TARDU

By seydnrk_

2.9K 956 8.1K

Bu Kitabın Yaş Sınırı +16 Eski Türkçe'de "Tardu" kelimesi "Armağan-Hediye" anlamlarına gelmektedir. Bu hika... More

🔻TARDU'YA GİRİŞ YAPMADAN EVVEL🔺
1) SÜRÜCÜ ➿
2) KERAMET ➿
3) LAŞE ➿
4) KEŞMEKEŞ ➿
5) TAROT ➿
6) ANÇMAY ➿
8) LYPOPHRENİA ➿
9) GİZ ➿
10) KÜKLER ➿
11) İM ➿
12) İM, GEÇMİŞTEN GELECEĞE ➿

7) ALACALI ➿

133 61 212
By seydnrk_

- KEYİFLİ OKUMALAR -

Savaş, bir kazananı olduğu zaman mı biterdi? Yoksa hiçbir kazananı olmadığı zaman mı? Peki, savaşın sonunu kim görebilirdi? Kaybeden mutsuz mu olurdu gerçekten? Ya kazanan? Kazanan taraf gerçekten savaştan galip çıkınca sevinç nidaları atar mıydı?

Derin bir nefes aldı genç adam. Dudağının sol kenarından akan kanı, elinin tersiyle sildi. Karşısında duran kişiye baktı. Gözlerinin kırmızılığında boğulacağını hissetti. Yumruk yaptığı sağ elini, hedefi olan kişinin yüzünde patlattı.

"Ah, genç adam! Lütfen, bana bu kadar duyguyla vurma! Canım acımıyor çünkü sen öyle vurunca!"

"Seni şerefsiz!" diye hırsla bağırdı ve bir yumruk daha salladı. Ancak yumruğu havaya karışmıştı. Atik bir hareketle çekilmişti çünkü karşısında bulunan kişi.

Ona bir insan diyebilir miydi? Ya da onunla bir savaşa girmiş olsaydı, kazanacağından emin olabilir miydi?

Necati bağırdı, bu ıssızlığını haykıran ormanın içerisinde çaresizce, "Abi-i! Dikkat et!" Lakin ne kadar bağırmış olursa olsun geç kalmıştı. Efken, olduğu yere yığılmıştı. Tıpkı bir hayinin yapacağını yapmıştı çünkü O. Arka tarafına geçmiş, sanki etrafında dönüyormuş gibi yapmış ve sırtına dirseğini geçirmişti. Bu darbe, Efken'e ağır gelmişti.

Necati, elinde bulunan silahı doğrulttu ona. Nişan aldı. Bir el ateş etti. Sarsıldığını gördü. Bir el daha ateş etti. Ve onun tekrar sarsıldığını gördü. Durmadı Necati. Tekrar ve tekrar bastı tetiğe. Ancak onun yıkılmadığını, yere düşüp ölmediğini gördü. Sadece, aniden vücuduna hapsolan kurşunların vermiş olduğu etkiyle sarsılıyordu. O kadar!

Ormanın her yerinden gelen bir ses, kulaklara hüküm sürdü. Ama ne sesti! "Adsız!" Genç bir kadının tiz sesiydi bu. Toprağı ezen ayaklarının sesinin eşliğinde gelen, umudun ışığı olduğunu belli eden, o ses!

Güldü. Beklediği gelmişti. Her şey oyununa göre işliyordu. Onu şimdi, burada öldürebilir ve artık rahatça Dünya üzerinde dolaşabilirdi. Dudaklarını yaladı. Ellerini iki yana açtı. Başını kapatan şapkayı çıkardı ve yere attı. Sol elinde Massive Kilij belirdi.

Necati, olanları şoke olmuş bir şekilde izliyordu. Karşısında bulunan kişi, resmen gözlerinin önünde değişmişti. Hadi bunu pas geçecek olsaydı bile, o kılıç nasıl bir anda çıkmıştı ortaya? Midesinin bulandığını hissetti. Bu gece, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı!

Genç kızı görmesiyle birlikte şaşkınlığı iki katına çıkmıştı. Bu o kızdı. Çok konuşan, beyaz saçlı kız. Acaba onunda bir yerlerden kılıç fışkıracak mıydı? Necati, düşündüğü şeye bile şoke olmuştu.

"Necati, Efken'i al ortadan!" Bunu bekliyordu. Cesareti, kesinlikle kurşunlarının bitmesi ve Efken'in boylu boyunca yere serilmesiyle birlikte bir toz bulutu misali uçup gitmişti. Bir adım attı. Karşısında bulunan iki kişiye baktı. Oldukları yerde dimdik durduklarını görünce koşarak Efken'in yanına gitti. Sağ elini omzuna sardı ve yine koşar adımlarla daha önce durduğu iki çınar ağacı arasına geldi. Omzundan elini çekti ve onun yere oturmasını sağladı. Kendiside yere, onun yanına oturdu. Başka ne yapabileceğini bilmiyordu çünkü. Ya da şu an korkuyorum, demek gururuna zor geliyor da olabilirdi.

Genç kız, harelerinde yeşillerin kaybolduğunu ve sarıların hüküm sürdüğünü hissediyordu. Bu, onu ilk görüşüydü. Tüm çıplaklığıyla görmüyordu belki ama şu an karşısındaydı. Tüm benliğiyle oradaydı. Ellerini iki yana açtı. Avuç içi karşısına doğruydu. Dudaklarını araladı.

"Bana gelin!"

İki kelimeden oluşan, kesin bir emir. Solunda belirdi Ölüm Adderi; sağında belirdi Kurt. Savaş başlıyordu. Ya da oyun! Kim, ne demek isterse o, artık başlıyordu kesinlikle!

Adsız gülümsedi. Karşısında bulunan kişi artık küçük bir kız çocuğu değildi. O, artık bir Ançmay'dı! Ataları tarafından kutsanmış, mükemmel olan şaman! Belki de... Daha fazlasıydı. Kim bilir?

Kılıcını, bedenine çapraz gelecek şekilde kaldırdı. Koyu kırmızı hareleri, karşısında bulunan sarılara sabitlenmişti. Eğlenceli ses tonuyla, "Oyun, başlasın mı Ançmay?" dediğinde yüreğinde taşıdığı tüm öfkesini sesine yansıttı genç kız. "Cehennemin ateşinde yanasın!"

Sağ elini omuz hizasında kaldırdı. Avuç içini tamamen karşısına çevirdi. Hızla kaldırmış olduğu sağ elini karşısına doğru indirdi. Doksan derecelik bir açı, ne kadar tehlikeli olabilirdi? Adsız, olduğu yerden dört, belki de altı adım geriledi. Bu durum, onu fazlasıyla keyiflendirmişti. Ançmay, gücüne güç katmış, diye düşündü.

"Daha fazlası olabilirsin! Yoksa, o muhteşem Tanrın buna izin vermiyor mu?"

Öfkelendi. Öfkesi bir dağı eritir, bir okyanusu taşırır, bir şehri yok ederdi. İki elini de omuz hizasında kaldırdı ve karşısına doğru ani bir hızla indirdi. Ve gözler, o doksan derecelik açının ne kadar tehlikeli olabileceğini gördü. Adsız, ayaklarının yerden yükseldiğini hissetti ve hızla geriye doğru itildiğini. Daha sonra mı? Sonrası tam bir keşmekeş! Sırtı hızla arkasında bulunan kayın ağacına çarptı ve ağaç ortadan ikiye ayrıldı. Bu, onun öfkesini ve kana olan doyumsuzluğunu hatırlattı.

Massive Kilij'i hızını kazandı. Öfkesi, bir virüs gibi yayıldı etrafa ya da koca bir girdaba sokan sis bulutu gibi. Hızla koştu genç kıza doğru. Genç kız, olduğu yerden milim olsun kıpırdamadı. Bekledi... Ve onun öfkesi hükmetti bedenine.

Acımasızca indi Massive Kilij genç kızın üzerine. Ama ne bir iz bırakabildi onda ne de başka bir şey. Erk hayvanları devreye girdi. Genç kız, olduğu yerden üç adım sağa, yere düştü ani geçişle dengesini kazanamayarak. Ölüm Adderi, zehrini akıtacak yeri bulmuştu. Durur muydu hiç zehrini akıtmadan! Toprak zemin, yok olduğunu fark etti. Süründü. Süründü. Ve artık zehrini akıtma vakti geldi. Hızını almadı. Daha çok arttırdı. Adsız, şaşkınlığını harelerine yansıttı. Ancak hareket etmek için geç kalmıştı. Ölüm Adderi, ağzından içeriye girdi. Tüm zehrini akıttı. Kurt, hiddettini yansıttı. Dişlerini gösterdi ve karşısında bulunan mahlukata tüm hırsıyla saldırdı.

İmre, bu anı bekliyordu. Yerden hızla kalktı. Yere düşen Massive Kilij'i aldı. Bağırdı. Acısıyla, öfkesiyle, intikam duygusuyla. Ve Kilij, sahibinin üzerine -göğsüne- indi...

Olan biteni, pinpon topunun gidiş hızına yetişmeye çalıştığını belli edercesine bir o yana bir bu yana giden başıyla pür dikkat izleyen Necati'nin şaşkınlıkla ağzı, deyim yerindeyse beş karış açılmıştı. Elini sağ tarafında bulunan adamın omzuna koydu. Kurumuş olan dudaklarını yaladı. Heyecanla:

"Abi. Abi. Kalksana! Şu anı kaçırdığın için bana türlü küfürler, hakaretler sayıp duracaksın bak! Kalk. Beyaz saçlı kız neler yaptı bir bak hele!" dedi ve Efken'in yanağına tokat attı. Daha sonra, "Yav, sana kalk diyorum. Kalksana be adam! Bu kadar da uyunmaz ki!" diye sözlerine devam etti.

Bir şeyler duyuyordu. Bir kızın çaresizce bağırdığını. Bir insan evladının konuşup durduğunu. Ama kim, ne diyordu? Kehribarlarını örten kapakları araladı yavaş yavaş. Karşısında gördüğü kişiyle yüzünü, memnuniyetsizliğini belirtecek bir hâle soktu. Sol elini kaldırdı ve Necati'yi omzundan itti.

"Ne, tiz sesli kuş misali car car ötüp duruyorsun?"

Onun kurmuş olduğu cümleyle kaşlarını çattı. Dik dik onun suratına baktı Necati. Elini havada rastgele salladı ve tatlı bir sitemle, "Şu an senin söylediklerini anlamaya çalışacak durumda değilim abi! Kalk ayağa ve sağına bak!" diye emrivaki bir şekilde konuştu. Onun dediğini yaptı Efken ve başını sağa çevirdi. Gördüğü manzarayla şoke olmak, deyimini yaşadı.

Hafif esen rüzgârın, aheste aheste beyaz, uzun saçları dans ettirdiğini gördü. Dik görmek istediği omuzların, çöktüğünü fark etti. Gözyaşlarının, düz bir yol çizdiğini ve tıpkı bir Yıldız'ın gökyüzünden kayıp gitmesi misali yüzünde çizdiği yol üzerinde kaydığını gördü. Canı yanıyordu. Bunu yüreğinin en derininde hissetti.

Zor bela ayağa kalktı. Hâlâ nefes almakta zorlanıyordu. Ama direndi. Direnmek zorundaydı. Bir adım attı. Bir adım daha ve bir adım daha. Adımları, beyaz saçlı güzelin yanına gidene kadar durmadı. Yerde, dizleri üzerinde durmuş, kanı simsiyah akan adamı gördü. Adam diyordu ancak onun bir insan olmadığını, Güneş'in Dünya'yı aydınlattığını bildiği kadar iyi biliyordu.

İmre, Adsız'ı büyük bir dikkatle inceleyen kehribarların sahibine baktı. Gözyaşlarını sildi. Çökmüş omuzlarını dikleştirdi. Zor bela ayağa kalktı. Göğsü, bir dağdan düşen taşlar misaliydi. O yana bu yana çarpan, ancak kendisine engebesi olmayan bir alan bulamayan bir taş misali...

Gözlerini kapattı. Gözyaşlarıyla ıslanmış olan dudaklarını araladı.

"Onu yok etme gücünü bana veresin, Atam Bürküt!"

Ama o güç gelmedi. Zamanının daha gelmediği fısıldandı kulağına "Daha değil!" cümlesini söyleyen Ölüm Adderi ile.

Hırsla açtı gözlerini. Avını kaçırmış bir aslan misaliydi. Hareleri sararmış, siyah irisleri yok olmuştu. Öfkesi bedenini esir aldı. Saçlarını tutan, emanet olan siyah toka, ormanın toprak zeminiyle bütünleşti. Rüzgâr savurdu saçlarını sağdan sola; soldan sağa. Bir nida koptu dudakları arasından. Acısını, öfkesini, kaybetmiş olduğu herkesin adını taşıyan bir nida! Dizleri üzerine çöktü.

Buna eş zamanlı olarak bir hortum oluştu bulundukları alanda ve bir erkek sesi kulakları doldurdu.

"Masumun masumu? Seni yaşattığım için mi bu isyanın? Yaşayacaksın ve bir gün tekrar kaybedeceksin sevdiğin birini!"

Efken, kulakları donduran sesin geldiği yöne çevirdi bakışlarını. Ona dimdik bakan, her şeye gücünün yeteceğini belli eden bir adam. Ama ne adam! Bir insan olmadığını her şeyiyle belli eden!

Ayağa kalktı. Onun tam karşısında durdu. Gözlerini, onun kırmızı ve siyahın hüküm sürdüğü gözlerinde sabitledi.

"Kimsin?"

"Zamanında seni ve yanındaki kadını Adsız dediğiniz kişinin gazabından koruyan kişiyim."

Bir adım attı. Ellerini iki yana açtı.

"Kulakları çınlatasın! Gözleri kapatasın! Kalpleri dondurasın! Ve bizi yanına alasın! Kutlu sığınak! Duyasın sesimi!"

Ve bir sis bulutu sardı dört bir yanı. Gözler görmez oldu. Kulaklarda korkunç, tiz bir ses vuku buldu! Ve kalpler... Kalpler, korkuyla "tak tuk" diye sesler çıkarır oldu. Necati, İmre ve Efken; ellerini kulaklarına, kafalarını iki bacakları arasına alarak yerde oturur vaziyette bekler oldular. Ses ve sis öyle korkunç bir ikili olmuştu ki kalplerinin çarpmayı bırakacağını, kulaklarının bir daha asla duyamacağını düşündüler.

Ne kadar zaman geçmişti? Ne kadar süre o hâlde beklemişlerdi? Hiçbir fikirleri yoktu. Sadece acı içinde kalakalmışlardı öylece. Kendini ilk toplayan kişi Efken olmuştu. Yavaş hareketlerle önce ellerini kulaklarından çekti. Kehribarlarının artık ormanın dipsizliğini görebildiğini fark etti. Ayağa kalktı. Solunda hâlâ elleri kulaklarında, dizleri üzerinde durmuş olan Necati'nin omzuna koydu sol elini. Bu hareketle birlikte Necati açtı mavilerini ve artık her şeyin geçmiş olduğunu gördü. Şaşkın mavilikleri, etrafı inceliyor ve tam olarak ne olduğunu idrak etmeye çalışıyordu.

Efken, sağında duran kadına döndürdü kehribarlarını. Sarı harelerinin etrafı incelediğini, omuzları dik bir şekilde durduğunu gördü. Ondan hemen sonra kendine gelmişti kadın. Elinden kıl payı kaçırmıştı Kötülüğün Efendisini! Kaldırdı başını. Genç adam ile göz göze geldi. Hareleri birleşti ve birleşen hareler, pek çok şeyi anlattı birbirine. Kalktı ayağa genç kadın. Üzerine bulaşan toprağı temizledi.

"Git buradan. Kimse seni görmeden ve suçlamadan!"

Başını aheste bir hareketle aşağı yukarı salladı. Arkasında onları bırakarak hızla uzaklaştı, kötülüğün simgesi olan bu dipsiz ormandan.

"Abi?"

Umursamaz tavrını takınmıştı Efken. Sanki saniyeler önce okyanusta oluşan girdaba kapılan kişi o değilmiş gibi ya da Cehennemin ilk kapısından geçmiş ve orada bulunan ateşte kendisine yer edinmemiş gibi bir hâl içerisine girdi.

"Efendim?"

"Daha demin olanlar..." Sol elini havaya kaldırdı, "Sorma, bilmiyorum! Senin bilmediğini ben nereden bileyim hem! Kalk, gidelim hadi," diyerek Necati'nin sözünü kesti. Onun söylemiş oldukları sonrasında ayağa kalktı.

İki genç adam, ormanın zeminini kaplayan toprağı Cehennem ateşinde yürüyormuşçasına adımlamaya başladılar. Her adımları yaşamış oldukları durumun ağırlığını taşıyordu. Her adımları bir soruya gebe bırakıyordu onları.

Olay mahalline geldiklerinde herkesin köşelerine çekildiğini ve kimsenin onların yokluğunu fark etmediğini gördüler. İşini bitiren, gözlerinin gördüklerini toplamış olan herkes... gitmişti. Kimse yoktu onlardan başka şu koca, dipsiz ve kötülük kokan ormanda!

Bir orman ne kadar kötü olabilirdi? Ne kadar çok içerisinde kötülüğü taşıyabilirdi? Hayal gücünüzün en dip sınırlarında gezinin! Her kötülüğü kendiliğinde toplayan bir orman düşünün! Ama ne orman! Toprağında cesetleri toplayan, ağaçların suyla değil de kanla beslendiği, içinde en kötü ruhları gizleyen bir orman!

Ne kadar çok felâketi kendisinde saklıyor öyle değil mi? Sadece kelimeler bu kadar korkunçsa kim bilir, ormanın bizzat kendisi ne kadar korkunçtur?

〽️

Gökyüzü, Güneş'in ışığıyla aydınlığına kavuşmuş ve onun altında yaşayan insanlar, tatlı telaşlarına kapılmıştı. Kimisi seher vaktinde uykusunu geride bırakıp işlerine giderken kimisi de fecir vaktinde gidiyordu. Kısacası herkes, bir yol tutturmuş ve ona göre yürüyüşünü gerçekleştiriyordu.

Herkes kafasının içerisinde, yüreğinin en derininde bir dert taşıyordu ve onu alıp en güzel yere koyuyor, onun acısını geçirmek için çabalıyordu. Yüreği dertsiz olanın yaşamak için bir nedeni kalır mıydı ki?

İmre, seher vaktinden az biraz önce gelmişti eve. Gördüğü kehanet onu yalnız bırakmamış, yüreğinin en derininde kendisine bir yer edinmişti. Oraya gitmesi gerektiği kulağına fısıldanmış ve o da boynunu büküp gitmişti oraya. Eve geldiğinde ise kendisini yatağının üzerine atmış, gözlerini bir daha açmak istemezcesine kapatmıştı. Fecir vakti odasına gelen anneannesi onu uyandırmış ve kalkması gerektiğini belirtmişti. Bugün önemli bir gündü! Bunu unutmak ve silmek ne mümkündü! Ancak anneannesi bilmiyordu ki, gün çoktan gelmiş ve geçmişti. Dünü, bugüne bağlayan gece de her şey olacağına varmıştı.

Kahvaltısını yapmış, iki saatlik uykuyla ayakta durmaya ant içmişti. Aksi mümkün müydü ki? Evden çıkarak kitap-kahve dükkanının yolunu tutmuştu. Geldiğinde ise çoktan müşterilerin yavaş yavaş dükkanı doldurmaya başladığını görmüştü. Yorgun gözleri etrafı tararken karşısında gördüğü kişilerle kaşları istemsizce kalkmış ve şaşkınlığı yüzüne yansımıştı. Gelecek mi, düşüncesi cevabını bulmuş ve karşısında kehribarları görmüştü.

"Sen," demiş lakin cümlenin devamını getirememişti. Efken aheste bir hareketle ayağa kalkmış ve kendisine şaşkın yeşillikleriyle bakan beyaz saçlı kadına omzunu silkmişti. Yanında ikizi gibi her yere götürdüğü Necati ise olduğu yerde durmuş, dükkanın en sakin köşesinde olan iki kişilik kahve tonlarındaki kanepede oturmaya devam etmişti.

"Konuşmamız gerek." Net bir şekilde söylenen tek bir cümle, pek çok şeyi anlatabilir miydi? İmre, başını aşağı yukarı salladı aheste bir hareketle. O önde giderken Efken'de onu takip ediyordu. Dükkanın solunda kalan mutfağı pas geçmişler ve uzun bir koridoru arşınlayarak koyu kahve tonlarında olan kapıyı açarak içeriye girmişlerdi.

Oda tamamıyla kahve tonlarındaydı. Açık kahve, ikili bir koltuk; kahverengi, dikdörtgen bir masa ve onunla aynı renk bir sandalye. Hemen cam kenarında bulunan sallanan bir koltuk. Büyükçe bir kitaplık ve kitaplığın içerisinde bulunan eskimiş kitaplar. Her şey öyle düzenliydi ki Efken bir an kendi dağınıklığından utandı. Elbette bu durum fazla sürmemiş, yarım dakikalık bir sürenin ardından kendini ikili kanepeye atarak yüzünü genç kızı döndürmüştü.

İmre çantasını askıya asarken, "Bir kahve?" diye sormuş ve Efken'in, "Olur," cevabı sonrasında odadan dışarıya çıkmıştı. Onun gitmesiyle birlikte Efken etrafını dikkatle incelemeye başladı. Odanın içerisinde bulunan her şey belirli bir düzene ve belirli bir renk uyumuna sahipti. Küçük, dikdörtgen bir pencere ve onun hemen önünde duran küçük bir sehpa. Sehpanın hemen yanında sallanan sandalye. Onlara paralel olarak duran, odanın ortasında bir dikdörtgen bir masa. Masanın üzerindeki her şey düzenli; üst üste konmuş dört ajanda ve iki dosya, içerisinde üç rengi taşıyan açık kahve tonlarında bir kalemlik, masanın tam ortasında kapalı bir dizüstü bilgisayar.

Ne kadar da düzenli bir kadın, diye geçirdi içinden Efken. Ya düzen takıntısı var ya çok fazla detaycı ya da gücünü her şeyiyle hisseden bir kadın. Düşüncelerinin ardı arkası kesilmiyor ve her fırsatta kendisini yeni bir teori üretirken buluyordu. Ellerini yüzüne götürdü ve avuç içlerini yüzüne bastırdı.

Gözlerini kapatmış, dün olanların hepsini süzgecinden geçirmişti. Ne demişti Necati, "Abi, bu kadında düşündüğümüzden daha fazlası var!" Evet, buna kesinlikle o da katılıyordu. Zaten buraya gelmesinin en büyük sebebi de buydu. Bildiği fazlalıkları öğrenmek.

Efken odanın içerisinde kendi düşünceleri ile boğuşurken İmre ise mutfakta kahvelerin olmasını bekliyordu. Neyi, nasıl anlatacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Ama bir yerden başlamalı ve anlatmalıydı.

İmre, oyunu kurallarına göre oynamalıydı!

Kahvenin olduğuna dair gelen ses üzerine kendi kendini düşünerek yok etmeyi bir kenara bıraktı ve kahveleri fincanlara koyarak odasına yürüdü. Onunla tensel temastan kesinlikle kaçınması gerektiğini kafasının bir köşesine yerleştirdi ve odasının kapısını açtığında tepsiyi tutuşunu da değiştirerek, tepsinin en uç noktalarına koydu parmaklarını.

Hafifçe eğildi ve tepsiyi Efken'e doğru uzattı. Kehribarlarından olabildiğine kaçtı, asla harelerinin temas etmesine izin vermedi. Efken, ona uzatılmış olan kahveyi aldıktan sonra sandalyesine yaslandı. Bunu gören İmre derin bir nefes aldı ve masasına doğru ilerledi. Oraya ilerlerken tepsiyi, pencerenin önünde bulunan sehpaya koydu ve kahvesini alarak sandalyesine oturdu.

"İstediğin yerden sor. Cevaplamaya hazırım. Çünkü bu, gecikmiş bir konuşma," dediğinde Efken kalın, biçimli kaşlarını çattı.

"Gecikmiş derken?" sorusunu yöneltti. Bu sözleri onu fazlasıyla meraklandırmış ve duyacak olacağı şeylerin onu, dalından kopmuş bir yaprağın acımasızca esen rüzgârda savurduğu gibi savuracağını hissetmişti.

"Evet, gecikmiş bir konuşma," dedi. Her cümlesi sanki ona işkence ediyordu. Boğazına bir şeyler takılıyor, yutkunmasını engelliyordu.

Ona anlatacağı şeyler, zor bir konudan ibaretti ve nereden başlayabileceğini bilemiyordu. O gelmeden önce her şeyi kafasında bir teraziye koymuş, belirli ölçülerden geçirmiş ve tıpkı bir hamuru yoğurur gibi yoğurmuştu. Ancak şu an o, tam karşısında merakını gizlemediği hareleriyle bakarken neyi, nasıl anlatacağını şaşırmıştı.

Bir insanın hareleri ne kadar derin olabilirdi? Nasıl insanı kendisine hapsedebilirdi? İmre, adamın harelerinde kaybolmaya mahkûm olduğunu biliyordu. Geçmiş ve gelecek arasında gezen bu oyunun içerisinde belki de en masum olan, bu adamın hareleriydi. Her şeyi fütursuzca kendisinde toplayan, hiçbir duygusunu saklamayan bu adamın hareleri... Onun için belki de... Ölümün habercisiydi!

Derin bir nefes aldı. Artık soru sormaya başlaması gerektiğinin sinyalini veriyordu ona. Ama adam, sadece ona bakıyor, tek kelam etmiyordu. Her şeye, her zaman bir cevabı vardı. Ya da sorusu. Ama bu kadın onun feleğini şaşırttırıyor, aklından düşüncelerinin uçup gitmesine vesile oluyordu. Öfkeyle biçimli burun kemerini sıktı.

"Nasıl biliyorsun?" Bu soru ucu açık bir soruydu. Her şekile evrilebilirdi. İstediği gibi cevaplayabilir ve istediği yere çekebilirdi.

Gülümsedi. Gülümsemesi bir düşmüş meleği tekrar Cennet'e sokabilir, bir bebeğin ağlamasını susturabilir ve bir ateşi söndürebilirdi. Yutkundu adam. Onun gülümsemesiyle parlayan gözlerine engel olamadı. Kalbi bir ateş gibi yanmaya ve göğüs kafesini zorlamaya başladı. Gözlerini kapattı. Kesinlikle kendisine gelmesi gerekiyordu.

"Her insan, belirli bir güçle Dünya âlemine gelir. Kimisi, bu gücün farkında olur ve onu kendi lehine çevirir. Kimisi, o gücü görmezden gelir ve normal bir hayat içerisinde yaşamaya başlar," dedi ve gözlerini adamın üzerinde sabitledi. Sözlerine, "Ben, o gücü kendi lehine çevirenlerdenim. Evet, sizin gibi değilim ve evet, bana kesinlikle inanmıyorsun," diye devam etti. Dili yardımıyla dudaklarını yaladı. Ellerini masanın üzerinde birleştirdi ve pürdikkat Efken'e baktı.

"Lakin dün olanlardan sonra bana inandığını biliyorum," dedikten sonra sağ elini havaya kaldırdı ve işaret parmağı dışında kalan bütün parmaklarını kapatarak adamın kalbini işaret etti. "Bunu kalbinde hissedebiliyorum. Neyse, gelelim senin soruna," diyerek ayağa kalktı. Ufak adımlarla odanın sütlü kahve tonlarındaki parkesini ezerek tam onun karşısında bulunan sandalyeye oturdu.

Sağ elinde bulunan Tarot destesini aralarında bulunan sehpaya koydu. "Her şey bir neden ve sonuçtan ibarettir Komiser. Neden olmadan olay olmaz ve sonuç olmadan olay çözülmez. Biz insanoğlunun acizliği de burada başlar zaten. Sana atalarımdan ya da onların güçlerinden bahsetmek yerine göstermeyi tercih ederim. Peki, sen... Sen bunu ister misin Komiser?"

Bakışları bir kurt kadar keskin; dili bir yılan kadar zehirliydi. Her sözcüğü bir zehire ya da bir panzehire çıkıyordu. Lakin bunu anlamak tamamen karşısında bulunan kişinin zekâsına bağlıydı. Efken, her daim zekâsıyla övünür ve onun önüne sunduğu gerçekler ile hayatını idame ederdi. Peki şimdi? Şimdi bu kadının dilinden akan kelimeler onun için zehir miydi yoksa panzehir miydi?

"Ne yapmalıyım?" Sorusu havada asılı kalacakmış gibi hissetti. Ama bu kadının yanında her şey tersine işliyordu sanki. Kadının gülümsemesiyle kalbinde bulunan kapakçıkların yer değiştirdiğini hissetti.

Elinde bulunan desteyi ustaca karıştırdı. Rastgele üç tane kart koydu sehpaya. Her kartın bir sıralaması vardı sanki. Bir kart sehpada onun önünde duruyor; diğer kart ise onun solunda ve diğeri ise sağında.

"Desteden üç kart seç."

Merak duygusu büyük bir illetti. Bunu her seferinde tadıyor olmasına rağmen yine aynısını yaptı ve merakına yenik düşerek üç kart seçti.

"Ya fazla zekisin ya da aptal," kaşları çatılmıştı. Bu kadın neden sürekli ona hakaret ediyordu?

"Acaba bana hakaret etmek için falan mı programlandın sen?" Kadın, onun bu sorusuyla birlikte sanki kulağa en güzel melodi gibi gelen kahkasını sundu ona.

"Komik bir şey dediğimi düşünmüyorum! Acaba seni hakaretten mi suçlasam?"

Yüzündeki gülümsemeyi silmedi. "Komikti, evet. Çünkü aynı şeyi ben de senin için düşünüyorum. Acaba sen bana ceza mısın yoksa armağan mı?" diye sorduğunda adam gülümsedi.

"Ceza olamayacak kadar yakışıklıyım ve zeki. Yani aptal değil."

"Ah, bunu şimdi göreceğiz!" dedikten sonra adamın seçmiş olduğu kartları yerleştirdi.

"Toplam altı kart. Yani altı anı. Bunlardan üçü benim, üçü senin. Bakalım hangi anıları seçtin?"

Efken'in önünde duran kartı açtı. Daha sonra ise sırayla diğer kartları. Gördükleri onu şoka uğratmıştı. Şaşkınlığını gizleyemediği harelerini onun kehribarları ile birleştirdi. Dudakları aralandı.

"Sen kimsin?"

Bir soru ve iki şaşkın hare. Her şey birbirine girmişti. Her şey tepetaklak olmuştu. Hızla ayağa kalktı İmre. Öfke ve şaşkınlığın harmanlanmış olan hareleriyle genç adama baktı. Sağ elini öne doğru uzattı ve konuşmaya başladı.

"Kimsin bilmiyorum ama hayatım sana bağlı. Ve en önemlisi... Senin hayatın da bana!"

"Ne diyorsun be!" Karşısında bulunan kadının bir bilmece gibi konuşması sinirlerini geriyor ve nasıl tepki vermesi gerektiğini bilemiyordu.

İmre kelimeleri ağzında yuvarlayarak hızla konuşmaya başladı. "Bak, bu kartlar asla yanılmaz. Bir kez bile yanılmadı. Her şey... Her şey tepetaklak oldu!" Öfkeyle beyaz saçlarını karıştırdı. Derin iki nefes çekti içine. Tekrar eski yerine, Efken'in karşısına, oturdu.

"Pekâlâ, böyle olmayacak. Ben sana böyle bir şeyleri anlatamayacağım. Çünkü her şey o zaman daha çok karışıyor. Sadece izin ver," dedi ve uzanarak masanın üzerindeki telefonunu eline aldı. Daha sonra ayağa kalktı ve sehpanın üzerinde bulunan kartların fotoğrafını çekti. Yerine oturduğunda sandalyesine yaslandı. Ayakkabılarını çıkardı ve bağdaş kurdu.

"Evet, şimdi başlıyoruz. Her şeyi ilmek ilmek işleyeceğim sana ve sen, neyi, nasıl almak istiyorsan alacaksın."

İmre, masasının üzerinde üst üste dizili olan ajandalardan en altta olanı aldı ve kucağına koyarak kitabın üst ve alt tarafında bulunan siyah kalın ipli kilitlerini açtı. O sırada merakla onun her hareketini izleyen Efken:

"Bunun üzerindekiler ne," sorusunu yöneltti. Gözlerini ona değdirmeden cevapladı soruyu, "Bu ortada bulunan çember içerisindeki yıldız ve etrafında bulunan yazılar Şamanizm'e aittir. Bu ajandanın başkasının eline geçmesini ve benden habersiz içeriğine bakmasını engeller."

"Ve sen bu defteri bana açıyorsun. Neden?"

"Çünkü sen, benim kurtuluşumsun."

Tek bir cümle bir adamı nasıl yaralayabilirdi? Kalbinin ortasına koca bir yumruk atabilirdi? Yutkundu Efken. Karşısında bulunan kadının, ona en büyük ceza ama aynı zamanda da en büyük armağan olduğunu hissetti. Hem canlarının yanacağını hem de çok yakacaklarını artık tüm kalbiyle biliyordu.

"Bunu sorgulamayı sonraya erteliyorum," dedi. Ama bu sözü sanki kendisine söylüyor gibiydi.

İmre onun bu sözüne gülümsedi. Gözlerini ajandanın üzerinde sabit tutmaya devam ederken, "Ertelemek hayatımızda yaptığımız en büyük hatadır," dedi ve gözlerini kehribarlara sabitledi, "ama evet, bazen de bazı şeyleri kendi içimizde çözmeliyiz Komiser. Ve buna ertelemek değil," diyerek gülümsedi, "buna soruyu kendim cevaplamalıyım demeliyiz. Aksi hâlde hiçbir şeyi çözemeyiz."

Ne demesi gerektiğini bilemedi. Kadının sesi kulağından beynine ve kalbine iletilmişti. Oralarda bulunan duvarlara çarpa çarpa kendine bir yer edinmeye çalışıyordu. Lakin bir şeyin de farkındaydı; bu kadının iki dudağı arasından çıkan her şey ona koca bir lanet getirecekti!

İmre, kitabın sağ tarafında bulunan flapın üzerinde elini gezdirirken, "Burada bulunan yazıların büyü olduğunu anladığını varsayıyorum," dedikten sonra sağ elini kitabın üzerinde sabit bir şekilde bırakırken, "Burada bulunan büyüler tamamen bunu benden izinsiz okuyan kişileri lanetliyor. Bu Dünya üzerinde asla ama asla nefes alamaması ve her şeyin onun için mahvolmasına dair bir büyü," diye devam etti sözlerine.

Şaşkınlıkla gözleri kocaman açılmış, dudakları aralanmıştı. İki elini havaya kaldırdı ve kitabı işaret ederek, "Bu ajandanın içerisinde ne var ki okuyanı böyle lanetledin? Hayır, beni de mi lanetlemeye çalışıyorsun böyle yaparak anlamadım ki ben!" diye sitem etti.

İmre kısık bir kahkaha attı. "Hayır, Komiser. Elbette seni lanetlemiyorum. Bu kitabı ben açıp sana sunuyorum. Bu seni lanetlemez." Hareleriyle kehribarları kendisine kilitledi. Yüzünde bulunan gülümsemeyi silmeden sözlerine devam etti.

"Ve bu ajandanın içerisinde Adsız ile ilgili pek çok bilgi var!"

Merakı bir nehirken o, nehirde yüzen balıktı. Onu, oradan oraya sürüklüyor, aynı zamanda da onun yaşamasına olanak sağlıyordu.

Yüzünde, memnuniyetinin emaresi olan bir gülümseme belirdi. Gözleri merakla ve istediği kelimeyi duymuş olmanın sevinciyle parladı.

"Söyle bana beyaz saçlı şaman, niye bu kadar elasın?"

Gülümsedi. İlk defa biri onun gözlerini değil, kalbini görmüştü. Kalbinde olan, o alacalı yeri.

Bu adam, benim alacalı tarafım, en büyük armağanım ve belki de en büyük cezam, diye geçirdi içinden genç kadın.

〽️

ARMAĞANLARINIZA İYİ BAKMANIZ DİLEĞİYLE...

💥

Continue Reading

You'll Also Like

Tacın Bedeli By Zey

Historical Fiction

49.5K 3.9K 60
1530, İngiltere. O kanlı geceden tam beş yıl sonrası... Bütün Avrupa, dört bir yanda kasırga misali başlayan reform hareketlerinin rüzgârlarına kapıl...
38.7K 4.3K 61
Taylan, on dört ciltlik bir fantastik romanın son cildini bitirince büyük bir hayal kırıklığına uğrar ve ufak bir sinir krizinden sonra geçirdiği ufa...
222K 1.5K 39
>>Artık wattpad'te kaliteli hikayeler bulmak zor. Bu yüzden okuduğum ve beğendiğim hikayeleri sizle paylaşacağım. >>Önerdiğim tüm kitapları okudum v...
18.6K 2.7K 43
»ɴɪꜱʜɪᴍᴜʀᴀ ʀɪᴋɪ•ᴘᴀʀᴋ ꜱᴜɴɢ-ʜᴏᴏɴ« ❝ᴀʀᴅɪɴᴀ ꜱᴀᴋʟᴀɴᴍɪꜱ ᴏʟᴅᴜᴋʟᴀʀɪ ᴍᴀꜱᴋᴇʟᴇʀ, ʙɪʀʙɪʀʟᴇʀɪɴɪɴ ᴋᴀʟᴘʟᴇʀɪɴɪ ɪꜱɪᴛᴍᴀʟᴀʀɪʏʟᴀ ʏᴜᴢʟᴇʀɪɴᴅᴇɴ ᴅᴜꜱᴇʀ...❞ ❴ʏᴀɴ ꜱʜɪᴘʟᴇʀ❵ ↳ᴊᴀʏ...