Lake in the Moor

By BelieveAndBeHappy

5.6K 670 4.6K

1852 İngiltere'de küçük bir kasabanın hikayesi. More

bir
iki
üç
dört
altı
yedi
sekiz
dokuz
on
on bir
on iki
on üç
on dört
on beş
on altı
on yedi
on sekiz
on dokuz
yirmi
yirmi bir
yirmi iki
yirmi üç
yirmi dört
yirmi beş
yirmi altı
yirmi yedi

beş

197 26 140
By BelieveAndBeHappy

Thompson malikanesi düşündüğümden pek de farklı değildi. Her şeyin ne kadar değerli ve pahalı olduğunu herkesin gözüne sokmak için özellikle daha da çok parlatılmıştı sanki her şey. Kristaller, tablolar, hayatım boyunca görmediğim türden yemekler... Orkestranın çaldığı müziğin havadaki tınısı bile yere değerli taşlar halinde düşeceklerdi sanki.

Annem beni çekiştirince ana salona girdik. Tavanı metrelerce yükseklikte, büyük kalabalığı alan odaya göz gezdirdim. Herkes kabarık elbiseleri, takıları ve abartılı danslarıyla fazlasıyla mutlu görünüyorlardı. Çoktan eve dönmek istiyordum. Bu kalabalık, geniş salona rağmen beni boğuyor, tüylerimi diken diken ediyordu. Herkes sanki bir oyunun içindeydi. Nasıl davranılması ve konuşulması gerektiğine dair kurallar vardı. Eğer bu kurallara uymazsanız, oyundan dislalifiye oluyordunuz. Kimse sizinle artık bu oyunu oynamak istemiyordu.

Annem tanıdığı kadınlarla konuşurken olduğum yerde dikildim. Tek bir yanlış hareketimle annem beni eve gönderip, cesedimden elbise yapabilirdi. Keyifle de giyerdi bence. Diğer yandan, dans etmem zorunda kalacağım anı iyi tahmin ederek ortadan tam vaktinde kaybolmam gerekiyordu. Yoksa kendimi merkezde, öğrenmekten ayrı, durmaktan ayrı nefret ettiğim dansların birinde bulabilirdim. Belki bilerek ayağına bastığım adamlardan biri ne kadar beceriksiz olduğum hakkında söylenmezdi bu sefer.

"Bir kereliğine olsun normal bir genç kız gibi davranabilir misin?"

Bazen bu kadının düşüncelerimi yüzümden okuyabildiğine inanıyordum. Beni bu kadar iyi tanıması korkutucuydu. Annem olmasına rağmen, tek kaşımın hareketinden kaçma planı yaptığımı anlamış olmalıydı. Buraya gelmeyi kabul ettiğim için bile şanslı saymalıydı bence kendini. Annem gülümsemeye devam ederken kolumu sıkıştırdı. Acıyla kenara kaydım. "Hiçbir şey yapmıyorum! Öylecek duruyorum."

"Arkadaş edinmek istiyordun değil mi? Git, Thompson'lardan biriyle sohbet et. Zaten muhtemelen bu seni ilk ve son kez hanımefendiye benzerken görecekleri zaman olacak."

Gözlerim kalabalığın içinde gezindi ama aşina olmadığım kimseyi göremiyordum. Her yerdeki alacalı fenerler, ışıklar ve mumlar arasındaki kahkaha atan, abartılı mimikler yapan tonla insan.

"Bayan Griffiths?" Biri annemin omzuna dokundu. Gençliğinde ay ışığına yakın bir sarı renge sahip olup, şimdi kül rengine dönmüş saçları olan kadını görünce yüzüne tanımayı umarak baktım. Ama yabancıydı.

"Ah, Bayan Thompson! Elbiseleri beğendiniz mi?"

Hah. Demek tüm kasabanın durmadan konuştuğu, şehirli Thompsonlar'ın annesi bu kadındı. Ne beklediğimden emin değildim. Işıltılı tokalarla toplanmış saçlarının altındaki bej rengi elbisesinin onu soluk göstermesi gerekirken yanaklarındaki ve dudaklarındaki kırmızı renk daha çok öne çıkarttıyordu sanki. Kabarık, dantelli, balon kolları ve eteğinin işlemesini görür görmez annemin işi olduğunu anladım.

"Beğenmek mi? Madam, bayıldık. Yalnızca eşiniz Joseph Griffiths'le iş yapmaktan değil, sizin dikişinizden de memnun kaldık. Ah, bu küçük Connie mi?"

Ben kalabalığa karışmak üzere yavaş yavaş uzaklaşırken annem kolumu yakaladı. Daha hızlı davranmam gerekiyordu. Başımı sallayıp, hafifçe eğildim. Kadın da bana tüm dişleriyle gülümsedi. Korsesine takılı, dizili boncuklar her hareket ettiğinde sallanıyordu. Bunun yalnızca kasabadakileri tanımak için yapılan bir davet olduğunu düşünüyordum ama içerisi, ülkenin sosyeteleriyle dolmuş da şehirdeki bir sarayda baloymuş gibi duruyordu.

Daha dikkatle bakınca aslında yalnızca indüstriye atılan ve yükselişe geçmiş orta sınıfı avlamak ister gibi ortaya atılmış bir davet olduğunu gördüm. Sermaye ve yatırımcılar sadece paraya değil, Thompsonlar'la ilişkide de kazanç sağlamışlardı.

"Bayan Thompson, Connie. Bahsetmiştim. Daphne ile yaşıtlar."

Bayan Thompson beni süzerken üstümde her ne görüyorduysa epey memnundu. Elini havada tutup birkaç kez şıklatınca evin yardımcılarından biri olduğunu düşündüğüm bambaşka bir kadın belirdi bu sefer de. Doğduğumdan beri yaşadığım bu yerde ilk kez yabancılık çektiğimi hissediyordum.

"Kızlar nerede?"

"Daphne ve Cora buradalar, efendim. Edith'le Rosie'yi yemekten beri görmedim. Jane balkonda. Ida muhtemelen mutfaktadır."

"Tamam, canım. Cora! Gelin buraya."

Bayan Thompson'ın işaret ettiği yere bakınca annelerine mi yoksa birbirlerine mi daha çok benzediklerini çözemediğim iki kızı gördüm. Birinin saçları papatya rengiyken, küçük olanınki gümüş gibiydi. Çok güleryüzlü görünüyorlardı. Oliver'ın söylediklerini düşündüm. Hiç de abartılı ya da çirkin görünmüyorlardı. Belki de kardeşlerinin içinde güzel olanlarıydı.

"Bayan Griffiths, hoşgeldiniz." Kızlardan büyük olanı, sanırım Daphne, anneme gülümserken selam verdi.

Buraya geleli henüz bir saat bile olmamıştı ama ben bir tane daha reverans ve gerim gerim gerilmeme sebep olacak kural dolu sohbetler duyarsam çıldıracağımı hissediyordum. Tüm bu kristallar, biblolar, yüksek tavanlar, kalabalığın sesi ve müzik... Bunları nasıl bu kadar kolay, yorulmadan ve içten geliyormuş gibi yapıyorlardı? İzlemek bile istemediğim bir tiyatro oyununda başroldüm sanki. Sahneden inmenin bir yolu yoktu.

"Connie'ye evi neden göstermiyorsunuz? O da size Sileby'i gösterebilir!"

Ben ağzımı açmıştım ki Daphne kolumu çektiği gibi bir yanıma sokuldu. Beklediğimden çok daha içtendi. Onu da küçük kız kardeşi takip etti. Daphne'nin yanakları da tıpkı annesininki gibi kırmızıydı.

"Connie! Hakkında çok şey duydum."

Kendimi tanıtma anı bile bulamayacaktım demek ki. Hakkımda pek kimsenin vaat edici konuştuğunu düşünmüyordum. Buna rağmen niye Daphne bana karşı bu kadar dostaneydi anlayamamıştım. Dik duruşları, saçlarını toplayışları ve konuşmalarına bakarak bile benimle neden arkadaş olmak isteyebileceğini çözemiyordum.

"Öyle mi?" Nezaket namına nasıl gülümsendiğini bile bilmiyordum. Daphne'ninki içten olacağına inanacağım kadar doğal duruyordu onda. O da bu oyunda çok iyiydi. Belki de artık benimsediği kendi doğası olduğunu düşüneceği kadar.

"Evet. Buralardaki tek eğlenceli kişi senmişsin."

Şimdi kendimi gülümsemek için zorlamama gerek yoktu. Çünkü beni şaşırtmıştı. Ne kadar umutlanmak istemesem de etrafımdaki herkesin kardeşleriyle dolu evlerinde, akran komşularıyla ve aile dostlarıyla beraber kaynaşmasını izlerken ben hep uzakta kalmıştım. Elbette Oliver vardı ama Oliver... farklıydı.

"Otur, otur, otur." Beni hayatım boyunca oturduğum en yumuşak koltuğa bıraktı. Eteğimin altında zümrüt yeşili kadife kayıp, içimi gıdıklayan bir ses çıkardı. Cora ortadan kaybolmuşken Daphne de iyice dibime girip salondakileri izlemeye döndü. Koluma tutununca üstünden yayılan çiçek kokusunu aldım. Eğlenceyi gözleriyle gördüğünde hayal kırıklığına uğrayacağını düşündüm. Eğer o da kasabadaki yaşlı kadınlar gibiyse gerçekten de benim hayatımı çekici bulur muydu emin olamıyordum. "Burada pek genç olmuyor, değil mi? Ya da dedikodu? Skandallar?"

"Ehm... Bazen koyunlar uçurumlardan düşer."

Daphne kahkaha atarken, oturduğum yerin yanındaki tepsinden iki tane kare şeklinde bir ikram aldı. Birini bana verip, diğerini ağzına attı. "Şehirden çok farklı sanırım. Bazı yerlerde gaz lambası bile yok gibi. Londra'da elektrik var. Ama birkaç seneye burasının da şehirden farksız olacağını söylüyorlar. Çok yatırımcı var. Sıkıcı. Her neyse, yakışıklı kimse var mı?"

"Ah... Bernard Acker genç kızlar arasında epey popüler. Ailesinin mirasından sonra özellikle. Colin Buffles belki? Çok heyecanlı kimse bulacağından emin değilim. Buradaki erkekler genelde sıkıcı, aptal ve kibirliler."

"Meh, şehirdekilerden farkları yok yani."

Daphne beni güldürdü. Konuşkandı, neşeliydi ve enerjikti. Annesinin yanından ayrıldığı saniyede takındığı zorlama asilzade duruşunu bir kenara atmıştı. İnci kolyesi, beyaz pudrası ve pahalı parfümlerine rağmen bu kasabada korkunç olduğumu düşünmeyecek sayılı kişilerden biri olabilirdi belki.

Annemin bu anı görmesini nasıl isterdim. Hey, normal olan tek kız çocuğu ben değilim başkaları da var anne! Daphne'nin yanında kendimi rahat hissettim. Atladığım kuralları yargılamıyormuş, karşıt olma fikrimden hoşlanmıştı sanki.

"Daphne, gidip Edith'i bulur musun? Yine sarhoş olup herkese rez— ah, merhaba!" Daphne'den çok daha uzun ve çok daha gergin görünen kadın belirince tahmin yürütmesi çok zor olmamıştı şimdi. Ablalarından biriydi ama bunca adın içinden ayırıp seçmek imkansızdı.

"Merhaba," dedim sırf Daphne'den hoşlandığım için saygısızlık etmemeye özen göstermek istedim. Ayağa kalktım. "Connie Griffiths."

"Rosie Thompson." Rosie de gülümsedi. Tıpkı Daphne, Cora ve anneleri gibi hem de. Eğer babalarının babamla iş yapmış olduğunu bilmeseydim, bir mucizeyle Bayan Thompson'ın tek başına kızlarını doğurduğunu düşünecektim. Hepsi birer kopyalardı sanki. Yalnızca saçlarındaki sarının tonları ve boyları değişiyordu. Hepsinin epey kırmızı yanakları, ince ve zarif bedenleri ve yeşil gözleri vardı.

Rosie de beni, annelerine benzeyen bir şekilde süzünce ne yapacağımı bilemeyerek salonda insanlara baktım. Şehirdeki insanlar bunu nasıl sık sık yapıyorlardı? Ben çoktan yorulmaya, isimleri kaybetmeye ve ayakta durmakta zorlanmaya başlamıştım.

"Tanrım," dedi Rosie uzanıp tacımdan çıkan saçlarıma dokundu. "Ne kadar güzelsin. Saçlarını nasıl bu şekle sokuyorsun?"

Gözlerimi kırpıştırdım. Şimdi benim de yanaklarım Thompson kardeşleri kadar kızarıklardı. Daphne de başını sallayıp hep taktığım, boğazıma sarılı kolyeme dokundu.

"Yüzün için ne kullanıyorsun? Çok parlak. Keçi sütünü deniyorum ama pek hoş koktuğunu söyleyemem. Benimkilerin bu şekilde kalması için ateşin başında saatlerimi geçirmem gerekiyor. Annenin başka bir tarifi mi var?"

"Hayır," dedim aniden gelen yoğun ilgiyle sarsıldım. Hiç alışık olduğum bir şey değildi. Ne keçi sütünün yüzüme sürülmesi gerektiğini ne de saçlarımın şekilleri için insanların zaman harcayacaklarını düşünmüştüm daha önce. "Bazen annem yağ sürer. Güney Sudan'dan karite yağı getirmişti bir müşterisi."

"Rosie, otur hemen. Connie tam da kasabadaki yakışıklılardan bahsediyordu." Heyecanla ayaklarını eteğinin altında tepti.

"Bir ara ver, Daphne. Babamın etrafta olmamasını kullanmak istiyors—"

"Connie!" Ablasını bölerek Daphne kolumu sıktı. Sıska bir kız için epey kuvvetliydi elleri. "Lütfen bana bu çocuğun evli olmadığını söyle."

Bakışlarını takip edip, salonun bir köşesinde iki tane takım elbiseli, durmadan saatlerini gösterip gülen çocuğa baktım. Bakmamla birlikte kalbimin de bu aptal elbiseyi kabartılı tutan tellerinden birine takılıp, ezilmesi bir oldu.

"Oliver," dedim ama sesimi boğzımda ya da ağzımda hissetmiyordum. "Oliver Oakley— ah... hayır. Hayır, bekar. Yalnızca yirmisine girecek."

"Gözüme birini kestirdim sanırım," dedi Daphne. O glümserken aniden içimdeki renkler değişti. Göğüs kafeslerime asılıp onları teker teker aşağıya çekmeye çalışan kötücül ruhları görmezden gelmeye çalıştım. "Oliver... hmm. Onu tanıyor musun?"

Genzimi temizleyip dizlerime batırdığım tırnaklarımı rahat bırakmak için emir verdim ellerime. Ancak beni dinlemiyorlardı. Kat kat kumaşın ardından bile hissedebilirdim yaraları.

"Evet." Diyebildim yalnızca. Evet, en iyi arkadaşım. Benliğimin varlığını tanımadan önce bile tanıdığım kişi. Tüm hayatımda yanımda olan tek insan.

"Ne iş yapıyor?"

"Byron'a— babasına yardım ediyor. Bay Axton'ın çiftlikleri var. Annesiyle kaldığından buradakini yönetiyor." Daphe Oliver'la göz göze gelince hızlıca eklerken, kızın bacağına dikkatini çekebilmek için dokundum. İkisinin birbirine bakmasından hoşlanmamıştım. "Ama seneye üniversite için şehirlerden birine yerleşecek."

"Tüh," dedi kulağının arkasındaki tutamı önce önüne aldı. Sonra tekrar kulağının arkasına koyarken ağzının içini ısırdı. Hala Oliver'dan bakışlarını ayırmıyordu. Oliver'a yine baktım. O da şaşkın görünse de nezaket gereği- öyle olduğunu umuyordum- gülümsüyordu. "O gidene kadar yine de epey vaktimiz olacak herhalde."

Bir şey söyleyemedim. Boynum kaskatı kesilmişti. Hayır, hayır bu iyi. Bunlar iyi haber. Oliver'ın mutlu olabileceği ve hala onun da arkadaşı olabileceğim anlamına geliyor. Çünkü Daphne beni sevmişti. Oliver'ın ve Daphne'nin arkadaşı Connie olmakta bir sorun görmemeliydim.

Daphne gözlerini bana çevirince ne gördüğünü anlayamadım ama yüz ifadesi hemen değişti. "Connie, iyi misin?"

Rosie uzanıp elini yanağıma koydu. Refleksle onlardan uzaklaştım. "Evet, evet. İçki dokundu sanırım. Hemen döneceğim. Olur mu?"

Koltuktan kalkıp nefes almayı umduğum bir yer aradım. Korse mi sıkıyordu? Belki gerçekten de içtiğim içkide bana yarar olmayacak bir şey vardı. Uykusuz da kalmış olabilirdim. Üstelik burası çok kalabalık ve çok yorucuydu. İlk bulduğum kapıdan dışarı çıkınca buz gibi hava açıkta kalan tenimi dövdü sanki. Yalnızca yakınlardaki ağaçların gövdelerini görebiliyordum. İlerisi sisli, karanlık ve insanın kendi hayal gücünü bile pusulandıracak kadar bilinmezdi.

Tamam, kendi kendime derin bir nefes aldım. Ateşta kaynıyormuş gibi hissettiğim kanım normalleşti, kalbim yerine oturdu durmadan açılıp kapanan ellerim düzene girdi. Bunun sonunda olacağını biliyordun. Evet, elbette biliyordum. Ama sanırım gözümün önünde olacağını düşünmemiştim. Misty Moor'da. Belki üniversite için kasabayı terk ettiğinde? Belki orada bir iş kurduğunda? Belki hiç? Yeterince şanslıysam?

Elimi koyduğum trabzanlardan biri, sıkmaktan dolayı kırılmaya benzer bir ses çıkarınca elimi çektim. Malikanenin arka bahçesine açılan verandasında tek başıma olduğumdan emin olmak için etrafıma bakındım. Neredeyse rahatlayacaktım ki bana şaşkınca bakan bir çift gözü görünce irkildim.

Neredeyse çığlık atacakken sesimi aşağıya bastırdım. Adam basamaklardan kalkıp bana doğru yaklaşırken duruşumu sabit tuttum. Yüzü, gaz lambalarının ışığıyla aydınlanınca nefesimi verdim.

"Yemekleri pek beğenmediniz sanırım."

Yanıma gelip dikilince selamlamasına karşılık beklediğini anladım. Elimi uzatınca sıktı ama şaşırmış görünüyordu. Güldüğünü görmesem asla anlamazdım. Başka bir tane kibirli aristokrat. Tam da ihtiyacım olan kişiydi gerçekten.

"Korseler pek rahat değil."

Adamın gözleri çok kısa süreliğine yüzümden ayrılıp bedenime gidip geldi. Tekrar ışığın altında gülünce sandığımdan çok daha genç olduğunu fark ettim. Yirmi beş? Belki yirmi üç? Ensesini, kulaklarını ve şakaklarını kapatan açık renkli saçları beni yanıltabilirdi.

"Haklısınız. Kesinlikle bir insanın yaşama şartlarına ihlal bu." Alay mı ediyordu? Bu tanımadığım yabancı adam benimle nefes alamadığım için alay ediyordu. Elbette ederdi. Hayatı boyunca eline bile almadığı bu eziyet aracını bir kadından bile daha iyi bildiğine inanacak kadar güveniyordu belli ki kendine.

"Bu tecrübeli konuşmanıza bakılırsa benden daha fena acılara katlanmışsınız bu bağcıklarla. En iyisi daha fazla söylenip sizin değerli vaktinizi çalmayayım."

Basamaklardan indim ama dışarı çıktığım için rüzgar bunu kendine hakaret algılamıştı. Omuzlarımı, yüzümü ve ellerimi kemiklerimden söküp koparmak istiyor gibiydi. Güçlü rüzgarla sendeleyince ayakkabılarımı çıkardım. Eve biraz kirli ayaklarla girmemi, bu ayakkabıları kirletmeme tercih ederdi emindim ki.

"Hey! Üzgünüm, özür dilerim. Beni yanlış anladınız."

"Hayır, hayır. Sizi meşgul etmek istemem. Kim bilir içine girmeniz gereken kaç tane daha korse vardır. Zavallı siz."

Bu sefer gür bir kahkaha attı ama beni takip etmeye devam ediyordu. Karanlık patikaya giderken müzikten ve insanlardan uzaklaştıkça yabancı biriyle bu yolda olmak daha da aptallık haline geliyordu. Eh, bugün bir şekilde öleceğim ortadaydı sanırım. Durmadan nefesimi kesen haberlerden uzaklaşmaya çalıştıkça yolumu daha çok kesiyorlardı. Bulutların arasındaki ay parlaktı en azından. Öleceğim gecede göreceğim son şeyin ay olmasından memnundum. Thompson Malikanesi'nin salonunda ölmektense burayı tercih ederdim.

"Biraz kabasınız."

"Ve siz de ısrarcı. Neden hala beni takip ediyorsunuz? Geldiğim yerde daha fazla korse yok."

"Üzgünüm. Küstah demek istemiştim."

Sinirle sonunda yürümeyi bıraktım. Adamın gözlerine baktım. Ben onunla tartışmaya hazırlanırken kendisinin bu kadar keyifli ve neşeli görünmesinden hoşlanmamıştım. Elimdeki ayakkabıların sivri kısımlarını gözlerine geçirebilirdim belki. Aşağı yukarı Oliver'la aynı boyda gibiydi. Belki biraz daha kısa. Ama daha yapılıydı.

"Yardımcı olabilir miyim? Yoksa gecenin bu vakti genç bir kızı ıssız bir patikada takip etmenizin bir açıklaması var mı?"

"Yalnızca iyi bir ev sahibi olmaya çalışıyordum. Misafirlerimi alındırmak istememiştim."

Bu neden yüzünün tanıdık gelmediğini, yabancı göründüğünü açıklıyordu. Bayan Thompson'ın erkek kardeşi olmak için fazla gençti. Belki de değildi? Karanlıkta kendimden emin konuşamıyordum. Bay Thompson'ın da erkek kardeşi olabilirdi tabii. Diğer yandan Bayan Thompson'a çok benziyordu.

"Sadece kızları olduğunu sanıyordum."

"Hayır," dedi bulutlar hareket ederken, bir anda kararıp, gitmeleriyle yine ormanı aydınlatan ayı izledi. "Tek erkek çocukları benim."

"En büyükleri?"

"Hayır," derken merakımdan hoşlanmış görünüyordu. Merakım vardı, haklıydı. Ama kendisine karşı değildi. "Edith, Rosie ve Jane'den sonrayım."

Kalabalık aile. Epey kalabalık. Ama o kadar büyük bir eve sahipken, gerçekten bir önemi kalıyor muydu ki? Üç katı bile rahatça yaşayabilirdi o evde. Diğer yandansa eğlenceli olmalıydı. Her sabah gürltüyle uyanmak, her zaman konuşabileceğin birilerine sahip olmak, sana arka çıkacak birilerini bulmakta zorlanmamak...

"Ya siz?" Dedi benim sessizliğimi bana hatırlatmak için soru sordu. "Adınızı henüz söylemediniz."

Bu benim için akıllıca bir karar olmuştu. Eğer adımı öğrenmezse, hakkımda edindiği düşünceleri de paylaşacağı kimse olmayacaktı. Uzun, kıvrık saçlı bir kız patikada bir yabani gibi dolaşıyor muydu diyecekti? Çoğunu bozkırlar, yaylalar, ormanlar oluşturan bir köy için dünyanın en mantıksız eylemi görünmüyordu. Durmadan benim insaniyetsizliğimden şikayet edenler için bile.

"Evet," dedim. "Neyse, size iyi geceler. Umarım Misty Moor bana olduğu kadar size de hayal kırıklığı olmaz."

"Bekle, bekle." Önüme geçmek için hızlanınca ayakkabılarından rahatsız edici bir ses duyuldu. Ayakkabılarımın başına gelmesini istemediğim şey, onunkilere gelmişti. Ama kesinlikle umursamıyordu. "Adını söylemeyecek misin?"

"Hayır. Rüya gördüğünüzü varsayarsınız belki."

Yine güldü. Bir çıkıntıdan geçecekken yardım etmek için elini uzattı ama eteğimi kaldırıp geçtim ve hızımı kesmedim.

"Biliyorsunuz, bir hanımefendi geçerken eteğini sadece tek eliyle kaldırmalıdır. İkisiyle kaldırmak barbarlık."

"Ahırda karşılaşmayız o zaman umarım."

"Connie Griffiths," diyince durdum birden. Yüzüne baktım. Bunu başarabildiği için kendine güveni de geri gelmişti. "Adınız bu değil mi?"

"Kasaba halkı sizi çoktan benim hakkımda uyardı, değil mi? Kafese kapatılıp, sirke gönderilmem gerektiğini düşünüyorlar."

Ayakkabılarımı yere attım. Hem üstüme çöken yorgunluk, hem de bıkkınlık bir yandaydı ama gerçekten bu kaşındıran kumaş ve artık morarmaya başlayan suratımın havasızlığı kendimi ayakta tutmaya bile yaramıyordu.

"Evet," dedi gülmeye devam ediyordu. Thompson kardeşlerinin yeni eğlencesi olabilmeme sevinmiştim. O kadar ıssız, yabancı ve insanlardan ayrı bir yerdi ki burası en ilgi çekici şey on yedi yaşında bir kızın hayatı oluyordu demek ki. "Ama yalnızca bu da değil."

"Ne?"

Elini kaldırıp yüzümü gösterince ben de biraz şaşırdım. Pek centilmenliğe göre değildi. "Büyük gözler, gamzeli yanaklar, genelde çatık kaşlar ve karamel saçlar. Bayan Griffiths'e epey benziyorsunuz. Tabii çok daha memnuniyetsiz ve asabi görünen versiyonu."

Beni yalnızca loş ışıkta görmüş olmasına rağmen saçımın rengini nasıl bu kadar ayrıntılı olarak görebildiğini anlayamadım. Karanlıkta çoğu zaman sadece kahverengi gözüküyorlardı. Anneminkinden daha koyuydu. Babama belki daha çok benziyordu. Babama benzemek istiyordum. İnsanların da babama benzediğini söylemelerini istiyordum. Güzel ve zarif anneme değil, hırslı ve akıllı babama benzemek istiyordum.

"Artık gidebilir miyim?"

"Benim adımı merak etmiyor musunuz?"

"Hayır."

"Jamie. James. Ama Jamie'yi tercih ediyorum."

"Hayırın kelime anlamını biliyor musunuz?"

Ağzını açmıştı ki ileriden gelen bir kurdun sesiyle geri kapattı. Onun için Misty Moor yeni bir keşif ve eğlence olabilirdi ama sandığından daha gerçekti. Yürüyüşlerini süsleyebilmek için özel olarak inşaa edilen sokaklar, dost canlısı bekçiler ya da selam vermek için eğilen köpekler yok."

Gözlerini kıstı. "Polis mi demek istiyorsunuz?"

Öfkenin geri geldiğini hissedince tekrar ellerimi açıp kapatmaya başladım. Muhtemelen okuma yazma bildiğimden bile haberdar değildi. Ne sanıyordu? Tüm gün koyunları sayıp, benim için uygun olacak eşi beklerken kendime danteller işlediğimi mi?

"Kasabada yaşıyorum. Mağarada değil. Sizin için çok şaşırtıcı bir haber olacak ama burada da kitaplarımız ve gazetelerimiz var. Geometri becerilerimi de göstermek isterdim ama kalp krizine yola açmak istemem."

"Tamam," dedi ellerini havaya teslim oluyormuş gibi kaldırdı. "Haklısın. Kabalık ettim. Buranın inanılmaz izole olmuş bir yer olmasının kabahatini sen—"

Bir anda tüm bu ağdalı dilini kenara bırakıp pes ettiğini görmenin beni rahatlatması gerekiyordu anladığım kadarıyla. En azından kendisi böyle olacağını düşünmüş olmalıydı. Daphne de işe yaramıştı çünkü, içten olduğunu düşünmüştüm. Jamie'den o kadar da emin olamıyordum.

Sonunda beni kendi halime bıraktığı anı yakalamışken kullandım ama. Patikada evime doğru yürüdüm. Serin hava güçlenip, sis yarım metre ötemi bile görmemi engellemeye başlayınca kollarımı kendime dolayarak yürümeye başladım. Paniklememem gerektiğini bininci kez söylüyor olsam da kendi evim tahminimden çok daha uzaktı. Thompsonlar'ın malikanesi ormana en yakın ve kasabanın merkezine en uzak olan evdi. Araba da o kadar da çok zaman geçmemişti ama. Atların silkelendiğinden daha şüpheliydim.

Baykuşların uğuldamalarına eşlik eden, tir tir tireyen yaprakların sesleri git gide daha da sağır edici oluyorlardı sanki. Oysa her şey çok sakin, çok sessiz, çok dingindi. Seslerin gürültüsü beynimin içindeydi daha çok kulaklarımdansa. Kaybolmuş muydum? Bu siste söylemek zordu.

Bir anda gök gürüldedi ama hiçbir şey göremedim. Yalnızca omuzlarıma düşmeye başlayan yağmur damlalarını hissedebiliyordum. Ay tamamen kayboluyordu. Yanımda lamba almamak ilk aptallığımdı. İkincisiyse ülke üstündeki en sisli tepelerden birinde yaşarken, ışığa ihtiyacım olmadığını düşünmekti. Bu benim suçum değildi ki. Bu korse ve kıyafetler içinde beynimin en ihtiyacı olan elemente, oksijene, ulaşamadığında elbette çalışması gerektiği gibi çalışmayacaktı. Tekrar şimşek çakınca ise olduğum yerde kalakaldım. Ağaçlardan birinde bir silüetin dikildiğini görünce gerçekten hayatımda ilk kez bayılmaya bu kadar yakın bir his yaşadım.

Fakat korku ve hayatta kalma içgüdülerim kalan son oksijen bulutlarını da beynime attırmıştı. Bulduğum en yakın ağacın çatallanmış kısmına tokamın sivri kısmını vurdum. Elimdeki en iyi silah değildi ama en azından sivriydi ve boş ellerimden daha iyiydi.

Yağmur yağmaya başlayınca gözlerime dolan suyu çekip, yerinden çıkmak üzere olan göğsümü yerinde tutmaya çalıştım. Muhtemelen Jamie'ydi. Bana ders mi vermek istiyordu? Israrcıydı belki de. Etrafımda hızlıca döndüm. Bana yaklaşan bir ses ya da his için bakındım ama hem yağmur hem de hızlı soluklarım çok zorlaştırıyorlardı.

Tekrar şimşek çakınca çığlık attım.

Continue Reading

You'll Also Like

568K 64.1K 63
Bir cariyenin intikamı nelere yol açabilir? İHANET SEVDİĞİ ADAMDAN GELDİ Ayana, İmparatorluğa cariye olarak gelmesinin bir nedeni vardı. Sevdiği adam...
AŞK-I DERUN By 👑

Historical Fiction

5.8K 488 15
Büyük bir sevda ile bir araya gelen iki gönlün büyük imtihanları. Kuruluş Osman karakterlerinden alınmıştır. Algon sevdasını birde kendi hikayelerimi...
331K 30.4K 41
🍁 -Hey!'dedi sesi atının nal seslerine bulanırken. Gelip tam önümde duraksamış, yorgun hayvan ağır ağır adımlamıştı. Bir doğan misali keskin bakışla...
Sahip By L.U.Tess

Historical Fiction

2.2M 89.1K 39
Aldığı kölelerle bir gece geçirip saraydan gönderen acımasız bir Şehzade... Ve Yıllardır eziyet çeken bahtsız bir köle.. Yolları bir gün kesişirse ne...