GÜL AHKERİ

By siladamlaakcicek

661K 39.4K 100K

Geçmiş, ne kadar sürede geçerdi? Ya da... Geçer miydi? "Benim yaptığım her şeyi yapacaksan, çok şey yaparım,"... More

GİRİŞ
1.Bölüm "Geçmeyen Geçmiş."
2.Bölüm "Ölümün Yayılan Ezgisinden Düşen Kan Damlaları."
4.Bölüm "His Boşluğundan Yuvarlanıp İntihar Eden Duygular."
5. Bölüm "Kabuk Tutmayan Yaraya Sürülen Merhem."
6. Bölüm "Şafağın Sökülerek Dikiş Attığı Gökyüzü"
7. Bölüm "Boş Kalbin İçindeki İs Lekesi" (Part 1)
8. Bölüm "Kıyametin İzmihlal Çanları" ( Part 2)
9. Bölüm "Kanlı Ellerin İçinde Kurşun Geçirmez Kalp."
10. Bölüm "Paslı Makasın İki Ucu."
11. Bölüm "Gülüşüne Saklanan Yara Yamaları."
12. Bölüm "Açık Oynanan Kartlar."
13. Bölüm "Yağmurlu Geceler."
14. Bölüm "Yıkılması İçin İnşa Edilen Adam."
15. Bölüm "Işıkları Söndürseler Bile."
16. Bölüm "Yakalanan Hisler, Örtbas Edilemeyen Ritimler."
17. Bölüm "Güneşin Katlettiği Ay."
18. Bölüm "Bir Mumun Yanışı."
19. Bölüm "Hatıranın Ateşinde Kavrulan Kayıp."
20. Bölüm "Alışık Olunan Sıfatlar."
21. Bölüm "Sığınak Mı Mezar Mı?"
22. Bölüm "Deja vu."
23. Bölüm "Yüzleşmenin Sillesi."
24. Bölüm "Bir Yutkunuş, Binlerce Susuş."
25. Bölüm "Vazgeçmek mi, kendinden geçmek mi?"

3.Bölüm "Ruh İpine Dolanan İlmek."

32.3K 1.7K 1.1K
By siladamlaakcicek


Bölüm Şarkıları;

Backstreet Boys - Incomplete

Tame Impala- Eventually

Ceylan Ertem - Zalım

"Geçmişinin ipine bağlı kalbi, dolanır durur hatıralara, tıpkı yumak gibi."

🌧

3. Bölüm

"Ruh İpine Dolanan İlmek."

Bazen korku benim için yalnızca bir duygu olurdu, hissedemediğim, sanki hissedersem kendime ihanet edeceğim. Bilirsiniz, hayatının her anında sırtını duvara yaslayıp destek almış ve doğrulup devam etmiş insanlar asla korkmaya hakları olduğunu düşünmezlerdir. Bu hata gibi gelir.

En azından bana şimdiye kadar öyle geliyordu fakat saat gece üç sularında, Yakarış Çıkmazı sokağında silahlı bir çatışmanın ortasında kalana kadardı bu.

Ve aynı zamanda Dinçer'in polis olduğunu öğrenene kadar.

Ben kaldırımın bir köşesinde yaşadığım şaşkınlığı kırık bir bardaktan yudumluyorken, o bardağın keskin tarafı dudaklarımı kanatsa da bu şaşkınlığı yudumlamaktan kendimi alıkoyamadım. Dinçer, vurduğu adam Adaş'a müdahele ediyordu. Üzerindeki ceketi dikenlere asarak kopartmış ve yarasına bastırmıştı. Diğer suçluların hepsini ise kelepçelemişti ve arabaya yaslamıştı.

Bense hareket etmiyor, öylece bakıyordum. İşte, obsesif kompülsif bozukluğun belirtilerinden biri de buydu. Bazen hayal etseniz ağlayacağınızı düşündüğünüz anların içinde olduğunuzda bile kafanızdaki düşünceler o kadar iç içe geçmiştir ki yaşadığınız an'a, o an yaşanan ne varsa odaklanamazsınız. Ben yine aynısını yaşıyordum ama tuhaf olan Dinçer'in buna karşı ağzını dahi açmamış olmasıydı.

Birkaç siren sesi sokağa dağıldığında Dinçer ayaklandı ve gözleri sokağın başına kaydı. İki polis arabası arka arkaya gelmişlerdi. Hızlıca araçlar durdu ve ellerinde silahlarıyla iş arkadaşları arabadan çıktılar. Fakat gördükleri görüntüyle birlikte durmak zorunda kaldılar.

"Komiserim?"

Komiserim.

Dinçer'in yüzünde çözemediğim ifadeler karmakarışıktı, şaşkın polislere ufak bir bakış attı ve "Sonunda Mehmet," diye mırıldandı iğneleyici bir sesle. "Sonunda."

Mehmet dediği polisin gözleri bana kayarken diğer polisler, araca yaslanmış diğer adamları çoktan arabaya tıkıştırmaya başlamışlardı. Dinçer'in de bakışları aynı şekilde bana kayarken mezarlıkta tabutun içinde gömülü olan babamdan tek farkım hâlâ nefes alıyor oluşumdu.

"Sivil mi?" diye sordu Mehmet, onlara bakmıyordum ama ikisinin de odak noktasının şu an ben olduğumun farkındaydım. Sessiz kaldım, tırnaklarımı avuç içime batırdım ve sustum.

"Öyle," dedi Dinçer, bunu dedikten yaklaşık üç dört saniye sonra siren sesi yeniden sokağı sardı, ambulans sokağa giriş yaptı ve saniyeler içinde yerde yatan Adaş'ı sedyeye kaldırıp, ambulansın içine bıraktılar. Yaşanan her şey sanki birer rüya gibi geliyordu.

Ben belki de uyuyakalmış ve sadece bir kabusu çok gerçekçi bir şekilde yaşıyordum.

Sokağa inen insanlar, az önce girdiğim kafedeki çalışan, amcalar ve meraklı teyzeler hepsi soru soruyor ve bir yandan da yerdeki kan izlerine bakarak vahvahlıyorlarken yanımda bir bedenin varlığını hissettim, hemen ardından o bedenin sahibi su dolu pet şişeyi kucağıma bıraktı.

Ardından yanıma oturdu.

Kucağıma bırakılan pet şişeyi büyük bir sakinlikle elime almaya çalıştığımda titreyen ellerim şişenin kapağını açmama izin vermedi bile. Ellerim o kadar titriyordu ki bir an bu bana gözlerimin bir yanılması gibi gelmişti.

Dinçer elimdeki şişeyi yavaşça aldı ve kapağını açıp yeniden bana uzattı.

Elinden şişeyi alıp, "Sağ ol," diye mırıldandım ve sudan büyük bir yudum aldım. Dinçer sessizce hareketlerimi izliyorken bir anda, "Neden en başta bu kadar tepki verip şimdi sokak kedisi gibi köşeye çekildin?" diye sordu, sesindeki o sertlik kırılmıştı az da olsa. "Neden bu kadar sessizleştin aniden?"

Sessizleşmemiştim ki, içimden sürekli konuşuyordum.

Omuz silkip, "Hiç," diyebildim yalnızca yutkunarak.

"Polis olduğumu duyunca güvence mi geldi?"

"Hayır," diyerek netçe bu fikrini reddettim. "Sadece sorgulamak yalnızca zarar veriyor insana, bunun farkına vardım ve sustum."

Bakışlarının derinleştiğini hissettiğimde, ağzımdaki o tüm cevapsız soruları salmak ve cevaplarını bulmak isteme hissine engel olamadan yeniden araladım dudaklarımı. "Kim bu adamlar?"

"Bunu gerçekten sana söyleyeceğimi düşündün mü?"

Azarlar tonda çıkan sesi dişlerimi sıktırırken tepki vermemek için özen gösterdim. "Evet."

Dinçer kavisli burnundan sesli bir nefes verdi. "Yanlış düşünmüşsün o hâlde."

"Bir sen doğrusun ya zaten."

Bu cümlem karşısında kavisli kaşlarının biraz daha çatıldığını gördüm, puslanmış harelerimi kehribarlarına çevirdiğimde göz temasımızı bozarak kafasını başka tarafa çevirdi. "Sana gitmeni söylemiştim," diye homurdandı. "Burnunun dikine gitmeseydin bunlara şahit olmayacaktın."

"Ama oldum," dedim vurgulu bir sesle.

"Hep bu kadar inatçı mısın kızım sen?" diye sordu çatallı diliyle. "Ya sana zarar gelseydi?"

Kaşlarım işte bu sefer cidden çatılmıştı. "Sen polis değil misin? Beni korumalısın."

Burnundan sert bir nefes verdiğinde, sokak iyice kalabalıklaşmıştı. İş arkadaşları bunu engellemeye çalışıyorlardı, meraklı gözleri ara ara bana kayıyor olsa da Dinçer yanımda olduğu için bir şey söylememişlerdi.

Dinçer iyice sessizleştiğimi fark etmişti, bunu anlamıştım. Oturduğu kaldırımdan kalkarak, "Kalk," dedi. "Seni eve bırakayım."

Gözlerim daldığım boşluktan sonunda kurtulduğunda, uzun boyuyla başımda dikilen sözde polise dik dik baktım. "Kendim giderim."

"Allah Allah?" çıktı ağzından oldukça sert bir tınıda. "Bu saatte?"

"Sana ihtiyacım yok, git ve adam vurmaya devam et," der demez hızlıca ayağa kalktım fakat bir an sanki tüm dünya baş aşağı döndü ve gözlerimin önü bulanıklaştı. Elim aniden Dinçer'in koluna tutunduğunda, "Siktir," dedi. "İyi misin?"

Dönen başım ve belirli bir yerde isabet ettiremediğim gözlerim bana yardımcı olmazken, "İyiyim," diye yalan söyledim. "Eve gideyim."

Dinçer'in göz devirdiğini az boz görebilmiştim. "Ya sen ne sıkıntılı bir kızsın?" Kemikli parmakları belime sarıldığında içime düşen ürperti tüm bedenimi baştan aşağıya titretmeye yetmişti. "Adım atacak hâlin yokken inatçılık yapıp daha da sinirlendirme beni ve yürü."

Belimdeki elinden ve tutunduğum kolundan destek alarak beni aracına doğru yürüttü. Daha iyiydim, en azından az önceye kadar daha iyiydim. Temasıyla birlikte ruhum baş aşağıymış gibi geliyordu artık ama şu an umursamam gereken şeyin bu olmadığına emindim.

Siyah Range Rover'ın sağ kapısını açtı ve "Otur," dedi kaba bir sesle, kendimi geri çekerek elinin baskısından kurtuldum ve koltuğa oturduğumda kapıyı sertçe bana doğru kapattı. Dinçer'in Mehmet dediği polis ambulansın içindeki Adaş'a sert bir yüzle sorular soruyor, diğer sarışın polis ise mahalle halkına açıklama yapıyor, diğerleri de araçlarına binmiş bizim gibi gitmeye hazırlanıyorlardı.

Dinçer de arabaya yerleşti ve kendi camını açarak bir arkadaşına kaş göz işareti gibi bir şey yaptı, çok dikkat etmemiştim. Ardından camı yarısına kadar kapatıp gaza basarak kanlı çıkmazı terk etti.

"Adresi söylemeyi düşünüyor musun?" diye sordu, hareketleri, bakışları, sözleri bile gerçekten nefret doluydu bu adamın. Yine de sakin kaldım ve Alkan'ın evinin adresini verdim. Eğer uyandılarsa benim için ciddili bir sorun olacaktı. Hem de çok büyük.

Yalnızca sabah denk geldiğim bir adamla gün içinde bu kadar muhatap olmamız o kadar saçma ve kafa karıştırıcıydı ki düşünmeden edemedim. "Bana havaalanında olanı anlatacak mısın?" diye sordum çat diye. "Şu an anlatmazsan bile emin ol peşini bırakmayacağım."

Keskin bakışları yavaşça bana kayarken, yüzünde tatmin olmamış bir ifade vardı, gözlerini homurdanarak benden çekip yola dikti. "Polis memurunu takip edeceksin," dedi laf sokar gibi. "Öyle mi?"

Kollarımı göğsümde birleştirip ona ters bir bakış attım. "Evet?"

"Kelepçeyi yemek istiyorsun sen herhalde?" dedi soru sorarcasına, vişne çürüğü rengindeki dudaklarını yaladı. "Hasbinallah ya!"

"Beni polis olmanla tehdit edemezsin," dedim sert sesimle. "Sen olmazsan bir başka polise giderim, bugün o notun cebime girmesi bir eşek şakası falan değil ve ben bunun şaka olmayacağını bilecek kadar büyüğüm. Ve sen ne olduğunu biliyorsun, sakın hayır diyerek reddetme, biliyorum."

Göğsü aldığı nefes sebebiyle şişerken, direksiyonu tek eliyle sağa doğru çevirdi ve diğer şerite geçtik. "Neden bu kadar eminsin bir şeyler bildiğime?"

Hiç düşünmeden, "Bakışlarından," dedim.

Yolun üzerinde gezinen gözleri duraksar gibi oldu. "Ne demek bu?"

"Bir şeyler gizleyen insanlar nasıl bakar bilirim çünkü."

"Kişi kendinden bilir işi diyorsun?" diyerek dik dik baktı.

Dişlerimi sıkarak ters bir şey söylememeye çalıştım. Sinirimi ne kadar gizlemeye çalışsam da fark edilmesi zor değildi. Ve o da bunu fark etmişti. "İnsan gibi soru soruyorum, düzgünce cevap ver."

Zehir zemberek gözleri tıpkı bir kayaya çarpar gibi bir anda suratıma öfkeyle çarptı. "Sen bana emir mi veriyorsun?"

"Sen her şeyi biraz fazla mı yanlış anlıyorsun?" diye sordum ters ters. "Çevirip durma."

"Sen de çok konuşma o zaman," dediğinde sesindeki öfke yüzünde de yer edinmişti artık. "Gece gece başıma aldığım belaya bak ya."

"Sensin bela."

Yolun geri kalanında ne o ağzını açmıştı ne de ben. Polisti, daha bu sabah mezarlıkta karşılaştığım adam polisti ve ben yaklaşık yarım saat önce silahlı çatışmanın ortasında kalmıştım. Şu an arabasındaydım ve o notun ne olduğunu biliyordu, ya da bilebilecek potansiyeli vardı.

Şu an bunu söylemese de öğlen saatlerine doğru emniyete gidecektim. Tek yapmam gereken hangi merkezde görev yaptığıydı. Fakat bunu nasıl öğrenebilirdim bilmiyordum. Ya da direkt ona sormalı mıydım?

Arabadaki tek ses nefes seslerimizken, ortaya düşen sesim bunu böldü. "Nerede görev yapıyorsun?" diye sordum dilimi ısırmak isteğiyle dolup taşarken.

"Kadıköy," diyerek kısa kesti. Gözlerim profiline kayarken bir süre yalnızca yüzünü izledim. Ucu hafif kalkık bir burnu vardı, keskin bir çenesi ve oldukça sert ifadesi vardı. Dudakları dolgun ve dışa doğruydu.

İstediğim cevabı almanın verdiği tatminlik hissiyle rahatlarken, araç Alkan'ın evinin bir arka sokağında durdu. Gözlerim telefonumun ekranına kayarken saati gördüğümde gram şaşırmadım bile.

Dinçer sessiz kaldı, aynı şekilde ben de. İnerken de hiçbir şey söylemedim, teşekkür bile etmedim, zaten o da ben iner inmez gaza basarak sokağı terk etmişti.

Yine tek başıma kalmıştım işte.

Gecenin zifirisi sokağın üzerine kara bir lanet gibi çökmüştü. Sokak lambası cızırdıyor, karşı kaldırımdaki kedi uysal ve küçük adımlarla ilerliyordu. Bir an bu gerçekliğin dışındaymışım gibi hissetmiştim.

Sadece bir an mı?

Hızlı adımlarla Alkan'ın oturduğu siteye doğru yürüdüm ve binaya girip, basamakları tırmandım. Bizimkilerin uyanmamış olması için dua ediyordum ama bu ne kadar yardımcı olacaktı bana, işte bunu bilmiyordum.

Anahtarı deliğe sokup kilidi çevirdiğimde bir yandan yüzümü buruşturmuş çıkan sesten ötürü rahatsız olmuştum. Kapı açılırken evin hâlâ sessiz ve karanlık olması derin bir nefesi vermeme yardımcı olmuştu. Kapıyı örtüp ayakkabılarımı kenara çıkarmıştım ki bir anda koridor ışığının açılmasıyla yerimde zıpladım.

Bade.

Dağılmış saçları ve üzerindeki şort pijama takımıyla tam da karşımda azrail gibi dikilen ve çatık kaşlarıyla bana sertçe bakan kişi Bade'ydi. Bir an ne yapacağımı bilemediğinden elim ayağıma dolaştı ve sadece dişlerimi göstererek sırıtmaya çalıştım.

Kafasını iki yana sinirle salladı. "Yemedim."

"Hiç mi?" diye sordum ufak bir umutla fakat sert bakışları bunu hemen reddetti.

"Saat gece dört buçuk ve sen dışarıdasın bu saatte ve bunu yine geçtim gizli gizli gidip geliyorsun?" Sorgu dolu sesi yükseldiğinde, "Kızım sessiz olsana!" diye fısıldadım kaşlarımı çatarak. "Uyanacaklar şimdi!"

"Uyansınlar, neredeydin bu saatte o zaman?"

"Ya of!" diye homurdandım sessizce. İşte şimdi ne yapacağım konusunda yine fikrim yoktu! Doğruları söylesem kafayı yerdi, söylemesem yine yerdi!

Olduğum yerde durmuş ona bön bön bakarken, o da kaşlarını çatmış, elini beline atmış bir şekilde benden açıklama bekliyordu. "Konuşmazsan çocuklar uyanır. Seçim senin."

Sessiz kaldığımı gören Bade dağılan saçlarıyla tıpkı bir öcüyü andırırken yerinde tepindi. "Cevap versene kızım neredeydin bu saatte sen ya?" diye konuştu bariz bir şaşkınlıkla. "Saat kaç haberin var mı?"

"Çöp atmaya çıktı-"

"Terliği yersin kafana Hazan!" diye cırladı. "Dökül, bugün zaten yerinde durmayacağını biliyordum da bu kadar hızlı olacağını tahmin etmemiştim sadece."

Her ne kadar söylememek için dirensem de Bade beni asla rahat bırakmayacaktı ve bunu bildiğimden, "Tamam," diye kabullendim. "Odaya geçelim anlatacağım."

Bade uykulu gözlerini kırpıştırıp kafasını salladı ve hemen ışığı kapatıp odaya girdim. Üzerimdeki korkuyu ve şaşkınlığı hâlâ atamamıştım. Bade yatağa oturmadan hemen önce odanın ışığını açtı ve sorgulu gözlerini yeniden bana çevirdi.

"Dinçer'in yanındaydım," diye konuştum tek nefeste, gözlerimi sıkı sıkı yummuş Bade'nin tepkisina bakıyordum. İlk önce kaşları çatıldı ve ardından gözleri şaşkınlıkla büyüdü. "Ne!"

"Ya bağırmasana yavrum ya!" diye konuştum hızlıca. Bade şaşkınlıkla, "Nasıl Dinçer'in yanındaydım?" diye sorabildi. "Bu saatte nerede? Nereden ulaştın ayrıca ona? Tanımadığın birinin yanında ne bok yedin bu saatte?"

"Instagram hesabını buldum ve buralara yakın bir kafede hikaye atmıştı, ben de oraya gittim çünkü bugün ikimizin de cebine giren notun ne olduğunu bence biliyor, ya da öğrenebilir öyle diyeyim."

Bade'nin değişen yüz ifadeleri o kadar keskin ve bir o kadar da belirsizdi ki sustum fakat bakışlarıyla beni dövdüğü için devam etmek zorunda kaldım. "Ve...Bana sürekli eve gitmemi söyledi ama gitmedim işte. Sonra..."

"Sonra?"

Bu söyleyeceğimle vereceği tepkinin sınırı asla yoktu ama daha fazla susamadım. "Dinçer polismiş ve silahlı saldırıya uğradık. Yani tam saldırı sayılmaz, birkaç adamı vurdu ama ambulans geldi. Yani ölmedi ama çok kan kaybediyord-"

"Hazan dalga mı geçiyorsun?!" diye bağırarak ayağa kalktı, eli şaşkınlıkla ağzının üzerine kapanırken, gözleri dehşetle büyüdü. "Ya sana bir şey olsaydı gerizekalı! Ya sana inanamıyorum!" dedi dehşetle. Ardından gözleri hızlıca bedenimde gezindi ve bir şey olmadığını görünce gözlerini derin bir nefesle beraber kapattı. "Allah'ım rüyadayımdır umarım lütfen."

Parmaklarımı gerginlikle saçlarımın arasından geçirirken, "Bade nereden bilebilirdim Allah aşkına?" diye konuştum aceleyle. "Polis yerine katilim dese daha az şaşırırdım sen düşün. Hiç beklemiyordum, bir anda adamlar sokağın başında belirince ben de ne yapacağımı bilemedim."

Bade duyduklarını hazmetmeye çalışırken, gözlerini yeniden kapatıp yatağa oturdu. "Şu an yaşadığım şoku en son lisede matematikten kopya çekip sıfır sekiz aldığımda yaşamıştım," dediğinde gözleri gözlerime kırgınlıkla baktı. "Neden en azından birimize haber vermedin tanımadığın bir adamın yanına giderken gecenin bir köründe? Bana söyleseydin, ya bir şey olsaydı sana? Polis söylemese biz nereden öğrenecektik? Ya kurşunu yeseydin kıçının bir yanağına!"

Söylediği her bir kelimeye çarpan haklılık en sonunda da yüzüme çarptı ve ucu kurumuş düşüncelerimi afallattı. "Sizi katmak istemiyorum."

"Bunu kafandan at!" dedi Bade inanamaz gibi. "Olay gerçekten şaka değilse ve daha büyük bir şeyse, ki sen öyle olduğunu düşünüyorsun. Bununla tek başına baş etmeyeceksin."

"Size zarar gelmesini istemiyorum tamam mı?" dedim gözlerine bakarak. "Babamın kaderinin ölüm olduğunu biliyorum ve bugün bu kaderin devamını ben de yaşayabilirdim, bunu da biliyorum. Düşüncesiz insanın tekiyim belki size haber vermediğim için ama bencil değilim. Size zarar gelecek olma düşüncesini bile kaldıramam. Bu yüzden de söylemedim Bade, söyleyemedim."

Bade önce sessiz kalıp, sadece yüzüme baktı. Ardından yerinden kalkıp kollarını bana doladı.

"Güzelim..." deyip sıkıntıyla iç çektiğinde gözlerim istemsizce kapandı, kollarını sıkılaştırıp bedenimi kucaklarken ellerim ona sarılmak için kalkmadı çünkü avucumdaki yarım ay şeklindeki tırnak izleri hâlâ acıyordu.

"Tek başına halledebileceğini biliyorum, biliyoruz ama lütfen tek hareket etme. Hatırlatıp ne seni ne kendimi üzmek istiyorum ama olmadık bir yerde krizin tetiklenirse bu bize söylemenden daha kötü olur."

Hasta, dedi zihnimden bir ses. Hasta, hasta, hasta. Geçmişinin ipine bağlı kalbi, dolanır durur hatıralara, tıpkı yumak gibi. Tek adımda yanacak canı ama hâlâ olduğu yerde sayıklar, bekler. Hasta, dedi yeniden o ses. Senin adımların bile hep geriye.

"Alkan ve Doğu Dinçer'den pek haz etmediler," dedim geriye çekilerek. "Söyleseydim sorun çıkaracaklardı. Biliyorum."

Bade yavaşça dudağını yaladı, gözleri bende değildi artık. "Fark ettim, belki de lisede tanışıyorlardır ve araları pek iyi değildir."

"Tanışıyor olsalar bunu bilmez miydik?"

Bade başını iki yana salladı. "Bilmiyorum, belki de yakın değillerdir."

"Üzerimdeki şoku hâlâ atlatabilmiş değilim," diye mırıldandım yatağa oturup. "Ne düşünsem, neyi düşünmesem bilmiyorum. Kafam allak bullak."

Bade de benim gibi yanıma oturdu ve elimi destek olurcasına sıktı. "Peki silahlı saldırı neden olmuş? Ya da bugünle alakalı bir şey söyledi mi?"

Umutsuzca omuzlarımı düşürdüm. "Hiçbir şey söylemedi biliyor musun? Ne bugünkü saldırı ne de not. Ağzını bıçak açmıyor adamın ya."

"Hangi karakolda görev yaptığını öğrenebilsek basardık," diyerek yaklaşık bir saat önce aklımın içinden geçenleri söyledi Bade.

"Aslında biliyoruz..."

Bade kafasını hızlıca bana çevirdi. Meraklı gözlerine karşılık, "Kadıköy," dedim. "Hatta uyanınca ilk işim oraya gitmek çünkü bu işin peşini bırakmayacağım. Yani Dinçer bir şey söylemese de başka bir polise derdimi anlatırım. Havaalanında bir şeyler döndüğüne eminim."

Bade başını yavaş yavaş salladı. "Birlikte gideceğiz, sakın ağzını itiraz etmek için açma elimin tersindesin Hazan."

El mahkum onaylamak zorunda kaldım ve Bade'nin sorduğu sorulara cevap verirken gözlerimin üzerine çöken yorgunluğun baskısına dayanamadan gözlerim kapandı.

Kirpiklerimi kırpıştırıp gözlerimi aralarken, hissettiğim baş ağrısının tarifi yoktu. Gözlerim açık olsa da sanki hâlâ uyuyor gibiydim. Tarifsiz yorgunluk bedenimi etkisi altına alırken gözlerimi yeniden kapatıp, kolumu diğer yastığa sardım fakat başıma aldığım darbeyle bu bozuldu.

"Saat üçü tam tamına dokuz dakika geçiyor, anlayacağın kargalar bokunu ebesinin amı kadar saat önce yedi ve sen hâlâ uyanmadın? Sen sabahlasan bile öğlen birden sonra asla uyumazsın? Hazan bir şeyler mi içirdiler kız sana? Kalksana!"

"Ya Doğu!" diye huysuzca inledim ve bana fırlattığı yastığı suratına fırlattım. "Def ol git! Uykum var!"

"Maşallah kış uykusuna yatan ayı gibi yatıyorsun saatlerdir zaten," diye homurdandı ve üzerimdeki battaniyeyi çekti. Soğukluk hissi vücudumu ürpertirken ona orta parmağımı kaldırdım.

"Kıracağım parmağını şimdi," dedi Doğu ve yastıkla yeniden yüzüme vurdu. "Kalk bir şeyler ye, sonra uyursun."

Yüzümü buruşturduğumda sinirden her an ağlayabilirdim. Tamam uykuyu çok sevmiyordum ama benim tam şu an uyumam lazımdı ve yeni uyanan insana sataşılmazdı! "Git buradan ya!"

"Kovuyor musun bir de beni sen şu an?" dediğinde sesindeki cazgırlığı yakaladığım için başıma gelecek şeyi tahmin etmek zor olmadı. Ve Doğu düşündüğümü yaparak bacağımı çekiştirip beni yataktan düşürmeye çalıştı.

"Seni bir döverim var ya!" deyip tuttuğu bacağımı ona doğru savurup tekme atmaya çalıştım. "Bıraksana beni sapık köpek hayvan it! Uyuyacağım bırak ya!"

Tekmelerimden geri kaçarken, diğer eliyle de diğer bacağımı çekti ve yataktan yere sülük gibi yapıştım. Güm sesi diğerlerine de gitmiş olmalı ki Alkan ve Bade, "Ne oldu lan?" diyerek odaya girdiler fakat Doğu koltuğa oturmuş, görmedim duymadım bilmiyorum ifadesine bürünmüştü. "Hiçbir fikrim yok," demekle meşguldü.

Bense yere sülük gibi yapışmıştım.

"Sorun yok!" diyerek elimi kaldırdım. "Güno!"

"Gerçekten güno mu?"

🌧

Bizimkilerin zoruyla kahvaltı yapmış ve kendime birkaç parça eşya alacağımı söyleyerek evden ayrılmıştım. Doğu da futbol oynadığı için kulübe gidecekti ve bu yüzden beni herhangi bir alışveriş merkezinin önüne bırakmasını istemiştim.

Karakola buradan gidecektim.

Bade ise regl olduğu için acıdan kıvranıyordu ve bu yüzden benimle gelememişti fakat dakika başı yazarak ne yaptığımı soruyordu. Acısının canını çok yaktığına emindim çünkü böyle bir konuda ne olursa olsun dediğini yapar ve benimle gelirdi.

Şimdiyse taksideydim ve şoföre "Kadıköy Emniyet" dedikten sonra arkama yaslanmış, puslu camın ardındaki yolları izliyordum. Evet, hava durumu gerçekten dünden beri berbattı; yani insanların söylemine göre. Yoksa benim için hava hoştu, yılın dört mevsimini de yağmurlu ve soğuk geçirebilmek için her şeyimi verirdim.

Şoförün sesiyle gerçekliğe dönerek cüzdanımdan bir miktar parayı uzattım ve taksiden indim. Ne soğuk, ne de ılık olan havanın ferah kokusunu içime çekip karşı kaldırıma geçtim. Üzerimde uzun kollu kalın bir crop, altımda da kargo krem renginde pantolonum vardı. Üzerime de kot ceketimi atmış, ayağıma da blazer'larımı geçirmiştim.

Polis binası tam olarak karşımdaydı.

Derin bir nefes aldım ve duraksamadan oraya yürüdüm. Büyük bahçe kapısından geçerken dürüst olmak gerekirse telaşlıydım. Dinçer'i tanımıyordum, hâliyle vereceği tepkileri de kestiremiyordum.

Binanın geniş kapısından içeriye geçerken silahı önünde, elinde, belinde polisler sürekli hareket içindelerdi. İçeri adımladığımda yalnızca bir anlığına da olsa babamın silüeti gözlerimin önüne geldi. Babam da tıpkı Dinçer gibi polisti bir zamanlar. Vefat etmeden önce hayal meyal beni karakola getirdiğini ve o evrak işlerini hallederken onu izlediğimi hatırlıyordum. Aklımda tüm ayrıntılarıyla beliren bir anı değildi, parça parça bölüktü ama oradaydı işte.

Derin bir nefes alıp adımlarımı konuşturdum ve karşıma çıkan ilk polise, "Pardon bakabilir misiniz?" sorusunu yönelttim. Benden oldukça uzun olan hoş tebssümlü polis gülümsedi. "Elbette, nasıl yardımcı olabilirim?"

"Komiser Dinçer Akay Alkor'la görüşecektim." Bu cümle ağzımdan firar ederken ismindeki alevler dudağıma sıçramıştı.

Polis memurunun kaşları yavaşça havaya kalktı önce. "Tabii, fakat o bu saatlerde genelde yoğun olur. İsterseniz başka bir arkadaşım da yardımcı olabilir."

"Maalesef onunla acilen görüşmem gerekiyor," dedim gülümseyerek. "Hem de acilen."

Polisin yüzünde birkaç ifade değişti ama belki de sorgulamak istemedi. "Peki o hâlde beni takip edin, acil işinizi çözelim." Ardından beyaz rengin her yere bulaştığı uzun koridoru işaret etti. "Buradan, üst kat."

Başımı sallayıp onu takip ettim. İlk önce koridorun sonundan sağa döndük ve merdivenleri çıktık. Bu sırada çoğu polis masalarındaki dosyalar hakkında tartışıyordu. Diğerleri de görebildiğim kadarıyla bir suçluyla ilgileniyorlardı. Basamaklar nihayet bitince polis eliyle bir yeri işaret etti. "Orada."

İşaret ettiği yere bakışlarım çevrildiğinde saatler önce beni evime bırakan adamı gördüm. Bir elini masaya yaslamış, iş arkadaşlarıyla ciddiyetle tartışıyordu. Çehresi dün olduğu gibi sertti, bakışlarıysa küfreder gibi. Üzerinde üniforması vardı. Siyah üniforması tüm bedenini sarmalamış ve açıkçası onu daha ürkütücü ve dikkat çekici göstermeyi başarmıştı.

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım bana yol gösteren polise, o da tebessüm ederek yanımdan ayrıldı. Bakışlarımı yeniden Dinçer'e çevirdiğimde ona seslenen diğer bir polise bakacaktı ki gözleri benimle buluştu.

Ve sinirli bir şekilde göz devirdi.

Yanındaki arkadaşına dudaklarını okuyabildiğim kadarıyla bir dakika gibi bir şey söyledi ve çatık kaşlarla bana doğru gelmeye başladı. Adımları o kadar kendinden emin ve sağlamdı ki sanki o yürüdükçe yer titriyordu. Delici bakışları yüzümde sayısız iz bırakırken adımları tam olarak önümde durdu. "Ve...Yine sen."

Kaşlarımı küstahça kaldırdım. "Ve... Yine ben. Yoksa sıkıldın mı?"

"Hem de çok."

"Açıkçası umrumda değil," diyerek samimiyetsiz bir şekilde gülümsedim. "Geleceğimi söylemiştim."

Dinçer kollarını önünde birleştirip, "Maalesef ki hatırlıyorum," diye söylendi.

"Ne güzel." Ona bir adım daha yaklaşıp sessiz bir şekilde, "Ne olduğunu anlatacak mısın yoksa ben başka bir iş arkadaşına derdimi anlatmalı mıyım?" diye sordum sır verir gibi. "Hem belki onlara da bana neden yardımcı olmadığını sen söylemek istersin."

Dinçer bu sinir bozucu sesime de ifademe de sadece sert sert bakmakla yetindi. "Hiçbir şey bilmiyorum, çünkü başımda dünya kadar iş varken küçük bir çocuğun basit bir şakaya bu kadar takacağını düşünüp araştırma yapmadım." Bu sefer o bana doğru eğildi ve aramızdaki boy farkını az da olsa kapattı. "Yine de bir daha yüzünü görmemek şartıyla sana yardım edeceğim. Yürü, havaalanına gidiyoruz. Kamera kayıtlarını izleyip bakarız kimin yaptığına."

Gözlerim istediğimi almanın verdiği hazla irileşecekken bunu hemen engelledim. "Seni bu yüze muhtaç etmesini bilirim de neyse," diye geveledim ona dik dik bakarak.

Anlamadığı için yüzünü buruşturup, "Anlamadım?" diyerek göz kırptı.

"Yok bir şey," diye mırıldandım. "Lütfen hemen gidebilir miyiz?"

Dinçer bana kısa bir bakış atıp birine el işareti yaptı. "Adaş ben gelene kadar cezaevine sevk edilmesin, işim var." Arkadaşı başını salladığında Dinçer merdivenleri işaret etti. "Yürü."

Ardından saatler önce bindiğim arabasına yeniden bindik ve aracını o kadar hızlı kullandı ki çok kısa bir süre içinde havaalanına vardık. Yol boyunca o da konuşmadı, zaten benim ağzımdan tek harf dahi çıkmamıştı. Sadece Bade'nin attığı mesajları cevaplamıştım.

Sarışın: Gittiniz mi? O komiser yanında mı? Allah'ım yanında olması olmamasından daha da kötü inanamıyorum! (17.04)

Sarışın: Kız baksana! Kesin bir şey oldu. YİNE SİLAHLI SALDIRIYA FALAN MI UĞRADINIZ GERÇEKTEN KALDIRAMAM BU SEFER! (17.06)

Sarışın: Lütfen havaalanından benim makyaj çantasını (yani servetimi ve tüm mal varlığımı) almadan gelme. Yoksa bu sefer ben seni kurşuna dizerim. (17.08)

Sarışın: Ve lütfen dikkatli ol. Eğer sana zarar gelirse yanındaki polisin kafasını keserim. Niye ona sinirliyim bilmiyorum. Yine de kendine dikkat. (17.09)

Sarışın: Ölürsen öldürürüm seni. (17.10)

Bade'ye sakin olmasını tembihleyen birkaç mesaj atmış ve sadece yağmur damlaların tokat atar gibi arabanın camına çarpmasını izlemiştim. Şimdiyse Dinçer arabayı durdurmuştu ve gözlerini dikkatle bana dikmişti. Daha doğrusu gözlerime.

Ne diye gözlerime öyle bakıyordu ki?

"Ne diye öyle bakıyorsun?" diye sordum kendimi tutamadan, dikkatli bakışlar beni her zaman rahatsız ederdi. Kendimi çok huzursuz hissederdim.

Dinçer diliyle sol yanağına baskı yaparak, "Sana ne?" diye sordu.

Evet, bir hayvanla konuşmaya çalışmak benim hatamdı.

"Ne gıcık adamsın sen gerçekten," diye homurdandım başımı iki yana sallayıp. "Sanki ahiret sorusu sordum."

"Çok konuşma da in," diyerek çenesiyle dışarıyı işaret etti. Sert ve emrivaki tavırlarını kısa bir süre göz ardı edebilirdim. Evet, bunu yapabilirdim.

Yani umuyordum.

Arabadan indikten on saniye sonra Dinçer de inmiş ve yanıma gelmişti. Ses etmeden havaalanına giriş yaptık. Evet, dünden sonraki uçuşlarda hiçbir sıkıntı yoktu. Nitekim iki dakika önce kalkan uçakta bunun göstergesiydi. Dinçer'in sorgulu gözleri her yerdeydi. Bir durduğu yerde üç saniyeden fazla kalmıyordu ve her yeri tarıyordu.

"Komiser," diyerek bakışlarının bana düşmesini sağladım. Kontrollerden geçecektik ve sıra bizdeydi.

Dinçer neden ona seslendiğimi fark etti ama oralı olmadan kontrollerin başındaki güvenliklere doğru direkt yürüdü. Güvenliğin kaşları çatılırken Dinçer bileğimden tutarak beni de kendisine doğru çekti. Hemen ardından üniformasını gösterip, "Komiser Dinçer Akay Alkor," diyerek kendini tanıttı. Elini cebine atıp bir kağıt çıkardı ve kağıdı güvenliğe gösterdi. "Havaalanı hakkında izin kağıdım var, düne ait kamera kayıtlarını izleyeceğim..." Ve sonra bana baktı. O kağıdı ne ara çıkartmıştı? "...Görev arkadaşımla birlikte."

Güvenliğin şaşırdığı çok belliydi ama Dinçer'in keskin bakışlarına hayır cevabını verseydi, ölüm fermanını imzalamış gibi olacaktı çünkü bakışları hiç iyi değildi. Güvenlik ve diğer iş arkadaşları sadece kafalarını sallayıp, yolumuzdan çekildiler.

Ve Dinçer'le birlikte hızlıca kontrolleri geçtik fakat geçer geçmez onu durdurdum. "O kağıdı ne ara çıkardın? Hani hiçbir şey bilmiyordun?" diye konuştum kuşkuyla. "Neden sana güvenmiyorum? Neden her dediğin bir yalandan ibaretmiş gibi."

Dinçer bezmiş bir ifadeyle birlikte, "Salak veya aptal değilsen daha dünden beri tanıştığın birine zaten güvenmezsin," dedi alayla. "Ayrıca gece peşime takılacağını söylediğin için izin kağıdını çıkarmıştım öğlen. Ve seni bilgisiz bırakmamı istemiyorsan çeneni sadece on dakikalığına kapat ve devam et."

Yürümeye devam etti, aynı şekilde ben de ama susmadım. "Öncelikle sen bana emir veremezsin. Polis olabilirsin ama ben senin tutukladığın bir suçlu değilim ve emirlerine de sana da boyun eğmem. Eğer ben buradaki mağdursam polis olarak ne biliyorsan anlatmak zorundasın," dedim üzerine basa basa.

Kırkbeş dakika sonra Manisa'ya kalkacak uçağın anonsu yapılırken Dinçer sadece gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. "Sabır."

"Asıl bana sabır."

O bir adım önümde, bense onun bir adım arkasındayken asansörü kullanarak en üst kata çıktık. Burada neredeyse hiç insan yoktu. Sanırım doğru kattaydık. Dinçer beni beklemeden sıra sıra dizilmiş olan kapılara doğru yürüdü ve baştan üçüncü kapının önünde duraksadı.

Büyük harflerle GÜVENLİK ODASI yazılı odaydı.

"Bakalım, neler dönüyor?" Dinçer bunu dedikten sonra bana hadi der gibi baktı ve aniden kapıyı açtı. Bilgisayarların ve çokça ekranların başındaki görevliler şaşkınlıkla ayaklandığında Dinçer direkt olarak elindeki kağıdı içlerinden birinin eline tutuşturdu. "Havaalanıyla ilgili araştırma emri var, izin kağıdında sebebini vs okursunuz. Ve şimdi odadan çıkmalısınız beyler, işime engel oluyorsunuz."

Görevliler de ben de açılan gözlerle Dinçer'e bakarken içlerinden biri, "Bizim burada olmamızdaki sıkıntı ne?" diye sordu çatılan kaşlarla. Gözleri bana çevrildiğinde bir an donakalsam da hemen Dinçer'in yanına ilişip duruşumu dikleştirdim. Beni de polis sanmalılardı.

Dinçer'in gözleri geniş ve büyük ekranlardayken, "Bu cümleyi işime karışıyorsun olarak yorumladım..." dedi ve gözü görevlinin üzerindeki yeleğe; ismine kaydı. "...Barbunya."

Adamın ismi Baybars'tı!

"Adım Baybars," diye düzeltti adını görevli.

"Tamam Barbara," dedi Dinçer göz devirerek.

"Adı Baybars," dedi, arkadaşlarından bir diğeri sinirle.

Dinçer bu sinire aşağılayıcı bir bakış attı, bu sefer onun ismine kaydı gözleri. İsmi Onur'du. "Tamam Orçun, öyle olsun."

Bu adam şaka mıydı?

Görevlilerin göğsü sinirden resmen kabarırken, "Beyler sizi dışarı alalım," dedim, bir anda polis mi olmuştum? Sanırım. "Görev arkadaşımın dikkati dağılınca o da beyin dağıtıyor da."

LÜTFEN BUNU SÖYLEMEMİŞ OL HAZAN!

LÜTFEN!

Dünden beri bir kere tebessüm bile etmeyen Dinçer şaşkınlıkla dudaklarını birbirine bastırıp gülüşünü yutmaya çalıştı. Baybars, "İnanamıyorum," dedi ve öfkeli adımlarla odadan çıktı. Dişlerimi göstererek diğerlerine sırıttım. "Çay kahve?"

Dinçer boşalan sandalyelerden birine oturdu ve son bir kez daha içerideki görevlilere baktı. Bakışlarıyla biri nasıl bağırabilirdi? Bu adam yapıyordu. Diğer görevliler Dinçer'in masaya bıraktığı izin kağıdını aldılar ve homurdanarak dışarıya çıktılar. Onlar çıkar çıkmaz kapıyı kapattım ve sırtımı kapıya yaslayarak derin bir nefes aldım. "Çok şükür."

Dinçer'in uzun ve hızlı parmakları klavyenin üzerinde koşu yarışında yarışan bir sporcu kadar hızlıydı. "Demek beyin dağıtıyorum ha?"

Utançla kafamı kapıya bastırdım. "Rol icabı."

"Çok rol değil gibiydi," dedi komiser muzip bir tavırla.

"Bir şeyler bulabildin mi?" Merakla yanına geldim ve neredeyse ondan fazla olan bölünmüş ekranlara baktım. Dinçer birkaç tuşa bastığında görüntüler değişti. Gözlerim ekranın sağ üst tarafındaki tarihe kayarken 12 Eylül'ü görmek nefesimi tutturdu.

"Dünün kayıtları duruyor ama..." Kaşları sorguyla çatıldığında parmakları klavyenin üzerinde yeniden hareketlendi. "Bir dakika."

Ani çıkışıyla bakışlarım baktığı ekrana kitlenirken Dinçer ileri tuşuna bastı fakat görüntü ilerlese de kesilmişti. Yani bu bariz belliydi çünkü kasetler birleştirilmiş gibiydi. Dinçer bir kere daha ileri tuşuna bastı ama kayıt çoktan kesilmişti.

"Bu şaka mı?" diye sorabildim, sesimdeki şaşkınlık hissettiğim öfkeden daha yoğundu. "Görüntünün kesildiği çok net! Neden böyle? Kayıtta mı bir sorun var yoks-"

"Saat dokuz kayıtları kesilmiş," diyerek beni kesti Dinçer. "Akşam sekiz ve on var ama dokuz yok. Bizim uçuşun olduğu saatin kaydı yok, görüntü bu yüzden aksediyor." Dinçer bir anda klavyeye sertçe vurdu. "Siktir ya."

"Sana söylemiştim!" diye parladım, göğsümde tutuşan ve koru zihnime sıçrayan şey saf öfkeydi. "Sana basit bir eşek şakası olmadığını söylemiştim! Öyle olsa kamera kayıtlarına neden erişsinler? Ve bunu izin kağıtları olmadan nasıl yapabilirler? İstemiş olamazlar da!"

"İstemediklerini nereden biliyorsun?" diye sordu Dinçer ters ters.

"Çünkü kayıtlar kişisel veri işlemeye girdiğinden Emniyet Şube Müdürlüğü tarafından yönetildiğini biliyorum. İH veya LGM bu süreçle ilgili karar sahibi olamazlar; kayıtlar İH ve LGM tarafından adli bir süreçte Hukuk Muhakemeleri Kanunu madde 219 ve ilgili maddeler uyarınca mahkemelerce talep edilen belgeleri ibraz etme yükümlülüğü sebebiyle KVK Kanunu madde 5/2'de belirtilen hukuki yükümlülüğün yerine getirilmesi sebebine dayalı olarak ve davaya taraf olan İH ve LGM'nin kendisini savunabilmesi amacıyla bir tesisin korunma hakkından dolayı Emniyet'ten talep edilir."

Bir an ben bile verdiğim bilgilere şaşkınlıkla baktım fakat asıl şaşkın olan ben değil, Dinçer'di. Kalın dudakları aralanmış, gözlerinden bir merak seli akıyordu. Kehribarları gerçekten büyük bir sorguyla gözlerimde durdu. "Sen bunları nereden biliyorsun Hazan?"

Görüşümü engelleyip önüme düşen perçemimi gerginlikle kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Beş gün sonra hukuk üçüncü sınıf öğrencisi olacak birinin bunları bilmemesi garip olurdu."

Gözlerinde sinirden ve öfkeden başka bir hisse denk gelmek beni afallatmıştı çünkü büyük bir şaşkınlık hakimiyet sürüyordu orada. Yine de kendini toparlayıp, "Güzel," dedi ve oturduğu yerden kalktı. "Her neyse, emniyetten istemeleri için elle tutulur bir sebepleri olmalı. Havaalanından biriyle anlaşmış olabilir notun sahibi."

"Olabilir ama belki de emniyette tanıdığı olan biri bunu yapan, belki de ona güvenerek bu kadar rahat." Bir an, yalnızca bir an aklımı ucundan kemirmeye başlayan o kurtçuk kendini belli etti ve Dinçer'e kuşkuyla baktım. Fakat bakışıma sert bir karşılık verip, "O küçük aklından benimle alakalı imkansız şeyler geçirme," dedi, buz gibi bir sesle.

Odanın içinde volta atarken, "Tamam ama birbirine oturmayan parçalar var!" diye söylendim. "Silinen görüntülere ulaşmamızın imkanı yok mu?"

Dinçer başını iki yana sallarken aniden yerdeki bakışları bana çıktı. "Çöp kutusuna bakmadık, değil mi?" Daha cevabımı beklemeden yeniden klavyede bir şeylere bastı ve çöp kutusu açıldı. Ve bingo!

Dosyanın adı 12 EYLÜL 21.00'dı.

"Hadi oradan," lafı çıktı ağzımdan, bu nasıl aklımıza gelmezdi? Dinçer'in yüzünde tatmin olmuş bir ifade oluştu ve görüntüye tıklamayı es geçip, yeniden indirmeye başladı. "Çekmeceleri karıştır ve bana acil bir USB bul," dedi aceleyle. "Görüntüyü kurtaracağım, çok kaldık odada her an damlayabilirler."

Başımı hızlı hızlı sallayıp çekmeceleri karıştırmaya başladım. Kalem, kağıt, defter, kulaklık... Bunlar aradıklarım değillerdi. Elime gelen ama lazım olmayan şeyleri savuşturup diğer çekmeceye geçtiğimde komiser, "Kızım hızlı olsana az," diye homurdandı.

İkinci çekmecede bulduğum USB'yi ona doğru fırlattım ve güzel bir manevrayla havada yakaladı. "Konuşma da görüntüyü indir."

"Göstereceğim ben sana konuşmayı," dedi fakat şu an benimle uğraşmaya vakti yoktu. USB'yi bilgisayarın arkasına takar takmaz görüntüyü kaydetmeye başladı. Şu an hissettiğim gerginliğin gerçekten tarifi yoktu. Yani kesinlikle yoktu!

"Dinçer hadi," dedim, gözlerim sürekli kapı ve onun arasında gidip geliyordu. "Gelseler bir şey olur mu ki?"

"Görüntüleri sildiklerine göre olmaz," dedi, alay dolu bir sesle. Sabır çekerek bir şey demedim fakat kapıdan gelen ses bunu engelledi. Az önce çıkan görevliler ve yanlarında orta yaşlı, takım elbiseli bir adam daha vardı. Odaya destursuz girmişlerdi ve burunlarından soluyorlardı. Adamın bakışları önce bana daha sonra Dinçer'e düştüğünde, "Nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu ciddiyetle.

Gözlerim tedirginlikle Dinçer'e döndüğünde içten içe görüntüyü kaydetmiş olması için yalvarıyordum! Dinçer gayet rahat bir ifadeyle oturduğu koltukta döndü ve "Mesela işime engel olmayarak başlayabilirsiniz," dedi.

Ve işaret parmağıyla cebini işaret edip, gözünü kapatıp açtı.

Kaydetmişti.

İçime serpilen su tuttuğum nefesimi verdirirken, takım elbiseli adamın kaşları çatıldı. "Komiser Dinçer, buraya bu şekilde destursuz gelip kamera kayıtlarını izleyemezsin. Bu gizliliğe hakaret."

Dinçer'in adını nereden biliyordu?

Belki de şu Barbunya söylemişti.

Aman işte Baybars!

Dinçer oldukça rahat bir şekilde döner sandalyede geriye yaslanıp, kışkırtıcı bakışlarını görevlilerin yüzünde dolaştırdı. "İzin kağıdını görmediyseniz ya körsünüz ya da okuma yazmanız yok."

Ovv, iyiydi. Gerçekten insan sinirlenmede üstüne yoktu.

Takım elbiseli adam ceketinin yakasını düzeltip, "İzin kağıdını okudum, fakat dünkü uçuşumuzun sebebinin hava koşulları olduğu anons edilmişti," dedi, ardından diğerleri de bunu fısıltılarla onayladılar.

Fakat bu Dinçer'in umrunda olmadı. "Yani?" Omzunu silkti. "İnanmalı mıydım?"

"İnanmamanız için hiçbir sebep yok," dedi Onur.

Dinçer, Onur'a üstten üstten baktı. "Bak sen küçük enişteye."

Yapmaya çalıştığı stratejinin farkındaydım. Sürekli laf sokup sinir bozarak dikkat dağıtmaya çalışıyordu. Ki bence başarıyordu da.

"Yılmaz abi bu yaptıkları yasal suç resmen," diyerek söze girdi Baybars'ın arkasındaki. "İzin kağıdındaki sebep buna izin vermez."

"Ama dünkü saat dokuz uçuşunun görüntülerinin silinmesi buna izin verir, öyle değil mi?" diye sordum iğneleyici bir sesle. Bunu dediğim an Yılmaz dedikleri adamın beti benzi attı. "Hem de sebepsiz bir şekilde..." Kollarımı göğsümde birleştirdim. "Biraz tuhaf sanki?"

"Dünkü kamera kayıtlarının hepsinin olduğu gibi durduğuna eminim," dedi Onur, kafası karışmış bir şekilde. "Zaten bakmışsınızdır."

"Baktığımız için olmadığını söylüyoruz aslanım zaten," diyerek döndüğü sandalyeden kalktı Dinçer. Uzun boyu yüzünden yanında ufacık kalmıştım. "Yeni bir arama izni daha çıkartmamı istemiyorsanız, yolumuzdan çekilin çünkü daha kelepçe takmamız gereken eller var."

Bunu Yılmaz'a dik dik bakarken söylemişti. Dinçer bana doğru gelip, "Hadi," dedi ve hareket etmem için belime dokundu. Temasıyla ürpersem de kafamı salladım ve hareketlendim. Yılmaz ve diğerleri sinirli gözlerle kenara çekildiler ve yol verdiler. Ben önden, Dinçer ise benim arkamdan geldiğinde Yılmaz bize seslendi. "Bu yaptığınız karşılıksız kalmayacak, Dinçer."

Dinçer cidden güler gibi oldu, eli hâlâ belimdeydi koruyucu bir tavırla. Bu yutkunmama sebep oldu. Eli belimin kıvrımındayken dokunduğu yer ateş kesilmişti sanki. Yılmaz odanın kapısını kapatınca komiserin elinin baskısından kurtulmak amacıyla geriye çekildim. "USB'yi göstersene."

Dinçer cins cins gülümsemeye çalışıyordu, ve evet bunu kesinlikle isteyerek yapmıyordu. Kaşlarım bu anlamsız ifadeye çatılırken, "Gerçekten salak mısın, yoksa rol mü yapıyorsun yemin ederim anlam veremiyorum," dedi yürürken. "Kamera kayıt odasından şu an bizi izlerlerken USB'yi mi çıkarmalıyım cidden?"

Siktir, doğru söylüyordu.

Elimle alnıma vurup, "Doğru," diye homurdandım salaklığıma, gerçi aklım yerinde değildi ki! Dinçer olumsuzca başını sallayıp ilerlerken peşine takıldım ve ifademi oldukça sabit tutmaya çalıştım. "Görüntüleri nerede izleyeceğiz?"

Asansöre binerken, "Sen artık evine gideceksin," dedi Dinçer, uyarıcı bir tınıda. "Halletmem gereken çok fazla işim var, akşama anca bakarım."

Gözlerimi büyük bir yavaşlıkla ona çevirdiğimde, dudağımı ısırıp sakin kalmaya çalıştım ama sanki inadıma yapıyordu. "Dinçer bu senin için olmasa da benim için önemli tamam mı? İlgilenecek kadar önemli gelmiyorsa USB'yi bana ver."

"Delili bir sivile vereyim yani?" Alaylı tavrı canımı sıkıyordu. "Bakacağım dedim, sadece daha önce yapmam gereken birkaç iş var."

"Tamam ben de seninle beklerim." Bir an söylediğim şeyi yeni idrak ettim. Seninle. Dinçer'in de ifadesi değişmişti. Toparlamak için, "Yani öyle değil, seni beklerim. Yani seni değil işinin bitmesini..." Zırvaladığım kelimelerin saçmalığına küfrettim. "Ya her neyse ya."

Dinçer bana çözemediği zor bir zeka küpüymüşüm gibi bakıyordu. Karmakarışıktım gözünde, farkındaydım. Ben herkesin gözünde öyleydim.

Havaalanından çıkmadan önce Bade'nin dün kaptırdığı makyaj çantasını almak için tam bir saat uğraşmış ve sonunda bulmuştum. Gerçekten, dünden beri yaşadığımız aksiliklerin sayısı yoktu. Tatil çöp olmuştu, bizimkiler de gitmek için hiç istekli olmamışlardı. Belki de bana ayıp olacağını düşündüklerindendi.

Aradan geçen sessiz yarım saatin ardından Dinçer aracını dünkü adreste durdurdu. Konuşmamıştık hiç, zaten çok konuşkan biri olmadığı belliydi. Ben de konuşmak için ağzımı açmamıştım.

Yine de, "Teşekkürler," diye mırıldandım mahçup bir tavırla. Sonuçta eve getirmek zorunda değildi.

Dinçer'in dövmeli eli direksiyondayken ellerinin oldukça kızarık ve damarlı olduklarını fark ettim. Parmakları uzun, damarları ise daha uzundu. Ve elinin kasıldığını görmek benim için kolay olmuştu. Omuz silkti yeniden. "Teşekkürlük bir şey yok."

Tam arabadan inecekken, ona hâlâ sormadığım cevapsız sorular içimi öyle sıktı ve huzursuz etti ki başımı ona çevirdim. "Dün neden Muğla'ya gidecektin?"

Bu sorunun cevabını merak ediyordum.

Komiser sertçe yutkunduğunda boğazında ufak bir çıkıntı oluştu. Hislerini sakladığı ve asla gün yüzüne çıkarmadığı gözlerini bana çevirdi. "Çok soru sorm-"

"Cevap. Ver. Komiser," dediğimde belki de dünden beri yüzümde ilk defa bu kadar fazla ciddiyet hakimdi.

Sanki bir ruhun elinden yürümesi için tutuyordum ama asıl yürütülen bendim. Ruha çokça soru dolanıyor, ilmek ilmek zihnime işliyordu. Dinçer'le göz göze geldiğimizde gözlerinin büyüdüğünü gördüm. "Dün geceki herifler Muğla'ya gidecekti, onların peşindeydim. Uçuş iptal olunca da instagram hesabıma kafeyi attım çünkü geleceklerini, yemi yutacaklarını biliyordum." Küstah bir tavır belirdi yüzünde. "Gel gör ki yemi tek yutan onlar değilmiş."

Büyük bir utancı iliklerime kadar hissediyordum şu an. Sanırım yerin yirmi kat dibine girsem daha az utanırdım. "İyi ki de gelmişim," dedim yine de, bunu beklemediği aşikardı. "Yoksa senin bir şey söyleyeceğin yok."

Dinçer elini havaya kaldırıp, "Cidden," diye homurdandı. "Hiçbir şey demiyorum sana."

"İyi akşamlar." Bu son cümlemdi, araçtan inmiş ve atıştıran yağmur damlalarını yüzüme yemiştim. Dinçer'in aracı hâlâ hareket etmemişti. Umursamayarak diğer sokağa yürüyecekken, "Hazan?" sesini işittim.

Alkan tam da karşımda bana bakıyordu.

Ve o an Dinçer elinde telefonumla arabadan indi.

İşte şimdi bitmiştim.

🌧
Sosyal Medya Hesaplarım;
Instagram: siladamlaakcicek
Twitter: sladamlaa

-Düşüncelerinizi buraya alalım.

-Sizce Alkan'ın tepkisinden neden çekiniyor Hazan?

-Dinçer nasıl biri? Ve sizce Hazan'a kamera kayıtlarını izleyip haber verecek mi?

-Bade hakkındaki düşünceleriniz?

-Ve hadi tuttu tutmadı oynayalım. Alttaki kahve içmeye bayılıyor.💃🏼

Continue Reading

You'll Also Like

1M 34.3K 57
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
362K 22.2K 44
17 yıl önce annesi tarafından ölü olarak bildirilen Neva... Yıllardır onun hasretiyle yanıp tutuşan Akay ailesi... Ama... Ortada bir sorun vardı.Neva...
2.7M 85.5K 60
İtalyan bir mafya... Başka açıklamaya gerek var mı?
150K 7.4K 19
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?