İkinci Yaşam 1-2

By amendoeira_

1.1M 115K 55.5K

| WATTYS 2021 KAZANANI | Melis Aksoy, her yerde görebileceğiniz türde sıradanlığa sahip bir genç kızdı. Onu d... More

İkinci Yaşam -1-
İkinci Yaşam -2-
İkinci Yaşam -3-
İkinci Yaşam -4-
İkinci Yaşam -5-
İkinci Yaşam -6-
İkinci Yaşam -7-
İkinci Yaşam -8-
İkinci Yaşam -9-
İkinci Yaşam -10-
İkinci Yaşam -11-
İkinci Yaşam -12-
İkinci Yaşam -13-
İkinci Yaşam -14-
İkinci Yaşam -15-
İkinci Yaşam -16-
İkinci Yaşam -17-
İkinci Yaşam -18-
İkinci Yaşam -19-
İkinci Yaşam -20-
İkinci Yaşam -21-
İkinci Yaşam -22-
İkinci Yaşam -23-
İkinci Yaşam -24-
İkinci Yaşam -25-
İkinci Yaşam -26-
İkinci Yaşam -27-
İkinci Yaşam -28-
İkinci Yaşam -29-
İkinci Yaşam -30-
İkinci Yaşam -31-
İkinci Yaşam -32-
İkinci Yaşam -33-
İkinci Yaşam -34-
İkinci Yaşam -35-
İkinci Yaşam -36-
İkinci Yaşam -37-
İkinci Yaşam -38-
İkinci Yaşam -39-
İkinci Yaşam -40-
İkinci Yaşam -42-
İkinci Yaşam -43-
İkinci Yaşam -44-
İkinci Yaşam -45-
İkinci Yaşam -46-
İkinci Yaşam -47-
İkinci Yaşam -48-
İkinci Yaşam -49-
İkinci Yaşam -50-
Julian'ın Kararı - Ara Bölüm
İkinci Yaşam -51-
İkinci Yaşam -52-
İkinci Yaşam -53-
Final
Özel Bölüm
İkinci Kitap, Merak Ettikleriniz
Karakterler
İkinci Şans - Kim Bu Cassandra?
İkinci Şans -1 -
İkinci Şans -2-
İkinci Şans -3-
İkinci Şans -4-
Ölmedim Yaşıyorum
Özet
İkinci Şans -5-
İkinci Şans -6-
İkinci Şans -7-

İkinci Yaşam -41-

18.6K 1.9K 1.4K
By amendoeira_

Uyuyakaldım şslspdlepdp bölüm gecikti o yüzden.


Neyse iyi okumalar 🖤

"Öyleyse, bu hayvan neden sarayın bahçesinde dörtnala koşuyor?"

Adrius'un cümlesi, balodakilerin kahkaha seslerine karıştı. İkizlerin oldukça ciddi duran surat ifadeleri, dediklerinin gerçek olduğuna sonunda ikna etti beni. Fakat atı yerine koyduğuma emindim, kapısını da kapatmıştım. Kaçma ihtimalinin oluşması oldukça düşüktü.

"Nasıl yani?" dedim yüzümdeki şaşkın ifadeyle. Adrien sorumu duyunca sınanıyormuş gibi alnını sıvazlayarak camı tıklattı. "Kendin bak," diyerek çekildiğinde kafa karışıklığıyla camdan aşağıyı inceledim.

Sanırım haklılardı, bahçenin çimenliklerinde tepinip duran at görüş açıma girdiğinde açılan ağzımı elimle kapatmak zorunda kaldım.

"Elizabeth, bir ihtimal...sürgüyü çekmemiş olabilir misin?"

Adrien'ın sesini duyunca kaşlarım yukarı kalktı.

"Sürgü mü vardı?"

Adrius'un güldüğünü işittim. Ancak bu gülüş eğlenceden çok sinirden dolayı gibi gözüküyordu. Yine de beni ilgilendiren bir konu değildi bu. Böyle önemli bir günde saçma sapan isteklerini yerine getirip atı ahıra koyduğuma şükretmelilerdi. Bu düşüncenin verdiği özgüvenle kollarımı bağlayarak büzdüğüm dudaklarımla ikizlere döndüm.

"Ben elimden geleni yaptım. At kaçmışsa benim suçum ne? Balo zamanı böyle bir işe kalkışmanız hataydı zaten. Ayrıca en fazla ne olabilir ki? At bu, koşar. Balo sonunda neredeyse bulur, ahıra geri koyarsınız."

Adrius sinirle ağzını açtığında konuşmasına fırsat vermeden heyecanla ellerimi çırptım. "Bu arada, kaçırdığınız at kiminmiş biliyor musunuz?" diye söze girdiğimde çatılan kaşlarıyla konuşmaya başlamadan çenesini kapatmak zorunda kaldı. Bunun da verdiği neşeyle yüzümde bir sırıtış belirdi.

"Benimmiş! Çaldığınız atı sahibine getirmişsiniz aslında. Ne kadar komik değil mi?"

Yüzlerinin garip renklere büründüğünü göründüğünü görünce bu haberin onları çok da mutlu etmediğini düşünmeye başladım. Başları, atın gerçek sahibiyle belaya girmeyeceğinden hoşlarına gider sanıyordum ama pek de öyle olmamış gibi gözüküyordu.

"Şimdi, Roy senin atını mı seviyor? Bu durumda...biz akraba mı olacağız?"

Adrien, buna dayanamıyormuş gibi ağzını kapatarak acıklı ifadesiyle kafasını iki yana salladı. Kardeşiyle takılmak kesinlikle ona iyi gelmiyordu, artık buna emindim. Verdiği tavırla kaşlarımı çattım. "Daha önceden de neredeyse akraba oluyorduk, hatırlatırım." Alexander'la eskiden nişanlı olduğum aklına gelince ağzındaki elini çekti. "Evet ama Roy bizim için çok değerli, oğlumu senin gibi birinin atına bırakamam." diyen Adrien, onay için Adrius'a baktı. Onun da kafasını salladığını görünce başını hafifçe yukarı kaldırdı.

Gerçekten sinirlenmemek için elimden geleni yapmıştım ama konu ikizler olunca bu pek de işe yaramıyordu. Akılları bir havada görünen hallerine bakarak sinirle dişlerimi gıcırdattım.

O sırada aklıma gelen fikirle yavaş yavaş sinirim azalmış, kenetlenen çenem alayla açılmıştı. Salonun biraz ilerisinde gelen misafirlere sevecen bir tavırla konuşan Diana'ya baktım göz ucuyla. Yüzümü ele geçiren gülümsemeyle gözlerimi kısarak Adrius'a döndüm. O ise hâlâ anlamamış şekilde garip bakışlar atmakla meşguldü.

Zavallı.

"Prens Adrius, Leydi Diana ile dans etmek istiyorsunuz ama söylemeye çekiniyor musunuz? Gerçekten mi! Ah, buna hiç gerek yok ki," dedim yüzümdeki sırıtış daha da genişlerken. Adrius'un suratı ise yavaşça solmaya başlamıştı.

Sesimi daha da yükselterek başımı Diana'ya çevirdim. Şaşkın, bir o kadar da utandığını belli eden tavrıyla kıvırcık saçını bir eliyle önüne aldı. "Diana da bunu çok ister eminim ki. Hem, kendisi benim yakın arkadaşım olur." Cümlem bittiği anda Diana'ya elimi salladım.

"Sen, ne-"

Adrius'un konuşmasını büyük bir çabayla engelleyip daha da yüksek çıkan sesimle bağırdım. "Leydi Diana, buraya gelir misiniz? Siz de Prens Adrius ile dans etmek istersiniz değil mi?" Yavaşça kızaran yüzüyle utanarak başını eğdi. İçten içe mutlu olduğunu biliyordum ama göstermemeye çalışıyordu. Minik adımlarla yanımıza ulaştı. Adrius'un şaşkınlıktan büyüyen gözleriyle karşı karşıya geldiğinde planlarım bozulmasın diye seslice boğazımı temizledim.

İnsanların ilgileri yavaş yavaş buraya çekildiğinden dolayı kaçamayan Adrius, put gibi dikiliyordu. Bugün bana yaşattıkları sıkıntılardan sonra onu böyle görmek az da olsa zevk vermişti. Yüzümdeki sırıtış hiç silinmeden yanlarına ilerledim ve onları hafifçe dans pistine ittirdim.

Adrius, yaşadığımız zamana geri döndüğünün belirtisini vererek yavaşça gözlerini kırpıştırdı, derin bir nefes aldı. Salonda gözlerini gezdirdiğinde, böyle bir anda yanlış harekette bulunmanın hem Diana için hem de onun için küçük düşürücü olduğunu az çok o bile tahmin ediyordu. Bu yüzden istemeye istemeye de olsa dans için Diana'ya elini uzattı.

Dans etmeye başladıklarında bizim üzerimizde olan ilgi yavaş yavaş onların üstüne kaydı. Çöpçatan olmanın ve intikamımı almanın verdiği özgüvenle burnumu havaya kaldırdım. Fakat intikam almam gereken biri daha vardı. Dibimde durmuş, Adrius'un bir kızla dans edişini şok içinde izleyen Adrien'a göz ucuyla baktım. Sırıtmamı engellemek için yanağımı dişleyerek salonda başka bir kurban aramaya koyuldum.

Adrien transtan çıkmadan önce onu da dans pistine yollayıp Ethan'ın yanına gitmem gerekiyordu. Ona söylemem gereken önemli bir şey vardı, daha doğrusu vermem gereken.

Etrafı incelerken yeni kurbanımı gözüme kestirdim. Çok uzağımızda olmayan leydilerden birini görünce gözlerim ilgiyle kısıldı. Turuncuya çalan saçlarını örgüyle topuz yapmış, giydiği boynu açık elbisenin üzerinde de abartılı olmayan bir kolye takmış Chloe'yi görmemle dudağımı yaladım. "Leydi Chloe," diye seslendim duyabileceği bir yükseklikte.

Sesin nereden geldiğini anlamak için gözleriyle etrafı taradıktan sonra beni fark etti. Diğer leydiler arasında Chloe'yi seçmemin sebebi nadir de olsa onunla arada konuşuyor oluşumdu. Toplantıya gitmem de onun bana savaş hakkında verdiği bilgiler sayesinde olmuştu. Abisinin de o bölükte olduğunu ve yakında Mladenovski Krallığı ile savaşa gireceklerini bana hatırlatmasaydı toplantıya gidemez, abisinin ve diğer askerlerin ölümünü engelleyemezdim.

Toplantının bana yarardan çok zararı dokunmuş gibi duruyordu ama bu şu an pek önemli değildi. Ne kadar iftira atılmış olsa ve gözden de düşsem sonuçta birilerinin hayatını kurtarmıştım. Onlardan biri de Chloe'nin ağabeyiydi.

Chloe, beni fark edince gülümseyerek elini salladı ve beni yanına çağırdı. Planımı harekete geçirebilmek için yanımda bulunan Adrien'a döndüm. Fakat bir sorun vardı.

Adrien, kaybolmuştu.

Ah, lanet olsun.

Chloe benim varlığımın çoktan farkına vardığından ve yanına çağırdığından gitmezsem büyük kabalık olurdu. Ancak bir yandan da Ethan'ın yanına gitmeliydim. Ona diyeceklerim vardı, daha doğrusu hediyesini verecektim. Gece herkese kadehler dağıtılmadan, üzerimdeki iftira geri çekilmeden önce bunu yapmalıydım. Onunla bir daha ne zaman yakın olurdum bilmiyordum çünkü.

Kendi kuyumu kazmanın getirdiği hayal kırıklığıyla omuzlarım çöktü. Yüzüme sahte bir gülümseme kondurmaya çalışarak Chloe ve birkaç kişinin daha bulunduğu masaya ilerledim. Yanlarına vardığımda içtenlikte gülümseyen Chloe, başıyla selam verdi. Ben de aynı şekilde selam verdim.

Pek bir konuşmamız olmadığından ikimiz de birkaç saniye susup birbirimize garip bakışlar attık. Sanırım Chloe de benim gibi bundan rahatsız olmuş olacak ki eliyle yanındaki birini gösterek konuştu.

"Leydi Elizabeth, sizi ağabeyimle tanıştırayım." Gösterdiği kişiyi çok belli etmemeye çalışarak inceledim. Chloe gibi onun da burnunda ve yanaklarında hafif çiller vardı. Fakat kıvırcık olan saçları Chloe'nin aksine turuncu değil, daha çok açık kumrala benziyordu.

"Merhaba, Felix ben," dedi elini tokalaşmak için uzatarak. Gülümseyince kısılan gözlerine bakarak ben de tebessüm ettim ve uzattığı elini sıktım. "Leydi Chloe'nin de dediği gibi benim adım Elizabeth, Elizabeth Wallace."

"Felix, bu sen misin?"

İçeridekileri iterek yanımıza gelen kişiyle masadakilerin kafası oraya döndü. Heyecan ve biraz da şaşkınlıkla esmer kolunu Felix'in omzuna koyan kişinin yüzüne çevirdim bakışlarımı. Gördüğüm çehrenin hiç de yabancı olmayışıyla kaşlarım havaya kalktı.

Nicholas, Zack'in askerlerinden biri, Felix'in omzuna vurarak güldü. Sanırım önceden tanışıyorlardı. Hayır, kesinlikle bir tanışmışlıkları vardı çünkü Felix de Nicholas'ı fark ettiğinde tekrardan görüşmenin verdiği mutlulukla elini kıvırcık saçlarına attı.

"Nicholas, uzun zaman oldu."

"Harbi uzun zaman oldu, savaştan ne zaman döneceğini hiç bilmiyordum. Baloda görmeyi de tahmin etmemiştim. Neyse ki tek parçasın." diyerek alayla gülen Nicholas'a karşı Felix, bozulmuş gibi yaparak omzuna hafifçe yumruk attı.

Karşılıklı bir süre gülüştükten sonra Nicholas'ın gözleri masadakilere kaydı. Göz göze geldiğimizde gülümseyen yüzü bocalayarak Felix'in omzundaki kolu düştü. Tabii ki de beni hatırlamıştı, komutan dediği kişi benim korumamdı sonuçta. Fakat, bu tanışıklığımızı biraz bile bu masada belli ederse hem kendi başını hem de benim başımı yakardı.

Açık konuşmak gerekirse Nicholas'ın biraz aptal olduğunu düşünüyordum. Evet, gayet neşeli ve eğlenceli biriydi ama nerede ne söyleyeceğini bilmiyordu. Bu yüzden, pot kırmaması için yüzümdeki tedirgin gülümsemeyle ona dişlerimi gösterdim. Sanırım gülümsemekten çok onu tehdit ettiğimi sandı. Yutkunarak dudağını ısırmasından bunu çıkarmıştım. Yine de korkup korkmaması umrumda değildi, hatta korksa daha iyiydi. Bir pot kırkmaya kalkışsın masayı kafasına geçirirdim.

Tamam, geçiremezdim ama içimden de olsa böyle bir özgüven patlaması yaşamak hoşuma gidiyordu.

Neyse ki bunların hiçbirine gerek kalmadı ve Nicholas beni tanımıyormuş gibi davranarak hafifçe başıyla selam verdi. Sanırım sandığımdan biraz daha akıllıydı. Birden hissettiğim rahatlamayla omuzlarım gevşedi.

"Siz Felix'in kardeşi olmalısınız, değil mi Leydi Chloe? Felix sizden oldukça bahsetmişti."

Nicholas'ın sorusuyla tebessüm eden Chloe, kafasını sallayarak onayladı. Turuncu kaşları eğlendiğini belirtircesine yukarı kalkmıştı. "Nicholas, ağabeyime askerler arasında gün ışığı denirmiş. Bu doğru mu?" Bir öksürük sesi duyuldu masadan. Chloe'nin sorusunu öksürerek bastırmaya çalışan Felix'e baktım. Çok tatlı birine benziyordu, gülümsemeden edemedim.

"Evet leydim, öyle sesleniyoruz. Ağabeyiniz girdiği ortama neşe saçan birisi. Bu yüzden bir süre sonra ona gün ışığı demeye başlamıştık." dedi Nicholas sırıtarak. "Kendisinin çok hoşuna gitmiyor ama umrumuzda değil."

"Susun lütfen." Homurdanarak suratını kırıştıran Felix, masadaki içeceklerden birini alıp ne olduğuna bakmadan kafasına dikti. Bu hâline masadan gelen gülüşmeler arasında Felix gözlerini bana çevirdi. Bir anda dikkatini bana yöneltmesine anlam verememiştim.

"Leydi Elizabeth, Bensolius Krallığı'nın veliaht prensiyle aranızın oldukça iyi olduğunu duydum. Bu doğru mu?"

Nereden öğrendiğini kısa bir an sorgulamak istesem de bilmesinin çok da zor olmayacağını düşünerek vazgeçtim. Soylu olduğu hâlde asker olmayı seçtiğinden üst seviye biri olmalıydı, öğrenmesi şaşırılacak bir şey değildi.

"Evet, öyle."

"O zaman, yakında Bensolius Krallığı'nda yapılacak festivale sizin de çağırılma ihtimaliniz var. Uzun yıllar sonunda ilk kez iki krallığın bir araya gelişi olabilir bu. Bu yüzden, teşekkürler."

Festivalden bahsetmesiyle şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Krallığın kuruluş yıldönümü için yapılan festivalden bahsediyordu. Ülkedeki herkes, halk ya da soylu olması fark etmeksizin bu festivale katılırdı. En büyük eğlencelerinden biriydi bu.

Yine de, başka bir krallıktan kimse bu festivale asla davet edilmemişti. Bundan dolayı benim davet edilme fikrim oldukça hayret vericiydi. Fakat aynı zamanda bunun olma ihtimali de vardı. George beni gerçekten çok sevmişti, kral ve kraliçe de iki krallığın yavaş yavaş kaynaşmasını sağlamak için bu fikre sıcak bakabilirlerdi.

Davet edilme düşüncesi bir yandan mutluluk verirken öbür yandan beni büyük bir endişeye sürükledi. Her yıl yapılan festivalden farklı olarak bu seferki hiç de eğlenceli olmayacaktı.

George, bu festivalde öldürülecekti.

Daha önceleri festivale katılma imkanım imkansız olduğundan bunu durdurma ihtimalini düşünmemiştim hiç. Şimdi ise elime böyle bir şans geçebilirdi. Ama korkuyordum, elime yüzüme bulaştırmaktan korkuyordum.

Girdiğim karmaşalı düşüncelere o kadar dalmıştım ki masadakilerin çoktan başka bir konuya geçiş yaptığını fark edememiştim. Daha hiçbir şey kesin değil, muhtemelen davet bile edilmem diye kendimi yatıştırıp, nefesimi dışarı üfleyerek salonun bir yerlerinde olduğunu ümit ettiğim Ethan'ı gözlerimle aramaya başladım.

Ethan'ı bulamamıştım ama Cindy'i, Zack ile beraber masalardan birinde atıştırmalıkları mideye götürürken yakalamıştım. Hedefi gözüme kestirerek masadakilere birkaç bahane ürettim ve avına yaklaşan kedi misali hızlıca Cindy'nin olduğu masaya yürüdüm. Bir bakıma koşmuş da sayılabilirdim ama umrumda değildi. Şu anda kimsenin gözü üzerimde değildi.

"Hey, Cindy. Sana verdiğim kutuyu nereye koydun?"

Yanlarına sıçramanın verdiği şokla yediği yiyecek boğazında kalan Cindy, öksürmeye başladı. Heyecanlı tavrım boğulduğunu görünce kaybolmuş, yerini endişeye bırakmıştı.

Tam müdahele edeceğim sırada Zack'in yardımına koşmasıyla öksürmeyi bıraktı ve sinir dolu gözlerle bana döndü. "Öldürüyordun kızı," dedi Zack çattığı kaşlarıyla. Özür dilemek maksadıyla ellerimi havaya kaldırdım ama buna fırsat vermeyen Cindy, koluma bir tane geçirdi. Eli sandığımdan da ağırdı, vurduğu yeri tutup acıyla inlerken o, hiçbir şey olmamış gibi gözlerini devirdi.

"Kutu yanımda. Ne yapacaksın, şimdi mi vereceksin hediyeyi?"

"Ne kutusundan bahsediyorsunuz?" Zack'in de konuşmaya atlamasıyla cevap vermek için bakışlarımı ona çevirdim. Fakat benden önce konuşmaya başlayan Cindy ile tüm diyeceklerim ağzıma tıkıldı.

"Ethan'a hediye almış. Her neyse önemli olan konu bu değil," diyerek kafasını tekrardan bana çevirdi. "Niye geç kaldın sen? Başına yine bir şey mi geldi?" Sorusuyla çöken omuzlarımın yaşadığım zorlukları anlattığını düşünüyordum fakat hâlâ bana anlamsız bakışlar attıklarını gördüğümde açıklama yapmanın iyi olacağına karar verdim.

"Başım bir atla, pardon, kendi atımla derde girdi. Onu ahıra sokmakla falan uğraştım. Tüm bu uğraşım da boşa gitti çünkü ahırdan kaçıp sarayda deliler gibi koşmaya başlamış. Adrien ve Adrius sürgüyü çekmediğimi söyledi, sanırım ondan kaçmış. Neyse işte, çok da önemli bir konu değil."

Elimi gereksiz olduğunu belirtmek için havada salladım ve masadaki çerezlerden birkaçını ağzıma tıktım. Bu sırada bakışlarının anlamsızlıktan çıkıp şaşkınlığa döndüğünü görmem biraz zamanımı almıştı. "Dalga geçmeyi bırak, gerçekten ne oldu?" diye soran Zack, daha fazla yememem için elime vurdu. Homurdanarak çerezlerden elimi çekip çattığım kaşlarımla ona baktım.

"Dalga geçmiyorum zaten," dedim dudağımı ısırarak. "Onu bırakın da...Cindy bana kutuyu ver. Bir de Ethan'ı gördünüz mü onu söyleyin. Gece yarısına çok bir şey kalmadı. Son içkiler dağıtılmadan, iftiranın gerçeği ortaya çıkmadan önce son bir sefer onunla konuşmak istiyorum."

Cindy, cebine koyduğu kutuyu bana uzattı. Hevesle kapıp kare, kadife kaplı siyah kutunun üzerinde parmaklarımı gezdirdim. Hediyeyi yanımda taşımam zor olduğundan Cindy'e vermiştim. Bazen her şeyi ona yaptırdığımı hissediyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. Elbisemin cepleri yoktu ve tüm dans boyunca da hiçbir yere koyamazdım kutuyu.

"Ethan'ı görmedim fakat bulması çok da zor olmaz. Boyun kısa diye göremiyorsundur belki ama bu yükseklikten bolca altın işlemeli takımını ve sarı kafasını seçmek çok da zor değil."

Kafasını yukarı uzatarak etrafta bakışlarını gezdiren Zack'e çemkirmek için ağzımı açtım. Kendini kim sanıyordu da boyumla dalga geçiyordu? Ben mi seçmiştim kısa olmayı?

"Buldum onu," diyerek yüzündeki sırıtışla salonun bir noktasına el salladı. Ona saydıracağım tüm laflar, Ethan'ı bulduğunu söylemesiyle uçmuştu sanki. Hevesle, sanki onu uzaktan seçebilecekmişim gibi kafamı kaldırdım. Tabii ki de bu hiçbir işe yaramadı.

Ethan, masaya vardığında heyecanla kıpırdandım. "Bir sıkıntı mı çıktı?" diye sordu ilk önce. Gözlerini bana kenetleyince hayır anlamında başımı salladım. Söze girip onu özel bir yere çağırmak istiyordum hediyeyi vermek için. Ancak nasıl başlayacağım hakkında bir fikrim yoktu bu yüzden dikilmeye devam edip yerimde sallandım.

"Ethan, Elizabeth'in sana vereceği bir şey varmış. Neden şu anda kendisi konuşmuyor bilmiyorum ama öyle işte. Çok geç kalmadan ne yapıyorsanız yapın, asıl olayın başlamasına az kaldı."

Patavatsız Zack, bugün sözümü sayamadığım kaçıncı sefer kestiğinde huysuzlukla dudaklarımı dişledim. Bir şeye de atlamadan dursa olmuyordu sanki.

"Hediye mi vereceksin bana?" Ethan'ın havaya kaldırdığı kaşlarıyla sorduğu soruyu duyunca tüm hevesim anında söndü. Bu kadar kolay anlamasını beklemiyordum, aslında anlasın istemiyordum ama Zack her şeyi mahvetmişti.

Umarım Cindy'e yanık olursun da aşk acısından yataklara düşersin Zack.

"Burada konuşmak istemiyordum bunu," diye mırıldandım. Cindy'nin alaylı gülüşü kulaklarımı doldurduğunda, az önce omzuma geçirdiği gibi bu sefer aynısını ben ona yaptım. Fakat vuruşumun etkisi onunki kadar büyük olmamıştı. Gülerek masadaki çerezleri tıkınmaya devam etti.

"Burada konuşmak istemiyorsan...gel benimle."

Ethan'ın elimi tutup beni salonun çıkışına doğru ilerletmesiyle elinin sıcaklığını umursamamaya çalışarak beni yönlendirmesini şaşkınlıkla izledim.

Salondan çok uzaklaşmadan yukarı çıkarttı bizi. İçeri esen rüzgarı fark ettiğimde balkona ulaştığımızın getirdiği farkındalık, kaşlarımın kalkmasına sebebiyet verdi. Öbür elimde tuttuğum kutuyu daha sıkı kavrayıp Ethan ile birlikte salonun balkonuna adım attım.

Karanlıkta parlayan yıldızların altında korkuluğa doğru yaklaştım. Gece vakti sarayın manzarasını izlediğim ilk seferdi ve gerçekten büyüleyiciydi. Balo günü için süslenen etraf, sayısı bir hayli fazla olan şamdanlarla aydınlatılmıştı. İlgim biraz daha burada kalırsa bahçede dolaşan atı Ethan'ın da fark edeceği düşüncesiyle boğazımı temizledim ve arkama sakladığım kutuyla ilgisini çekmek için kararan havada koyu mavi rengini alan gözlerine kenetledim gözlerimi.

"Söze nasıl gireceğimi bilmiyorum ama..." Duraksayıp suratını inceledim. Sakin bir gülümsemeyle bana baktığını gördüğümde heyecanla atan kalbim sakinleşti, gerilen kollarım gevşedi. Yanağımı dişleyip tekrar konuşmaya çalıştım.

"Belki bu balodan sonra bu kadar yakın olamayacağız ya da konuşamayacağız bile. Bu yüzden, seninle bu geceyi güzel bir kapanışla sonlandırmak istedim. Kadehler dağıtıldıktan sonra bunu yapamazdım, daha fazla geç olmadan sana bunu vermem gerekiyordu."

Arkamda sakladığım kutuyu önüme alıp beklentiyle dolan bedenimle Ethan'a uzattım. Kutuyu alırken bana değen parmakları karıncalanma hissi yarattı. Nasıl bir tepki vereceğini, beğenip beğenmeyeceğini deli gibi merak ediyordum. En büyük korkum, hoşuna gitmese bile beğenmiş gibi yapmasıydı. Bundan dolayı tüm dikkatimle yüzüne diktiğim gözlerim, hislerini analiz etmek için beklemeye geçti.

Yavaşça kadife kutunun kapağını kaldırdı. İçinde parlayan yuvarlak, şeffaf mücevherin yansıyan ışığı yüzüne vurdu. Parlayan altın saçlarına kısa bir an gözüm kaysa da gözlerimi hemen suratına çevirdim tekrardan. O, hediyeyi incelerken dayanamayıp konuşmaya başladım.

"Hislerin aynası denirmiş buna. Belki biliyorsundur ama çift olarak satılıyor. Çift olan bu mücevherleri eline alan iki kişinin mücevherleri arasında bağlantı oluyormuş. İstersen dünyanın öbür ucuna git, hislerin aynası denilen bu mücevheri eline aldığında yaşadığın duyguların yoğunluğuna bağlı olarak parlamaya başlıyor. Tabii, öbür mücevher sahibinin yakınına yaklaştığın zaman da parlaması artıyor. Mesafe de önemli ama yaşadığın duygunun derecesi biraz daha ön planda."

Kutunun üstündeki mücevheri eline aldı. Kaybolmasın diye kolyenin ucuna taktırmıştım. Tuttuğu mücevherin sarkan kolyesi havada sallanırken beğendiğini umarak ellerimi sıktım.

"Öfke, üzüntü, kırgınlık, mutluluk, aşk..." Kısa bir duraksama yaşadım. "Hangi duyguyu yaşarsan yaşa, yoğunluna göre öbür çiftin sahibinin mücevheri parlamaya başlıyor. Yani sen değil, karşıdaki görüyor hislerinin yoğunlunu. Birazcık karışık, kabul ediyorum."

"Elizabeth, bu..."

Endişeyle cümlesini tamamlamasını bekledim. Beğenmemiş miydi yoksa?

"Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum. Aldığım en iyi hediye olabilir. Çok teşekkür ederim."

İçime bir ferahlık yayıldı sanki. Gevşeyen kaslarımla yüzümde gülümseme belirdi. "Bu kadar uğraşmamalıydın benim için. Bu hediyeyi almayı gerçekten hak ediyor muyum?" Kurduğu cümlenin saçmalıyla ani bir hareketle başımı kaldırdım. "Hayır," dedim içtenlikle.

"Bunu sen hak ediyorsun Ethan. İftiranın atıldığı günden beri hep yanımda oldun. Çöküş yaşayacağımı fark ettiğin her an, neşelenmemi sağlayan yine sendin."

Daha fazla diyeceğim vardı ama susmak zorunda kaldım. O, benim gözümde her zaman daha iyisini hak etmişti. Kitabı okurken de düşüncem böyleydi. Elise'i sevmesini yediremiyordum. Çünkü içten içe Elise'in onu hak etmediğini düşünüyordum. Ethan, onu güvende hissettirecek biriyle olmalıydı, kendisine sadece acı veren biriyle değil. O kişi kim olurdu, gerçekten öyle birisini bulur muydu bilmiyordum ama sadece mutlu olmasını istiyordum. Sevdiği kişiyle iyi bir ilişki yaşamalıydı, sadece...o kız onu hak edecek kadar iyi birisi olsun, bana yeterdi.

"Öbür mücehver kartonun altında. Dokunan kişiyle bağlantı kuracağından direkt vermek istediğin kişinin dokunmasını sağlamalısın. Kime verirsin bilmiyorum, Zack ile beraber takarsınız belki."

İkisinin çift mücevherlerini takması düşüncesi istemsizce gülme isteği oluşturdu. Zack'in böyle bir şeyi kabul edeceğini hiç ama hiç düşünmüyordum.

Ethan, kartonu kaldırdı. Altına parlayan öbür mücevheri gözler önüne serdiğinde ne yaptığını anlamayarak kaşlarımı kaldırdım. Sonra, beni şaşkınlığa uğratacak bir olay yaşandı.

Kutuyu bana uzattı.

"Sen takmalısın," dedi kutuyu elime tutuştururken. Büyüyen gözlerimle elimde tuttuğum kutuya baktım. "Senden başkasını düşünemiyorum Elizabeth, öbür çiftin sahibi sen olmalısın."

"Emin misin?" diye sordum fısıldayarak. Cevap vermek yerine kafasını sallayınca altın saçları alnına döküldü. Titreyen ellerimle kolyeyi kutudan çıkardım. Ucunda sallanan mücevhere yavaşça dokundu parmaklarım. İki mücevherin de sahibi belirli olunca, beyaz bir ışık yayıldı etraflarından. Heyecanlanarak zıpladım. Ethan da benim gibi şaşkındı ki, kaşları hafifçe yukarı kalktı.

"Bence mutlu olduğumuz için parladılar." Cümlem karşısında hafifçe gülüşünü işittim. "Olabilir," dedi kısık sesiyle. Sırıtışım daha da genişleyerek yüzümü kapladı. Kolyeyi boynuma takarak aile madalyonun üzerine koydum ve başımı kaldırdım. Ethan da çoktan takmıştı ama altın takımının üzerinde biraz komik bir görüntü sunmuştu. O ise bunu hiç umursamıyormuş gibi duruyordu.

Başını kolyeden kaldırdı, sıcacık gülümsemesiyle bana baktı. İçimi ısıtan gülümseyişi yetmezmiş gibi bana yaklaşınca, hafifçe başımı yukarı kaldırdım. Kollarını kaldırdı, beni kendine çekti...

...ve sarıldı.

Göğsüne gelen kafamla heyecanla yutkundum. Tanrıya şükür ki şu anda mücehveri tutmuyordum, yoksa ne kadar parlardı hiçbir fikrim yoktu. Tereddütte kalan kollarımı ona sardığımda yüzümü göğsüne gömdüm. Beklemediğim bir anda içimde hareketlenme oldu.

Tanrım, ne oluyordu bana?

Sarılma faslı, Ethan beni aniden ittirince bitiverdi. Ne olduğunu anlayamayan ve endişeyle dolan kalbimle suratını inceledim. Dikkati bende değildi, çattığı kaşlarıyla ve ciddi bir suratla bahçeyi inceliyordu.

Yoksa, atı mı görmüştü?

Böyle olmadığını kafamı bahçeye çevirince anladım. Hayır, etrafta at falan yoktu. Çok daha kötüsüyle karşı karşıyaydık.

"İnsanlar balodan ayrılmaya başlamış," dedim stresle sıkışan kalbimle. Kafam hızla Ethan'a döndü. "Daha erken değil mi?"

"Öyle. Daha gece yarısı olmadı."

Duraksadı.

"Bir şeyler ters, büyük ölçüde."

Apar topar balo salonuna indik. Fakat karşılaştığımız görüntü, bizi sadece daha da büyük bir endişeye sürükledi. Daha demin içeride bulunan yüzlerce insan ayrılmış, yerini boş masalara bırakmıştı.

Dudağım titredi. Böyle olmamalıydı, tüm çabamızın elimizden kayması hissi iğrenç bir duyguydu.

"Elizabeth, Ethan!"

Delicesine bir hızla bize doğru koşan Zack yüzünde korkunç bir ifadeyle başını salladı. "Ne oluyor burada?" diye soran Ethan'ın sesini işittim. Benimle konuştuğu gibi sevecen değil, şaşırtıcı derecede soğuk bir tondaydı.

Zack onu umursamadan, hareket ettiremediğim bedenimi omuzlarımdan tutup sarstı. "Ayrıldığınız süre boyunca beraberdiniz değil mi? Ethan'ı bırakıp bir yere gitmediğini söyle bana Elizabeth." Sarsılan omuzlarımla donuk gözlerimi suratına kilitledim. "Hayır," gibi bir mırıldanış döküldü dudaklarımdan.

Melis, kendini topla çabuk.

Tırnaklarımı tenime geçirdim. Acı dalgası vücuduma yayılırken biraz da olsa kontrolü geri kazanıp bu sefer emin bir şekilde başımı hayır anlamında salladım. "Benimle birlikteydi," diyerek beni onaylayan Ethan ile bakışlarını benden çekip ona çevirdi.

"Pekala, en azından suç onun üzerine kalmayacak. Bir de bunu kaldıramazdık."

Kendimi tutamadım. "Ne suçu, neyden bahsediyorsun?" dedim kötü bir şey çıkmamasını ümit ederek. Ancak Zack'in hafifçe eğdiği başı, umudumun boşa çıkacağının habercisiydi.

Zack'in ardından bir süre sonra Cindy geldi. Onun da hâli Zack'ten çok farklı değildi. Endişeli gözleri bende dolaşırken başka bir duyguyla daha parladığını gördüm. Cindy'de asla olduğunu düşünmediğim bir duyguydu bu.

Korku.

"Ne olduğunu açıklayacak mısınız? Neden herkes gidiyor, plana ne oldu? Bunun sorumlusu kim!"

Ethan'ın sesi, hizmetlilerden başkasının olmadığı salonu inletti. Hepimizin üzerine düşen karanlık duygular, mutluluktan havalara uçacağımız bu zaman dilimini bizimle dalga geçercesine değiştiriyordu sanki.

"Acil bir durum ortaya çıktı. Şu an nasıl demeliyim bilemiyorum."

Kelimelerini seçerek konuşmaya çalıştığı belli olan Zack, göz ucuyla bana baktı. Benim yüzümden düzgün açıklayamıyordu, anlamıştım.

"Açık açık söyle," dedim net bir şekilde. "Bu hâle nasıl geldiğimizi herkesin öğrenmeye hakkı var." Kararsızlıkla elini saçına attı. "Tamam, beni izleyin. Öğrenmemeniz imkansız zaten."

Peşinden ilerleyip salondan çıkarken Cindy bizimle gelmemişti. Onun girmesine izin olmadığını, Zack'in de korumam olduğundan dolayı bizimle gelebildiğine dair bir şeyler gevelemişti. Dikkatimi fazla toparlayamadığımdan ne dediğini tam olarak hatırlamıyordum.

Geçtiğimiz koridorları ya da yolları hatırlamıyordum. İlerlediğimiz süre boyunca kafamı toparlamam mümkün olmamıştı. Neden bunun yaşandığı, kasten mi yapıldığı düşünceleri kafamda dönüp duruyordu.

Kollarını kavuşturarak duvara yaslanmış Julian'ı görmemizle Zack yürümeyi bırakıp ellerini cebine soktu. Biraz daha ileri baktığımda koridorda bulunanın sadece Julian olmadığı açık bir şekilde gözlerimin önüne serildi. Diğer tüm prensler ve saraydaki leydiler de buradaydı.

Bir kapının yanına çökmüş, titreyen omuzlarıyla kusmamak için kendini zorla tutan Elise'in çökük bedenine kaydı gözlerim. Gözlerinden akan yaşlarla ses çıkarmadan ağlıyordu. Yanında, Elise'in sırtını sıvazlayan Chloe'nin de ondan iyi bir durumda olduğunu söyleyemezdim. Sadece onlar da değil, buradaki herkesin morali oldukça bozuktu, ikizlerin bile.

Bizim geldiğimizi gören Alexander, gözlerini Elise'in üzerinden çekip bana çevirdi. Başta anlayamamıştım ama beni inceliyor gibi duruyordu. Doğrusu, iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyor gibiydi. Yine de bir kelime dahi etmeden yaslandığı yerde durmaya devam etti.

Koridordaki kapı bu sırada açıldı. Dışarı çıkan birkaç korumanın ardından Kral Alphonse'un beti benzi atmış suratı görüldü. Farkına varamadan yanımdan ayrılıp kralın yanına giden Ethan ne olduğuna dair birkaç soru sordu etrafındakilere. Ben de kendime yürümeyi telkinleyerek endişeyle atan kalbimle odanın kapısının yakınına geldim. "Kendin gör," dediğini işittim kralın. Bu talimatla bir an bile vakit kaybetmeden kapıyı açan Ethan, içeri daldı.

Onun peşi sıra ben de kapıya gittim. Gireceğim esnada birisi eteğimi çekiştirdi. Elbisemi titreyen elleriyle tutan Elise'in ağlamaktan kızarmış yüzüne baktım. "Elizabeth, lütfen içeri bakma," dedi titreyen çenesiyle.

Çattığım kaşlarımla eteğimi kavrayıp elinden kurtardım. Balonun erken bitmesine neden olan her ne ise, kendi gözlerimle görmeliydim.

Kapıyı açacağım anda Ethan dışarı çıktı. Önümde duran bedeninden gözlerimi yukarı kaldırarak suratına çıkardım. Sesini çıkarmıyordu. Yavaşça alnını sıvazladı.

"Elizabeth, bunu görmek istediğinden emin misin?"

Onun da bunu söylemesiyle daha fazla kendimi tutamadım ve zorla açabildiğim dudaklarımla yüzümü ekşittim.

"Görmek istiyorum. Ne olursa olsun görmeliyim."

Kendimden emin gözükme çabalarım işe yaramış olmalı ki hafifçe içeri girmem için yana kaydı. "Tek girme en azından," dedi kapıyı açarak ve tekrar odaya girdi. Onu takip eden adımlarım, hayatım boyunca aklımdan kazıyamayacağım görüntüyü görecek olmanın bilincinde olmayarak içeri adımladı.

(Uyarı! Bu kısım bazı okuyucuları rahatsız edebilir.)

Şıp, şıp, şıp.

Önce koku burnuma doldu. Elise'in neden kusmak üzere olduğunu anlayarak öğürmeye başladım.

Şıp, şıp, şıp.

Masadan damlamaya devam eden kıpkırmızı kan damlaları, tüm alanı boyamıştı. Beyaz elbisesi tuval işlevi görmüştü sanki. Artık beyazlıktan eser kalmayan kanla kaplı kırmızı elbiseden damlayan kanlar bacağına doğru yol açmıştı kendisine.

Titreyen bacaklarımın beni daha fazla kavrayamadığı anda Ethan kollarının arasına aldı beni.

Gözlerim doldu, ellerim titredi.

Çeneme doğru ilerlerleyen yaşlar elbisemi ıslattı.

Kafamı başka yere çeviremiyordum. Hoş, çevirsem de bu görüntüyü beynim tekrar tekrar oynatırdı.

Ah, hayır.

Jane'in ölü bedeni, aklımdan çıkamayacaktı.

Asla.

————————————————

Ne diyeceğimi bilemedim...

Bölüm hakkında düşünceleriniz?

Böyle bir şey bekliyor muydunuz?

Sizce Jane neden öldü?

Melis bunun altından nasıl kalkacak? Ya da kalkabilecek mi?

Melis'in Ethan'a aldığı hediye nasıldı?

Küçük bir not; Yazdığım Felix karakteri, Stray Kids üyesi Felix'ten esinlenerek oluşturduğum bir karakterdir. Onun karakterini düşünerek yazdım, kendisi çok sevdiğim birisidir ayrıca. Sesi de mükemmeldir. Stray Kids dinleyin lütfen aşırı iyiler 💗

İleriye yönelik teorilerinizi buraya yazın lütfen^^

Öbür bölümde görüşürüz 🌸

~

Continue Reading

You'll Also Like

Algon Orhol By serro45

Historical Fiction

18.9K 717 53
arkadaşlar hikaye tamamen benim kurgum ve benim fikrimi
AŞIK CİNİM By Gece....

Historical Fiction

32.6K 1.6K 24
Nefret ettiği bir insanoğluna aşık olmuş bir cin aşık bir cini olan kız Peki sizce bu aşka ne olacak başlamadan bitecekmi yoksa büyük bir yasak a...
VAZİFE By ALGON

Historical Fiction

10.1K 604 26
Osman bey Alaeddine vazife vermişdir. Ama bu vazife onların planladığı gibi olmaz ve başka kötü şeyler olur
7.3K 907 13
Bedenim tir tir titremeye başlamıştı. Gözlerim dolmuş neredeyse ağlayacaktım. Etrafta yeni yeni fark ettiğim geçmişe ait şeyler vardı. Tabelalar, ara...