Lake in the Moor

By BelieveAndBeHappy

5.7K 670 4.6K

1852 İngiltere'de küçük bir kasabanın hikayesi. More

bir
iki
üç
dört
beş
altı
yedi
sekiz
dokuz
on
on bir
on iki
on dört
on beş
on altı
on yedi
on sekiz
on dokuz
yirmi
yirmi bir
yirmi iki
yirmi üç
yirmi dört
yirmi beş
yirmi altı
yirmi yedi

on üç

205 27 244
By BelieveAndBeHappy

"Kuzucuğum, ağlamayı kesecek misin artık?"

Luni getirdiği yemek tepsisini masamın üstüne bırakıp yanıma geldi. Sırtımı ovaladı. Annemden saklamaya çalıştığım ruh halimi Luni çözmüştü çoktan. Üzgün üzgün iç çekti ama bunu duymak ve sorularına maruz kalmak daha acı verici oluyordu.

"Ağlamıyorum," dedim yüzümün kuruluğunu gösterdim.

"Canım benim nasıl soldun, nasıl süzüldün. Bak sevdiğim susamlı ekmekten yaptım. En azından onu yesen? Hmm. Miss gibi."

"Aç hissetmiyorum, Luni."

"Ama ya hastalanırsan, şekerparem. O güzel pembe yanaklarını, ışıl ışıl gözlerini göremezsek ne olur?"

Yatakta doğrulup uzattığı ekmeği aldım. Bölebildiğim kadar çok parçaya bölerken kırıntıları ve susamları yatağıma düştü. Luni'nin belki de ilk kez bana bu yüzden kızmayacağını bildiğimden umursamamamın keyfini çıkardım en azından. Ne kadar keyif denebilinirse.

"İyiyim, Luni. Midem ağrıyor sadece."

"Çünkü Bay Oakley ile küssünüz. Bilirim ben. Etrafta gözükmediğinden anlamalıydım da zaten. Ne zaman küsseniz böyle üzülürsünüz işte. Bu sefer ne yaptı?"

Oliver'ın adını duymak bile yüzümü buruşturmama neden oldu. Oliver yüzünden bu halde değildim. Yani sadece Oliver yüzünden. Yazın bitmesiyle birlikte tekrar berbat bir soğuk dönemi başlıyordu. Artık nadir olan güneşli günler neredeyse kaybolacaklardı. Ben ne yapacaktım peki? Artık ne bana öğrendiği her şeyi gösterecek bir öğretmenim, ne bir arkadaşım, ne de keşiflere çıkabileceğim iklimim vardı. Tüm gün evde ya anneme model olarak ya da evin sıkıcı işlerine yardım ederek zaman öldürmek zorundaydım. Tippy bile benimle oynamak için fazla yaşlıydı.

"Hiçbir şey." Belki de bu kez ilk defa gerçekten de hiçbir şey yapmamıştı. "Nasıl bu kasabadan gideceğim, Luni?"

"Belki durumu epeyce iyi bir aristokrat bulursun canım. Hatta, sendeki bu güzellikle, asil biriyle bile evlenebilirsin. O zaman her istediğini yapacak biri olur işte."

Çalışamıyor, parayı kazansam bile kendimin yapamıyordum. Bir erkek olmadan tutsaklığa mahkumdum ama eğer ki duygularımı takip ederek evleneceğim bir evlilik yaparsam da kendi kendimin tutsağı olacaktım. Babam belki çok daha genç olsaydı o beni yüreklendirirdi. O benim için fedakarlık yapardı. Ancak artık o da bir iş adamıydı. Hayalleri, yetenekleri ve umutları para karşılığında ezilip büzülmüştü.

"Annemin giysilerini çalarım belki. Sonra da hepsini satar, saçlarımı keser ve bir erkek gibi gezerim."

"Yalnız sizi değil, beni de öldürür canım. Tippy'i satarsın belki."

"Tippy bir maden dolusu altından bile değerli. Asla ondan olamam." Üstelik epeyce yavaşlayan ve gözlerine gelen tüylerin sık sık kesilmesi gereken Tippy'i birinin isteyeceğinden de şüpheliydim.

Luni saçlarımı okşamaya devam etti. İçimdeki boşluğu ekmek kırıntılarıyla doldurmaya çalıştım. "Thompsonlar epey zengin insanlar. Seni de çok seviyorlar, anladığım kadarıyla. Onlara iyi dostluk edebilirsin. Özellikle de James Thompson'a." Kendi kendine kıkırdadı. "Gözlerini senden alamıyor."

Evet, kim bilir hangi hakareti sıralamak için.

"Thompsonlar'ın yeni bir gözdesi var. Oliver. Orada olmamdan hoşlanacağını sanmıyorım. Benimle arkadaş olmak istemediğin çok açık bir dille belirtti."

"Bay Oakley'e göre ne zaman hareket ettin ki? Madem arkadaşın olmak istemiyor, o halde yeni arkadaşlar edinmenin de önüne geçmesine izin verme. Oliver güzel bir çocuk olabilir. Ama soğuk. İnsanlara ısınması güç. Kedi gibi, kendini pek sevdirmeyi sevmez. Ama sen herkesi gülümsetmesini, sevdirmesini bilirsin o tatlı yüzün güzel gülüşünle bakışınla. Bu kadar zaman üzüldüğün yeter. Kalk artık. Hadi. Yapılacak çok iş var."

Beni adeta yataktan kovdu. İmkanı varmış gibi ayağa kalkınca göğsümdeki ağırlık da arttı. Kendimi suçlu hissediyordum. Hem de yapmadığım her şey için. Düzeltmem gereken bu yarığın zaman geçtikçe açtığı her bir çukurdan ben sorumluydum. Fakat neden? Oliver beni herkesten daha iyi tanırken, beni en çok kendisi bilirken benden yapamadığım tek şeyi istiyordu.

Ona olan duygularımı kontrol edememek belki benim suçumdu. Eğer sıradan, özensiz, akılsız ve güzellikten uzakta bir adamla evlenecek olsaydım bu kadar reddedişimi diretmezdim. Connie hala Connie olabilirdi eğer ona kontrolü kaybettirmeyecek biriyle olsaydı.

Annem, aşağıya indiğimi duyar duymaz ağzını açmıştı ki, beni görünce durdu. Ne kadar berbat görünüyor olabildiğime dair bir fikir olmuştu bu da bana. "Connie, neyin var?"

Eliyle alnımı, yanaklarımı ve boynumu kontrol ederken kaşlarını çattı. Mavi gözlerindeki endişe büyürken beni salondaki koltuklara oturtmasına izin verdim. "İyiyim," dedim, Luni'nin anneme ne kadar her şeyi söyleyeceğinden neredeyse emin olsam da. Şu anda Oliver'a annem kadar bayılmadığı çok açıktı. "Biraz soğuk çarptı."

"Emin misin? Otur, otur. Kalkma. Dur." Kendisi kalkıp ip yumaklarının arasından kalınca ördüğü patikleri bulup yanıma geldi. Ayaklarımı kucağına alıp giydirirken ona ne kadar iyi olduğumu söylüyordum ama beni dinlemiyordu. "Çorba hazırlayacağım. Bekle burada. Çok mu yoruldun? Elbette yoruldun. Seni evin içine sokmak o kadar zor ki. Durmadan koşuşturup, pislik içinde yuvarlanıp, bahçeye bakıyorsun... Hem de sonbahar geliyorken... Canım benim, minik burunlum. Neyli çorba istersin?"

Eh, annemin üstüme tonla iş yığıp yapmadığım her bir ayrıntı için azarlamasındansa en sevdiğim çorbayı yapmayı teklif etmesi kolay kolay bulduğum bir nimet değildi. Bu yüzden aslında gerçekten de iyi olduğumu, yalnızca keyifsiz olduğumu söylemekte tereddüt ettim.

Oliver bir de neden ona evet diyemediğimi merak ediyordu. Hayatımda değilken bile beni bu hale sokmuşken bir de...

"Şu Oakley yok mu," Luni söylene söylene salona dönerken annem her yerimi kaşındıran bir kazağı başımdan geçirmeye çalışıyordu. Omuzlarımı sıvazlayıp beni ısıtmaya çalışırken başımı binlerce kez öpüp, bir dua mırıldandı. "Zavallı kızcağızın kalbini kırdı."

"Luni..." Dedikodu için en azından evden çıkmamı bekleyebilirdi.

"Ne? Oliver mı?" Annem şaşkınca bir bana bir Luni'ye bakıyordu. Sıkıca topladığı topuzunu gevşetmek için yüzlerce tokalardan bir tanesini çıkardı. Yalnızca onlara bakmak bile kafa derimi fazlasıyla rahatsız ediyordu. "Ve Connie'nin kalbini kırmak? Sonunda rol mü değiştirdiniz?"

Midem bomboş olmasına rağmen kusacak gibi hissettim çünkü tam oradan yumruklanmıştım. Hem de aynı anda on tane kişi tarafından. "Hayır. Kimse kimsenin kalbini kırmadı. İyi hissetmiyorum hepsi bu."

Elbette bu ne Luni'yi, ne de annemi durdurdu. Beni ortalarına alıp saçlarımı okşarlarken erkeklerin ne kadar bencil ve düşüncesiz olduklarından ama sonunda hepsinin pişman olacağından bahsettiler. Ne kadar ikisinin de beni iyi hissettirmek için çabalarını takdir etsem de Oliver'a haksızlık olduğunu düşünüyordum. O yanlış hiçbir şey yapmamıştı. Üstelik sırf benimle arkadaş olmayı kesiyor diye güçsüzleşip, sanki onsuz hayatıma devam etmem imkansızmış gibi bir tablo çizmek de istemiyordum. Luni abartıyordu her şeyi işte. Ben iyiydim. Yalnızca bu bedenimi bastıran ağırlığı çözmem gerekiyordu.

"İyiyim dedim. Gerçekten. Anne uzun süre önce söylediğin gibi kıyafetleri dereye götüreceğim ve çektireceğim. Hepsini de pırıl pırıl etmeden gelmem eve. Tamam mı? Aynı istediğin gibi."

Ona hakaret etmişim gibi baktı. Kaşlarını öyle çok çattı ki bir tane saç teli saç tokasından tamamen çıkıp, tekrar lüle şeklini aldı neredeyse. "Katiyen olmaz. Oturup, iyileşmek varken..."

Konuşmaya devam etti ama dinlemek gittikçe daha da imkansız hale geliyordu. Tek istediğimi tüm aklımı yaşananlardan uzaklaştıracak, aklımı meşgul edecek uğraşlardı. Evin sıcaklığı bana ağır geliyordu. Bu denli rahatken, kafamın içinden kaçamıyordum. En basit insani ihtiyaçlarım karşılandığı sürece de ayrılamayacaktım aklımdan.

"Peki. O halde yalnızca geçen ayın kirlilerini götürürüm. Olur mu? Temiz hava iyi gelir. Kötü hissedersem de dönerim."

"Connie, bitanem, neden senden her zaman istediğimin tam aksini yapmak zorundasın? Sağlıklığı olduğunda yardım etmeni istiyorum. Titreyen bir yaprak gibi görünürken değil."

"Titreyen bir yaprak değilim ben. Ben olsam olsam... hmm... ne olurdum? Aa, evet. Çınar. Kocamn olanlarından. Kocaman ve güçlü."

Annem beni ikna edeyeceğini anlayınca yetiştirmesi gereken işlerine döndü ama evden çıkmamam için Luni'yi iyi tembihledi. Luni de gözünü benden ayırmamak için örgüsünü aldığı gibi tam karşıma oturdu. Sanki bu sıkıcı evde yapabileceğim çok tehlikeli bir iş olabilirmiş gibi.

Camın önündeki, babamın, eski sandalyesine oturup dışarıyı izlediğimde bile benden ayırmadı gözlerini. Sis bulutunun henüz tamamen yutamadığı dağların koyu gölgeli, eteklerini izlerken onlara doğru eğilen dalları izledim. Uzun mu uzun ve birbirine dolanan çimler bir o yana bir bu yana sallanırlarken otlar sağlam kalıyorlardı. Gri bulutları pek birbirlerinden ayrılıp dağılmaya meyilli de değillerdi. Bayırın aşağısındaki kasaba merkezinden bir şey de duyamıyordum. Her şey bugün sakin, olağan ve düzenliydi. Hiçbir şey değişmemişti Misty Moor'da.

Tek bir şey yani. Herkesin arkadaşlığını imrendiği Oliver ve Connie artık birer yabancılardı.

Camıma vurulma sesiyle öyke irkildim ki, bir an için ruhum bedenime aşağıdan bakıyor sandım. Ancak gördüğüm manzara bundan da şaşırtıcıydı. Daphne Thompson tüm dişleriyle gülümseyip bana el sallarken ortasında tonlarca yapay bitki yapıştırılmış şapkası da rüzgarla sallandı. Çenesinin altından bağlanmış fuşya renkli kuşağı neyse ki onu sıkı tutuyordu.

"Hey!"

Camı açar açmaz soğuk hava girdi. Şöminedeki ateşi biraz hareketlendirdi. "Oliver burada değil."

"Hayır. Senin için gelmiştim!"

Yuvarlak, heyecanlı ve yeşil gözleri benden bir saniyeliğine bile ayrılmazken ne yapacağımı bilemeyerek bir içeriye bir Daphne'ye baktım. Onu gördüğüme sevinmediğimi belli etmemek için elimden geleni yapsam da bir türlü yüzüme bir gülümseme yerleştiremedim. Biri yüzüme gerilen bir çift dudak yapıştırsaydı belki.

"Neden?"

"Kardeşlerim seni merak ediyorlar. Burada hiç yaşıtımızdan birileri yok. Üstelik," camdan uzaklaşıp ağaçların arasına baktı. Korkmak ya da ürkmek yerine daha da heyecanlı görünüyordu şimdi. "Buralarda bir korku hikayesi kalmış. Çok eskiden. Bazıları üç yüz seneden bile daha öncesine dayandığını söylüyor. Kelt efsaneleri. Ateş başında oturup birbirimize hikayeler anlatmayı çok severiz!"

Neden beni de istediğini tam olarak anlayamamıştım. Bu yüzden o benden bir şey söylememi beklerken hala yüzüne bakıyordum. Sanırım bundan yüzlerce sene önce ortaya çıktığı söylenen, artık yerli halkın yalnızca dalga geçmek için anlattığı bir hikayeye dönüşmüş saçmalığı benden duymak istiyorlardı.

"Aa... benim bugün için—"

"Hadi, lütfen. Eğlenceli olacak. Söz veriyorum. Senin de canın sıkılmıyor mu?"

"Evet ama—"

"Hadi o zaman," elimi tutup sanki camdan atlamamı beklermiş gibi çekiştirdi. "Seni bekliyorum ve gelene kadar da hiçbir yere gitmiyorum. Tipper beni bulmadan gelsen iyi olur ama, Jamie yabancılara pek bayılmadığını söyledi."

Şaşkınlıktan kaşlarım çatıldı. "Jamie Tipper'dan mı bahsetti?"

"Evet. Kendisi köpekleri sever. Eskiden bizim de vardı. Sir Gawain. Yaşlandı ve onu çınar ağacımızın altına gömmek zorunda kaldık. Jamie hepimize siyah giydirip, ona ait bir tören yapmamız için—"

"Tamam, Daphne, ee eğer Sir Gawain'in cenazesi hakkında konuşmayı kesersen geleceğim."

Daphne sevinçle ellerini çırpıp, olduğu yerde neşele zıpladı. Yapılı saçlarındaki lüleler de sallandı onunla beraber. "Yaşasın! Ahududulu tartımız da var."

"Sir Gawain'den önce söyleseydin ya, daha çabuk ikna ederdin beni. Çekil oradan şimdi lütfen."

Daphne kapının önündeki botlarımı camdan dışarıya atıp, kenarlarını tutup  tahtaya yasladığımı görünce büyük gülümsemesi toz oldu. Az önce bir an önce ona katılmam için beni çekiştiren kendisi değilmiş gibi oradan atlayacağımı anladığında endişeye büründü tüm suratı.

"Aa... kapı daha iyi bir yol gibi gözükmez mi?"

"Annem ve Luni'ye görünmek istemiyorum. Hasta olduğumu düşünüyorlar. Dışarı çıkmama izin vermezler."

"Hasta mısın?"

"Hasta biri bu camdan atlayabilir mi?"

Daphne hızlıca başını sallayınca bukleleri de zıplamaya başladı. Kısa olanları omzundan kulaklarına hareket ederken yüzüne çarpıyorlardı. Camdan atlamam için çekilince ayağımın yüksekten, sert toprağa çarpmasıyla topuğuma bir ağrı girdi ama kolayca düzeldim. Botlarımı hızlıca giydikten sonra Daphe'nin yalnızca yarım metre mesafelik yerden atlamama verdiği tepkiye güldüm.

"Şimdi, hızlıca koşmamız gerekecek tamam mı?"

"Ne? Neden? Koşamam! Hem de bu ayakkabılarla! Hem de bu yerde!"

Elini tutup, koştuğunda ağabeyi Jamie gibi biraz uzun otlardan etkilenmeden düşmeyeceğinden emin olmak için parmaklarını sıktım. Ne yaptığımı anlamadı ama elini de çekmedi. Yeni edindiği arkadaşının onu benimsemesinden oldukça hoşnuttu.

"Ben gidiyorum," dedim mutfağa doğru bağırıp. Yalnızca endişelenmemeleri için haber bırakıp, daha fazla soru sormayacaklarından emin olmak için orayı terk etmem gerekiyordu. "Thompsonlar'da olacağım."

Sonra da annemin sesini dıyar duymaz Daphne'yi çekip koşmaya başladım. Sanki dümdüz- biraz tartışmalı- toprağın üstünde değildi de dalgalarla boğuşmakta olan bir yavru köpek gibi debeleniyordu. Yine de elimi bırakmadı ya da bana karşı çıkmadı. Zavallı kız sadece yuvarlanmadan bana yetişebilmek için eteğini toplamaya ve adımlarını uzatmaya çalıştı. Üstelik benden daha uzun olması ona fayda sağlıyordu.

"Tamam," dedi evlerine yaklaşmışken durdu. Elini burakıp yüzüne bakınca kıpkırmızı kesilip ter içinde kaldığını gördüm. Dizlerinin üstüne eğildi. Oysa çok fazla koştuğumuzu da söyleyemezdim. Yalnızca birkaç dakika olmuştu. "Fazla," dedi ama nefes nefese olduğundan bitiremedi. "Hızlısın."

"Üzgünüm," suçlulukla yanına çömeldim. Daphne'nin soluklanmasını beklerken ne diyeceğimi bilemeyerek tuhaf tuhaf etrafıma bakındım. "Annem hasta olduğumu düşünüyor. Eğer kaçmasaydım beni odama hapsedecekti."

Daphne gülmeye başlayınca önüne düşen saçlar da sarsıldı. Şimdi sıkıca yapılmış bukleleri bozulmuş, çoğu yalnızca birer su dalgasını andırıyordu. Sanırım doğal halindeyken saçları epeyce düz ve yüzünü çerçeveleyecek şekildeydiler. Zaten saçlarının rengi fazlasıyla dikkat çekiciydi. Tüm o kızgın demirlere sarılan metodlara ihtiyacı yoktu.

"Bunu sık yapıyor musun?"

"Hayır. Yani. Eh. Sanırım."

Daphne tekrar gülüp derince nefes aldı. Gözlerini kapatıp rengi yavaş yavaş eski haline dönerken onu izledim. Neredeyse pestilini çıkarmış olmama karşın eğlenmişti. Ya da yaptığımı yargılamamıştı. Epey pahalı olduğundan emin olduğum elbisesinin kirlenmesini dahi önemsemiyordu.

Eğer birazcık, ufacık, bir an için bile kötü olabilseydi tüm işimi kolaylaştırırdı. Oliver ile, en iyi arkadaşım ile, artık arkadaş olmamızın sebebi tabii ki kendi değildi. Ama bir kısmın onu suçlamak istiyordu. Hiçbir zaman ortaya çıkmamış olmasını, asla Oliver'ı görmemiş olmasını, ona etrafı gezdirmesini istememiş olmasını diliyordu.

Oysa şimdi sonunda benimle arkadaş olmak isteyen birini bulmuştu. Ne benimle evlenmek istiyor, ne beni bir seçim yapmaya zorluyor, ne de onunla olduğum anlarda aklımın dönüp durmasına sebep oluyordu. Oliver kimin umurunda olurdu ki? Belki Oliver kadar yumruklarıma dayanıklı değildi ama ondan çok daha güleryüzlüydü.

Ona haksızlık ederdim kötü bir nokta aramaya çalışarak. Tek istediği benimle vakit geçirmek olurken sırf Oliver'ın yakışıklı olduğunu düşündüğü için kendimi uzaklaştırmaya zorlayamazdım.

"Tamam, devam edebiliriz sanırım. Ama daha fazla koşmak yok. Kimse bizi takip etmiyor baksana."

Daphne'nin söylediklerine ve tüm bu bitap haline gülmeden edemedim. Kızcağızın canını çıkaracak olmak üzere olmama rağmen nemli ve kızarık yüzünden gülümseme bir türlü eksilmiyordu. İnsanları durmadan uzaklaştırmaya zorlamaz akıllıca değildi. Yalnız olmak hiçbir zaman korkutucu olmamıştı. Oliver'ı kaybetmek yalnızca Oliver olduğu için korkutucuydu yalnız kalacağım için değil. Şimdi, sonunda, korktuğum da başıma geldiğine göre korkacak hiçbir şeyim olmamalıydı. Fakat Daphne bana karşı çok iyiydi. Daha önce hiç kız arkadaşım olmamıştı. En azından yaşıtım. Her şey Daphne ile daha kolay olabilirdi.

"Tamam," dedim gülümsemesine karşılık verdim. Bir yandan da Oliver'ın yokluğunun getirdiği hüsran hissi azalıyordu. Daphne Thompson benimle bu denli arkadaş olmak isterken içimdeki kıpır kıpır hevesi bir türlü yatıştıramıyordum. Belki ağabeyi de dostluk etmek için çaba harcamıştı- kendince ya da kendini eğlendirecek bir şeyler arıyordu. Ama Daphne'nin böyle olmadığını düşünüyordum çünkü, bana bir şeyler yaptırtmaya çalışmıyordu. Bana uymak, yalnızca benimle vakit geçirmek istiyordu.

Thompson Malikanesi gündüz gözüyle daha da büyüktü. Beyazlı, kremli duvarlarının yüksekliği boynumu ağrıtacak cinstendi. Her on metrede bir Bayan Thompson'ın yanındaki yabancının tehlike arz etmediğini anlamak için gözlerini dikecek bekçiler vardı. Bahçeleri birçok tarladan bile daha büyüktü. Labirent biçiminde kesilmiş şimşirlerin arasında koşan köpeklerin tasmalarından çıkan sesle durmadan dikkatim dağılıyordu.

Ben etrafı daha ayrıntılı inceleyemeden içeri çekip, salon yerine başka bir odaya çekti. Burada Edith, Rosie ve Jane oturuyorlardı. Edith'in elini uzatıp diğer kardeşlerinin dikkatle incelediği yüzüğüne dikkat çekilmişlerdi. Hepinin de parlak, sarı saçları sıkıca bir örgüyle ve ipek kumaşlarla bağlaydı.

"Connie!" Rosie ayağa kalkıp beni omuzlarımdan tutup hepsinin arasına oturttu. Dengemi bulmak için yerimde doğrulmaya çalıştım. Sarmaşık çizimleri olan bej rengi duvarlar hepsinin pastel tonlarındaki elbiseleriyle uyum içerisindeydiler. "Geldiğine çok sevindim! Çay ister misin? Ya da yemek? Aslında biraz geç olduğu için Daphne'ye seni rahatsız etmemesini söyledik. Ama çok inatçıdır. Bir şey istediğim mi, ne zaman bırakacağını bilmez."

Daphne ablasının omzunu ittirdi. Birbirlerine benzerlikleri neredeyse ayırt edilemeyecek kadar fazlaydı. Belki en küçük kardeşleri Cora biraz daha yumuşak hatlara sahipti yüzünde. Yine de kız kardeşler, Jamie kadar sert yapılara sahip değillerdi. Onun kemerli burnu ve yanıp, şeftali tonunda bir gölge bırakan elmacık kemikleri ile alnındaki izleri kızların yanaklarında çok daha açık pembeydi. Üstelik kızların saçları ipek gibi, pürüzsüz ve düz olurken Jamie'nin ve Cora'nın saçları daha kıvırcık dalgalarla yüzlerine düşüyorlardı.

"Hayır," dedim Daphne'ye bakan diğer kız kardeşlerin onaylamazlıklarıyla aralarına girmek için. "Ben de gelmek istedim. Burada hiç arkadaşım yok. Canım çok sıkılıyor."

Edith kaşlarını kaldırıp beni dikkatle süzdü. "Ya Bay Oakley?"

Hepsi pür dikkat kesilip bana bakınca Daphne'yi kurtarmaya çalıştığım için pişmanlık duydum. Yutkunmamın sesinin aralarında gezinmediğini umdum. Camlara, sanki biri beni buradan kurtarabilirmiş gibi baktım ama nafileydi. Güneş gittikçe batıyor, beni de buraya hapsetmek için kendisi de çabalar gibi acele ediyordu. "Evet," diye mırıldandım. "Evet, tabii. Oliver da."

Daphne Thompson yüzünden kendimi bildiğimden beri tanıdığım arkadaşımı kaybetme hikayemi anlatmam kimse tarafından hoş karşılanmayacaktı açıkça ki. Üstelik kızların dikkat kesilmelerine bakarsak yalnızca Daphne değil, elinde nişan yüzünü olan Edith Thompson bile Oliver'ın görünüşünden epey etkilenen kişilerden biriydi.

Şehirde hiç mi erkek yoktu? Ya da erkek yerine takım elbiseli boz ayılar görüyorlardı herhalde.

"Bay Oakley benden... bahsetmemiştir herhalde," dedi Daphne elimi tutunca kırık beyaz dantelden yapılma ve parmaklarını açıkta bırakan eldiveninin kumaşı parmaklarımı gıdıkladı. Yeşil gözlere başka yere bakmamı imkansız hale getiriyordu. İrileştirip gözlerini kırparken benim bir şey dememi mi umuyordu yoksa doğruyu söyleyeceğimden emin mi olmak istiyordu anlayamadım.

"Ee..."

"Oliver çok centilmen biri. Arkadaşına ve ailesine çok sadık. Bana etrafı daha çok gezdirmesi için ısrar etmeme rağmen sizi bekletemeyeceğini söyledi. Bu yüzden seninle samimi görüşlerini paylaştığını düşünüyorum, Connie."

Elimi çekmek istedim ama Daphne çok sıkı tutuyordu. Zavallı kız söyleyeceğim şeyi beklerken hem korkuyor hem de heyecanlanıyordu. Bunca zamandan sonra belki de Oliver haklıydı. Belki de gerçekten uzakta kalmamız en doğrusuydu. Sonuçta Daphne gibi birini istiyordu, değil mi? Onu sevmekten korkmayacak ve her bir düşüncesi için ayılıp bayılacak tek kelimesinde solup gidecek kadar zarif, ince bir kadını... Benim gibi onu bulduğu her yerde yaralamaya çalışıp, reddedecek, şımarık bir kız çocuğunu değil.

"Evet," dedim ne kadar o geceyi hatırlamak elimi kolumu bir yere bağlayıp mideme tonlarca ağırlıktaki kayaları atmaktan farksız bir acı getirse de kabullendim. "Senin... iyi huylu ve hanımefendi bir genç kadın olduğunu söyledi."

Rosie heyecanla yerinde zıplayıp gülünce sonunda elimi kendime alma şansını yakaladım. Üçünün de dikkati dağılmıştı. Daphne, Oliver'dan epey bahsediyor olmalıydı sanırım. Jane ise tek şüpheci ve sessiz davranandı. O pek etkilenmemiş gibi kolunu, mobilyanın kol kısmına rahatça attı. "Kibarlık ediyor işte," diye mırıldandı. Daphne ile en çok benzeyen olduğundan onunla yaşının da en benzer olduğunu düşündüm. "Sence de seninle ilgileniyor olsaydı günler önce seni tekrar görmek istediğini söylemek için gelmez miydi? En azından bir mektupla?"

Edith bu sefer Jane'in dizine vuran oldu. Uzaktan erişmesine rağmen kızın canı yanarak tekli koltukta dizlerini kendine çekti. Bu davranışını hem insancıl bularak, dimdik ve dikkatle hafifçe sağa eğilerek oturan kardeşlerine karşılık bozarak takdir etsem de bana bakışları da içlerinde en dikkatli olandı. Kesinlikle kötücül olduğunu düşünmüyordum ama- sanırım- diğer kardeşleri kadar romantik bakamıyordu.

Ki en gerçekçi ve doğru olandı oydu sanırım.

Ama diğerlerinin duymak istediği bu değildi. Üstelik Oliver... da romantik biriydi sanırım. Şiirlerden, dramalardan ve süslü sözlerden hoşlanırdı. En azından benim gördüğüm kısımlardan biri buydu. Belki yanaşması en kolay kişi değildi yoğun yaşadığı öfkesi ve hırsı yüzünden ama bu aynı zamanda tüm duyguları yoğun yaşadığı anlamına geliyordu.

Yani istediği zaman Daphne'yi de sevebilirdi herhalde. Daphne'nin sevilmeyecek neyi vardı ki? Kesinlikle Oliver'a yakışır bir adaydı. Sadece güzel sarı saçları ve heyecanlı, güleç yüzünden de değil. İyi yürekli ve kibar biriydi de. Candandı üstelik.

"Kapa çeneni. Bay Oakley meşgul bir adam. Elbette canı istediği gibi Daphne'yi görmeye gelemez ki."

"Gelse bile annem bundan hoşlanacak mı? Kasabadakilerin ne dediğini duymadı--"

"Jane," Rosie sinirle onu kesip, beni işaret etti. Sanırım en iyi arkadaşımın kanı ve soyu hakkında çıkan söylentilere alınacağımı düşünüyorlardı. Oliver ile son gecemiz yaşanmamış olsaydı, Jane'e karşı bir tavır takınabilirdim şimdi. Ama şimdi... refleksle bir savunma iç güdüsü beni sarsa da onu ne hakla savunabilirdim ki? Arkadaşım olmak istediğini açıkça belirtmişti. Benden uzakta kalmak istediğini de. Bu halde gurursuzca, onun kendi gururunun bekçiliğini üstlenemezdim. Hele ki Daphne varken.

"Oliver çalışkan ve akıllı bir çocuktur," dedim sadece. "Talihsiz tek kısmı öz babası, Bay Oakley oldu. Ancak kaybolup, ölüm haberi geldikten ve Bay Axton ile Bayan Axton evlendikten sonra her şey ikisi için de yoluna girdi. İyi bir abi, iyi bir evlat ve iyi bir öğretmendir. Kasabadaki yaşlıların hala babasına karşı duyduğu öfkeden etkilenmenizi istemem."

Jane uzun bir süre gözlerini benden ayırmadıktan sonra ikna oldu. Hafifçe başını sallamasından anladım bunu da. "Connie, annem kesinlikle Axtonlar ya da Oliver hakkında kötü bir düşünceye sahip değil. Jane patavatsızlık ediyor."

"Ya babam? Babam sence buna izi--"

"Tanrı aşkına, sus artık Jane." Edith ters ters onu süzünce Jane de kendini koltuğun sırtına attı ve sustu. Babaları eski bir dük olduğundan, kızının adı çıkmış bir aileyle ilişkilendirmek istemeyeceğini düşündüğü için onu suçlamıyordum. Ama babasını suçluyordum. Sanki Oakley soyadından daha temiz çok soylu bulunabilirmiş gibi...

"Ee Connie? Hepsi bu mu? Oliver gerçekten de pek konuşkan değil mi? Beni tanımadığı için pek konuşmuyor sanıyordum ama..."

"Hayır, yani. Konuşmamazlık etmez ama geveze biri de değildir."

"Göründüğü kadar gizemli mi?"

"Ehm... bilmem. Sanırım... hayır?"

"Babası nereli?"

"Hmm. Sanırım Güney'den. Belki eski Norman soyundan? Emin değilim."

"Ah... bu yüzden mi Fransızca'yı bu kadar iyi konuşuyor?"

"Belki. Ama Oliver çabuk öğrenir. Latince de bilir."

Dördünün ardı arkası kesilmeyen sorularından dolayı buraya asıl çağırma nedenimin kendim olmaktan ziyade, Oliver olduğunu düşünmeye başlıyordum. Omuzlarım git gide daralarak küçüldüler ve hayal kırıklığının kesiciliği altında oyuldular. Oliver'ı düşünmekten kaçabileceğim bir yere geldiğimi umuyordum oysa ki. En azından benimle arkadaş olabilecek birilerinin olduğunu düşünüyordum. Oliver'ı hiç tanımasaydım buraya davet edileceğimden şüpheleniyordum biraz da.

Kalan- en azından- bir saat de Oliver'a dair sorularla geçti. Artık öyle bir noktadaydım ki, Oliver'ın gizli ve kayıp bir kral olduğunu düşünmeye başlıyordum. Artık acı ve sıkıntı beni bürüyerek oturduğum yerin yarılması için dua etmeme kadar çaresizliğe sürükledi.

Hepsi aralarında Edith'in düğünü ve Daphne'nin potansiyel eşi Oliver Oakley hakkında konuşurlarken masada duran şekerleme dolu gümüş tepsiyi aldım. En azından yemekleri güzeldi.

"Connie," Daphne kolumu tutup beni salladı. "Bu gece burada kalmak ister misin? Lütfen, lütfen, lütfen? Konuşacak birçok şeyimiz var daha. Üstelik hava çoktan karardı. Annem de çok mutlu olur."

Konuşacak birçok şey? Oliver'ın botlarının bağcıklarının rengini de mi soracaktı? Kesinlikle burada kalamazdım. Kalmaya da niyetim olduğunu sanmıyordum. İyi olarak bakabileceğim tek taraf, onun adını o kadar çok kez duymuştum ki sonunda o kadar da berbat hissetmiyordum düşünürken neler olduğunu.

"Hayır, hayır. Kesinlikle gitmek zorundayım. Annem--"

"Oliver'dan söz etmeyeceğim," dedi utanarak başını eğdi. "Üzgünüm çenemi kapatamadım. Biliyorum. Sadece çok heyecanlandım. Oliver çok... farklı biri. Yapma, ondan etkilendiğim için beni suçlayamazsın. Ama susacağım. Söz veriyorum yalnızca senden bahsedeceğiz."

"Ama annem--"

"Üstelik keklerimiz, pastalarımız ve kurabiyelerimiz de vardı." Rosie çoktan bitirmiş olduğum gümüş tepsiye bakıp güldü.

Eh, bunlar kulağa o kadar da sıkıcı gelmiyorlardı. Dört kızın da kalmak istememin tek sebebi yine Oliver olduğunu anlarsam hiçbir şey demeden kapıyı çekip çıkabilirdim. Kapıyı çekip çıkmak mı? Bu kapıyı çekmek için bile en azından beş kişiye ihtiyacım vardı sanırım. Bir yanım kalmak da istiyordu. Yalnızca güzel yemeklerden dolayı değil. Hepsiyle beraber geçireceğim zamandan beklediklerim yüzünden bahane üretmeye çalışıyordum kendime kalmak için. Üstelik havanın gerçekten de kararmış olması tamamen bahane sayılamazdı.

"Ee... tamam. Olur."

Daphne hevesle ellerini çırparken Jane bu sefer herkesin sorup durduğu gölden bahsetmemi istedi. Aralarında en az Oliver'dan etkilenen ya da en çok umurunda olmayanı oynayan o olduğundan konuyu dağıtan da o olmuştu.

***

Kızlar bana giymem için verdikleri gecelikle hepsinin aşağıya, şöminenin başına dönmesini beklerken koyu kahverengi çorabımın sökülmüş ipini koparıp ateşe attım. Dizlerimi kendime çekip, etraflarına kollarımı sararken beni sıcak tutan tek şey bu ince gecelikten çok gür ve uzun saçlarımdı. Tüm Thompsonlar'a nazaran koyu renkli, kalın telli ve fazla dalgalı ve kabarıklardı. Üstelik kibar ağızlarına, ince dudaklarına ve kibar gözlerine rağmen fazlaca göze batacak şekildeydi sanırım benim yüz hatlarım. Neredeyse görünüşüm bile varlığıyla kabaca olup sorun yaratmak için oradalardı.

Kendimle Thompson kızlarını karşılaştırmanın ne kadar yanlış olduğunu bilsem bile bunu engelleyemiyordum. Tek nedeni de Oliver'dı. Oliver olmasaydı her şey daha kolay olurdu. Belki hiç onunla tanışmamış ya da hiçbir zaman arkadaş olmamış olsaydık. O zaman üstelik daha çok arkadaşım olurdu. Sonuçta benimle arkadaş olmak isteyen sayılı kişi olsa bile Oliver'dan hoşlanmadıklarını açık etmişlerdi. Ya da aileleri Oliver'ın da babası gibi gaddar bir çocuk olarak büyüyüp çocuklarına zarar vereceğinden korktukları için en iyi arkadaşı Connie'ye de yaklaştırmak istememişlerdi.

Oliver'ı suçlayarak kendi özgüvensizliğini haklı çıkartamazsın Connie.

Özgüvensiz değildim. Kesinlikle değildim. Dünyada bakması en zor, en çirkin kişi olsam bile kimin umurunda olurdu ki? Güzellik ne için işime yarayacaktı? Beni daha akıllı ya da daha paralı yapmayacaktı sonuçta. Güç vermeyecekti. Hayır, belki de güzellikten aklını kaybedecek erkeklere karşı bir güç olabilirdi. Ama bunu da istemiyordum. Ben sadece özgür olabileceğim, sonsuza kadar bilgiye de özgürce ulaşabileceğim, benim gibi düşünen tüm hemcinslerimi bulmak istiyordum. Güzellik ya da çirkinlik bu amaç uğrunda ne bir dezavantaj ne de avantaj olurdu.

Bir anda omuzlarıma düşen kumaşla irkildim. Yanıma bir kumaş birikintisi gibi düşmüş hırkaya sonra da üstüme atana bakmak için başımı kaldırdım. Jamie ürpermeme karşı gülüyordu. "Şöminenin kenarında titreyen bir kız için fazla gözü peksin."

"Üşüdüğümü söylediğimi hatırlamıyorum."

Jamie sanırım eve yeni gelmişti. Ayakkabılarını hizmetçilerden biri alıp, camdan aşağıda duvara vurarak çamurlarından kurtuluyordu. Kendi ayakkabılarını bile temizlemekten aciz miydi? Kendisi de şöminenin yanına oturdu. Moraran dudakları dışarısının tahmin ettiğimden daha soğuk olduğunu gösteriyordu. İri ellerini birbirine sürtüp ısınmaya çalışırken bacaklarını bağdaş yaptı.

"Hırka için teşekkür ederim, Jamie cümlesi düşündüğün kadar büyük bir kuvvet gerektirmiyor Griffiths."

Ortamızda duran gümüşlükten şekerleme alıp ağzına attı. Keşke o gelmeden önce hepsinin üstüne tükürebilseydim.

Hırkayı ona geri verdim. "Üşümüyorum."

"Sen bilirsin," dedi hırkayı geri giyince ona bakakaldım. "Ne? Ciddi miydin yoksa nazlanıyor muydun? Senin sözleri süslemeyen, direkt bir konuşmacı olduğunu sanıyordum."

"Ciddiydim," dedim şimdi gerçekten de hırkaya ihtiyacım olmadığını fark ediyordum. Jamie'nin eve ayak basmasıyla zaten bedenim öfkeden kızmaya, ısınmaya başlamıştı. "Sadece aramızda genelde çamur içinde olanın ben olduğumdan seni böyle görmeye... alışmaya çalışıyordum."

"Sana söyledim Griffiths, ne kadar evde pamukların arasında yatan bir prens olduğumu düşünsen de dışarıda çalışmak zorundayım. Hep zorundaydım. Babam tembel erkeklerden hoşlanmaz."

"Kendi ayakkabılarını bile temizlemekten aciz erkeklerden?"

"Onlara yüz binlerce kez söyledim. Ayakkabılarımı kendim temizlemek için kenara alıyorum. Beni umursamadan kendileri temizliyorlar. Ayaklarına kapanıp, kirim için merhamet mi dilememi isterdin?"

"Evet. Kulağa güzel geliyor."

Ateş yüzünün sağ kısmına vururken gülümsediğinden saklamaya çalışmasına rağmen fazlasıyla belli oldu. Kıvırcık bir tutam alnına çarparken, yeşil gözleri de ateşin yanışıyla daha açık bir tonla parlıyorlardı. Sakalları, saçının tam dibiyle aynı tonda daha koyu hatta kızılımsı bir renkle belli belirsiz çene hattını sarıyorlardı. İrice bir çocuktu. Sanırım söylediği gibi evde, pamukların üstünde uzanarak böyle bir bedene kavuşması güçtü.

Ama dışarıda, tarlada en fazla ne yapıyordu ki? Ayıları mı ülkeden ülkeye ticaret yollarından sırtında gezdiriyordu?

"Neden buradasın?"

Kaşlarımı kaldırdım. "Misafire karşı pek naziksin. Şimdi barbar olanımız kim acaba?"

"Eve dönünce seni görmeyi ummuyordum yalnızca. Biliyorsun, insanlar eve geldiklerinde onları güven ve huzur sarar. Seninle karşılaşan biri için bu çok mümkün değil."

"Benden korkuyorsun yani?"

"Öyle bir şey demedim."

"Yerinde olsam ben de benden korkardım. Sonuçta o gergin egonu pohpohlamayan tek bir kadın olması kim bilir ne denli korkunçtur senin için. Vah vah pek yazık. Ama görüyorsun ya Jamie, sandığın kadar da mükemmel bir erkek değilsin."

Gözlerini kısıp gözlerimi dikkatle izledi. Ben de açıkça beni bu şekilde incelemesinden rahatsız olarak kıpırdandım ama çekindiğimi ya da utandığımı düşünüp onu tatmin etmekten kaçmak için gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Sonunda yalnızca yine güldü. Sinir bozucu olacak derecede fazla güleçti. "Biraz olsun mükemmel bir erkek olduğumu kabul ediyorsun yani."

"Ne? Hayır. Öyle bir şey demedim."

"Seni suçlamıyorum, Connie. Karşına güçlü, yakışıklı ve erkeksi bir adam çıkıp daha önce hissetmediğin duyguları tatmana neden olunca elbette bu öfken de büyüyor. Kendine kızma. Benden etkilenen kadınlar arasında yaygındır. Kimse seni suçlamıyor."

Şu anda değil hırka, bir post görevini bile görmüştü fazlasıyla. Başını yakaladığım gibi ateşe tutabilir, o aptal sırıtışını da yüzünden silebilirdim. Oysa kızışan ifademden gittikçe daha da keyif alıyordu. "Umarım ayı kapanlarından birine takılırsın."

"Meh, öldürmüyor."

Şaşkın ifademe karşı bu sefer kahkaha attı. Kalın, büyük gelen ve sürekli ayak bileğimden düşen çorabımı eski yerine koyarken hala hayretle söylediğinde ciddi olup olmadığını çözmeye çalışıyordum. Neredeyse benim ayak bileğim kadar olan el bileğini görünce, eminim ki ayı kapanının da pek etkisi olmaması onun için çok da abartılacak bir konu değildi.

"Ayağını yerinde."

"Birkaç ay yürüyemedim sadece," dedi çoraplarımın ikisinin de aynı yerde olduklarından emin olduktan sonra ayağıma hafifçe vurdu. Sıcak doğası bu kendini beğenmiş üstten konuşmalarıyla çok zıttı.

Sonunda gözlerini bana tekrar çevirince gülümsemesi silindi. Onun yerine tek kaşını havaya kaldırdı. "Griffiths bana güçten etkilenen kızlardan olduğunu söyleme lütfen."

"Güçten etkilenmek mi? Pff, uzun başakların arasında ve dik bozkırda yürüyemeyen kişi mi gücüyle övünüyor? Lütfen. Güçten etkilenecek kadar gelişmemiş bir mağara insanı olsaydım bile senden etkilenmezdim."

"Bana hayranlıkla bakan o kocaman mavi gözlerin öyle demiyor."

"O zaman gözlerini yerinden söktüğümde tekrar bak. Eminim daha iyi görürsün."

Yine kahkaha atıp, gerçekten de daha yakından baktı. Bir anda yaklaşmasından rahatsız olarak geriye gittiğimde "hah," diye mırıldandı. "Beni çekici buluyorsun, Griffiths."

"Belki rüyanda, evet."

"Rüyamda mı? Küçük, şımarık kızları rüyamda görmem. Gerçek kadınları görürüm. Ve gördüğüm şeyler de senin hoşuna gitmez."

"Seksin ne anlama geldiğini bilecek kadar basit biyoloji bilgim var, mankafa."

Jamie şimdi gülmekten kıpkırmızı kesilmişti neredeyse. Bir kadının, belki onun için bir çocuğun, bu kadar münasebetsiz bir konu hakkında- hele ki Kraliçe Victoria'nın kurallarından çıkarak ve bilimi öne sürerek- açık olmama şaşırarak gülüyordu. Neden şaşırdığını da anlamıyordum. Eminim ki şehirde, benden çok daha bu konuda açık olan kadınlar vardı. Üstelik emindim ki tavernalarda peşini rahat bırakmayan birçok hayat kadını da onunla bunu konuşmaktan çekinmiyordu. Belki de ona hakaret etmemi komik bulmuştu.

Yüzümü buruşturdum. Neden hala kimsenin aşağıya gelmediğine anlam veremiyordum üstelik. Altı üstü geleceliklerini giymek değil miydi tek yapmaları gereken. Jamie de ifademi okumuş gibi konuştu. "Gece rutinleri uzun sürer. Binlerce yağ ve esans banyolarından önce sürülür, çıktıktan sonra da başkaları. Sonra da saçları binlerce kez taranır, örülür ve yüzlerine masaj yaparlar."

"Yani? Kadınları sırf dış görünüşlerine önem veriyorlar diye mi aşağılıyorsun? Sanki onları güzel olmak zorunda bırakan siz değilmişsiniz gibi."

Jamie suçlamama karşı iç çekti. "Hayır, sadece beklemekten sıkıldığını anladığım için neden gelmediklerini söyledim. Tanrım, neden bu kadar terssin? İnsanlar seninle nasıl iletişim kuruyorlar?"

"Kurmuyorlar. Kurmalarını da istemiyorum."

"Ya Oliver? Kasabadakiler sürekli ne kadar yakın olduğunuzdan bahsediyorlar."

"Siz Thompsonlar'ın Oliver'a olan takıntısı ne? Tek bir cümleyi o olmadan kuramıyor musunuz? Ya da benimle ilgil olan her şey sadece Oliver'la mı kesişmeli? Oliver, Oliver, Oliver... Evet, tamam anladık gizemli hoş biri bla bla bla. Ama en az Oliver kadar ilginç biriyim. Ama sanırım insanlar yalnızca yakışıklı bir erkek olduğunda karakter özelliklerinle ve zekanla ilgileniyorlar."

Jamie'nin tüm ifadeleri yüzünden ben konuşurken silindi. Neredeyse ciddileşmiş gibi kollarını dizlerinin üstüne koydu. "Bu doğru değil," diye mırıldandı. "İlginç ve zeki birisin, Connie. Bunu biliyorum. Hatta tüm kasaba biliyor sanırım."

"Ama kimse bana onun gibi davranmıyor. O bir şey bildiğinde akıllı, ben ukala oluyorum. O kurallara uymak istemediğinde asil, ben aşifte oluyorum. O bir kadınla evlenmek istediğinde aşık ama bir kadın istediğinde fazla umutsuz oluyor. O kitap almak istediğinde bedava veriyorlar. Bense üstüne altın versem alamıyorum. Bunu kasaba biliyor mu peki?"

Jamie kalçasını kaldırıp biraz daha bana yaklaştı. Sesi alaylı ya da kibirli değildi. Teselli mi etmek istiyordu bilmiyordum ama bunu da istemiyordum. Jamie Thompson'ın beni teselli etmesine ihtiyacım yoktu. Hem de ortada olanı gördüğüm için. "İnsanların ne düşündüğünü umursuyor musun?"

Sorusu küçümseyici ya da boş ver demek için değildi. Yani benim tonunda anlayabildiğim kadarıyla değildi. "Hayır. Ama insanlar eteğimi iki elimle kaldırdığım için beni cani olmakla suçlamasalar ve kart oynamama izin verseler fena olmazdı."

Jamie gülümsedi. "Benimle kart oynayabilirsin."

"Kart oynamayı bilmiyorum."

Onun bir şeyi bildiğini ve benim bilmediğimi kabuk ettiğim için yenik kabullenmeme avantajını kullanmayarak beni şaşırttı. "Sana öğretirim."

Yüzüne ciddi olup olmadığını görmek için baktım. Aslan yelesi gibi çilek sarısı saçları yüzünün etrafını sararken, ifadesinin sert ve soğuk olduğunu düşünmek zordu. Bana bir şey öğreteceğini söylemesi durduk yere tekrar bir taşı daha mideme göndermişti. Bana hep bir şeyler öğreten ve öğretmeyi de seven kişi Oliver olurdu. Ben de ona bildiklerimi öğretirdim. Genelde gözden kaçırdığı ayrıntıları yakalamakta ben daha becerikli olurdum.

"Benim için kötü hissetmene gerek yok."

"Hissetmiyorum," dedi hemen savunmayla. "Kızların hiçbiri kart oynamak istemiyor benimle. Annem de meşgul oluyor. Üstelik henüz arkadaş da edinemedim. Hırslı ve akıllı bir rakibi kaçırmak istemiyorum belki de. Senin dışında kim bir oyunda bağırıp çağırmaktan çekinmeyebilir ki?"

Bir şey söyleyemedim. Jamie benimle az önce tersleşmekten epey keyif alırken şimdi gardını indirmişti. Belki düşündüğüm kadar da berbat biri değildi. Belki bu egosunun ardında merhameti de vardı. Sonuçta kart oynamasını bile bilmeyen biriyle kart oynamak ne kadar eğlenceli olabilirdi ki Jamie Thompson gibi biri için? Ardında kötü bir niyet göremiyordum. En azından şimdilik. Ya da uzun süredir en savunmasız halimdeydim. Dışarıdan gelen minik bir hassasiyet göstergesini hemencecik ittirmek istemiyor olmam benim suçum değildi.

"Neden bana iyi davranıyorsun?"

Jamie tekrar neden bahsettiğimden haberi yokmuş gibi kısaca güldü. "Ne?"

"Bana karşı iyi davranıyorsun. Neden? Sinir bozucu olduğumu düşündüğünü sanıyordum. Ve ilgilenmediğini."

Önce sorumu duymadığını düşündüm çünkü hiçbir şey demeden bana bakmaya devam etti. Sonunda da gözlerini çoraplarıma indirip omuz silkti. "Bugün üzgün görünüyorsun. Buna rağmen seni kızdıracak kadar berbat biri değilim."

Bu kadar kolay yüzümden okunuyor muydu? O halde neden kimse fark etmemişti ona kadar? Jamie nasıl anlamıştı? Belki biraz yorgun gözüküyordum ama bunun dışında neyin alarm verdiğini söyleyemiyordum.

Önce karşı çıkmak istedim ama inanmayacağı açıktı. Bunu bile bile sürdüremeyecek kadar da halsizdim. Cama vurup duran yaprakların sesiyle kendime daha çok sarılıp, ateşe daha çok yaklaştım. Jamie hırkasını çıkardı. Bana uzatmak yerine ortamıza bıraktı. Bana yapmamı söyleyeceğini yapmadığımı bilmediğinden, bunu yaptığını anlayınca hırkayı giymekte daha rahat ettim. Hala Jamie'nin vücudunun sıcaklığı hırkadaydı. Toprak ve nane kokusu da üstündeydi. Saçlarımı gecelikle arasından çıkarınca üstüme döküldüler.

"Oakley aptalın teki," dedi ben ateşe bakarken.

Şok olarak ona baktım tekrar. Oliver'dan bahsederken kaşları çatılan ve kızgın görünen tek Thompson Jamie idi. Söylediğini sindirmeye çalışarak iki gözüne de hızlıca ve dikkatle baktım. Buruşan kaşlarının arası ve düzlediği dudakları tekrar konuşmamı zorlaştırdı. "Ne? Oliver'ın konumuzla ne alakası var?"

"Yapma, Connie. Akıllı bir adam olduğumu düşünmüyor olabilirsin ama kör değilim. Ne zaman adı geçse kalbin duruyormuş gibi kendini zor ayakta tutman ve yüzünün solmasının bir sebebi olmalı değil mi?"

"Ben..." Konuşamadım. Ona ne diyeceğimi de bilmiyordum. Tek söyleyebileceğim kardeşlerine söylememsi için söz vermesini istemek olurdu sanırım.

"Anlatmak zorunda değilsin," dedi cümlemi devam ettiremeyeceğimden emin olduktan sonra. "Aranızda her ne olduysa... ona bu kadar değer verdiği açık birini bu hale getiren herhangi biri aptal olmalı."

Durum düşündüğünden çok daha farklıydı. Buradaki tek aptal bendim. Ve benim korkularım. Ve benim basit olacağından korktuğum geleceğim.

"Oliver yanlış bir şey yapmadı. Artık arkadaş olmamamızın... daha iyi bir karar olduğunu düşündü sadece."

"Ya sen?"

"Ben ne?"

"Sen düşündün mü? Yoksa arkadaşlığı bitirmek isteyen tek taraf o muydu?"

Derin bir nefes aldım ama fazla titrek olunca Jamie'nin kaşları daha da çatıldı. Genzimi temizleyerek sesime de aynısı olmasından çekindim. "Hayır. İstemedim."

"Çünkü o daha fazlasını istedi. Ama sen istemedin. Doğru mu anladım?"

Bacaklarımı daha da kendime çekmek istedim ama artık göğüs kafesime dayanmışlardı. Çoraplarıma tekrar bir sökük arayarak baktım. Yoktu. Jamie tamamen sinir bozucu olmaya çalışmadığında bile bunu başarıyordu. Bu kadar kolay her şeyi noktalandırması can sıkıcıydı.

Ben cevap vermeyince elini dizime koydu. Sanırım ona vuracağımdan korkarak bunu yapmıştı çünkü çok çekingendi. Neredeyse üç katım olan adamı korkutabildiğimi görmek bugün içinde en çok beni mutlu eden kısım olmuştu.

"Küçükken, çok daha küçükken, insanların beni anlamadığını düşünür kendimi yalnız hissederdim. Konuşmaktan hoşlanmayan, okuldan nefret eden, ters bir çocuktum. Anlaşılmadığım her gün daha da hırçınlaşırdım. Ne kız kardeşlerim gibi kendini sevdiren sakin bir çocuktum ne de akranlarım gibi sert. Sonra beni tamamen değiştiren bir öğretmenle tanıştım. Bay Campbell bir anda aklımı okudu. Tüm korkularımı, isteklerimi, inançlarımı... Aslında anlaşılması zor ya da imkansız biri olmadığımı gösterdi. Sadece insanların yeterince beni anlamak istemediklerini ya da kendileri gibi olmayanları önemsemediklerini anladım. Anlaşılması düşündüğün kadar zor biri değilsin, Connie."

Uğuldamaya başlayan rüzgarı yağmur takip etti. Aralık kalmış camın ardından içeriye gelen esinti perdeleri hareket ettirip duruyordu. Yazın bittiğini haber gönderen hava her geçen gün daha da çok acımasızlaşıyordu. Jamie'yi konuşmayan, asabi ve huysuz bir çocuk olarak hayal etmekte güçlük çekiyordum. Sanki hep neşeli hep şımartılmış ve hep övgüler almış başarılı bir çocukluğu olan kişi izlenimi uyandırıyor gibiydi. Belki de gerçekte böyleydi. Ne diye durmadan her söylediğinin yalan olduğunu düşündüğümü bilmiyordum. Samimi görünmesine rağmen ona haksızlık etme ihtimalimi görmezden gelmeye çalışmaktan daha önemli bir konu, yüzümdeki ifadelerden bile Oliver'la aramda geçeni çözmüş olmasıydı.

Üstelik söylediği yalan olsun ya da olmasın bana daha iyi hissettirdiği açıktı. Sonunda birinin benimle sadece benimle ilgili konuştuğunu ve beni merak ettiğini görmek tek istediğimdi. Jamie bunu yalnızca benim üzgün olduğumu düşündüğünden yaptığını açıkça söylemiş olmasına rağmen teselli görmekten nefret ettiğim gerçeği bir yandan da ihtiyacım olmuş olduğuna dönüşüyordu.

Kızların merdivenlerden koşturma ve gülüşme sesleri daha yakından geldi bu sefer. Jamie de ayağa kalktı. "İyi geceler Griffiths."

Başımı sallayarak yarım yamalak ona iyi geceler dedim. Kızlar yanıma gelmeden önce abileriyle bir süre uğraşıp, gülüştüler. Yanıma gelip şömineye oturduklarında sonunda Oliver'ın adı da bir daha geçmedi.

Continue Reading

You'll Also Like

147K 6.2K 40
Sesiz bir ağıt yaktı genç kız yaşamına ve yaşayacaklarına. Onun adı olmuştu zaten uğursuz ama kızın bir suçu yoktu ki onun kaderi böyleydi. Adam içi...
4.5K 230 37
Bir tekfur kızı ve Beyoğlu
Algon By cicek8899

Historical Fiction

32.9K 1.5K 30
iki düşman ailenin arasında filizlenen bir sevda meselesi🌼
26.5K 1.6K 20
Mucizevi bir şekilde geçmişe giden bir kadın, ardı sıra getireceği hadiseler ile tarihi değiştirmeye başlar. Osmanlı'nın kurucusu olan Osman Bey'in a...