik minik takımlar alacağım." Avuçlarını açtı. "Elimden daha küçük olacaklar, hayal etsenize!"

Benimle uğraşmak için omzuyla hafifçe omzuma vurdu. Çok idrakinde değildim bu durumun, bu yüzden onun bu haline tebessüm ettim sadece. Bu arada hala ve teyze arasında kalmış olacak ki yine kendince bir yol bulmuştu.

Aslı Ablaya döndüm. O daha ciddiydi, bu yüzden ona endişeli bir bakış attım. Fark etti halimi.

"Eğer pozitif çıkarsa ki hislerime göre çıkacak, artık korkmaktan vazgeç. Bu bir mucize. Senin kendinden önce koruman gereken bir mucize. Rabbimin en güzel mucizesi, sakın unutma!

Kolumu sıvazladı. Yüzünde anlayışlı bir tebessüm vardı. "Mucizelerin nelere sebebiyet vereceğini asla bilemezsin!"

Ona da gülümsemeye çalıştım. Bunu bende biliyordum ama kalkıştığım işlerin boyumdan büyük olduğunu yeni idrak ettiğim için bu haldeydim.

"Ay bakamayacağım galiba!" dedi Eylül. Arkasını döndü. "Bana çift çizgi olunca haber verin, yüreğim dayanmıyor." dedi. Dramatik bir tavırla elinin tersini alnına yasladığında yanımda oluşuna şükrettim.

Sanırım heyecanlanmakta bulaşıcıydı çünkü günler sonra kalbimde acıdan ve hüzünden başka bir kıpırtı hissedebildim.

Aslı ablayla birlikte Eylül'ün bu heyecanı sayesinde bir nebze olsun rahatladım. Çok geçmedi birkaç dakika sonra elimi çeneme dayamış lavabonun tezgahında bekliyorken başımı eğdiğimde testin bana verdiği cevap, Allah nasip ederse yaşlanırsam yıllar sonra bile hatırlayacağım bir ana sebep oldu.

Aynadan görünen solgun yüzüme bakmayı kestim. Gözlerim teste değdi ve ikinci çizginin belirmesine şahitlik ettim.

Kalbim durdu.

Bir yaşamlık attı.

Bir ruha can oldu.

Sonra tekrar durdu.

Sanki bir yaşamın habercisiymiş gibi göğsüme vurdu.

Bana yaşamın da ölümün de Allah'ın mucizesi olduğunu bir kez daha hatırlattı. Korkuyu unuttum.

Gülümsedim. Gerçekten gülümsedim.

Günlerdir unuttuğum mutluluk ve umut yüreğimde filizlendi. Hani insan çaresizliğe düştüğü en karanlık vakitte gözünün önündekine bile kör olur, bazen kendi mucizesinden bile kaçardı ya! Teste bakarken bunu yaptığımı fark ettim.

Benim mucizem minik bir candı. Allah'ın bana vermiş olduğu bir ruh bağıydı.

"Mucize!" diye fısıldadım. "Allah'ım mucize..."

Aslı Ablaya baktığımda onun da yüzünde aynı tebessüm vardı. Benim gibi gözleri dolu doluydu.

Aslı abla bana bakarken Eylül'e seslendi. "Eylül, sen hazırlığını yap ablam!" Eylül bir hışımla bize döndü. "Hem teyze hem hala olmak senin için zor olacak."

Eylül'ün gözleri fincan kadar büyüdü. Başını uzattı ve teste bastı. Sonra elini ağzına çarparak kapattı. Öyle bir ses çıktı ki bir an kendine vurduğunu düştü.

"Tutun beni!" dedi ağzı kapalıyken. "Yoksa çığlık atacağım." Aslı Abla da elini onun elinin üstüne kapattı.

Çığlık atmasa bile Eylül'ün bal rengi gözleri öyle bir sevinçle parlıyordu ki öyle kalması birkaç saniye sürdü yalnızca.

Elini geri çekti ve Aslı abla da geri çekildi. "Teyze oluyorum. Valla da oluyorum." Bana doğru uzandı.

Kollarımı tuttu. "Anne oluyorsun, anne!" dedi. O böyle söyleyince hala şokta olduğumu fark ettim.

Anne...

İki hece ama ruha üflenen nefes...

Anne...

Yürek bağı, dünyadaki ilk sığınak, son liman...

O bana sımsıkı sarılırken bir elimi rahmime bastırdım. Anne olacağımı yeni idrak ettim. Diğer elim sardı Eylül'ü.

"Allah'ım sana şükürler olsun! Ailemiz büyüyor sana şükürler olsun!" dediğinde tüm bunlara ne için katlandığımı bir kez daha hatırladım.

Eylül aileden bahsederken bu yürekten sevinişi bile bana baştan beri neden aile kurmak için bu kadar çabaladığımı hatırlattı.

Başımı onun boynuna gömdüm. Sımsıkı sardığı kollarına rağmen yerinde zıplamaya başladı.

Gülüyordu, gülüyordum. Kalbim mucizeyi hissediyordu ama koparılan yarısının varlığını arıyordu aynı zamanda.

Çok isterdim, bu mucizeyi ilk onunla paylaşmayı o kadar çok isterdim ki mutluluğum bile buruk kaldı.

Başını geri çektiğinde gülümserken ağladığımı fark ettim çünkü bana gülümserken, o gülüşü hüzne dönüştü. Dudaklarında hala zorla korumaya çalıştığı tebessüm varken, "Hayır, ağlamak yok!" dedi. Elleriyle göz yaşlarımı temizledi.

Arkasında duran Aslı Ablaya döndü. "Abla bir şey söyle!" dedi. Onun da sesizce ağladığını görünce sesi titredi. İki koluyla, o büyük kalbiyle bizi ayakta tutmaya çalışıyordu.

"Yapmayın ama!" dedi. "Her şey güzel olacak, bu kız o aptal adama en güzel hediyeyi verdi." Yüzümü sıcak elleriyle sımsıkı tuttu.

"O da anlayacak bunu. Baba olacak, baba!" Beni inandırmak için hafifçe sarstı. Gülümsedi bu gerçekle birlikte.

Baba olacaktı.

Ondan bir parça taşıyordum. Kalbimin yarısı sökülmüş gibiydi ama bana başka bir yaşam bahşetmişti, bilmiyordu.

Şu an ona bunu söylemeyi o kadar çok isterdim ki bu şekilde öğrendiğime de üzüldüm.

"Ya düşünsene! O bu kadar çocuklara düşkünken kendi çocuğunun üstüne titrer!" Yüzümü tutan elleri titriyordu heyecandan, bunları söylerken. Yüreğim titriyordu bunu düşünürken bile.

"İçi gider, içi! Pabucun dama bile atılabilir." Güldüğünde arkamızda olup ağlayan Aslı abla da tebessüm etti.

"Bir ailesi olacak. Kanından, canından bir evladı olacak." Gülümserken ağlıyordu. Onun karşısında bende tebessüm ediyordum ama göz yaşlarımız yüreğimizdeki hüznü anlatıyordu.

"Kökleri olacak bu dünyada. Anlayacak, yanında olacak." dedi. İnancıyla bana güç veriyordu. Ellerimden tutuyordu ama ben o kadar zayıf hissediyordum ki kendimi bir türlü tam olarak ayağa kalkamıyordum.

Belki anlardı sevdiğim adam ama bunun için de savaş vermek zorunda olacağımı hepimiz biliyorduk. Anne olmanın yükü ile birlikte bu savaşı kaldırabilir miydim, bunu bilmiyordum.

Eskiden olsa evet derdim ama öyle şeyler yaşamıştım, öyle zor anlara şahitlik etmiştim ki ne gelecekten ne de kendimden emin değildim artık.

Geri çekildi, elini karnıma bastırdı. "Kız mı olacak, erkek mi acaba?" dedi heyecandan tüm bedeninin titrediğini fark ettim. Bana dokunurken titreşimini hissedebiliyordum tenimde.

Aslı Abla, "Sağlık olsun da inşallah, gerisi mühim değil." cevabını verdi Eylül'ün yerine. Eylül geri çekildikten sonra o da bana sarıldı.

"Çok dikkatli olacaksın!" dedi, o her zamanki gibi beni geleceğe hazırlıyordu. "İlk iki buçuk ay, düşük tehlikesi çok daha yüksektir. Kendini gereksiz yere asla üzmeyeceksin, kötüyü asla düşünmeyeceksin. Sen artık iki canlısın, kendini düşünmüyorsan bile onu düşüneceksin." dedi.

Biliyordum, öğrendiğim andan itibaren bunu hissedebiliyordum zaten. Yorgundum, güçsüzdüm de ama üzerimdeki panik yok olmuş, yerine gecenin dinliği çökmüştü.

Kendimden öteye koyacağım bir can taşıyordum artık bedenimde.

"En kısa zamanda da kontrole gidiyoruz. Kaç haftalık olduğunu, kontrollerini yaptırıyoruz." O benim yerime düşünmeye başladı her şeyi.

"Muhtemelen vitamin takviyesi alman gerekecek. Hepsinin hakkından birlikte geliriz evelallah!" Bana en büyük güveni verdi. " Bahar Abla da öğrenince birlikte sana destek oluruz. Gerekirse Erzurum'dan Yasemin Abla ve Aslı Ablayı da çağırırım. Koruruz biz seni."

Her sözüyle birlikte yalnız değilsin, ağır gelirse, biz taşımana yardım ederiz diyordu, Aslı Abla.

"Allah razı olsun abla. İyi ki varsınız." dedim ona. Bana gözleri parlayarak bakan Eylül'de, öğrenince sevinçten havaya uçacak olan Yağmur ve Zeynep'te hepsi en büyük desteklerimdi benim.

Yalnız değildim. Başta Allah vardı.

Bunu hatırlattım kendime.

Bir tek kişi eksikti.

O da yarımdı.

Benden çok uzaktaydı ve bugün yanımda olsaydı baba olacağının haberini alacaktı ama yoktu...

Bir baba olarak değil, kendini öldürmek üzere olan bir adam olarak uzaktaydı...

Bu yüzden sevincim de mutluluğum da hep yarım kaldı.

Ben de yardım kaldım...

🔱⚜🔱

Gece bir gibi bana zorla yemek yedirmeye çalışmalarından sonra ayrılmaya karar verdik. Zaten nöbet tutuyorduk, en azından bu güzel haberden sonra bir nebze olsun beni iyi hissettirmeye çalıştılar.

Bende yediklerimi kusmayınca bir de gerçekten onların mutluluklarını hissedince gittikçe iyi hissetmeye başladım kendimi.

Daha sakindim, metanetliydim.

Pars abi gece geç geldi ve Aslı ablayı aldı. Beni gördüğünde yüzüme bakamadı. Bunun sebebinin hala Siraç'ı bulamamaları olduğunu biliyordum.

Onun bir suçu yoktu ama Aslı ablanın dediği gibi erkekler inatçı keçilerdi bu yüzden bir yorum yapmadım.

Herkes kendi vicdan terazisinde yükünü ağır kılmıştı.

Eylül bizde kalıyordu. Demir yine Umut'la birlikte ortalıkta yoktu. Kim bilir nerede Siraç'ı arıyorlardı şu an. Onların da endişesini taşıyordum. Nergis bile ortalıkta yoktu.

Mehmet Dedemi de biz yemek yerken bahçede turladığını görmüştüm. Kimse uyuyamıyordu. Herkes tetikte bekliyordu ki bunun bir diğer sebebi de kurulun sürekli saldırmak için açık bulmaya çalışmasıydı.

Konya'daki şirketin tarandığını, Siraç'ın seralarından birinin önüne daha önce rehin alınan Siraç'ın adamlarından ikisinin ölüsünün bırakıldığını öğrenmiştim.

Bunu Nergis söylemişti. Erkeklere kalsa hiçbir şeyden haberdar olmazdım ki bu sefer hakları vardı. Öğrenmek bana iyi gelmemişti.

Yine de düşünmemeye çalışıyordum. İlk defa ölümleri ardımda bırakmaya çalışıyordum ki bu bir insan olarak en çok vicdanıma zor geliyordu.

Eylül benimle birlikte Aslı Ablayı uğurlarken o benden daha tecrübeliydi. Hiçbir şey yokmuş gibi davranabildiği gibi gülümsüyordu da. Onun gibi olmak istiyordum ben de.

En azında yüzüme yansıtmamayı arzuluyordum.

Tam onları uğurladıktan sonra yukarı çıkacaktık ki merdivenlerin köşesinde Levent Beyle karşılaştık. Kısık gözlerle bizi izliyordu.

"Dede, iyi sıhhatler olsunların mı geldi?" dedi Eylül onun bizi inceleyen bakışlarına karşılık. Ben ise endişelenmiştim.

"Bir haber mi var?" dedim. Bu ihtimal bile yüreğimi hızlandırdı.

Başını olumsuz anlamda salladı. "Yer yarıldı da yerin içine girdi sanki eşek oğlu eşek. " Eylül kıkırdadı. Çocuk gibi azarlıyordu Levent Bey.

"Gözüme de uyku girmiyor. Bir boklar karıştırıyor çünkü. Bir Allah'ın kulu da ona karşı çıkamıyor çünkü ona öyle büyük bir yetki verdik ki geri adım atarsak bu sefer bizi ortaya çıkartmaktan çekinmeyecek."

Onun ilk defa küfür ettiğini görüyordum. "Aslarla buluşmuş bugün. Hiçbirimizin de ruhu duymamış. Hiçbiri de onu ele vermiyor, bizimle iletişime geçmiyorlar. Delirmek üzereyim!"

Asları ilk defa o sorgu odasında duymuştum. Siraç'ın eskiden olduğu grup, en çok işkence edilen çocuklardı. Şu an kurulun baronlarının yanında çalışan en has adamlardı. Onlarla buluşmuşsa iş çok daha tehlikeli bir yere gidiyor olmalıydı.

Levent Beyin bu yüzden kontrolünü kaybetmek üzere olduğu belliydi çünkü her zaman düzenli olan saçları bile sağa sola diken diken olmuş bir şekilde ayrılmıştı.

"Belli." dedi Eylül. Eliyle Levent Beyin geceliğinin üstünü gösterdi. "Geceliğini üstünü bile ters giymişsin, dede."

Eylül gülmemek için kendini zor tutuyordu. Levent Bey başını eğip boynunda gözüken etikete baktı. Kaşları daha da çatıldı.

"Akıl mı kaldı?" dedi. Başını kaldırıp bize baktı. "Ayrıca akıl mı bıraktınız?" dedi bize bakarak.

Ne olduğunu anlamadığım için kafam karışmış bir şekilde ona baktım. "Bugün çalışanlarınızdan birisi seni Aslı'yla konuşurken duymuş." dedi.

Gözlerini bana dikmişti, bakışları hesap sorar gibiydi. Konuştuğumuz tek konu hamilelikti. Bundan sonra ise Demir'e gidip fotoğrafları öğrenmiştim.

Bu yüzden ne demek istediğini anladım ve telaşa kapıldım istemsizce. Bir bu eksikti, diye geçirdim içimden.

"Reenkarnasyon diye bir şey olsaydı, Abdülhamit'in hafiye teşkilatını sen kurmuş olurdun, dede." dedi Eylül olayı hemen kavrayarak.

Hafiyenin bizzat kendisi bizim dedemizdi zaten.

Ben ise iç çektim. Aynı zamanda kızmıştım çünkü. "Hayatımın ne zaman dibine bu kadar burnunu sokmayı bırakacaksın? Tam sana saygı duyuyorum, yaklaşmaya çalışıyorum. Dedem saymaya çalışıyorum. Sen yine kişisel alanıma müdahil oluyorsun." dedim.

Bu tepkiyi beklemiyor olacak ki hesap sorar hali yok oldu.

"Evet, hamileyim!" dedim biraz daha üstüne giderek.

Donup kaldı. Muhtemelen dahasını araştırmaya fırsat bulamamıştı.

"Bunu da sende dahil büyüklere şimdi söylemeyi planlamıyordum. Benim de kendime sakladıklarım var çünkü olmalı!" dedim.

Kaşları çatıldı. Resmen buna tahammül edemiyordu. Hayatta her şeyi kontrol edebileceğini sanıyordu.

"Tıpkı senin gibi!" Ağzını açtığında saygısızca onu susturdum. Bunu yapan bendim ve kendimi tanıyamıyordum artık.

"Sen daha bana beni vurdurtmanın sebebini söylememişken nasıl hesap sormaya çalışırsın?"

Kaşlarını çatmayı bıraktı. Bu tepkimi beklemiyor olacak ki bir adım geri çekildi. Sonra gülümsedi. Bu mahcup bir gülümsemeydi.

"Mutlu olduğumu da dile getirmeyeyim mi?" dediğinde karşımda bir an Siraç'ı görür gibi oldum. Dedesi olmayabilirdi ama onu karşımdaki adam yetiştirmişti ve suçlu olunca ikisinin de konuyu değiştirmek gibi bir huyları vardı.

Gülünce de bir çocuk kadar masum gözükmek de bu huylarına dahildi.

İç çektim. "Dile getirmiş sayın." dedim. Yanından geçip yukarıya çıkmaya kalktığımda kolumdan tutup beni kendine çekti.

Kollarını sımsıkı bana doladı. Bu hareketini beklemiyordum, bu yüzden donup kaldım. O ise bunu umursadı.

"Elif'im!" dedi. Sesini duygusallığı duyunca zaten kırık olan yüreğim sızladı. "Çok mutlu oldum, dedem." İç çekti. Kolları arasında güvende hissedince garip hissettim. Yabancı görürdüm zannediyordum ama öyle olmadı.

"Büyük dede mi olacağım şimdi ben?" Başımı yasladığı göğsünde hızlanan kalbinin atışını duydum. Sesindeki duygusallığı duymasaydım bile kalbi bana doğruları söylerdi.

Ondan gelen güvenle birlikte hüzünlü bir teslimiyete kapıldım.

"Ayrıca haklısın, hatalıyım. Özür dilerim, dedenin senin deyiminle her şeye burnunu sokma gibi bir huyu var." Gülüşünü duyunca dudaklarım kıpırdadı. Tutamadım kendimi.

Başımı yana doğru çevirmiştim. Eylül yüzümü görüyordu.

"Dedim sana, şeytan tüyü var bu adamda." Gülümsemem genişledi.

"Arsız çocuk," dedi Eylül'e bakarak. Çenesini başımın tepesine yasladı. "Sana hep çok yüz verdim zaten." Eylül de azardan nasiplendi ama umursamadı bile.

"Vurulma olayına gelirsek, sorgu odasındaki yüzleşmeden sonra çoktan tahmin etmişsindir diye düşündüm." dedi. Kaşlarımı çattım.

Değil düşünmek, karşıma geçip bana kızana kadar aklıma bile gelmemişti.

"Bilmiyorum." dedim. "Ayrıca benimle düğün günü yüzleştiğinde ona karşı çektiğin vicdan azabından bahsetmiştin. On yaşındayken sen Siraç'ın elinden tutmuşsun, Demir söyledi bana. Bunları da bilmiyorum." dedim.

Bir şey söylemedi ilk. Sadece başını çevirip Eylül'e baktı. "Sende duymak istiyor musun?" dedi ona. Bu soru tuhaftı çünkü konuştuğu o an bendim.

"Elbette ama niye bana sordun?" dedi Eylül. Kafası karışmıştı ben gibi.

"Baban." dedi sadece Levent Bey.

Zihnimin içinde ona Levent Bey demeyi bırakabilirsem sanırım ona dede demeye alışacaktım ama olmuyordu. O hala sürekli bir işler karıştıran, gizemli adam Levent Beydi gözümde.

Ne kadar şu an bana şefkat gösteriyor olursa olsun.

Eylül'ün gülüşü, acı bir idrakle alaycılaştı. "Tabi ya! Elbette babam!" dedi. Bu babasından yiyeceği ikinci büyük darbeydi. "Başka kim olabilir ki?"

Levent Beyin yüzünü görmedim ama onun da hüzünlendiğini hissedebiliyordum. Beni kolunun altına alarak salona geçti. Mehmet dedem hala bahçede volta atıyordu. O kadar dalgındı ki bizi görmedi bile zaten hissetmiş gibi sonra daha da ileri giderek gözden kayboldu.

Biz oturduktan sonra Levent Bey konuşmaya başladı. "Vurulma işi aslında haddinden fazla büyüdü çünkü Siraç'ı telaşlandırmak için serumuna bazı ilaçlar eklettirdim ki bu ateşin çıkması için minik bir zehirdi. Sana bir zararı asla yoktu ama yine de bunu yaparken vicdan azabı çektiğimi bilmeni isterim." Çaresizliğini sözleri dile getirdi.

"Zorunda kaldım."

Bir elimi tuttu. Elinin üstündeki derinin buruşmuş olduğunu görünce aslında karşımdaki yaşlı adamın gücüyle, kadimliğiyle bir başka sığınacak dağ olduğunu hissettim. Bana yaptıklarına şaşırmıyordum artık bile.

Eylül, "Yok artık dede! Cidden bir sınırın var mı?" derken ben sadece dinliyordum. Ben sadece anlamaya çalışıyordum.

Eylül'ün bu sözlerini görmezden geldi, Levent Bey. "Siraç'ın hem burada hem de yurt dışında bir doktoru var." diyerek anlatmaya devam etti." Onunla seans yapmıyor artık çünkü bazı şeyler oldu ve bir daha terapi almayı reddetti ama ben doktoruyla asla iletişimimi koparmadım. Sürekli bana tavsiyeler veriyordu. Bu da bir çeşit onun tavsiyesinden ortaya çıktı aslında. Doktoru, babanın fedakarlığıyla senin aranda bağlantı kurarsa sevildiğini hissedebilir, demişti bana. Bazen bir yarayı kapatmak, daha büyük bir yarayı iyileştirebilirdi. Bende bunu en acımasız şekilde gerçekleştirdim."

Gözlerinde samimiyet ve pişmanlık olmasa elimi çekmeye çalışırdım ama çekemedim. Geri adım atamadım.

"Sanma ki canım yanmadı. Sen benim canımsın, kanımsın. Ben kızları hep erkeklerden bir tık fazla kayırırım. Eylül Hanım da iyi bilir bunu."

Eylül gülümsedi. "Düğün hediyem olarak sende Porshe alırsan bu söylediklerini teyit edebilirim." dedi.

Levent Bey gülümsedi. Gerçekten kıyamayan bir dede gibi gülümsedi . Mehmet dedemde de çok görmüştüm bu yüz ifadesini.

Levent Beyi bu halini ise çok nadir görüyordum. Zaten kısa bir an sonra o gülümseyişi sadece dış bir kabuğa dönüştü. "Erdem çok iyi bir keskin nişancıdır, nişancıydı daha doğrusu. Siraç parmaklarını kırmadan önce. Gerçi o bu bedeli ödemeyi kabul etti ama."

Başını hafifçe sallarken bazı şeyleri kar ve zarar hesabına göre düşündüğünü anlamaya başladım. Kârı fazlaysa zararını görmezden geliyordu.

Bu da tam bir iş adamı kafasıydı.

"Aslında sadece bir sıyrıktı ama büyük bir şova dönüştü. Bu büyük şovu da ben kurunca bedelini ben ödedim mecburen. Siraç'ı geri kazanmak için bir adım geri atmak zorunda kaldım. Normalde ben dedenlerin asla bu evlilik olayını öğrenmesini istemiyordum hatta anlaşma maddelerinden biri de buydu ama Siraç, senin üzüldüğünü fark edince bu anlaşma maddesinin çıkarılması durumunda tekrar benimle iş birliği yapacağını söyledi. Bende geri adım atmak zorunda kaldım."

Benim için onunla kavga etmiş yine benim için, benim iyiliğim için barışmış olması kırık olan yüreğimin aslında onu ne kadar özlediğini hatırlattı.

Özlüyordum, şimdi nerede olduğunu bilmemek kahrediyordu beni.

Özlemimi ardıma koymak zorunda kaldım. "Peki İbrahim Beyin yaptığı ne? Siz nasıl Siraç'ı kurtardınız?" dedim. Bir şey söylemedim o vurulma hakkında. Onu affettiğimi de dile getirmedim ama anladım.

Acımasız da olsa mantığını anladım ve üstünü örttüm. Bir af dileyecekti belki ama ağzını açtı. Sonra sustu. O da bu konudan oldukça rahatsız oluyor gibiydi.

Vazgeçti tekrar yaramı deşmekten. "Oğlumu çok severdim. Kızlarımı da ama eşimi kaybettikten sonra iyi bir baba olamamışım ki hepsinin hataları hayal kırıklığım oldu." diyerek girdi diğer konuya. Eylül'e baktığımda yüz ifadesinin ciddileştiğini fark ettim.

Sanki gelecek darbeye karşılık kendini hazırlıyor gibiydi.

"Biz bir gün İbrahim'le iş hakkında konuşurken konu o şerefsizden açıldı." dedi. Şerefsiz dediği Emir'di. Ölmesini istediğim alçak herifti.

"Bana yeni bir sistem kurduğunu, çok iyi para kaldırdığını anlattı İbrahim. Muhtemelen o gün çakırkeyifti çünkü anlatırken haddinden fazla keyifliydi. İşin içinde o oğlu olacak piçte var, dedi bana. İlk anlamadım bu kini ama konuşması kafamı karıştırmıştı. Devam etti. Eylül'ü, Demir 'lere bıraktığı bir gün onun çıplak ayakla evden kaçtığını görmüş. Üstü başı yırtıkmış, her yeri yara bere içindeymiş."

O anlatırken bunun vicdan azabıyla pişmanlık çekiyordu. Ayakları çıplak deyince aklıma yedi yaşındaki halini anlatışı geliyordu.

Bir çocuğa yapılan bu zulme dayanamıyordum, dayanamıyordu.

"Benim oğlum bunu gülerek anlattı bana. Herhalde Jale'm mezarında ters dönmüştür onun bu sözlerinden sonra. Ben evlatlarıma bütün imkanları vermişim ama hiç insanlık verememişim. "dedi.

Eylül'e baktı sonra. Eylül bu cümlelere bile inanamıyormuş gibi bakıyordu. "Bir bu bal kız, birde Bahar'ım istisna. Ben Eylül'ün elimden geldiğinde üstüne titredim, o da sevgisini hiç esirgemedi. İnsanlara olan saygısını hiç yitirmedi. Hep merhametliydi. Anneni de biliyorsun zaten."

Biliyordum, ben iyi niyetli insanlarla büyümüştüm bu yüzden zaten merhametsizlik bana yabancıydı. Eylül'e de yabancı olduğunu görebiliyordum. O kadar zorluğumda beni teselli etmişti. Şimdi ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

Yanına gittim. Ellerini tuttum. İkimizin de dedesi olan adam, karşımızda pişmanlıkla gerçekleri anlatmaya devam etti.

"Hak ettiğini görüyor o piç, dediğinde zihnimde şüphenin fitilini ateşledi." Bu sözlerinden sonra Eylül'le ikimiz sanki bize hakaret edilmiş gibi irkildik.

"Bir çocuğa bu kadar kin haddinden fazlaydı. Zamanında Melek'e yapılanlar hakkında zaten şüphelenmiştim ama o zaman İbrahim'in de çocuğu diye düşünüyordum. Beni bu şüphemden vazgeçirenin de İbrahim olduğunu hatırladım. Bana çocuğun ölüsünü gördüğünü söylemişti. Olaylar o kadar karışıktı, Melek'in durumu o kadar kritikti ki o bebeğin gömülme işlemleri ile bile ilgilenemedim ben. Bu olaydan sonra İbrahim'in davranışları beni daha da şüphelendirdi. Hala da bu şüphe içerisindeyim ama bir delilde bulamadım hiç. Yıllarca aradım ama bulamadım. Şimdi ise..."

Sustu. O cümlenin devamı vardı. O gün annemin aldığı hastane görevlisinin ismi, gelen mektupların hiçbiri boşuna değildi ama bu işte İbrahim Beyin olmasını istemezdim.

Yarım kalan cümlesini tamamlamadı. Hüznüyle devam etti, Levent Bey. Biz ise hala anlattıklarının şaşkınlığındaydık.

"Bu yüzden vicdan azabı çekiyorum. Bu dünyada öğrenmesem bile ahirette bana vereceği bir hesabı var, oğlumun. Onu 10 yaşında kurtarmaya gelince o da bende kalsın. Zaten bu bir kurtarma da değildi." dedi.

Hepimiz sözlerinin yasıyla kısa bir an sustuk.

Eylül'ün başı eğildi. Boynu büküldü babası yüzünden. "Ben daha yeni mektupları öğrendim. Şimdi birde bu!" dedi. Demir ona her şeyi anlatmış olmalıydı.

Başını kaldırdı, Eylül. Bana teselli veren o güçlü kadın gitmiş, yerine kalbi kırık bir kız çocuğu gelmişti. "Dede," dedi o kırgınlığıyla. "Ben hiç mi babamı tanıyamamışım?"

Bu soru Levent Beyi kahretti. Gördüm, hissettim. Zaten onun da boynu büküldü, dik duruşu kayboldu. "Bunu bende soruyorum, Eylül'üm." dedi. "Bunu bende her Allah'ın günü soruyorum kendime."

Biri babasına diğer ise evladına karşı en büyük hayal kırıklığını yaşıyordu.

Eylül ellerimi sıktı güç almak istercesine. "Bu işin sonunda sevdiklerimizin yalanları ortaya çıkacak sanırım." dedi. Ağlamamak için kendini tutuyordu. Ellerimi farkında olmadan öyle sıkıyordu ki parmak uçlarımı hissetmiyordum.

"Bu yalanlar yüzünden de en büyük bedeli Siraç ödedi."

Bu cümle ise beni kahretti. Bu öyle bir bedeldi ki sadece bir değil binlerce çocuğun ruhunun öldürülmesine sebebiyet vermişti. Kin ve nefretle dolmuş kötü kalpli büyükler, bütün acımasızlıklarını çocuklardan çıkarmışlardı.

Çocukların ruhunu öldürmüş, en büyük katil olmuşlardı.

Bu anlattıklarından sonra şüpheli olarak İbrahim Bey de bu katillerden gibiydi. Eğer her şey ortaya çıkarsa o da kara listede olacaktı.

Duyduklarım yaşanılanların acısına denk değildi ama çocuklara yapılan bu zulmü ne aklım, ne yorgun olan kalbim kaldırıyordu.

Anlamlandıramıyordum. Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum. Zaten günlerdir uyuyamıyordum. Uyusam bile kabuslarla uyanışımın en büyük sebebi duyduklarımı zihnimin canlandırmasıydı.

Peki yaşayanlar, yaşayanlar nasıl ayağa kalkacaktı?

"Ben bu yüzden bu bebek için çok mutluyum, aslında." dedi. Levent Bey hüznün dört bir yanımızı sardığı kısa bir sessizlik anından sonra. "Evet, zor bir anımıza denk geldi ve sende küçüksün, Elif'im."

Bana baktı. Evlatlarında merhamet olmasa da karşımdaki adam, derin bir adamdı. Onun merhameti, düşünüşü çok farklıydı. Kısa vadede bize zarar olarak dokunan yaptıkları, uzun vadede hep bize kazanç olarak dönüyordu.

İleriyi düşünen ve en az Siraç kadar plan yapan bir yapısı vardı.

"İstersen de seni alıp giderim buradan. Korurum da ama o mucize bize vesile olabilir çünkü bir çocuğun yarasını en iyi bir çocuk sarar. Bu yüzden Siraç çok düşkün çocuklara. Seni zaten bir gün onun doktoruyla konuşturacağım."

Bunu bende istiyordum ama şimdi değildi. Şimdi onunla ilgili daha fazla acıyı duyacak halde değildim. Ben duyduklarıma katlanamıyordum ama o bunların hepsini yaşamıştı.

Nasıl yaşamıştı?

Nasıl kaldırmıştı?

Ya da nasıl kaldıramamıştı?

İlk defa aslında hiç kaldıramadığını tam manasıyla görüyordum çünkü yoktu.

Gitmişti ve herkes diken üstündeydi. Kurulun ölüm haberi gelmediği için bir nebze rahattılar ama onların ölüm haberini aldığımız an sıranın ona geldiğini anlayacaktık.

"Alter kişiliği ile tek ortak noktaları çocuklar. Onlara karşı zafiyetleri var ve bunun için de hiç düşünmeden canlarını ortaya koyarlar." dedi. "Bunu nasıl akıl ettin bilmiyorum."

Akıl etmemiştim, yüreğim hissetmişti. Boştaki elimi iç güdüsel bir şekilde karnıma bastırdım. Sanki o zamanlardan bu zamanın imtihanını hissetmiştim.

Bir an daldığım düşüncelerden kurtulup ona baktım. "Bunu da haber vermedi mi kuşların?" dediğimde gülümsedi.

"O kadar mahremiyetinizi ihlal etmem." dedi ve güldü. Mehmet dedemle daha yakındık ama asla bu konuda onunla konuşamazdım. Şimdi bile Levent Beyin bu kadar rahat olmasına karşılık utandım.

Neyse ki ,"Doktorla bende konuşacağım." diyerek konuyu daha fazla uzatmadı. "Eğer sende peşinden gitmek istersen bu minik mucize elimizdeki şu anın zorluğuna rağmen en büyük koz olabilir." dedi.

Bir şey söylemedim ama o da bende onun tam olarak nerde olduğunu bilirsem peşinden gideceğimi biliyordu.

Bu kadar şeyi öğrendikten sonra gururuma kapılıp da onu ölüme terk edemezdim. Ben o adama aşıktım. Yaralarını sarmak için kendi canımdan verirdim.

Zaten ona canımdan bir parça verecektim.

Daha fazla ne yapabilirdim, bilmiyordum.

Sanki çarenin de çaresizliğin de sonuna gelmiştik.

Bunu tüm kalbimle hissedebiliyordum...

🔱⚜🔱

Yatmaya gittiğim vakitten kısa bir süre sonra birinin beni şiddetle sarsmasıyla uyandım. Kalbim, gözlerim açılmadan önce hızla atmaya başladı. Baç ucumda Nergis vardı.

Işıkları yakmıştı. Gece olmalıydı daha.

"Kalk Elif!" dedi gözlerim açılır açılmaz. "Demir, hemen depoya gelmeni istiyor. Üstüne ne bulursan geçir, çabuk!"

Yüzündeki dehşet ifadesini görünce nutkum tutuldu. Dirseklerimin üstünde doğruldum. "Ne oldu?" dedim o üstümdeki örtüyü çekerken. "Siraç'la mı ilgili?"

Korku yüreğimin üstüne taş gibi oturdu sanki.

"Aslardan biri Demir'in yanında. Saat üç buçuğa geliyor, fazla zamanı yok. Seni depoya götüreceğim. Bir şeyler oluyor!"

Nergis'in bu sözlerinden sonra acele ederek elime gelen ilk şeyleri geçirdim. Beni asansörden garaja indirdi ki bu da dedemlerin ve annemlerin beni görmemesi gerektiğini gösteren yegâne göstergeydi.

Sanki sonunda zamanı gelmişti. Korku nefesimi kesiyordu.

O kısa yol bile sanki saatler gibi geldi korkarken. Araba durduğunda Nergis koşturarak indi ve yanıma geldi. Birlikte Ankara dışındaki tel örgülerle kaplı bir alanın ortasında büyük bir depoya geldik.

Arkamızdan en az üç araba dolusu koruma çıktı ve çevremizde hemen pozisyon aldılar. Biz ise hemen depoya girdik.

Gecenin ayazıydı ve ışıklandırmalar hariç her yer zifiri karanlıktı.

Soluk ışıkla aydınlatılmış depo da Demir'i volta atarken, Umut'u ise deponun ortasında biriyle konuşurken buldum. "Neresi olabilir?" diyordu. "Kahretsin, neresi olabilir!"

Çaresiz halini görünce içimdeki korku ayyuka çıktı. Yanında uzun boylu ince yapılı bir genç vardı. "Gitmeliyim." dediğinde sesindeki sert tona şaşırdım. Genç yaşta gözüken bu adamın ses tonu otuzlu yaşlarındaki bir adam gibiydi.

"Operasyonu tehlikeye atıyorum ama Vuslat'a bir şey olursa, bizde arkasından gideriz!" dedi.

Onlara doğru hızlı adımlarla yürürken göz göze geldik. Üstünde siyah bir palto olan gencin elinde dört köşeli bir kasketi vardı. Bana bakarken dudağının üstüne uzun bir bıyık yapıştırdı. Sonra kasketini taktı Kasketin içine yerleştirilmiş siyah bir peruk olmalıydı çünkü kısa sarı saçları örtüldü.

Yerine siyah, ensesine kadar uzayan saçlar geldi.

Demir'de aslardan biri olduğunu tahmin ettiğim gençle göz göze gelince beni fark etti. "Elif!" diye seslenince çocuğun gözleri bir farkındalıkla aydınlandı sanki.

"Günışığı..." dedi kısık sesle. Bir an duraksadım. Sevdiğim adam haricinde ilk defa birinden bu lakabı duyuyordum.

Ona bakmasaydım bunu dediğini fark etmezdim. Kasketinin ucunu tuttu. Dudakları gülümse bile sayılmayacak şekilde hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. Bana saygı duyuyormuşçasına bir selam verdi. Göz göze geldiğimiz andan itibaren tuhaf bir farkındalıkla tüylerim diken diken olmuştu.

Bütün yaralı çocuklar büyüyünce aynı buz gibi bakışlara mı sahip olurdu bilmiyordum ama Siraç 'la ilk tanıştığımızda onda da bunu hissetmiştim.

Sanki baktığım bedenin ruhu yok gibiydi. Sanki o ruh öldürülmüş gibiydi.

Deponun çıkışına doğru yürümeye başladığında hala ona bakıyordum. Demir tekrar bana seslendi. "Elif yardıma ihtiyacımız var! Bize Giray çok mühim bir bilgi verdi."

Genç ortadan kayboldu. Bende Demir'e döndüm. "Bugün saat altıda toplu bir suikast düzenleyeceklermiş. Siraç hepsine minik bir çağrı cihazı vermişti. Oradan işaret aldıkları an da başlayacaklar. Hepsinin eline bitki özünden ürettiği bir felç iğnesi vermiş. Benim bu iğneden haberim yoktu. Giray anlattı bana. Bu öyle bir zehirmiş ki acıdan uyanacaklar ama hiç sesleri çıkmayacak. Yavaş yavaş tüm kemikleri eriyecek. Sanki canlı canlı çürüyecekler ama hiçbir şey yapamayacaklar." dedi.

Sözleriyle birlikte soğuk depoda kanımın çekildiğini hissettim. "Bu sırada onlara da yetki vermiş. Korunaklı bir şekilde oradan çıktığınız sürece size yaşattıklarına karşılık istediğiniz işkenceyi yapabilirsiniz, demiş."

Vazgeçtiğini anladım, pes etmişti.

Hızla onları öldürüp kendini yok edecek kadar hayattan vazgeçmişti.

Korktuğum resmen başıma gelmişti.

Onun ölümüyle sınanıyordum.

"Peki bu sırada Siraç nerede olacak, söyledi mi bunu?" Bir ümit ona engel olabileceğim bir yer arıyordum ama o ümidi Demir başını olumsuz anlamda sallayarak yok etti.

Umut'a baktım. O da aynı durumdaydı.

"Sadece demiş ki," diye konuştu. "Bir hiç olduğum yerde olacağım. Bu operasyon bitince hepiniz özgür olacaksınız. Adımı verdiğiniz sürece, sizden hiçbir şey esirgenmeyecek. Hep bir kahraman olarak anılacaksınız."

Umut çaresizdi. Bunu gözlerinden görebiliyordum. "Bizim kurduğumuz plana göre aslar bize gelince bizde mahzenlere saldıracaktık. Dergah 'la bunun için anlaştık aslında. Yer altında eğitilen çocukların bazılarının üstünde bomba var. Bunları etkin hale getirecek yetkiyi biri vermeden önce kalabalık bir kitleyle saldırı yaparsak bunu önleyeceğimize inancımız tamdı. Mahzenlerin belirli noktalarına da bombalar yerleştirilmiş. Orası yer altı mezarlığına dönüşmeden önce Siraç bir sinyal önleyici cihaz geliştirmişti. Bunu da kullanacaktık. Anlaşmanın şartları büyük bir saldırıydı ve Siraç kendine düşen bütün şartları yerine getirdi. Aslara da bu iş bitince Dergah 'tan yetkili isimlerin adreslerini vermiş. Onlara birer mektup ve ince uzun bir kapsülün içerisinde bir çiçek bırakmış ama bize ayrıntısını söylemedi, Giray. Mektuplar da çiçekler de kurul içinmiş. Sadece bunu biliyoruz. " Umut'un yüzündeki acı ifadeyi gördüğümde onun bile çaresiz oluşuna karşılık ümidimi yitirir gibi oldum.

"Buraya sezdiği tehlike için kendi canını tehlikeye atarak geldi."

Çünkü o da Siraç'ın konuşmasından toplu suikastlarla birlikte kendi canına da kıyacağını anlamıştı.

Bir hiç olarak.

Bir kimsesiz olarak.

Başımı eğdim. Kahroluyordum, çaresizlik öyle bir meretti ki üstümü başımı dağıtmak, kendimi kaybetmek istiyordum.

O bir hiç değildi.

Her şeyimdi.

O kimsesiz değildi.

Bir çocuğumuz olacaktı.

Bu sözleri bana ilk söylediği anı hatırladım. Ayakları çıplak, yedi yaşındayken intihar etmek üzere olduğunu anlattığı yerdeydik.

En karanlık ana rağmen ufuk çizgisinde ilk aydınlığı görür gibi oldum.

"Ben galiba nerede olacağını biliyorum." dedim. Bilmek istemezdim, sadece bir tahmin olarak kalmasını ve bu intikam bitince bana dönmesini isterdim ama dönmeyecekti.

Daha önce bir çocukken cesaret edemediği ölümü bana tercih edecekti.

Bu sözlerimden sonra ihtimalleri bile değerlendirmeden yola çıktık. Demir öyle deli gibi kullanıyordu ki arabayı, trafik sıkışık olsaydı Allah korusun başımıza bir şey gelebilirdi. Gece vakti yarı uyuklayarak tır süren şoförlerin hepsini korna çalarak uyandırmıştı.

Dörtlüler yanıktı.

Korkudan elim ayağım buz kesiyordu. Arabada Demir'in önümüze geçen araçların şoförlerine karşı küfürlerinden ve yapılan telefon görüşmelerinden başka bir şey duymuyordum.

Konya'ya yaklaştığımızda Demir benimle konuştu. "Yenge!" dedi. Sesindeki korkuyla birlikte uyandığımdan beri süren bulantım arttı.

"Ben bir şey duydum, Eylül'den." dedi. "Gerçek mi?" Ben saklayayım dedikçe tüm aileye yayılma hızı bağırarak Kızılay Meydanında duyurmamla eş değerdi.

"Gerçek." dedim. O kadar gergindim ki hamile olduğumu unutmak çok kolaydı.

Demir'in yüzünde onu gördüğümden beri ilk defa tebessüme şahitlik ettim. "Baba olacak!" dedi. Bu hüzünlü bir sevinçti. "Amca olacağım."

Sonra o gülümseyişi soldu çünkü hiçbir tepki veremedim. Şu an onu durdurmaya gittiğimiz yer eğer doğruysa aslında en büyük ihaneti bana orada yapmış olacaktı.

Hala gözümün önünden gitmeyen görüntü onun bir başka kadına gülümsemesiydi. Elbette gerçekleri öğrenmek, nasıl acı çektiğine şahit olmak soldurmuştu acısını ama canımı yakmasının yarası kanıyordu hala.

Birde onu gideceğimiz yerde bulursam, o zaman en büyük darbeyi de almış, en büyük ihaneti de ondan görmüş olacaktım.

"Bunu ona orada söyle, olur mu? Haykırarak söyle! Kendisine gelsin, salak! Anlasın artık bir ailesi olduğunu."

Bunu bana söyleyen ikinci kişiydi bugün. Levent Bey de aramış, aynı şeyi yapmamı istemişti benden. Bir cevap vermemiştim.

O an konuşurken ne söyleyeceğimi, onu nasıl ikna edeceğimi bile bilmiyordum ki ben. Sadece kanımda dehşet, kanımda korku, kanımda öfke vardı.

Bir de hasret...

Yüzünü görürsem bile dilim lâl olacak diye korkuyordum. Kabus gibiydi bu korkum, kendimi tanıyamıyordum artık.

Ben cevap vermeyince bir şey söylemedi Demir. Normalde iki buçuk saat olan yolu bir buçuk saatten daha kısa sürede kat ettik.

Biz Konya'ya girdiğimiz anda yağmur damlaları ön cama değmeye başladı.

Demir, "Kahretsin!" dedi yağmur bereket olmasına rağmen. "Bir bu eksikti."

Gökyüzünü aydınlatan şimşeklerin varlığıyla kopacak olan fırtına hem mecazi hem de gerçekti.

Vardığımızda saatin altı olmasına yarım saat kalmıştı. Her yer hala karanlıktı. Yağmur da hızını arttırmıştı. Eğer onu burada bulamazsak nerede olursa olsun ona geç kalmış olacaktım.

Bu yüzden korkuyordum. Yakınlaştıkça ecel terleri dökmeye başlamıştım.

Bulutların su yüklü gövdelerinin gözüktüğü bir gecedeydik. Arabalar Konya'nın girişindeki Akyokuş yolundan sağa doğru saptı ve yüksek tepeye doğru tırmandık.

Tırmandıkça nabzımın kulaklarımda atışını hissedebiliyordum.

Tam tepeye, onun her şeyi olmaya karar verdiğim uçurumun kenarına geldiğimizde orada tanıdık olmayan bir araba gördük.

"Biri var burada!" dedim Demir'e. Korku ve heyecandan aklımı yitirecek gibiydim.

Demir'e baktığımda onunda yüzünde umudu gördüm. Onu bulma ihtimalimiz artmıştı çünkü. Allah'a onu burada bulmak için sessizce yalvardım.

Bizim ardımızdan gelen Umut'un arabası ve Demir'in arabası aydınlattı uçurumun kenarını.

Demir arabayı durdurdu. "O olmayabilir, yenge. Gençler burayı içmek için kullanıyorlar. Bu yüzden biz çıkalım ilk . " dedi ama onu dinlemedim.

Araba durduğu anda indim araçtan. Ben arabadan inerken sabah namazının son sözleri yankılanıyordu. "Yenge!" diye seslendi ama duymadım onu.

"Allah'ım sen büyüksün!" diye tekrarladım ezanın sözlerini. "Yardım et..."

İndiğim an da yüzüme yağmur damlaları bir tokat gibi çarptı. Sanki bana bir felaketi haykırarak haber veriyorlardı çünkü uçurumun kenarında biri vardı.

Başımı döndürdüğüm anda elimle koymuşum gibi tam beni getirdiği taşlı alanda buldum onu.

Ayaktaydı. Işık vuran çıplak ayaklarını gördüm.

Tıpkı yedi yaşındaki hali gibi yalın ayak, yapayalnız ve bir hiçmiş gibi uçurumun kenarındaydı.

Sırtı hafif bana dönüktü bu yüzden ışık vurunca gümüş rengine dönen bal rengi saçlarından tanıdım onu.

Siyaha inat, bu sefer beyaz bir gömlek giymişti. Sanki kefenini hazırlamıştı.

Üstü başı sırılsıklamdı. Gömleğin üstünde, tam sırtında bir el izi olduğunu fark ettim.

Kandandı izin rengi.

Yüreğim durdu.

Onu orada, ne olur orada olmasın diye Allah'a yalvardığım yer de görünce ölmek istedim.

Ölmek istedim...

Kalbim göğüs kafesimde ikiye ayrıldı sanki ihanetiyle. Acıyla doldu kahrolmuş yüreğim. Beni kendi elleriyle yaktı, beni kendi elleriyle yıktı.

Nefesim orada soldu sanki.

Bittim.

Bir elinde silah, diğerinde ise siyah bir şey vardı.

Muhtemelen haber vermek için kullanacağı telsizdi biri.

Muhtemelen kendini öldüreceği silahtı diğeri.

Ölümü bekliyordu. Kendi ölüm anının dakikalarını sayıyordu.

Bir adım attım. Ayağımın altındaki çakılların sesiyle irkildi. Gözüne vuran ışığa rağmen hareket etmemişti ama bu ses sanki bir gürültüymüş gibi eğik başını dikleştirdi ve hareket etti.

Sanki varlığımı hissetti.

"Git buradan..." dedi. Sesini tanıyamadım ilk. Sanki o değildi. Kısıktı. Avazı çıktığı kadar bağırmış gibiydi.

Boğuktu. Sanki biri boynuna ipi dolamış, nefesi kesilene kadar sıkmış gibiydi.

Arkadan adım sesleri geldi. "Gidin buradan!" dedi daha yüksek sesle. Bize doğru döndü. Silahı şakağına yasladı.

"Defolun!" diye haykırdı.

Onun haykırışının ardından şimşekler çaktı. Dehşete dönüşmüş, kendini kaybetmiş yüz ifadesini aydınlattı. Kendinde olmadığını biliyordum ama yüz ifadesini görünce ilk defa onu tanıyamadım.

Bu adam benim sevdiğim adam değildi.

Kaybetmiş bir adamdı.

Pes etmiş bir adamdı.

Çoktan ölmüş bir adamdı.

Göz göze geldik. Beni görünce donup kaldı. Ona bakarken hayal kırıklığı göğsümü ikiye yardı sanki. O kaybetmiş olan adamın bana gözleri değdiğinde yüzünde öyle bir acı belirdi ki haykırmak istedim.

Aramızdaki bağ bir kördüğüm ise burada, tam karşımda şakağına silahını dayamışken o bağı ateşe verdi.

Yaktı, kül etti ikimizi de.

"Niye?" dedim o hayal kırıklığıyla. " Bir zavallı gibi öl diye mi?" Sesimi duyunca sanki vurulmuş gibi bir adım geriye doğru sendeledi. Düşeceği ölüm çukuruna bir adım daha yaklaştı.

Sanki bir daha beni göremeyeceğini, bir daha sesimi duyamayacağına kendini o kadar inandırmıştı ki bir hayalet görmüş gibi bana bakıyordu.

Gözleri gözlerime değdi. O bana bakınca yaşardım.

Gözleri gözlerime değdi.

Bu sefer tek bir bakışta öldüm ben.

"Gitmeliydi..." dedi kısık sesle. Bunu bana değil, kendisine söylüyordu. Yağmur hafiflemiş, rüzgar sesini taşımıştı bana.

"Nereye?" dedim. Öfkem acımla yandı. Ona bir adım attığımda kıpırdamadı. "Nereye gidecektim söylesene? Hangi ihanetin için ölüme terk edecektim seni?"

Dudaklarını birbirine bastırdı. Ölüm rengini almıştı dudakları. Sığındığım teni soluk bir maviye dönmüştü.

Ölüm gibi solmuştu. Yağmur suyu yıkıyordu sanki ölü bedenini.

"Hangi ihanet sevdiğin insanı ölüme terk ettirir, sahi?" dedim. Sessizce izliyordu beni. Şakağında silahın izi vardı, onunla ölümün kıyısında son konuşmamı yapıyordum sanki.

Bir şey söylemedi.

"Bir şey de!" dedim. Bağırdım yine de kıpırdamadı. "Hala yüzsüzce karşımda silahını şakağına dayamış durabiliyorsun ya, konuşsana! Savunsana kendini!"

Sustu. O sustukça yaralarım alev aldı. Koru kül etti kalbimi.

Geriye kalan sadece dil yarasıydı.

Ben sustum, yaralarım haykırdı.

"Desene ben senin sevgini de seni de adam yerine koymadım, Elif! Baştan beri kafama koymuştum, meraklıydım cehennemi boylamaya. İlk fırsatta da kaçtım! Bir korkak gibi kaçtım senden, desene!"

Ellerimi haykırır gibi açtım göğe. Nefesim kesiliyordu konuşurken.

"Sen dokununca şifa bulmadım çünkü senin benden tiksineceğini düşünüyordum. Seni o kadar aşağılık, sevgisi o kadar rezil biri olarak gördüm ki bana yapılan zulümden tiksinirsin sandım Elif, desene!"

Bir kez daha şimşek çaktı. Heykel gibi donmuş bedenini önüme serdi. Zangır zangır titriyordu.

"Seni geçtim, ben yaşayayım diye ölen babanın fedakarlığını bile hiçe saydım desene!"

Sanki dilini yutmuştu ama ben artık çektiğim acıdan tutamıyordum kendimi.

"Bu ihanetim yetmedi, üstüne bir de sen gözünden sakınırken gülüşümü, ben onunla da seni yaraladım. Böylece gidersin de bende rahat rahat kendime acırdım. Desene..." Ona doğru bir adım attım.

Hayal kırıklığıyla yok oldum sanki.

"Desene, bir şey de!" dedim. Çıldırmak üzereydim artık. O uçurum kenarındaydı. İki adım daha atsa ölüm onu kucaklayacaktı ama kendimi kaybetmiş gibi acımı kusuyordum.

Bağırdıkça soluk soluğa kaldım. İki büklüm oldum. Düşmemek için ellerimi dizlerime koydum . "Konuş, konuş..." dedim daha kısık sesle.

"Konuş Allah'ın cezası!" Gökyüzüne doğru haykırdım ama bir o duymadı.

Yağmurun sesine karıştı hüzün dolu sesi. Kulaklarıma değdiğinde ağlamaya başladım.

"Çok sevdin..." dedi. Acısı tenime nüfuz etti.

Hayal kırıklığı yakıyordu ciğerimi.

Başımı kaldırdım. "Çok sevdim..." dedim. Yağmurun ıslattığı yüzünde gözleri gözlerime değdi. O gözlerde gecenin yası vardı. Dolduklarını fark edince onun da benim gibi ağladığını fark ettim.

O acı çekerken nefesim tıkandı sanki. Haykırır gibi ağladım karşısında. Kurtulmaya çalıştım bu acıdan.

Olmadı, yapamadım.

Ayağa kalkmaya çalıştım, dik durmak istedim karşısında. Hala yarımdım.

"Çok sevdim ama yetmedi..." dedim. Başı eğildi, boynunu büktü.

Elleri titremeye başlamıştı. Silahı tutan elleri, tüm bedeni titremeye başlamıştı.

"Meğer çok sevmek yetmiyormuş. Beni hep buna inandırmaya çalıştın ama ben!" dedim elimi göğsüme vurarak. "Ben bir aptal gibi tam tersine inandım..."

Zoruma gidiyordu. Onu bu halde görmek o kadar zoruma gidiyordu ki sanki o değil, ben ölüme gidiyordum.

Silahın namlusu şakağından kaydı. Elleri öyle titriyordu ki kendini tutamıyordu.

"Söyle, ne yetmedi?" dedim tüm hayal kırıklığımla. "Neyi yanlış yaptım ben sana dair de her şeye rağmen seni sevdiğime inandıramadım?" Sitemim yere göğe sığmıyordu sanki. "Neyi yanlış yaptım, söyle bana! Neyi yanlış yaptım da seni burada kendini öldürmek üzereyken buluyorum!"

Bir adım daha attım. Şimdi aramızda bir mezar kadar mesafe kalmıştı. Orada susarak ikimizi de öldürüyor, ikimizi de gömüyordu ölü toprağa.

Sinir krizi geçirdim karşısında.

"Nasıl tiksinirim ben senden Allah'ın cezası!" Ellerimi göğsüme vurdum dağlaya dağlaya. "Sen çocuktun, çocuk! Yaşadıkların karşısında üzülürdüm, ağlardım, acı çekerdim senin için ama aynı zaman gurur duyardım!"

Bağırışımla birlikte tekrar şimşekler çaktı. Silahı tutan elleri o kadar titriyordu ki sonunda elinden kaydı. Çıkan gürültüyle birlikte yere düştü silah.

Sanki patladı. Patladı da tam kalbimden vurdu beni.

"Gurur duyardım çünkü sen o cehennemden ne olursa olsun yaşayarak çıktın. Senin gibi olan sayısız insana elini uzatacak kadar güç kazandın..."

Başını olumsuz anlamda sallamaya başladı.

"Anlamıyorsun..." dedi. Kapatmıştı kapılarını. Ardına da önüne de ulaşamıyordum.

Ellerimi ona doğru uzattım. Bir yanım ona ulaşmak, diğer yanım ise ona defalarca vurmak istiyordu.

"Anlat o zaman!" dedim. "Ne zaman dinlemedim? Ne zaman anlamaya çalışmadım!"

Başını eğdi. Yağmur damlası burnunun ucuna doğru süzüldü. Belki de göz yaşıydı. Sanki gök yüzü bize yas tutuyordu.

"Hastayım..." dedi. "Beni bir canavara dönüşüyorum kendimi kaybedince." Bacakları onu daha fazla taşıyamıyor olacak ki diz çöktü önümde.

"Senin o tiksinmediğin bedenim defalarca bir başkasının kanına bulandı. Ben masumların canına da kıydım. Beni bir kahramanmış gibi anlatıyorsun ya..." omuzları içe doğru göçtü.

"Değilim." Acıyla gülümsedi. "Hem de hiç değilim. Kendimi o bataklıktan kurtarmak için altı çocuğu öldürdüm ben."

O şerefsizin tekerlemede bu öldürmüş derken ona bakışı, senin elinde masumun kanı var derken iğrenç gülüşünü hatırladım. Bundan bahsettiğini idrak ettim.

Donup kalacak yüreğim kalmamıştı. Acısını anladım, içim de yandı ama korkmadım ondan. Kim bilir neler yaşamıştı da mecbur kalmıştı bunu yapmaya.

"Kurtulmak için mi?" dedim.

Başını tek bir defa salladı. Bu bir kurtuluş değildi. O hala orada tutsaktı.

"Onların yerinde ben olmalıydım." dedi.

"Babanın yerinde de ben olmalıydım." dedi.

Elleri iki yanındaydı. Vicdan azabı insanı öldürür derlerdi, karşımda onun bu yüzden kendini harap edişini görünce inandım bu sözlere. Diz çöktüm tam önüne.

"Ama değilsin." dedim. Belki sessiz kalmamı, çaresiz teselliler sunmamı bekliyordu ama bunu ona vermeyecektim.

"Hiçbir ölümü savunmam ama daha on yaşındaki bir çocuğun maruz kaldıklarını da ardıma koyamam. Senin yerinde bir başka çocuk bunları yaşasaydı ona tek çarenin kendini öldürmek olduğunu mu söylerdin, yoksa yaşayarak, onun gibi çocuklara yardım ederek kefaretini ödemesini mi isterdin?"

Ellerimi yumruk yaptım. "Bunu ona yapanlara bedelini ödetip diğer çocukların iyilikle büyümesi için ömrünü harcamasını söylemez miydin? Söylemez miydin, senin gibi bir çocuk karşına geçseydi? İstemez miydin yaşamasını?"

Hayal kırıklığıyla başımı sağa sola doğru salladım çünkü susuyordu çünkü beni zerre anlamıyordu çünkü kapatmıştı bana kapılarını.

"Hayır, söylemezdin..." dedim hayal kırıklığıyla. Yine sustu. " Çünkü sen kaçarken cesur, yüzleşirken korkaksın."

Başını kaldırıp bana baktı. Sözlerimin ağırlığı altında ezilip kalmıştı sanki. "Hastalığın olduğunu biliyorum. Senin zihninde senden nefret eden bir yansıman olduğunun farkındayım ama ikiniz de bu yaşamdaki amacı yaralı çocuklar olabilirdi."

Korkaklığına dair olan inancım gittikçe artıyordu. "Evet, evet." dedim. "Aslında ikiniz de korkaksınız."

Elimin tersiyle yüzüme dökülen suyu temizledim. Karşımda dizlerinin üstünde duran adam acizdi. Ben en çok bu halini tanımıyordum.

"Umarım beni duyuyordur. Ben ne olursa olsun nefretini de gazabını da intikamını da ya da ne olarak adlandırıyorsan onu da severdim. Senin aksine senden olduğu sürece her yönünü severdim ben. Bir de tiksinmekten bahsediyorsun, ne tiksinmesi?" Elimi göğsüme vurdum. "Ne tiksinmesi ben sana dokunmaya kıyamıyordum ama anlamazsın sen. Anlamazsın bir de başka bir kadına gidip kendini beni aldatmış gibi göstererek bir zavallıya dönüştürürsün sen."

Ne bir cevap verebildi ne de yüzüme bakabildi. Gerçekleri öğrendikten sonra bir bir vuruyordum içimde yara olmuş ukteleri.

"İşte bu yüzden siz korkaksınız."

Bir adım daha uzaklaştım yüreğimde.

"Ardında bırakacağın, bırakacağınız sevdikleriniz varken burada tek bir kurşunla yok olacaksınız. Aslında o da sensin. Sen de o ama günahlarını kabul edemeyen bir nefis gibi birbirinizden ölümüne nefret ettiğiniz için yaşamını sonlandırmayı tercih ediyorsun. Asıl korkaklık bu değil de nedir?"

Başını kaldırmadı. Saçları yüzünü kapatıyordu. "O seni sevmiyor." dediğinde karşımda küçük bir çocuk gibiydi. "Ben onun seni öldürmesinden korkarak kaç kere senden uzak kaldım, biliyor musun?" dedi.

Sanki o bana beni sevdiğini söylemiyormuş gibi canım yandı ama direndim.

"Hayır," dedim. "Bence yine yalan söylüyorsun. Kontrolünü kaybettiğinde gördüm onu..." Kabullenmek zordu. " Seni." dedim çift kişiliği oluşunu kabullenerek. "Aynı benim yanımda gibi kriz geçirdiniz ama nefretiniz baskın geldi o şerefsizlerin yanında. Benim yanımda ise bir kere bile kendini kaybetmediğin gibi saçımın teline bile zarar vermedin sen."

Ağzını açtı ama susturdum.

"Korkmuş olabilirsin, zihninde benim hakkımda kötü sözler fısıldamış olabilir. Bir şeytan gibi sol kulağına vesvese vermiş olabilir ama eğer gerçekten benden nefret etseydi ne bana dokunabilir ne de beni sevebilirdin. Bana şeytanlarım susuyor derken bunu kast ediyordun, değil mi? Yanımdayken susuyor, yanımdayken sessizleşiyor."

Ellerini dizlerine koydu. Başını yavaşça kaldırdı. Gözleri gözlerime değdi. Gün ağırıyor, vakit geliyordu.

Ölüm son surasını üflüyordu.

"Evet..." dedi. Bir an ümide kapıldım. "Ama bu hiçbir şeyi değiştirmez."

Ümitlerim diz çöktüğüm yerde kırıldı.

Dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. "Boşuna çabalıyorum değil mi? Sen aslında baştan beri hiç bana verdiğin sözü tutmayacaktın."

O kadar pes etmiş duruyordu ki ona vurmak istiyordum. Kendine gelsin diye sarsmak istiyordum. Ya da ölmeyeceğini bilsem arkamı dönüp çekip gitmek istiyordum.

"Tiksineceğimi düşünmek de sana bahane oldu tabi. Belli ki ben seni deli gibi sevsem de sen hiç sevmemişsin beni..."

Saçımın teline bile kıyamayışları, hasretle bakışları, sımsıkı sarışları, nefes olur gibi öpüşleri canlandı aklımda.

Sözlerim onu yaralarken aynı zamanda beni de yaraladı. Çünkü kalbim sözlerimi yalanlıyordu.

O konuştuğunda hala onun için atacak kadar aptaldı.

"Çok sevdim..." dedi sevdiğim adam. Sesi titriyordu. "Şu an böyle karşımdasın ya geberiyorum!" dedi.

Elini uzattı. "Dokunmak istiyorum, sarılmak istiyorum..." Ama dokunamadı, pes etmiş gibi düştü. "Böyle acı çekiyorsun ya kahrediyorum kendimi ama bunu mu..." dedi eliyle kendini göstererek.

"Bu adamı mı istiyorsun sen? Bu hasta, bu ruh hastası adamı mı istiyorsun? Bununla mı bir ömür geçirmek istiyorsun?"

O bana bağırırken göz yaşlarım sessiz direnişimdi. Onun aksine bağırmadım.

"Evet..." dedim. "Bu ruh hastası ile olmak istiyorum."

Konuşacağı zaman, susturdum onu. "Ama bir korkakla olmak istediğime emin değilim..."

Elindeki telsizin ışığı yanmaya başladı. Muhtemelen talimat vereceği zaman gelmişti.

"Bana bile bile ihanet eden bir adamla hiç!" Elimle telsizi gösterdim.

"Sana ne dediğimi hatırlıyor musun?" dedim. Bakışları telsizle benim aramda gidip geldi. "Sana ne zaman seni affetmem demiştim, hatırlıyor musun?"

Sesim gittikçe yükseldi. Bakışları bana doğru döndü. Lacivertlerindeki hüznü, tükenmişliği geçmişin hatırasıyla sarsıldı.

Hatırladı sözlerimi.

"Bile bile yürürsen ölüme, seni şu gönlüme taht kurmamış sayarım. Ne mezarına gelirim ne de ahirette yüzüne bakarım."

Geçmişin anısı ikimizin arasında asılıydı. Gözümün içine baka baka telsizi havaya doğru kaldırdı, açacaktı biliyordum. Açtığı anda bu talimat sayılacaktı. Talimat verirse de bir sonraki adımı ölümü olacaktı.

Bana baka baka ölümü göze aldı. Aramızdaki boşluğu kapattım. Ona tokat attım.

Bu öyle bir tokattı ki sanki aramızdaki bağın düğümünü kanaya kanaya kestim. Başı yana doğru çevrildi.

Islak yanağı tokadımın iziyle kızarmaya başladı. Döndü, bana baktı. Terk edilmişliğin acısı da ikimizin yüzündeydi ama tamamen pes eden bendim.

Boştaki eli bana doğru uzandı.

Dayanamıyordum bu acıya artık. " Sen bunu yaptın ya," dedim bir tercih yaptığını görerek. "Artık ne mezarına gelirim ne de ahirette yüzüne bakarım."

Duyduğu sözlerle birlikte eli havada kaldı. Telsizi tutan eli de aynı şekilde duruyordu. "Ben her şeyi yaptım ama yetmedi..." ellerimi ona son kez uzattım. Yıkılışım göz yaşlarımın ağıdını susturmaya bile yetmiyordu.

İçim parçalanıyordu, canım çekiliyordu sanki.

Ellerimiz son kez birbirine dokunacaktı ama buna bile dayanamadım. Geri çektim kendimi.

Ayağa kalktım. Son bir bağ kalmıştı aramızda. Onu dile getirirken tohumu kurumuş bir umudum bile kalmamıştı.

"Baba olacaksın." dedim. Günün ilk ışıkları yüzüne vurdu. Dehşetle, şaşkınlıkla, korkuyla ama en çok çaresiz kalışıyla sıkışmış olan yüz ifadesini aydınlattı.

Gün ışığı doğdu ve yağmur yavaşladı. Feryadımı yeryüzü de gökyüzü de duydu.

"Bir evladın olacak ve bugün canına kıyarsan beni ardında bıraktığın gibi onu da ardında bırakacaksın. Sen gidince düşmanlarının hepsi de gitmeyecek, tek başına ben baş etmek zorunda kalacağım ardında bıraktıklarınla."

Hissizce söylediğim bu sözler gerçekti ama onu dil döktüğüm gerçeklerden daha çok sarstı onu. Sanki attığım tokat yeni etki etmişti.

Uyanıyordu. Kendine geliyordu.

Ben ise tükenmiştim artık. Bu yüzden görmezden geldim.

"Ona bir şey olursa da ahım öbür dünyada da seni bulacak. İki yakanı da tutacağım ve Allah'a diyeceğim ki," ona doğru eğildim. Son kez güzel gözlerinde kendimi gördüm.

"Beni dünyada yapayalnız bıraktı. Çocuklara kıyamıyordu ama kendi evladına bunu yaptı, onu terk ederek yapayalnız bıraktı."

Elinde duran telsiz yavaşça aşağı indi. Söndü yapay ışıklar, güneş yağmurun kara bulutlarına rağmen doğdu.

Ama ben karanlıkta kaldım çünkü yüreğimin yarısını kaybettim. Elim yüzük parmağıma uzandı. Hala şaşkınlıktan put kesilmiş olan adamın bakmaya kıyamadığım yüzüne son kez baktım.

Yüzüğünü parmağımdan çıkardım ve tam önüne attım.

Yüzük yere sekti ve taşların arasında benim gibi bir hiç olarak kaldı.

Bir hiç oldum çünkü kalbimi kaybettim. Onu kaybettim.

Elimin tersiyle hırsla sildim yüzümü.

"Bitti." dedim.

Bittim, diyemedim. Nefes alamadım bu gerçekten. Sanki nefesim sekteye uğramış gibi hıçkırıklarım sözlerimi kesti.

Ayağa kalkmaya çalıştı ama sözlerimle birlikte geri yere çöktü sanki.

Sözlerimle birlikte ikimizde o uçuruma yuvarlandık sanki.

Konuşabildiğimde her sözüm ikimizi de hançerliyordu. "Yaşarsın ya da yaşamazsın, bu susturduğun vicdanının sorunu ama ben gözlerimin içine baka baka benden gitmek isteyen bir adamla birlikte olamam."

Önümde diz çökmüşken eğilip yerde duran yüzüğe baktı. Sanki yeni bir idrak anı yaşıyordu. Giden o olmak istiyordu belki ama kalbimi sökerek bunu yapan bendim.

"Benimle iyileşmeye çalışsaydın ellerini tutar, canımı ortaya koyardım ama babamın mezardaki kemiklerini sızlatan bir adamla da olamam."

O kadar canım yanıyordu ki iki büklüm olup yağmurun altında toprağa gömülmek istiyordum. Arkamı dönmeden önce son sözlerimi söyledim.

O kadar canı yanıyordu ki bu sözlerimden sonra sanki küçüldü karşımda acısından.

"Bitti, yaşarsan boşuyorum seni." Elleri yumruk oldu bu sözlerimden sonra. Ağzı açıldı. Telsizi bir kenara attı. Konuşmak istedi belki ama zamanında konuşmamıştı.

Bu yüzden konuşturmadım.

"Yaşamazsan da Allah katında hükmünü bozdun sana olan sevgimin." Arkamı döndüm, ardımda bıraktım onu. Ölüm korkusu sarmıştı dört bir yanımı ama bende pes etmiştim.

Arkamı döndüğümde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bana bakan mahvolmuş iki adam gördüm. İkisi de silahlarını ona doğrultmuştu.

Sanki bir şey yaparsa onu vurmak çareymiş gibi. Sanki zaten kendini öldürmemiş gibi...

Arkamdan sesini duyduğumda kaçmak için adımlarıı hızlandırmıştım. Ödüm kopuyordu silah sesi duymaktan. Duyarsam düşecektim.

Tam o an ölecektim.

Ama sesini duydum.

"Günışığı..." diye seslendi. Başımı eğdim, o kadar şiddetli ağlıyordum ki hızla yağan yağmurun ardında yönümü bulamayan bir avare gibiydim.

Sesinden sonra ona ait artık ölü olan kalbim paramparça oldu. Duraksadım. Artık değildim. Ben artık Günışığı değildim.

"Söndürdün..." diye fısıldadım. Sönmüştüm.

Tekrar hareket ettim.

"Ölmeyeceğim!" diye haykırdı arkamdan. "Ölmeyeceğim!"

Durmadım, gittim.

Ondan gittim.

Kendimden gittim.

Ve biz bittik.

Kendini değil ama bizi öldürmüştü...

🔱⚜🔱

Canım çok yandı ya! Resmen psikolojimi bozdular. O kadar çok ağladığım sahne var ki bu bölümde...ne diyeceğimi bilmiyorum. 

Ne zaman birleşecekler diye sormayın, yeni ayrıldılar. Lütfen...

Nasıl buldunuz çiçeklerim?

Bölümde top sahneniz hangisiydi?

Sizce kim en çok acı çekti? Kim haklı?

Bundan sonra ne bekliyorsunuz? 

Siraç'tan...

Elif'ten...

Ve tabiki minik mucizemizden.

Gelecek bölümlerden ne beklediğinizi yazın bakalım.

Sizi çok sevdiğimi de unutmayın. 😍🥳

Bölümdeki yorumda aşırı yüksek bir beklentim var. Karşılanırsa şayet hemen alıntı atmayı planlıyorum. 

Sizi seviyorum canım, ciğerlerim. Yeni bölüm gelene kadar  kendinize iyi bakın. Allah'a emanet olun.  😍😘

Continue Reading

You'll Also Like

1.6M 33.8K 10
Hansa Kozcu &Fatih Haznedar 🌹 BERDEL/AŞİRET KURGUSUDUR YALNIZ BİLDİĞİNİZ BERDEL HİKAYELERİNDEN DEĞİLDİR. ŞİDDET VE ZORLAMA TARZI ŞEYLER YOK [Başlama...
650K 27K 45
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
1.3M 99.2K 51
Her şey, sosyetenin ve iş dünyasının gözdesi Affan Saltan'ın kirli işler denildiği zaman ilk akla gelen çete lideri Ziko'ya işinin düşmesiyle başladı...
306K 26.8K 26
"Kalmam için bir sebep olması lazım." dediğinde, Leyla'nın sesi titriyordu. O Leyla'ydı, başka kimse değil. Daha on sekizinde tazeyken, Kınalıtepe'ye...