MIH

By _Mehsa_

7.3M 325K 182K

İntikamın kıyafetini hiç merak ettiniz mi? Peki ya bedenini? İntikam,nefretle kararmış lacivert gözlerdi. İn... More

TANITIM VE PROLOG
1-*Canavar(Canver)*
2-*Ceylan*
3-*Kuyunun Hikayesi*
4-*Azrail'in Evi*
5-*Gazap*
6-*Ezinç*
7-*Cefa-Pişe*
8-*Gönülçelen*
9-*Kaçak*
10-*Nikah*
11-*Lahza*
12-*Charlie*
13-*Kale*
14-*Şiraze*
15-*Müge*
16-*Zar*
17-*Tutulma*
18-*Figan*
19-*Hükümdar*
20- *Mecruh*
21-*Kral Payı*
22-*Billur*
23-*Hançer*
24-*Sanrı*
25 -* Raks*
26-*Dildâde*
27-*Kor*
28-*Sevda*
29-*İhtilal*
30-*Bahar*
31-*Meftun*
32-*Ateşpare*
* SİRAÇ VUSLAT 19.04*
33-*Fedakar*
34-*İrade*
35-*Oda*
36-*Cambaz*
37-*Vurgun*
38-*Asil*
39-*Kırmızı*
40-*Azap*
41-*Uçurum
43-*Güz*
44-*Acı*
45-*Katran*
46-*Safderun*
47-*Devran*
*19.04 & Doğum Günü Özel*
48-*Anne*
49-*Baba*
50- *Bedel*
51-*Kader*
52-*Masal*
53-*Şakayık*
*Özel Bölüm*
*54- Toprak*
*21.21*- DUYURU

42-Veda

85.9K 4.9K 3.9K
By _Mehsa_

SOHBET KÖŞESİ

Selamünaleyküm Mehsa'nın fedaileri! Ben geldimmmm!😍🥳


Dağları aştım,duyguları en derinden aktarmaya çalıştım.

İnşAllah çok seversiniz bu bölümü.😍

Nasılsınız? Burayı sohbet köşesi olarak kullanalım. İki bölümdür yorumlara cevap veremedim. Bu bölüm bol bol sizle olmayı planlıyorum.

Yorumlarınızı eksik etmeyin. Çok merak ediyorum bu bölüm hakkında fikirlerinizi.

O zaman hadi başlayalım. İyi okumalar dilerim! 😍🥳🥳🥳

MÜZİK KUTUSU

Ozan Manas-Kaç Kere Öldüm Ben

Çağan Şengül- Bu Şehir Girdap Gülüm

Ahmet Kaya - Ağlama Bu Günler De Geçer

Güler Duman- Sazım


🌙Instagram Sayfamız: Mehsa Hikayeleri

🥀🌙 Kişisel Instagram Sayfam: _mehsaa_
🥀🌙 Twitter: mehsahikayeleri

🥀🌙Takip edebilirsiniz. Özellikle duyurular ve alıntılarımız için çiçeklerim.🌺

(SINIR : 4 K OY!)

🌌☀️🌌☀️🌌☀️

Ölüm hep bir nefes ardımızdaydı. Bazen sıcacık yatağımızda bazen kaldırımın soğuk taşlarındaydı. Her bir dakika ile bir adım daha bize yaklaşır, kalbimize doğru uzanırdı soğuk eli.

Yakaladığında solardı her kalp, tıpkı kış günü kuruyan son yaprak gibi.

Bazı insanlar bunu bile bile ölüme sırtlarını döner, onun varlığını görmezden gelirlerdi. Unuturlardı, tıpkı insanın nereden geldiğini unuttuğu gibi.

Bazı insanlar ise ölümü düşmanı gibi görür, ona yüzlerini çevirir; bazen de üstlerine yürürlerdi sanki onu yenebilecek gibi.

Unutanlar acıyı, korkmadan üstüne yürüyenler ise hezimeti tadarlardı çünkü ölüm de yaşam da bizim elimizde değildi.

Ölüm de yaşam da en kudretli olan Allah'ın (c.c) elindeydi.

Bizi unuttuğumuzda da sürekli hatırlayıp kadere meydana okuduğumuzda da sınayan O'ydu çünkü o ne tamamen unutmamızı ne de unutmayıp sonsuz bir hayat varmışçasına yaşamamızı istiyordu.

O bizi hep orta yolda istiyordu. Ne sağ da ne de sol da. Bir teraziyi dengede tutmak ister gibi, tam ortada.

Ne refahın son haddinde ne de bir uçurumun kenarında; Yaşamın tam ortasında.

Siraç yaşamın en uç noktasında, ölümün kıyısındaydı. Hayatında yaşadıklarına isyan etmenin yoluydu aslında ölüm.

Yanlışları kontrol edememişti. Zihnini kontrol edememişti. Yaptıklarını kontrol edememişti. Yaşadığı acıları kabul edememişti.

Kaldıramadığı acılarını, sevdiğinin duymasını kabullenememişti.

Ya da öyle zannetmişti...

Her halükârda kendini bu acizliğin ortasında harap etmişti. Dilemişti ki Allah'tan; bir tek ölüm onun elinde olsun. O ölüm ile ona bunu yapanları sonrada kendini vursun.

Ama Allah izin vermemişti. Ölümün kıyısındayken ona ölüme meydan okuyuşunun cezasını vermişti.

Cana karşılık bir can.

Kendi canına kıymak isterken kendi canından kendi kanından bir parçayı, Allah Râhim olan kudretiyle bir rahme yerleştirmişti.

Ölümün kıyısındaki bu adamın kalbini güçlü bir zincirle hayata bağlarken, gözlerini önündeki perdeyi çekmişti.

Ama bedel olarak onu sanki kör etmişti.

Ya da Siraç bunu bu şekilde tanımlıyordu çünkü baba olacağını öğrendiğinden beri kalbi göğsünde iki ayrı şekilde atıyordu; yeniden yaşamanın minik umuduyla ve dünyada sanki canına kıymışçasına sonsuz cehennemi yaşamanın acısıyla.

Ona baba olduğunu söyleyen karısının eliyle Allah, ona bir tokat atmıştı sanki. O güzel kadını hapishanenin soğuk koridorunda gördüğünden beri hayatı tepetaklak olmuştu.

Hayır, hayır.

Ölüm onun elini kolunu bağladığından beri çaresizdi aslında. O güzel kadını, annesi için çığlık çığlığa ağlarken gördüğünden beri çaresizlikle vurulmuştu.

Sonra onu itmişti. Sanki ondan nefret ediyormuş gibi. Bir ölümün daha sorumlusu oymuş gibi hissetmişti Siraç.

Bu yüzden gitmişti. Her ölümün asıl sebebi, dünyada şeytan olarak gördüğü adamın inine inmişti ve orada kendini kaybetmişti.

Karısı onu en zayıf haliyle görmüştü. Onu sanki ruhu çıplak, sırtında kırbaç izleriyle yakalamış gibiydi.

Boyun eğdirilişini izlemişti.

Onun zihninde sürekli şeytan gibi fısıldayan ikinci bir adam olduğunu öğrenmişti. Sanki çift başlı bir canavardı. Kendi kendini vurmadan dünya kirinden arınmayacaktı.

Sevdiği kadının o soğuk koridorda hüzünlü bakışlarını görünce böyle hissetmişti.

Ölmüştü. O an aslında ölmüştü çünkü o bakışlarda acımayı da görmüştü.

Bir adam bunu kaldıramazdı. Gururu da ruhu da ezilmiş bir çocuk bunu taşıyamazdı. Bu yüzden kaçmıştı. Bu yüzden ölmek istemişti. Sanki o an kıyamet onun için kopmuştu. Sura kulağına üfürülmüş ve bir cehennem zebanisi gibi ona fısıldamıştı.

Yaşadıklarını öğrendikten sonra seni sevmeyecek. Sana dokunurken hep geçmişte yaşadıklarını düşünecek. Sevmeyecek.

Kimse seni sevmedi. Herkes sana acıdı.

O da acıyacak.

Bırak onu.

Bırak ve göm bizi bütün günahımızla.

Bırak onu, sensiz çok daha mutlu olacak.

Giderse, ardında bıraktıkları eninde sonunda hayatına devam eder sanmıştı.

Onların...Elif'in ondan çok daha iyisine layık olduğuna zihnindeki o şeytani fısıltı defalarca aynı cümleyi kurarak inandırmıştı.

Demişti ki;

" Bizim dokunduğumuzun aksine, dokunuşu onu kirletmeyen bir adamı eninde sonunda sevecek. O kadar güzel ki biz cehennemde yanarken onu elde etmek için peşinde koşturacaklar.

Biz geri çekildik.

Layık değiliz, layık değiliz..."

Siraç bu sese karşılık baktığı soluk ayna paramparça olana kadar yumruklamıştı. Yetmemişti, o an çenesinin altına dayamıştı silahın namlusunu. Susturmak istiyordu artık bu sesi, kafasını duvarla vura vura susturmak istiyordu.

Onu değil bir başkasıyla düşünmek, yüz metre yakınında bir adamı görmeye tahammül edemiyordu.

Ama Elif ondan tiksinirdi...

Elif onu bu halde kabullenemezdi. Kendisini bu kadar kirli hissediyorken etmezdi.

O daha kendini bu şekilde kabullenememişti. Hiçbir kul, bu günahın kirine dokunmak istemezdi.

Bu yüzden kendi tahammül edemediğini sevdiği kadına yapmıştı.

Bir aptal olmuştu.

Bir başka kadına dokunmaya çalışmıştı. Bir zavallıya dönmüştü. Zavallı gibi kendi yarasının aynısını sevdiği kadına açmıştı.

Susmamıştı intikam. O kadına dokunduğu andan itibaren gözlerinde geçmişi canlanmıştı. Diz çöktürülmüştü yine. Zincirler bileklerini sarmıştı. O kulübeye dönmüş, bir çocuk olduğu unutularak ona zulmedilmişti.

Kaldıramamıştı. Tekrar düşmeyi kaldıramamıştı. Normalde ona bunları yapanlardan intikamını alacaktı. Ölmek için yalvaracaklardı.

Öyle bir yalvaracaklardı ki çocuklara zulmederken kendini Tanrı sananlar, ölümün eli boğazlarına sarılınca Tanrı'ya inanır olacaktı.

Ama olmamıştı. Öyle bir aciz kalmıştı ki tek düşündüğü kendi ölümü olmuştu.

Zihnindeki öyle bir sesti ki sanki ona bunu yapanlar şeytan değildi de bizzat kendisi şeytan olmuştu. O ölürse dünya daha iyi bir yer olacakmış gibi hissedecek kadar kendini kaybetmişti.

Bu yüzden pes etmişti.

Kendi ihanetini bile omuzlamayınca onun gibi olan altı çocuğa ulaşmıştı.

Onlara yaklaşık iki sene önce bulmuştu. Bir yıl boyunca güvenlerini kazanmaya çalışmıştı çünkü onun gibi yaralı bu çocuklar kendileri haricinde kimseyi güvenmemeyi öğrenmişlerdi.

Bu bataklıktan kurtuluşun olmadığına inandırılmışlardı.

Onlara kendi hikayesini anlatmak zorunda kalmıştı. Onlar gibi altı çocuğu öldürmek zorunda kaldığından bahsedince dokunmaktan korkan bu altı genç adam, aynı mezarın ucunda, ölmüş çocukluklarına ağlamıştı.

Onlarına eline teslim etmişti intikamını. İstediklerini yapmaları için bütün gücünü seferber etmiş ve bir zavallı gibi kaçmıştı. Bu şekilde de zihninde susmayan o ikinci sesi cezalandırmıştı.

İntikam çıldırmıştı.

Bu hastalık onda şu şekilde işliyordu; İntikam zihninde sürekli fısıldardı. Ondan ölüm isterdi, acımasızca öldürmek onu şevklendirirdi. Çocukken terapistleri bunun ezilmiş gururunun bir sonu olduğunu söylüyordu.

Zihnindeki şekilsiz adam, öldürmeyi bir güç olarak görüyordu.

İstediği verilmediğinde ise fısıltılar yükselirdi. Sanki karşısında kendinden bir yansımayı görürdü. O yansımanın zincirlendiğini o kulübede hapis olarak yaşadığını görünce delirirdi. Delirince kontrolü acımasız yanı ele geçirirdi.

O an buna sebep olan kim varsa acımasızca öldürür bir ölüm makinasına dönüşürdü. Ya da bir zavallı gibi hisseder yerlerde sürünürdü.

Uçurumun kenarına gidene kadar böyle hissetmişti. Peşine takılan bilinmeyenin adamlarından üçünü acımasızca öldürmüş, tek başına kaldığında bir zavallı gibi sürünmüştü.

Saniyeleri saymıştı ölüm için. Saniyeleri sayarken gözünün önünde yalnızca sevdiği kadının görüntüsü vardı.

Ona gülümsüyordu.

Ona gülümsüyordu, dünyası sarsılıyordu. Ona gülümsediğinden beri her gün cehennem gibi gördüğü dünyaya karşı bir duvarı daha yıkılıyordu.

Ona bakarak ağlıyordu.

Dünya tekrar cehenneme dönüşüyordu. Her zerresinden tiksiniyordu. Yok olmak, defalarca yok olmak istiyordu.

Elif onu yok olmak isterken bulmuştu. Çarpık zihnindeki şeytanın fısıltılarını duyar gibi konuşmuştu.

Kendisini zavallı gibi görüyordu. Ne zavallısı, ben seninle gurur duyardım, demişti.

Tiksinir sanıyordu. Ben seni sevdim, nasıl böyle görürsün, demişti.

Unutulur sanıyordu. Babam bunun için kendini feda etmedi, demişti.

Hayatına bir şekilde devam eder sanıyordu. Baba olacaksın, demişti.

Baba olacaksın, demişti.

Baba.

Hayatı boyunca nefretin yerine koyduğu sıfat. Hiç tanımadığı bir adamın bıraktığı kocaman bir boşluk.

O boşlukta defalarca zifiri karanlık bir çukura düşmüştü. En büyük korkusu da küçüklüğünün en büyük umudu da bir babaydı. Üvey olduğunu öğrenince kısa bir dönem bir kahraman olarak hayal etmişti onu.

Bir baba, ona o şerefsiz gibi zulmetmemeliydi çünkü. Demir'in babasının, babası zannettiği o piç herif gibi olmadığını fark ettiğinde yaşı daha beş veya altıydı.

Bir şeyler yanlıştı. Bir çok şey yanlıştı. Bunu öğrendiğinden beri o boşluğu doldurmaya çalışmıştı ama olmamıştı.

Kafasındaki baba figürünün içi tek bir cümleyle doldurmaya çalışmıştı.

Onu yalnız bırakmayan.

Bir baba bırakıp gitmezdi. Bir baba asla elini bırakmazdı. Bir baba çocuğunu hangi koşulda olursa olsun dünyadan korurdu.

Anne bir çocuğun koruyucu meleğiyse baba da onların koruyucu muhafızıydı. Onun kafasındaki baba figürüne ait tek doğru buydu.

Elif ise sanki hissetmiş gibi çarpık zihnindeki tek doğrudan vurmuştu onu. Her şeyi yakmış, yıkmıştı. Giderse sevdiklerine bırakacağı hasarı yok saymıştı ama ardında tıpkı kendisi gibi yarım bir çocuk bırakacağını hesaba katmamıştı.

Ölürse şayet, ona yapılanları kendi çocuğuna yapmış olacaktı.

Ölürse bir çocuğu yalnız bırakmış olacaklardı.

Zihnindeki ikinci adamı da durduran bu olmuştu aslında. Çocuklar onların en büyük zafiyetiydi ve onlarınki gibi bir kaderi hiçbir çocuk hak etmezdi.

Kendi çocuğuna bunu yaparsa onu terk eden adamdan da ona bu zulmü yapan şerefsizden de hiçbir farkı kalmayacaktı.

Elif gibi zeki bir kadın, bunu hissetmiş ve onları en büyük zafiyetlerinden vurmuştu. Elif, onun kendisini hep yüce olarak görmesinden korkmuştu çünkü yücelik aslında bir nevi kendini altta görmek demekti.

Sevdiklerini yüce olarak görenler, kendilerini de vazgeçilebilir olarak atfederlerdi. Siraç'ta tam olarak bunu yapmıştı.

Onu daha iyisi için bırakmıştı ama Elif onun köklerini kendi toprağına bağlamıştı. Şimdi her zerresi dünyaya bağımlıydı.

Daha bunun idrakine varamadan bir başka tokat atılmıştı ona. Canını yaka yaka dünyaya köklerini tekrar bağlayan kadın, onu terk etmişti.

Onu karanlıkta bırakmıştı. Onun ne kadar bencil olduğunu suratına haykırmış ve arkasına bakmadan tıpkı onun da istediği gibi hayatından çıkıp gitmişti.

Bencildi, ahmaktı, aptaldı ve o arkasını dönünce bunların hepsi bir bir suratına çarpmıştı. Kendi acılarına o kadar kör olmuştu ki Elif'in gözlerinin önünde çırpınıp duruşlarına kör olmuştu.

Onu sözleriyle aldatmıştı.

Onu yaptıklarıyla aldatmıştı.

Onu gidişiyle aldatmıştı.

Bunu da o ardına dönünce yapmıştı çünkü Elif onu ne yaparsa yapsın hiç tam olarak sırtını dönmemişti. O yüce kadın öyle bir merhamete sahipti ki defalarca kendini onun yerine koymuş, onu en iyi yine Elif anlamıştı.

Siraç ise geçmişine o kadar takmıştı ki bu anlayışlarına bile kör olmuştu. Bu körlüğünün bedeli olarak ölmemişti belki ama öyle büyük bir ceza almıştı ki sıkışıp kalmıştı.

Elif gitmişti. Sevdiği kadın sonunda hak ettiği gibi onu terk etmişti. Sevildiğine o kadar kör olmuştu ki bu zamana kadar çevresinde onu bunca seven insanı da yok saymıştı. Elif gidince büyüklerinin de sırtlarını dönüşüne şahit olmuştu.

Levent Bey, doğru dürüst onun yüzüne bakmıyordu. Mehmet Bey sanki ölüm fermanını imzalamıştı. Demir onu uçurumdan aldıktan sonra ona Elif gibi öfkeyle haykırmıştı.

"Sen ölseydin, ardında bıraktıkların hayatta mı kalırdı sanıyorsun kahrolası!" demişti. Yakalarından tutup sarsmıştı onu.

"Eylül bir daha bir ailesi olacağına inanmazdı. Ben bir daha sırtımı yaslayacağım bir kardeşim olacağına inanmazdım. Yıllardır senin için kıçını yırtan ihtiyar kahrından ölürdü, ölürdü! Umut'u nasıl toparlardım söylesene? Sen onun kardeşi gibisin. Çıkardığın bataklığı unutup yerin dibine batırırdın. Sen pes edince onların dayanacağını mı sanıyorsun?

Dayanmayacaklar çünkü hepsi seni örnek alıyor. O dayandıysa o bizi bu kadar toplamak için çaba gösterdiyse, elimize ekmek verip başımızı sokacağımız sıcak bir yuvaya sebep olduysa bizde çabalarız diyorlar ama sen ne yaptın?

Onların elinden umudu almaya kalktın!"

İlk defa yüzünde nefret vardı, Demir'in.

"Lan karın!" demişti tekrar onu sarsarak. "O kız kahroldu, kahroldu. Sararıp soldu gözlerimin önünde." Demir dayanamayınca o uçurumun kenarında ona yumruk atmıştı.

"Sürekli kusuyordu. O kadar rahatsızdı ki hastaneye götürmek istedik ama senin yokluğunda birimiz zarar görürüz diye hastaneye gitmeyi bile reddetti." Yumruktan daha çok bu sözler canını yakmıştı Siraç'ın.

"O haldeyken sen kıza gidip başka kadınla fotoğrafını yollattın." Başı eğik olan Siraç'ın üstüne eğilmişti, Demir. Sözleriyle defalarca vurmuştu onu. "Senin ben aklına tüküreyim!" dedi eliyle onu işaret ederek.

"O kız canını yakmana rağmen o kadının yanına gitti, senin haberin var mı?" demişti haykırarak. Siraç başını kaldırınca bir bir sıralamıştı onun için yaptığı fedakarlıkları.

Sanki oracıkta bir kez daha öldürmüştü Siraç'ı.

"Çünkü sen o kadar aptalsın ki senin bu zavallı planına inanacağını düşündün ama o kızcağız ayakta bile duramıyorken senin için o kadınla yüzleşti. Her şeyi öğrendik onun sayesinde. Bir de gazetede yayınlatacakmışsın."

Demir tekrar ona vurmamak için zor tutmuştu kendisini.

"Ulan, ulan!"

Sağa sola yürümüştü Demir kendini zapt etmek için . "Senin bu yaptığın hangi adamlığın kitabında yazar? Hadi adamlığını geçtim. Senin hiç mi aklın yok? Kadın seni kameraya almış, kameraya! Kameralı odaya koymuş sex kulübünde. Senin karın o halini izleyince canını yakmana rağmen seni o halde görmenin acısından kollarıma yığıldı. Öldü sandım, o kadar beyazdı ki acısından kollarımda can verdi sandım!"

Seni o halde görmenin acısından...

Öldü sandım.

Tek çare olan ölümde elinden alınca cayır cayır yanmıştı bu sözlerin ardından. Bu çare elinden alınmasaydı, bu utançla o an düşünmeden sıkardı kafasına ama sıkamamıştı.

Yüzleşmek zorunda kalmıştı. Hiçbir şeye yüzü yokmuş gibi hissederken Demir'in yüzüne de bakamamıştı. Sanmıştı ki herkes ona ebediyen hak ettiği gibi sırtını dönecek.

Ama dönmemişlerdi. Demir bu sözlerin acısından sonra elini uzatmıştı. Sesi soğuk olsa da kıyamadığını anlamamak zor değildi.

"Kalk ayağa!" demişti sert bir sesle. "Senin gibi bir adama diz çökmek yakışmıyor." İç çekmişti pes eder gibi. "Benim kardeşime yenilmek hiç yakışmıyor."

Normalde bir eli bile zorla tutan, saniyeler içerisinde geri çekilen Siraç tutmuştu Demir'in elini çünkü ne gücü ne de dermanı vardı. Bu yüzden Demir sarıldığında da geri çekilemedi.

"Abi!" demişti Demir titrek bir sesle. "Sen gitseydin biz de ölürdük. Neden yaptın?"

Yılların hasretiyle sarılmıştı ona Demir. Siraç ona sarılamasa da geri de çekilememişti. O gün milatların günüydü ve bu da büyük bir adımdı çünkü yıkıldığında elinden tutacak insanlar olduğunu acıta acıta göstermişti hayat.

Siraç'a bunu öğretmişti hayat.

Umut Demir'in arkasından ona bakarken sadece tek bir cümle etmişti. "Artık uyan!" Bu cümlenin bin türlü anlamı vardı.

Artık uyan, senin bir hayatın var.

Artık uyan, hala o kulübede de mahzende de değilsin.

Artık uyan, seni sevenler var, karın var.

Artık uyan, baba olacaksın.

Öyle bir günde kapanmazdı yaralar ama atılan tokadın etkisiyle bir daha uçurumun kenarına bir daha bakmamıştı en azından.

Baksaydı şayet bir hayaleti görecekti. O hayalet yedi yaşında, çıplak ayaklı bir çocuğa ait olduğunu öğrenecekti. Yıllardır burada acı çektiğini, kendine zulmettiğini duyacaktı ondan.

Beni bırak diyecekti çocukluğu, bırak artık geleceğine bak. Senin bir çocuğun olacak.

Her yaşı ama en çok çocukluğu bu gerçeğe tebessüm edecekti. İlk defa çocukluğu tebessüm edecekti çünkü yıllardır yalnızlıkla kurumuş kalbi sonunda dünyaya kök salacaktı.

Onların bir ailesi olacaktı. Her yaşının, her acısının bir şifası olacaktı bu mucize.

🔱⚜🔱

Günleri toparlamak için geçirirken önce Elif'in evlerinden gittiğini öğrendi Siraç. Ankara'dan da gitmişti. Baba evine, Elif'i ilk gördüğü, onu ilk öptüğü eve taşınmıştı. Dedesi sürekli yanındaydı Elif'in. Annesi ve dedesi ile birlikte yaşamaya başlamıştı.

Kontrole gittiğini öğrendiğinde ilk kez şirketine gittiği gündü Siraç'ın.

O yoktu. Zaten geçiş izni de yoktu.

Selçuk aramıştı bir saat sonra. "Düşük tehlikesi var." dediğinde delirecek gibi olmuştu Siraç.

Peşinden gitmeye yüzü yoktu, karşısına çıkmaya yüzü yoktu. Onu teselli etmeye, koruyup kollamaya yüzü yoktu çünkü en büyük acıyı ona yaşatmıştı.

Siraç'ın zihnindeki ikinci ses de ilk defa korkuyla fısıldamıştı.

Ona bir şey olur mu? Ya bizim yüzümüzden ikisine de bir şey olursa?

Bunun içinde kendini suçlamaya başladığında Levent Bey çıktı karşısına. Normalde onu ilk gördüğünde yüzüne bakamamıştı ama ikinci sefer de elini tutan kişi de o oldu.

Siraç'a ikinci toparlan emri de ondan geldi.

"Şimdi gidersen Mehmet vurur seni. Hoş, bende seni eşek sudan gelinceye kadar dövmek istiyorum ama şu halini görünce zaten sen benim yerime de kendini dövülmüşten beter ediyorsun." Siraç susunca iç çekti Levent.

Zaten bu aralar suskunluk orucu etmiş gibiydi. Çilehanede günahlarının hesabını ölçüyor, tartı ağır geliyor, altında kalıyordu sanki.

Levent de bunu biliyordu.

"Bak oğlum!" dedi Levent. Bir baba gibi. Aileden biri gibi. "Mehmet bu sabah boşanma için avukatla konuşmaya gitti." Siraç'ın başı birden kalktı. Korku artık boynundaki daimî ilmekti.

Canı kopuyordu sanki. Bir adım atsa nereden başlayacağını bilmediği gibi o durdukça sevdiği kadın gittikçe ondan gidiyordu.

"Ben durdurdum onu. Şu planı sundum önüne. Dedim ki, boşanma davasını açarsan bütün dikkatleri üzerine çekersin. Bizimki aklını toparlayınca yine atağa geçecek, olan bütün dikkati çeken Elif'e olacak."

Korku hala zihnindeki ilk faktördü. Elif ondan gitse bile belası bir türlü peşini bırakmayacaktı.

"Onu yurt dışına götürüp kimliğini değiştireceğini söyledi."

Bu haber de bir başka darbe olarak sarstı onu. Kimliği değişecekti. Artık ne onun Elif'i olacaktı ne de soyadını taşıyacaktı.

Bir çocukları olursa ne onu tanıyacaktı ne de ismini alacaktı.

Zihnindeki bağırmaya başladı Siraç'ın.

Gidemez, o bizden gidemez. Onlar bizim. Bizim!

O da günlerdir tıpkı kendisi gibi suskundu. Sanki geleceksiz kalmış gibiydiler ama ikisi de uyandı sanki.

Nadiren de olsa aynı fikirdeydiler çünkü. Ayağa kalktı Siraç. "Hayır!" diye kükredi resmen. "Asla izin vermem! Gitmeyecek."

Burnundan solumaya başlamıştı. Günlerdir suskun olan öfkesi uyanmıştı.

Levent geldiğinden beri ilk defa gülümsedi. "İşte böyle!" dedi, gözlerinde gizli bir sevinç vardı. "Ben seni pes eden bir adam olarak yetiştirmedim." dedi o da ayağa kalkarak.

"O kızı da sen ezip geç diye sana vermedim." Sesindeki sert tonda bir babanın azarı vardı. "Karın var, bir çocuğun olacak. Sen ise ne şu başındaki belalardan kurtulmak için harekete geçiyorsun ne de onu tekrar kazanmak için çabalıyorsun." dedi.

Siraç hala derin soluklar alıyordu. Günlerdir kendini kaybetmeye en yaklaştığı an, bu andı.

"Yüzüm yok." dedi öfkesinin arındaki acıyla. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Uyuyabildiği tek uyku, karısının ardında bıraktığı kokusunun sindiği yataklarındaydı. Başını yastığa gömmüş, gündüz kabusuna dalmıştı.

Yalnızken kabuslarının baş rolü hep aynı kulübeyken şimdiki kabuslarına Elif'te eklenmişti. O zincirlerine bağlıyken gidiyordu. O giderken avazı çıktığı kadar bağırıyordu ama onu hiç duymuyordu.

"Hangisi için?" dedi Levent. "Babasına rağmen kendini öldürmeye çalıştığın için mi? Onu kendinden uzaklaştırmak için işin içine karı kız olayını dahil ettiğin için mi? Yoksa kızın karşısında başına silahı dayadığın için mi?"

Hatalarını bir bir yüzüne vurduğunda omuzları çöktü Siraç'ın. "Sözümde durmadığım için." dedi sönen öfkesiyle. "Onu ezip geçtiğim için. Korkut abinin benim için yaptıklarına saygısızlık ettiğim için."

Düş kırığıydı her bir sözü. Levent ise bunları sırf canını yakmak için söylemiyordu. Artık kendisine gelmesini diliyordu. Elif onu ölümün kıyısından aldığından beri neredeyse beş gün geçmişti. Hala uyanık değildi.

Sanki deliliğin sınırlarında dolanıyordu.

Farkında değildi ama artık etrafında Demir veya kendisi varken de mırıldanır, zihnindekiyle konuşur olmuştu. Bunu çocukluktan beri yapmıyordu.

Ölse bile ikinci kişiliğiyle sürekli çatışma halinde olduğunu itiraf etmezdi ama uçurumdan sonra hastalığı farklı bir yere evriliyor gibiydi. Sanki inkar evresini kapatıyordu.

Başka bir kapıya yöneliyordu ama kimse ne yapacağını tahmin edemiyordu.

"Ama sözünü tuttun. Hayattasın." dedi onu kendine getirmek için. Siraç bunu hayatta olarak görmese de Levent sonuca bakardı.

"O şerefsiz ayakta, kurul hala duruyor. Seninle uğraşan o alçak herif hayatta ve sen burada oturuyorsun. Evimizin içine kadar sızmış, Melek'in odasına girmiş. Senin hastalığını bilecek kadar hayatımızın içinde. Elif'e silah doğrultmuşlar, o Murat Komiseri kukla olarak kullanmışlar."

Adamın yaptığı planı anlatırken hala aklı almıyordu Levent'in.

Siraç'a bunları anlatırken sanki onu diriltiyordu. Murat'ı anınca Siraç'ın gözlerinde gördüğü kıvılcım bu uyanışın resmiydi.

"Bana bırak demiştin!" dedi dişlerinin arasından Siraç. "Bana bırak bu bilinmeyen düşmanı, ben çözeceğim demiştin, ihtiyar. Sen intikamına odaklan, bu işi ben çözeceğim demiştin! Bırak demeseydin, ilk Elif'i kaçırdığında peşinden gidecek, onu bulup öldürecektim. Sen durdurdun beni! " dedi. Öfkesi sadece Levent'e değildi. Aklı hala Murat piçinin onun adamı olmasındaydı. Bu yüzden öfkesi gittikçe artıyordu.

Levent omuz silkti. "Adam yılan balığı gibi. Sürekli elimden sıyrılıp duruyor. Görünen o ki bizi tuzağa düşürürken senin hakkında haddinden fazla şey bildiğinden bizde kanıyoruz."

Siraç'ın öfkesinden etkilenmeyen nadir kişilerdendi Levent.

Sonra ciddileşti. "Ben baban olduğunu, o olmasa bile baba tarafından biri olduğunu düşünüyorum bu adamın." dedi pat diye. Bunu söyleyişi ilk değildi. Siraç'ta mimik oynamadı. O çoktan bu ihtimali göz ardı etmişti çünkü.

"Adamın bize verdiği kanıtları sadece yüzük ve mektuplar. Son mektupta da adının Aziz olduğunu söylemiş. Bu da yüzükteki harfle çelişiyor çünkü orada N harfi kullanılmıştı."

Buna da tepki vermedi. O sadece somut bir sonuç istiyordu artık.

Levent ona doğru bir adım attı. "Bir hastane çalışanı adını verdi bize o patlama olayında." dediğinde bir Aslanın inine çomak sokuyordu sanki. "Adam onun için geldiğimizi öğrenince sanki daha önce provasını yapmış gibi kaçtı. Benim adamlar da peşine takıldılar. Kendine saklanacak iyi yer bulmuş it ama az kaldı, yurt dışına kaçacağı zaman enseleyeceğiz onu."

Siraç iki elini başına yasladı. Kafasındaki sesler tekrar yükselmeye başlamıştı. Sanki biri kısık sesle sürekli kulağına fısıldıyor gibiydi.

"Murat piçini yakaladınız mı?" dedi. Sesindeki hiddet kendine gelmeye başlayışının yegâne göstergesiydi. Kafasındaki kurduğu planlara kendi yetişemiyordu bazen. Zihni o kadar hızlı çalışırdı ki kendini kaybederdi bu hızda.

Yine bu hıza kapılmıştı.

"Serbest." dedi Levent Bey. "Devletin memuru, öyle sebepsiz el süremeyiz. Hala planını uygulamakta kararlıysan zaten mimlenmen an meselesi. Bir de bir Polis cinayeti yüzünden peşine istihbaratın takılmasını istemiyorum."

Siraç'ın gözleri birden Levent'e döndü. "Sence bu benim umurumda mı ihtiyar?" dedi, gözleri çakmak çakmak olmuştu. "Ben zaten yanmışım, elimde avucumda ne varsa birden kaybettim. Yine aynı bataklıktayım. Daha da batmışım, çok mu?"

Her şeyini kaybetmiş gibi hissediyordu. Her şeyini kaybetmiş gibi gözüküyordu.

Levent yüzünü ekşitti. "Ben aklını başına devşir, karına affettir kendini diyorum. Sen burada her şey bitmiş gibi konuşuyorsun." İşaret parmağını ona doğru salladı.

"Eğer koşmayacaksan peşinden, çocuğun üstünde hak iddia etmene izin veririm ama torunumun üstünde hak iddia edemezsin. Sürünmeye devam etmek istiyorsan, sürün! Boşarım sizi, ne bir daha yüzünü görürsün ne de sesini duyarsın."

Boşanma kelimesini duyunca Siraç'ın gözü döndü. Elleri yumruk oldu, baba bildiği adama vuracaktı kendini tutmasa.

İki adamda hiddetle birbirine bakıyordu. "Adam ol, karına sahip çık! O kızın sana sahip çıktığı gibi, çık karşısına. Bitir şu intikamını da düzelttim yolumu, bir daha gönlünü kırmayacağım demeye yüzün olsun!"

Ona doğru yürüdü. Burun buruna geldiler. Sanki birbirlerinin yansımasıydı iki adam da.

"Bu düşmanını yakaladın, yakaladın yakalamadın siktir ol git! Çünkü ne yapsan senden iki adım ileride. Ne yapsan işine çomak sokacak. Sende bunu idrak edemiyorsan aklını kullanamıyorsun demektir."

Levent o kadar ağır konuşuyordu ki onunla, yenilecek yutulacak bir tarafı kalmamıştı. Aslında rest çekiyordu ona ama ilk defa bu kadar gaddarlaşıyordu.

Siraç ona aynı şekilde karşılık verebilirdi ama karşısındaki adamı da kaybederse karısına giden bütün kapılar kapanacaktı. Bu yüzden yuttu bu ağır sözleri.

"O piçin peşinden gideceğim." dedi, hiddetinden alev alev yanıyordu lacivert gözleri. " Serbest gününde yakalarım, kaldırırım depoya. Kimsenin de ruhu duymaz. Onun da bebek gibi üstlerine şikâyet etmeye götü yemez." Başını hafifçe salladı. "Zaten izin vermem."

Hislerini yitirmiş gibi konuşuyordu. Levent'e de bakmayı bırakmıştı. Bu yüzden yüzündeki rahatlama ifadesini görmedi.

"İyi." dedi Levent soğuk bir sesle. "Bu işi hallet, seni Elif'in doktoruyla görüştüreceğim."

Siraç'ın sert gözleri ona doğru döndü. "Bir şey mi oldu niye karıma?" dedi. Levent başını olumsuz anlamda salladı.

"Sen görüş, öğrenirsin hayır mı şer mi!" Sonra sanki daha yeni o ağır lafları o etmemiş gibi gülümsedi.

Bu hali de Siraç'ı çıldıracak hale getirdi. "Bazen deli olan ben miyim, yoksa sen misin anlamıyorum ihtiyar." dedi açık açık.

Levent'in gülümsemesi genişledi. "Deli olduğunu düşünseydim sana torunumu vermezdim. Şimdi çocuğunuz da olmazdı. Bana gelince," kollarını göğsünde kavuşturdu. "Sizi gözetmek benim boynumun borcu çünkü siz benim ailemsiniz. Bir gün baba olacaksın," gülümsemesi hüzne büründü.

"Beni çok iyi anlayacaksın." Bunun idrakiyle bir an ikisi de duraksadı. Levent'in boğazındaki düğüm atlattıkları badirelerden sonra geldikleri noktaydı.

Şimdi her şey yıkılmış gibi gözükse de düşe kalka bir yere varabilmişlerdi.

"Baba olacaksın." dedi bu yüzden tekrar. Siraç'ın bu sözlerden sonra yüz ifadesindeki öfke dağıldı.

Geriye kalan koskocaman bir hüzündü.

"Baba olacağım." dedi. Nasıl iyi baba olunur, bilmiyordu. Nasıl baba olunur onu bile bilmiyordu ki iyisini kötüsünü ayırt edebilsin.

Levent yüzündeki ifadeyi yanlış anladı. "İstemiyor musun?" dediğinde sesindeki korku, onu hayata bağladığına inandığı en büyük kozun birinin yalan olabileceği ihtimaliydi.

Siraç konuşmadı, konuşamadı çünkü hala bunun gerçek olabileceğine inanamıyordu. Bu yüzden olumsuz manada sağa ve sola salladı sadece.

Gözlerinde tereddüt vardı, aslında hala kaçmak istiyordu ama sanki kafese tıkılmıştı.

"O zaman korkuyorsun." dediğinde tam üstüne bastı Levent gerçeklerin. "Korkuyorsun çünkü yetemeyeceğini düşünüyorsun."

Levent o kadar sarılmayı seven biri değildi ama oğlu yerine koyduğu genç adamı sarıp sarmalamak istedi o an.

"Herkes korkar oğlum." dediğinde sesindeki merhametin izi karşısındaki adamın yüreğine işledi. "Çok normal, hiç yaşamadın, hiç tecrübe etmedin ki!"

Tekrar yaklaştı ona. Daha yeni acımasızca onu azarlayan o adam, merhametinden gözünden sakınır hale gelmişti şimdi.

"Ben zaten hiçbir zaman bu sebepsiz korkunu anlayamadım. Sen hep yaşamaktan da korkardın ama yaşamanın aksine ölümü defalarca tattın. Öldürmek de zor gelmedi sana. Zaten hep sınırlarda dolandın. Ne zaman kendine izin vereceksin?"

Elini usulca onun omzuna koydu. "Ne zaman mutlu olmak için izin vereceksin kendine?"

Bu soru ettiği hakaretlerden daha da ağırdı. "Elif bana döndüğünde." dedi sanki gerçek olmayacağından korkuyormuş gibi sessizce dile getirdi.

"O benim mutluluğum, o benim yaşamım. Onsuz ne yönümü tayin edebiliyorum ne de yolumu. Sanki..." dedi.

Levent onu serbest bıraktı. Biliyordu ki konuşacaktı bu yüzden geri çekildi. Genç adamın suratındaki sorgulamayı, çaresizce çırpınışı görebiliyordu.

"Sanki Allah bana yaşamam için bir şans daha verdi. Öldüm de geri döndüm dünyaya ama yaşamak için elimde tuttuğum her şeyi de unuttum gibi. O yok, adım atmayı bilmiyor gibiyim. Gözüm kör, önümü göremiyorum sanki. Sudan çıkmış balığa döndüm."

Levent gülümsemek istedi ama bir yandan da sanki karşısındaki gücü doğuştan gelen adamla değil de onu yaralıyken bulduğu on yaşındaki çocukla konuşuyordu. Yıllar sonra ilk defa onunla konuşuyordu.

Bu değerli anı su bulmuş çöldeki bedevi gibi yudum yudum içti.

"Ben sana hatırlatayım o vakit." derken bu yüzden gerçekleri bir çocuğa anlatır gibi anlattı.

"Evlisin, delicesine sevdiğin bir karın var. Kendisi benim torunum olur." Levent'in yüzünde gözlerini aydınlatan bir ışık belirdi.

"Adını Işık koydum çünkü doğduğunda onun bizim kaderimizi değiştireceğine inancım tamdı. Şimdi o güzel torunumdan bir çocuğun olacak. Sende baba olacaksın, ikiniz de büyüyeceksiniz. Sen bu çocuk doğmadan önce kuruldaki adamları bir bir yok edeceksin. Bitecek bu intikam. Huzura ereceksin. Sana saldıran bu adamı birlikte bulacağız. Asla yalnız kalmayacaksın çünkü biz ardındayız."

Yüzündeki ifade onu en çok anlayanlardan biri olduğunu gösterir gibiydi.

"Ama yine ölümü seçersen dediklerimin arkasındayım. Hiçbirimiz yanında olmayacağız çünkü bizi ardında bırakan sen olacaksın."

İkisi de bir an sustu. Bu suskunluğun ardından gerginlikten yorulduğunu hisseden Levent koltuklardan birine oturdu.

"Gitmiyorum." sözünü duymadan önce onun kafasında sürekli ihtimalleri değerlendirdiğini biliyordu. Bu teminatı aldıktan sonra gülümsedi.

"Gitmiyorsun." diye teyit etti onu. Zaten yalan söylüyordu. Gitmeye çalışsa izin vermezdi.

Sonra bir soru sordu. "Bebek için mi?"

Siraç başını olumlu anlamda salladı sadece.

"Elif için?" dediğinde tekrar onu onayladı. Asıl soruyu bundan sonra sordu.

"Peki ya bebek olmasaydı, durur muydun?" dediğinde Siraç sustu. Sanki bu sorunun bir cevabı yokmuş gibi sustu ve Levent bu duruma üzüldü çünkü sanki çocuk yüzünden hayatı tercih etmek zorunda kalmıştı.

Siraç konuşmadıkça bu tezi güçleniyordu.

Konuştuğunda ise bütün tezleri yıkıldı. "Evet." dedi kuru bir sesle. "Evet, dururdum çünkü karım yüzüme baka baka haykırdı tüm gerçekleri. O tokadı attıktan sonra bile hala benim için ağlıyordu."

Yüzünde buruk bir tebessüm vardı.

"Benden nefret etmemiş." dedi. Levent'in boğazına bir düğüm oturdu.

"Benden tiksinmemiş." dedi Levent'in gözleri doğdu.

"Beni her şeye rağmen sevebilirmiş." dediğinde yaşlı yüreği bu sevginin gücüyle sarsıldı.

Başını kaldırıp Levent'e baktı Siraç. "Bunu bile bile cehenneme atamazdım kendimi. Bu zamana kadar sesli dile getirmesem de hep neden Tanrım, dedim içten içe. Neden yaşıyoruz bunları? Neden yaşadım bunları?"

Levent Bey başını çevirdi çünkü yüzündeki acıyı görünce bir bebek gibi ağlamak gelmişti içinden. Siraç'ın onunla bu kadar açık konuşabilmesini o kadar çok istemişti ki Allah'tan sanki bir mucize gerçekleşiyordu.

Levent'in dolu gözlerinin farkında olmadan Siraç anlatmaya devam ediyordu. "O yüce Tanrı bana bir ders verdi ve dedi ki bazen insanoğluna acı çektiririm ki daha büyük bir mükafatla ödüllendireyim. Elif benim en büyük mükafatım. Kalbi de benim en değerli hazinem. Her şeye rağmen kollarını bana açık merhametiyle bütün yaralarımı saran kadın o."

Buruk bir şekilde gülümsedi. Zihnindeki ses Elif'ten bahsedince susmuştu. Sanki uhrevi bir andaydılar. Sanki gökyüzü bulutlarını dağıtmış, ilk gün ışığı odaya doğru usulca süzülmeye başlamıştı.

"Şimdi bana bir ödül daha verdi Tanrı. Onun kanından, benim kanımdan bir canı bahşetti bana. O bana mükafat verirken ben elimin tersiyle itip kendimi cehenneme atamadım. Göz göre göre bunu yapsaydım yakmak istediklerimle aynı şekilde yanacaktım."

Sözler, bazen dağdan taştan daha ağırdı. Ne yeryüzü ne de gökyüzü kaldırabilirdi bu ağırlığı. İnsanoğluna yüklediler bu ağırlığı ve insan da bunu taşımak zorunda kaldı.

Karşılıklı duran bu iki adam da bu sözlerin ağırlığını taşımak zorunda kaldı.

Levent konuştu. Sesi ağlamak üzere bir adam gibi çıktı. "Hak etmiyorsun." dedi büyük bir inançla.

Siraç cevap vermedi. Buna tam olarak inanamadığındandı suskunluğu.

"Hak etmiyorsun!" dedi daha büyük bir inançla Levent. Sonra ayağa kalktı. "Bu yüzden kalk ve savaş oğlum!" dedi.

"O kız orada perişan." dediğinde Siraç, yüreği dağlamış gibi irkildi. "Sen burada ondan betersin. Bu böyle yürümez. Sen adım attıkça açılacak bu yol. Burada oturmakla yürümez. O yaptıklarına rağmen sana bir adım attı. Seni yaşama geri döndürdü."

Bütün bu söylediklerinin onu kendine getirdiğini biliyordu.

"Şimdi sıra sende. Şimdi sıra senin onun elini tutup bırakmayacağını göstermekte." dedi. Aynı sözlerle onun elinden tuttu. Usulca ayağa kaldırdı.

On yaşında da aynısını yapmıştı Levent. Yaraları bir türlü sarılmayan bu çocuğun elinden tutmuştu. Son nefesini verene kadar da bırakmayacağına dair söz vermişti Allah'a.

Yine aynısını yaptı.

Oğlu gördüğü adamın elinden tuttu ve onun yükünü de sırtına yükleyerek kaldırdı.

Şimdi sıra ayağa kalkan genç adamın yürümesindeydi. Sonra koşması, en sonunda ise yaşamasıydı.

Bunun içinde elinden geleni ardına koymayacaktı.

🔱⚜🔱

"Orada manzara nasıl, komiser?" Yüzü duvara dayalı olan Murat'ın hezimeti büyüktü çünkü kurt dileyince kuzuyu, surları bile aşarak avlardı.

"Siktir git!" dedi, yakalanmanın verdiği öfkeyle. Murat aptal değildi. İş birliği yaptığı günün ardından yıllık iznine ayrılmış ve memleketi Antalya'ya gitmişti.

İzi bulunmasın diye kılık değiştirmiş, avucunun içi gibi bildiği bir köyde, gözlerden uzak olan kiraladığı sayfiyelik bir evde kalıyordu ama yine de Siraç onu eliyle koymuş gibi bulmuştu.

Gecenin bir vakti, köyün marketine giderken geçtiği ıssız yolda birden ormandan iki kişi çıkmıştı. Karanlıkta belirsiz olan bu iki siluet, ardına bile bakmadan kaçmasına sebebiyet vermişti. Silahlar ateşlenmişti ama faydasızdı. Açık ve savunmasız bir alandaydı. İş birliği yaptığı adamın ona verdiği korunma teklifini reddettiği için kibirlendiğini şimdi anlıyordu.

Ayağından vurulmuştu. Çevresindeki adamların gittikçe arttığını biliyordu. Hapishane günü nasıl üstünlüğü kendi adamlarıyla sağladıysa, şimdi aynı şekilde bir av gibi yakalanmıştı.

Kaçma kovalamacanın sona erdiği yer terk edilmiş bir ahırdı. Bir adam onu omuzundan yakaladı ve dirseğine vurduğu sert bir darbeyle elindeki silahını düşürdü. Sonra onu omzundan tutup yakınında saklandığı ahırın dış duvarına dayadı.

Sesini duymasa bile kim olduğunu biliyordu. Bu yüzden yenilginin acısı dayanılmazdı.

En büyük düşmanının eline düşmüştü. Üstelik onu en son gördüğünde delirip üvey babasını öldüresiye dövüşüne şahitlik etmişti.

Üstünlük ondayken bile ürktüğü bu manzarayı şimdi kendisinin yaşayacağını biliyordu.

"Sana seni yakalamayacağımı düşündürenin ne olduğunu çok merak ediyorum. O ufacık olan beynin mi buna sebebiyet verdi, yoksa beni yenmeye çalışan koca hırsın mı?"

Vuslat'ın sıkıca tuttuğu kollarından kurtulmaya çalışan Murat buna cevap vermedi. Şu an onu kışkırtmaması gerektiğini bilecek kadar aklı vardı.

Karşısındaki adamda öyle bir güç vardı ki yerinden kıpırdayamıyordu bile. Sesindeki gazabın onun ölüm fermanı olduğunu biliyordu.

Arkada duran Demir neşeli bir sesle konuştu. "Gün aşırı kendi mekânında sabah horozu gibi öten komisere de bakın sen! Çöplüğünden çıkınca dut yemiş bülbüle döndü."

Siraç, Murat'a doğru eğildi. "Kabalıkta artistlik yapanın, tenhada affı olmaz, derler." derken sonunu fısıldıyordu sanki sol kulağına zapt ettiği adamın.

Onları aydınlatan tek bir sokak lambasının ardında, "Hiçbir şey yapamazsınız, ben devletin adamıyım." dedi Murat. "Vuslat benimle ellerini kirletirse uyuşturucudan zamanında yediği hükümle bir daha paçayı kurtaramaz."

Demir'in gülüşü kahkahalara döndü ve arkasındaki adamın nefret dolu sesi, bu söylediklerinin onun umurunda olmadığını gösterdi.

"Sen hala devletin adamı olduğunu düşündüğün yerde hatalarının silsilesi ardı ardına geliyor." Siraç tarafından kulağına doğru söylenen sözler soğuğun ayazı gibi yaktı Murat'ı. "Buna da güç pezevenkliği diyoruz biz! Bugün sabaha kadar birlikteyiz, ben elbette bir bir sana gerçekleri öğreteceğim."

Sonra Siraç vaadini gerçekleştirmek için kabzasıyla başına vurduğu sert bir darbeyle bayılttı Murat'ı.

Murat başına çuval geçirilip bagaja atıldıktan sonra yola çıktılar. Yolda Murat'ı almalarına rağmen Siraç'ın hala keyfi kaçıktı.

Levent'le konuşmasının üstünden dört gün geçmişti. O iki günde de Elif'ten haber alabilmek için harekete geçmişti ama tosladığı duvar az buz değildi. Elif'in dedesi, evin etrafını Dergah 'tan adamlarıyla donatmıştı. Elif'in telefon hattı değiştirilmişti ve hat istihbarattan tanıdığı eski arkadaşlarının kontrolündeydi.

Yeni birkaç adeti vardı.

Bunlardan birisi tam bir sapık gibi karısının evinin önünde yatmasıyla başlıyordu. Her gün eski evinin arka bahçesinin önüne arabayı park ediyordu. Yine her gün istisnasız camı tıklatılıyor, kimlerden olduğunu bildiği bir farklı adamlar onun buradan gitmesi gerektiğini yoksa Mehmet Beyin büyük olay çıkartacağını söylüyorlardı.

İlk gittiğinde neredeyse bu gerçekleşecekti çünkü Mehmet'in ön kapıyı bir hışımla açtığını görmüştü. Sonra zarif bir el uzanmış ve Mehmet'i kapıdan içeriye nazikçe çekmişti.

O elin kime ait olduğunu elbette biliyordu Siraç. O eli tutmuştu, öpmüştü. O el onu kurtarmış, yüzünü sevmiş, yüreğini çalmıştı.

O el en son onu gördüğünde tokat atmış ve evlilik yüzüklerini tam önüne fırlatmıştı.

Yüzüğünü yanında taşıyordu. Onu görememenin hasreti bir kor alev gibi onu yakıyordu. Mehmet kesin kararlıydı, değil yüzünü göstermek parmağının ucunun görülmesine bile izin vermiyordu.

O da her gün odasının yanan ışığını seyrediyor, onun orada uyuduğunu bilerek geceyi sabah ediyordu. Aslında istese kimse o eve girmek için onu tutamazdı ama ne kadar ona yakın olmak için adım atsa da hala yüzüne bakmaya cesareti yoktu.

Hala yenikti, hala haksızdı ve kendini bu sefer nasıl affettireceğini bilmiyordu çünkü hataları boyunu aşmıştı ve intikamı da ona hiç yardımcı olmuyordu.

Ondan vazgeçmesini söyleyen ikinci kişiliği bu süreçte de tam bir iki yüzlülük sergiliyordu. Acınası bir öfkeyle sürekli olumsuz şeyler fısıldıyordu sol kulağına.

Affetmeyecek bizi, dönülmez bir hata işledik. Bu sefer artık yüzümüze bakmayacak. Tamamen bize kapılarını kapattı.

Zihninde sürekli yaptığın yanlışları yüzüne vuran biri varken cesaretini toplamak zordu. Doğru bir strateji belirlemek de imkansız görünüyordu.

Çünkü olay sevdiği kadınsa, hiçbir strateji işlemiyordu. Kaderin rüzgarında bilinmeyen bir yola sürükleniyordu.

Onsuzluğun hasreti dört bir yanını sarmışken sıkışmışlığın verdiği hissiyatla her gün birbirinden kötü oluyordu. Kurul hala çökertilen bağlantılarının acısını çıkartmak istiyordu. Başlarındaki orospu çocuğu uyanmıştı.

Herkes ondan bir adım bekliyordu o ise önceliğini bu bilinmeyene verdiği için yalnızca onları durduracak kadar karşılık veriyordu. Leventle konuştuğu gününün ertesinde bir çatışma yaşanmıştı. Bağlantılarından biriyle buluşmaya giderken çevre yolunda pusuya düşürülmeye çalışılmıştı.

Bozuk yola döşenen mayının son anda farkına varmıştı Siraç.

Mayının basıncı hissetmesi için üstünü taze toprak atılmıştı. Bozuk yolda olmasına rağmen zift yerine dökülen topraktan işkillenmişti ve üstüne değmeden konvoyu geçmiş ardından ise kurşun yağmurlarına tutulmuşlardı.

Bu güç gösterisine ilk kez şahitlik etmiyordu. Hiç kimse zarar görmeden kurtulmuştu elbet ama akşamına aklına düşen ölümle birlikte hiç alışkanlığı olmamasına rağmen ilk kez mesaj atmıştı.

Gönderilen: Edelweiss

"Bugün ölmedim."

Cevap yoktu. Bir dakika sonra okunduğunu biliyordu ama sonra mesaj sistem tarafından bloke edilmişti. Yine de bu mesajı her gün gece atmaktan vazgeçemiyordu.

Bu sevdiği kadınla tek iletişimi gibiydi. Birilerini öldürdükten sonra çiçeklerle uğraşmaya giderdi. Çocukluğundan beri terapistinin dinlediği tek tavsiyesiydi. Terapisti, Osmanlı zamanında cellatların kalplerinin kararmaması için bahçıvanlık işleriyle uğraştığını, kendisinin de bunu denemesi gerektiğini söylediğinden beridir hep çiçeklerle uğraşırdı Siraç.

O tek mesaj, bitkilerle uğraşırken kendini adadığı kısacık huzuru veriyordu. Sanki her gün ona hesap veriyordu o tek cümleyle. Ardını yazmaya da cesaret edemiyordu aslında.

Etseydi, sisteminde her gün yenilenen hatlarına rağmen mesajları Elif görmeden bloke edeceklerini biliyordu ama sistemdeki kimse bu tek cümleye acımış olacak ki birkaç gün sonra daha fazlasını yazmayınca bloke etmeyi bırakmıştı.

Onunla kurabildiği tek iletişim buydu. Gün geçtikçe hasretinin artacağını ve kontrolünü kaybedeceğini o da biliyordu ama şimdilik kendine de zaman veriyordu çünkü her daim üstünü örttüğü sırlar olmadan çırılçıplaktı ve karısının karşısına bir daha çıktığında bütün gardlarını indirmiş olacaktı.

Bununla nasıl baş edeceğini bilmiyordu.

Bu yüzden bilinmeyeni yakalamaya adamıştı kendisini. Levent'e bıraktığı hastane görevlisinin ardından elindeki tek ip ucu Murat'tı. Kendini onu bulmaya verdi ve bir güne kalmadan da onu yakaladı.

Onu getirdikleri depoda bir saat boyunca iğnenin etkisinin geçmesini beklediler. Siraç, Demir'e baktı.

"Geçen seferki gibi için kalkacaksa, git." dedi Siraç, Demir'e. Gömleğinin kollarını katlıyordu. Keskin gözleri baygın yatan adamın üstündeydi.

İkinci kişiliği ile hem fikir olduğu bir konu varsa o da bu adamın bir yavşak olduğuydu. İkisi de karşılarındaki adamı sevmiyordu.

Aslında onlar Elif'e yaklaşacak herhangi bir hemcinsleri sevmiyordu.

Demir'in suratı asıldı. "Adam kusunca içim kalktı. Tersten asıp kum torbası gibi kullandın adamı. Ne yapsaydım, kustu da ne güzel koktu mu deseydim?" dedi Demir.

Bilinmeyenin peşinde koştukları zamanlardan bir gündü. Adamlardan birini yakalamışlardı ama nasıl bir sadakatse o kadar işkenceye rağmen tek bir cümle çıkmamıştı ağzından. Ölen adamın yüzünde ki huzurlu ifadeye sinir olmuştu Siraç.

Tek bir cümle bile elde edememenin öfkesini başkalarından çıkarmıştı. Buna karısı da dahildi. Öfkesini kontrol edemeyince bir hafta ona gözükmemişti ve karısını üzmüştü.

Bu ilk değildi ve sonuncusu da olmamıştı. Şimdi o hatalarının bedelini ödüyordu.

"İyi, uyandır o zaman." dedi kollarını kaldırmayı bitirince. "Ben dokunursam öldürene kadar durmayacağım. Bize canlı lazım."

Hissizce söylenmiş sözler, ayların öfkesini taşıyordu.

Umut deponun arkasında cansız bir heykelmiş gibi onları izliyordu. O da öfkeliydi ve Demir'in yerine geçerse Siraç kadar acımasız olacaktı. Bu yüzden uzakta durmayı tercih etmişti.

"Öldürmeyeceksin." diye uyardı onu Demir. "Başımızda yeterince bela var. Etkisiz hale getir ama öldürme. Zaten yapacakların ortalığı karıştırdı, bunun leşi de başımıza bela olmasın."

Siraç sustu. Söz veremezdi. Üstelik Elif'in yanındaki görüntüsü, ona bakışı gözlerinin önünde canlanırken asla bu sözü de tutamazdı.

Demir iğnenin etkisinin geçtiğini bilerek bir kova buzlu suyu Murat'ın üstüne boşalttı. Murat nefessiz kalkmış gibi uyanırken korkulu gözlerle kabusuna gözlerini açtı.

"Günaydın, Prenses!" dedi Demir, şeker kadar tatlı bir sesle. "Umarım güzellik uykun seni dinlendirmiştir."

Murat'ın odağını kaybetmiş şaşkın gözleri, sudan çıkmış balık gibi çırpındı. Sonra karşısındaki simsiyah giyinmiş adamın yüzüne odaklandı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, nefret dolu bir ifadeyle onu izliyordu.

O adamın bugün onun için Azraillik yapacağını idrak ettiğinde kanı çekildi.

İşte bu tam bir kabustu. Murat, "Hiçbir şey konuşmayacağım." dediğinde karşısında dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı sadece.

Başını hafifçe eğdi. "Karımın yanında bülbül gibi şakıyordun." dedi. Gazabı boş depoda yankılandı. Karşılık aldığında deyim yerindeyse sıvadığını biliyordu Murat.

"Sıçtın, Murat!" dedi Demir keyifli bir sesle. Siraç'ın yanında ona zıt bir ifadeyle duruyordu. "Bu adamı tutacak bir şey de yok artık." Demir bu işten zevk aldığını hiç saklamıyordu.

"Ölüm fermanın taze taze çıktı." Havayı kokladı, soğuk depoda sanki lezzetli bir koku almış gibi gözlerini yumdu. "Mis gibi toprak kokuyor!"

Siraç ona müdahale etmiyordu çünkü bu sözlerin Murat'ı korkuttuğunu biliyordu. "Bir sikim yapamazsınız." dedi, yine de korkusunu saklayarak.

Siraç'ın tek kaşı kalktı. "Senin sikine kalsak bir adım ilerleyemeyiz, komiser." Ona doğru bir adım attı.

Bu adımın bile tehditkârlığı olabileceklerin bir fragmanıydı.

"Zaten sana kalsak senin kalleşliklerini dinlemekten bize sıra gelmez. Korkut Abinin ölümünde rol oynayan köstebekte sendin, öyle değil mi?"

Murat'ın bu sözlerle gözü büyüdü. Şiddetle başını sağa sola sallarken dehşet yüz ifadesini kaplamıştı. "Asla!" dedi. "Bana bunun için soruşturma açtırdın ama bir şey çıkmadı işte. O gün ihanet eden bizim arkadaşımız olan şubedeki bir memurdu. Silahımı da onun sayesinde almışlar. Bana böyle bir iftira atamazsın! Beni Korkut abi büyüttü."

Demir ona tiksinerek baktı. "O adam seni büyütseydi böyle yavşak olmazdın." dedi. Demir'in hakareti haricinde cidden samimi görünüyordu ve onun köstebek olduğuna dair delil bulamamışlardı.

Tabi işkence çektirdikten sonra ifadeleri değişiklik kazanabilirdi.

"En azından sizin gibi şerefsiz gibi değilim." Murat başını Siraç'a çevirdi. "Bir de deli." karşılığını verdi. Siraç sakin bir şekilde karşısındaki adamı izlemeye devam etti.

Öfkesinin kazanı çoktan fokurdarken sakin yüz ifadesi aldatıcıydı.

"Sana yaptıklarımı hükümsüz kıldığı sürece deli sayabilirsin." dedi Siraç. "Ama karıma yaklaştığın için bende seni orospu çocuğu sayarım."

Siraç'ın elleri omuzlarını sertçe kavradı. "Zaten saymadığımı da söyleyemem." Parmaklarını kıracakmış gibi omuzlarına bastırdı ve Murat'ın yüzü acıyla kasıldı.

"Şimdi gelelim asıl mevzu bahis olan konumuza." dedi. "Devleti ardına almayı bırak. Sen kimin adamısın, komiser?"

Murat suratı acıyla kasılmasını saklamak için başını yana doğru çevirdi. "Kimsenin." cevabını verdi.

Başını çevirdiğini için Siraç'ın yüzündeki gözü dönmüş ifadeyi görmedi. "Cık!" dedi dilini damağına vurarak. "Yanlış diyorsun ama." Yüzünde hoşnutsuz bir öğretmenin ifadesi vardı. "Doğru söylemeyeni bizde eğri tutup sikiyorlar, bilmiyor musun?" dedi.

Murat, bu sözleri söylerken ki hissizliğiyle daha çok telaşlanmıştı. Sanki karşısındaki adam bir kasaptı ve birazdan yeni gelen etleri tek tek parçalara ayırıp doğrayacaktı.

Arkasını dönmeden Demir'e doğru seslendi. "Demir, orada bir çivili çekicim olacaktı. Bir getirsene." Başını eğip Murat'ın ellerine baktı.

Sanki hatırladığı bir anıyı izliyordu o ele bakarken. Lacivertleri ateşin en yakıcı tonundaydı.

"Komiser karımı sağ eliyle tutmuştu." Yaşanılan her öfkesini hatırlattı. " Evli olan bir kadını kendine zorla yakınlaştırmaya çalışmanın bir bedeli olmalı, değil mi?"

Murat'ın korkusu nüksederken bir saatlik işkence serüveni başladı. Murat'ın parmakları düz bir zemine zorla açılmıştı. Konuşabilsin diye yüzüne vurmayan Siraç hıncını ellerinden çıkarıyordu.

Yüzüne vursa sürekli bayılmasıyla uğraşırdı çünkü.

Her yanlış cevapta parmaklarının her boğumuna bir çekiç darbesi vuruyordu. Üstelik tek bir darbe de değildi. Vururken, "Bizde bir yanlış üç doğruyu götürüyor, şerefsiz." diyerek üçer darbe indiriyordu.

Sağ eli haşat olmuştu, Murat'ın. Bağırmamak için dilini ısırdığından ağzının kenarından kan süzülüyordu.

"Bu bir yere varmayacak." dedi soluk soluğa. "Siz de bunun bedelini ödeyeceksiniz." Sonra onu kışkırtmak gibi bir aptallık yaptı. Acısı o kadar fazlaydı ki düzgün düşünemiyordu.

Normalde kendine saklamakla akıllılık ettiği bilgiyi gururu için kışkırtma aracı olarak kullandı.

"Elif seni terk etmiş." dedi. Zorla gülümsedi. Haince bir zevk alıyordu bu gerçekten. "Sonunda dediğimi yapmış gibi gözüküyor. Ona senin bir canavar olduğunu söyledim."

Demir, salak mı bu dercesine karşısındaki işkence gören adama baktı. Siraç'ın canını yaksa bile karşısındaki adam da mimik oynamadı bile.

Acı çektirirken sanki robota dönüşüyordu.

"Bu yüzden çabaladım zaten. Sen onu hak etmiyorsun." diyerek yarasını deşmeye devam etti Siraç'ın. "O nahif bir kız, senin gibi bir caniyi hak etmiyor."

Bu cümlelerle aylardır kendini vurduğu için Siraç sessizleşti. O sessizliği çekiç sesi deldi. Murat'ın tam elinin ortasına vurulan çekiç darbesi, avazı çıktığı kadar bağırmasına sebebiyet verdi.

Siraç boştaki eliyle onun yüzünü kavradı. "Senin gırtlağını sökerim." dedi onun çığlıklarına rağmen hala sakin sesiyle.

Bu bir vaat değildi, zihnindeki öfkenin sesi bunu yapması için onu teşvik ediyordu.

Köpekleri yediririz. Bir işe yaramış olur, diyordu.

"Değil karımla kendini aynı anda anmak, ondan bahsetmeyeceksin bile! Zaten aylardır sırf o üzülmesin diye kendimi tuttum. Üzüldüğü de sen değilsin ha!" Murat'ın göz kenarlarında acısından göz yaşları birikmişti.

"O benim aksine insanlara acıyor ama ben değil." Dudakları yukarı doğru kıvrıldı. Lacivertleri simsiyah olmuştu. "Beni onunla sınama, daha öttürmedim seni. Tahtalı köyü boylarsan canım sıkılır." Burnundan soluyordu öfkesinden. " Canım sıkılırsa iyi şeyler olmaz."

Bunları söylerken kırdığı elin üstüne çekici bastırıyordu. Murat'ın aksine Siraç'ın kendini kaybetmek üzere olduğunu bilen Umut, onun geri çekilmesi için konuştu.

"Patron sana yalan söylüyor, bu şerefsiz." dedi. Siraç depoda yankılanan sesle durdu. "Sen gittikten sonra Elif buna yumruk attı. Karın boşluğuna dizini geçirdiğinde yüzündeki ifadeyi sana izletmek isterdim."

Siraç çekici bastırmayı bırakmadan, Umut'a döndü. Arkasında hala acıyla dolu inleme sesleri yükseliyordu.

Umut çok gülümsemezdi ama Siraç başını çevirdiğinde hafif bir tebessüm etti. "Elif'in ona ne dediğini duymak ister misin?" Başıyla arkasındaki Murat'ı işaret etti. "Yoksa o mu söylesin?"

Siraç'ın günler sonra ilk defa karşısında umut ışığı belirdi. Başını Murat'a çevirdi. Acıyla kıvranan Murat'ın elinden çekici çekti. Bileği bağlı olduğu için başını eline eğmekten başka bir çaresi yoktu Murat'ın.

Ona bir vaatte bulundu gerçekleri öğrenmek için. "Söyle de sol elini sağlam bırakayım." Yüreğinin aksine sesi sanki hevessizmiş gibi aynı öfkeyle doluydu. Geri çekildi ve karşısında durdu. Demir de hevesle bir adım attı Murat'a.

"Allah için ayrıntılarıyla anlat." Şeker bulmuş çocuk gibi sevinmişti. Siraç ona sen ne yaşıyorsun, der gibi bakınca omzunu silkti.

"Ne?" dedi kendini savunmak için. "Karım öyle seviyor, ne yapayım?" deyince arkalarından bir homurdanma sesi yükseldi. Kapının önünde bekleyen bir başka koruma gülmemek için başını çevirmişti.

Demir bunu umursamadı. Önlerinde eli yüzünden bayılmak üzere olan adam kimsenin umurunda değildi ama söyleyecekleri için tüm gözler birden ona çevrildi.

"Eee?" dedi Demir sabırsızlıkla Murat Komiser başını kaldırıp onlara bakınca. Zorla nefes alıyordu. Siraç ise elindeki çekici döndürmekle meşguldü. Ellerinde kan vardı.

Yanağına çoktan kan bulaşmıştı. O halde bile bunu umursamıyordu. Sanki kana susamış gibi bakıyordu Murat'a.

Bu bakıştan sonra pes etti Murat. Elini kurtarmak için gururundan vazgeçmek zorunda kaldı.

"Bir daha sana yaklaşırsam beni öldüreceğini söyledi." dedi. Sesi sanki bu sözler onu zehirlemiş gibi çıkıyordu. Yüzündeki acı çeken ifade acı çektiği kadar söylenen sözler içindi de.

Arkadan Umut ekleme yaptı. "100 metre yakınına yaklaşırsan dediğini de unutmayalım." dedi.

Siraç'ın günler sonra ilk defa yüzü gerçek bir gülümsemeyle aydınlandı. Gamzeleri yanaklarında iki derin çukur olarak çökerken kanla birlikte tehlikeli güzellikte olan bir psikopata benziyordu.

Bir de yakışıklı. Fazlasıyla yakışıklı.

Murat başını eğince Umut anlatmaya devam etti. "Değil benden sana yâr olmak, yara bile olmaz, dedi. Tabi Murat bunları duymamış olabilir çünkü o zamanda yediği darbelerden dolayı acı çekmekle meşguldü."

Demir'in kahkahası depoda yankılandı. "Tabi yenge terbiyeli bir kadın. Senden yarrak bile olmaz diyememiş." dedi gülmelerinin arasında.

Çekiş darbeleri Murat'ın gururuna çarpıyordu.

Siraç'ın başı hafifçe eğildi tebessümünü saklamak için. Hoşuna gitmişti.

Hayır, bayılmıştı bu duruma.

Minyon olan karısını kafasında öyle bir öfkeyle canlandırabiliyordu. Onu savunmuş, hatta onun için komiseri tehdit etmişti.

Gurur duydu, hasreti harlandı. Özlem kalbini siyah bir alevle yaktı. O kadar özlemişti ki ondan aldığı küçük bir haber bile onu mutlu hale getirmişti.

Gerçi bu küçük bir haber değildi. Karısı onu savunmuş ve ona asılan karşısındaki şerefsize haddini bildirdikten sonra bir de tehdit etmişti.

Eğer yakınındayken bu haberi almış olsaydı, kontrolünü yitirirdi. Onu savunan o güzel dudaklarında mutluluğunu perçinler, nefes alır, tadında kendini kaybederdi.

Ama yoktu.

O kendini savunurken o kaçmıştı. Üstelik bir başka kadınla onu kandırmaya çalışmıştı.

Tiksinti dört bir yanını sardı. Yüzündeki gülümseme kayboldu. Başını kaldırdığında öfkesi artık kendineydi.

"Şu işi bitirelim artık." dedi kendine olan öfkesinin hıncını Murat'tan çıkaracağını hissederken. " Karım benim yerime cevap verdiğine göre benim de kendi cevaplarımı almamın vakti geldi." dedi.

Murat'a doğru yürüdü. İlk bir saat oynamaysa, ikinci saat dehşetti. Bedeni kum torbası olarak asılan Murat'ın yüzünde kanamayan tek bir yer kalmamıştı.

Konuşmuştu. Zorlukla da olsa anlatmıştı ama onun da çok fazla bir şey bilmediği ortaya çıkmıştı.

Yanına gelen adamın adı Vural'dı. Bir iş adamıyla bağlantısı olduğunu biliyordu. Emir'in operasyonu için ilk defa iletişime geçmişlerdi.

Vural'la ilgili bildiği başka bir şey yoktu. Adamla yan yana gelince konuştukları sadece gerçekleştirecekleri adımdı. Onu ilk defa bu işe kabul ettirmek için operasyon amirini işin içine katmışlardı.

Normalde kabul edilmeyecekti ama ona cazip bir teklif sunulmuştu.

Murat, Elif'ten bahsedilince yardım tekliflerini kabul etmişti çünkü Siraç'ın hastalığı ona anlatılmıştı.

Anlaşılan oydu ki Murat bunu öğrenince tıpkı Siraç gibi Elif'in terk edip gideceğini düşünmüştü. İki erkeğin de tek ortak düşüncesi bu olmuştu.

Siraç hastalığı hakkında konuşulmasını umursamamıştı ama bunu bir koz olarak görmelerinden nefret etmişti.

Artık değildi.

Elif öğrenip kabullendikten sonra deli bile olması umurunda değildi.

Baştaki adamla hiç iletişime geçmemişti, Murat ama sınırsız bir gücü olduğunu iddia ediyordu çünkü devlet içinde tanıdıkları büyük adamlardı.

Murat'a, Elif isterse ona verilmek teklif edilmişti.

Siraç bunu duyunca onu öldüresiye dövmüştü. Öyle ki hem Murat'ın hem de kendi üstü kan revan içinde kalmıştı. Döverken öyle tehditler savuruyordu ki dövmekten daha çok ileride yapacakları Murat'ı korkutuyordu.

Sıra sıra ilerleyeceğini söylüyordu, Siraç.

Önce kemik sonra et sonra deri. Kötürüm bırakırsa kusura bakmayacakmış, Murat.

Ellerine baktıkça Elif'e nasıl dokunduğunu hatırlıyormuş çünkü.

Murat bu sözleri ömrü boyunca unutamazdı çünkü sanki karşısında o varmış gibi değil de kendi kendine konuşuyormuş gibi konuşuyordu. Burada da öfkesinin harını arttırıyor hıncını ondan çıkartıyordu.

Zaten bu öldüresiye dövmesinden sonra uyandırabilmek için yarım saat ara vermek zorunda kalmışlardı. Uyandığında ise konuşabildiği birkaç cümleydi.

Buluştukları bir adres ve onlara ait olduğunu iddia ettiği bir plakayı vermişti, Murat. Onun bu operasyona atamak için emir veren üstlerinin adını da iletmişti.

Murat'ın bu itirafları yine de Siraç'ın geçmişte yaptıklarının intikamını almasına engel olmamıştı. Elif'e baktığı için vurmuş, ona dokunduğu için dövmüş, onu düşündüğü için soluğunu kesmişti. Kan kaybından ölmesin diye bacağına sardıkları bezin üstüne bastıra bastıra ezmişti ayaklarını.

Öldürmeye yakın bir hale geldiğinde kimseyi duymamıştı. Bunun üzerine olacakları tahmin eden Levent geldi depoya. Murat'ı zorla elinden aldılar.

"Elif," dedi Levent. "Adamı öldürsen çok mutlu olur cidden!" Sözleri alaycıydı. "Hata üstüne hata yapma, evlat. Bu dönemde kontrolünü kaybetmemek zorundasın."

Herkesin bildiği Elif kozu elbette yine işe yaradı. Hatalıyken Elif'in ondan bu beş para etmez herif yüzünden de uzaklaşmasını istemiyordu. Bu yüzden Levent'in eline teslim etti onu.

"Gerisi bende. Bugünlük git ve dinlen. Bir daha karşına çıkmayacak." Adamın haline baktı Levent. "Tabi yaşarsa." dedi acıyarak.

Siraç bir hışımla depodan ayrıldı ama dinlenmeye gitmedi. O gece Elif'e aynı mesajını attıktan sonra şirketine gitti ve plakayı, verilen adresleri sorgulattırdı. Çok bir şey çıkmayacağını düşünmüştü ama tam tersine elde ettiği bilgiyle şaşırdı.

Adres de plaka da Vural Kızılcık'a aitti. Adamın eskiden istihbaratta olduğunu, bacağından aldığı ciddi bir yaralanma sonucunda görevinden ayrıldığını öğrenmişti. İşin en çarpıcı kısmı, Hüda şirketiyle olan bağlantısıydı.

Annesinden kalan minik bir hissesi vardı şirkette. Aileyle bağlantısı olduğunu öğrendiği anda şirketin sistemine sızdı. Gece saat 5'ti. Sistemlerinin korunma duvarını deldiğinde geçen seferin aksine karşı atak bile görmedi.

Bunu daha önce yapmışlardı ama hiçbir şekilde yeni bir şey bulamamıştı. Öncelikle yine arşivlerine sızdı.

1980'e kadar özel tasarımlar kataloglanmış ve kime satıldığı belirtilmişti. Sistemi bilmesine rağmen yine de 90 öncesini aradı ve geçen seferki araştırmanın aksine buldu.

Geçmişte saklananı eliyle koymuş gibi buldu.

Aziz Nehar ****

Yüzükteki N harfini dolduran adam, Melek'in bebeğinin babası olan Aziz. Hepsi bu adamdı. İsim tanıdık değildi. Hiçbir şeyi de çağrıştırmadı ama uğursuz bir ürperti sardı Siraç'ın bedenini.

"Bu adam benimle taşak geçiyor." dedi o nefretiyle. Her satışla birlikte soyadı dahi verilen satıcıların aksine bu adamın soyadı gizlenmişti.

Nüfus Müdürlüğünden tanıdıklarını harekete geçirdiğinde daha hiçbir büro açılmamıştı. Önce ismi araştıracaktı. Bir şey bulamazsa şirketin başındaki Murat Lâl'e gidecekti.

O olmazsa Vural'ı bulacaktı. Her halükârda karşısındaki adam, kendini açık etmişti. Öyleyse bu sefer tuzağına düşmeden peşinden gidecekti.

Sabahın kör vaktinde Umut'u aradı. Elif için uyardı onu. Nereye giderse bir ordu korumanın peşinde olmasını söyledi. Mehmet'in de uyarılmasını söyledi. Bu adam burunlarının dibine kadar sızmıştı ve hep bir adım öndeydi.

Babası olduğuna da inanmıyordu.

Belki de Melek'in onun yüzünden bu hale geldiğini öğrenmişti. Bu yüzden o da intikam güdüyordu. Hıncını bir çocuktan çıkaran ilk yetişkin değildi.

Sonda olmayacaktı ne yazık ki...

Bunun hırsı kör etti Siraç'ı. Sabah haber beklerken Vural'ın adresini teyit etmek için iki adamını gönderdi. Kendilerini açık etmeleri için özellikle uyardı. Karşısındaki adam akıllıydı. Bu yüzden muhtemelen sisteme girdiğini de Murat'ı da bulduğunu biliyordu.

Bu yüzden buraya geleceğini de biliyordu. Ters köşe yapacaktı. Öyle bir ters köşe yapacaktı ki aylardır onunla uğraşmanın hıncını çıkartacaktı.

Gün artık bedel ödemenin vaktiydi.

O acı çekerken kimse hesabını kapatmadan göçmeyecekti bu dünyadan. Kendi sisteminden de ismi taratırken Levent aradı.

"Elif'in doktoruyla görüşme ayarladım." dedi, sanki bir müjdeyi verir gibi. " Mehmet normalde tembih etmiş ne Selçuk ne de doktor sana bilgi vermeyecekmiş ama sen bana şükret."

Siraç istese o bilgiyi sistemden alırdı zaten ama bu kadar nefret ve acıyla doluyken nasıl tepki vereceğini bilmediğinden kaçmıştı.

"Ciddiye al bu buluşmayı. Büyük risk var sanırım. Tedbirini alırsın." dediğinde Levent'te bunu düşündüğünü bilecek kadar akıllıydı. Bu yüzden onu can damarından vurdu. Siraç sessiz kalınca kadın doğum uzmanının onunla saat 10'da görüşeceğini söyledi.

Telefon kapandı. Gece Antalya'dan Ankara'ya gitmişti. Telefon görüşmesinden sonra şirketin helikopteriyle Konya'ya gitti. Yanına Demir'i de almıştı. Gergindi, belirsizlik onun en nefret ettiği şeydi ama özel kliniğe giriş yaptığında tam olarak bununla yüzleşiyordu.

Bir bebek vardı ortada ama kontrollere bile gidemiyordu. Belki ilk kalp atışını duyamayacak, cinsiyetini bile bir başkasından duyacaktı.

Bu uzaklığa tahammül edemiyordu. Sahiplenicilik hissi boğucuydu ama yüzü de yoktu işte.

Doktorun katına çıktıklarında koridorda iki takım elbiseli adama tuhaf tuhaf baktılar. Asıl tuhaflık ise doktorun odasının önünde gerçekleşti.

Eylül gördü onları. Görünce hayalet görmüş gibi tepki verdi. "Yok artık!" dedi. Yüzü bembeyaz kesildi. Yanında Mehmet'te vardı.

Siraç, Eylül'ü gördüğü anda ihtiyar tarafından tuzağa düştüğünü anlamıştı.

Üç koruma da odanın karşısında duruyordu. Mehmet, Eylül'ün tepkisiyle birlikte başını döndürdü. Bunun üstüne durum daha da tuhaflaştı ve kapı açıldı. Kapıdan Bahar çıktı. O kısa şok anıyla o da yüzleşti.

Arkasında Elif vardı. Kimseyi daha görmemişti. Mehmet, bir Siraç'a bir de kapıdan çıkan Bahar'a baktı. "Kapatın kapıyı!" diye kükredi.

Herkes donmuşken bu bağırışın kopacak olan fırtınanın habercisi olduğunu biliyorlardı. İki koruma kapıya doğru ilerlerken Mehmet ayağa kalktı. Siraç'ın gözü ise kapıya kilitlenmişti.

Orada olduğunu biliyordu, görmenin umudu göğüs kafesini doldurdu.

"Sen ne hakla buraya gelirsin adi herif!" Mehmet ona doğru yürürken Bahar ve Eylül aralarına girmek için koşturdu.

"Baba sakın! Baba Elif!" dedi Bahar. Onun düşük tehlikesinden bahsediyordu. Daha yeni doktor hiçbir stres yaşamamasını söylemişti. Üstüne yaşanan bu olay resmen hayatın bir şakası gibiydi.

Siraç yerinden kıpırdamadı bile. Gözü hala kapıdaydı. Bir ümit yüzünü görür diye gözünü bile kırpmayacaktı bile.

"Senin ne haddine burada olmak! Değil yanına gelmek, yüzünü bile görmeye hakkın yok senin!" Mehmet iki kadın tarafından engelleniyordu ama isteseydi çoktan saldırmıştı.

Elif için tutuyordu kendisini. "Git buradan. O kız senden boşanacak. Hiçbir bağınız kalmayacak artık!" Acı sözler bir bir Siraç'ı vururken hiç sesini çıkartmıyordu. Hala kapıdan çıkmasını bekliyordu hevesle.

Çıkmadı.

Görmedi de onu. Eskiden olsa karısı kim karşısına geçse ona meydan okur, yine çıkardı karşısına ama kapalı kapıların ardına saklamıştı kendisini.

Yüzünü göstermeyecekti. Aralık olan kapı tamamen kapandığında sanki vurulmuş gibi irkildi.

Sanki bin defa kapı suratına kapılmış gibi hissetmişti.

Demir Siraç'ın önüne geçti. "Mehmet dede, o çocuğun babası bu adam!" dedi. "Ne demek hakkı yok? Bir bebekleri olacak, elbette nasıl olduğunu bilmeye hakkı var. Suçlu görebilirsin tamam da böyle bir muamele de hak etmiyor. Her şeyi başından beri biliyorken haksızlık ediyorsun."

Bu sözlerden Mehmet'i delirtti. O eski topraktı. Bir kadın ardında asla bırakılmazdı. Sırtını bile dönemezdin. Korumak için can verirdin. Boş yere canından vazgeçmezdin.

Kaçmak, kendini kaybetmek korkaklara özgüydü.

"Ne demek bir şey yapmadı lan? Hamile karısını ardında bırakıp kendini öldürtmek hangi adamlığın kitabında yazıyor? Oğullarımı zapt ediyorum ama ben kendimi de tutmayacağım bir dahaki sefere!" Siraç'a doğru bir hamle yapmamak için zor tutuyordu kendisini.

"Defolun gidin, gözüm görmesin bu herifi!" Sinirle soluyordu. Eylül ve Bahar'ın yüzündeki acı ifade hem karşılarında ki yıkılmış adam içindi hem de artlarında her şeyi duyduğunu bildikleri Elif içindi.

İkisi de birbirinden beterlerdi. Siraç'ın gözlerinin hala ardındaki kapıda olduğunu fark eden Eylül, başını döndürüp kapalı kapıya baktı.

Gözleri doldu. Resmen çökmüştü Siraç.

"Elimden kaza çıkacak yoksa!" diye tamamladı Mehmet sözlerini. Siraç, son kez kapıya baktı.

Affetmeyecek, diye fısıldadı zihnindeki. Terk etti, asla seni affetmeyecek.

Demir ona döndüğünde göz göze geldiler. Siraç'ın yüzündeki acısını saklamaya çalışan ifadeyi görünce dudaklarını birbirine bastırdı.

"Gidelim abi. Boş ver, şimdi her şey çok taze." dedi onu teselli etmek için. Bu tesellinin karşısındaki adamda zerre işe yaramadığını biliyordu.

Çünkü o adamın geniş omuzları çöktü. Yaralarla dolu elleri boşlukta sallandı ve sanki yaşamı elinden alınmış gibi mahzunlaştı.

Bir adım geriye gitti. Sonra arkasını döndü. Dimdik geldiği koridordan omuzları çökmüş bir şekilde çıktı. Aşağı inerken her şey bitmiş gibiydi Siraç için.

Eskiden kurumuş kalbi yalnızca öfkeyi duyumsardı. Şimdi o kadar acı çekiyordu ki elini göğsüne bastırmak istiyordu.

Bahçeye çıktıklarında soğuk havayı bile tadamadı. Sanki aldığı nefes yetmiyormuş gibiydi. Arkasından hızla gelen ayak seslerini Demir duydu. Eylül geliyordu. Koşturuyordu arkalarından.

"Siraç!" diye seslendi. "Durun!" öyle hızlı koşmuştu ki nefes nefese kalmıştı.

Siraç korktu. Yüzündeki telaşlı ifadeyi görünce Elif'e bir şey oldu sandı. "Ne oldu? Karıma bir şey mi oldu?" dediğinde tekrar içeri girmek için hareket etmişti bile.

"Hayır!" dedi Eylül kesik kesik aldığı nefeslerinin arasında. "Yok bir şey! O iyi." Nefes almak için kamburlaşmıştı.

Karşısındaki adamın yüz ifadesindeki rahatlamayı görünce içi yandı Eylül'ün. Şundan bir buçuk hafta gördüğü adam çökmüştü resmen. Sakalı uzamış, saçları karmakarıştı. Kilo verdiği yüzünden bile belli oluyordu.

Onunla konuşmak için dikleşti Eylül. "Yani iyi denebilirse." dedi Siraç'ın yüzüne bakarak. O da Siraç'a bu haline rağmen kırgındı.

Bunu yüzüne bakarak bile anlayabilirdi, Siraç ama daha kendi kendiyle hesaplaşmamışken ardında bıraktıklarıyla da yüzleşemiyordu da.

"Sana bunu vermemi istedi." dedi Eylül, elindeki minik kâğıdı uzatarak. Siraç soru işaretleri dolu gözleriyle ona baktı. Eylül kırgınlığına rağmen gülümsedi.

"Mahrum kalma istedi." Siraç kâğıdı aldığında konuşmayı devam etti "Yani ben öyle yorumladım. Sonuçta ben insanı gözünden anlarım." diyerek açıklıyordu ama Siraç minik kâğıdı açtıktan sonra tüm sesleri duymayı kesti sanki.

Ultrason kâğıdı.

Minik kâğıdın ortasında siyahlığın içinde küçük bir kese vardı. Siraç'ın gözleri ultrason kağıdındayken Eylül şakıyordu.

"6 haftalık oldu, babası!" dedi neşeyle. Baba, sıfatını duyunca irkildi Siraç. Büyülenmiş gibi küçük kâğıda bakıyordu.

Göz pınarları yanarken geçmişten gelen bir ses fısıldadı zihninde.

"Ağlayamazsın. Sen erkeksin!" Tokat sesi yankılandı zihninde. "Nefes almakta haram sana ama dua et, ben lütfediyorum da yaşamana izin veriyorum."

Zamanında baba yerine koyduğu adamın sesini duyarken kendini ağlamanın sınırında hissediyordu.

Farkında değildi, belki de bastırıyordu ama baba onun en büyük yarasıydı. Sanki kâğıda bakarken yaralı zihni sızım sızım sızlıyordu. Sızladığı yer boşluğuyla acıyordu.

O boşluk baktığı minicik kâğıda umut bağlıyordu. Elif ona yüz çevirdiğinden beridir ilk defa nefes alıyormuş gibi geliyordu.

"Çok küçük." diye fısıldadı. Başını kaldırıp baktığında gözlerinin dolu olduğunun farkında bile değildi. O gözler de saf bir hayranlık vardı.

"Ne kadar küçük!"

Hayret ediyordu. Bu öyle bir mucizeydi ki inanamıyordu. Karşısında duran iki kişi ise onun hayretinden, hayranlığından ziyade hüznüne takılı kalmıştı. Eylül, Siraç'ın gözlerinin dolduğunu görünce ağlamamak için ellerini yumruk yaptı.

Demir ise gözlerini kaçırdı.

Eylül, "Evet, küçük ama büyüyecek. Kocaman olacak." dedi sesini neşeli tutmaya çalışarak.

"Ya bir şey olursa?" Siraç'ın endişesi o kadar sahiciydi ki daha tanışalı saniyeler olmuşken minicik bebeğin korunmasını bile dert edinmişti.

Sanki içine işlemişti. Sanki onu korumak nefes almak gibi boynunun borcuydu.

Eylül hemen başını olumsuz anlamda salladı. "Bir şey olmayacak, inşallah. Yerinden bile kaldırmıyoruz. Zaten o da çok dikkat ediyor." dedi tüm inancıyla.

Riskten bahsetmek istememişti.

Elif'in az da olsa kanamaları vardı. Buna nasıl üzüldüğünü bir tek onlar biliyordu. Şimdi karşısında yıkılmak üzere olan adama bunu söylese ya delirip hastaneyi basacaktı ya da buna sebebiyet verdiği için kendini yakacaktı.

Belki tekrar ölümü bile göze alırdı.

Bu yüzden umut vermeye çalıştı. "Bak, merak etme." diyerek teskin etti onu. Başını eğip minik kâğıda bakan Siraç'a durumu izah etti. "Evde kalmayı düşünüyor uzun bir süre. Hiçbir şey de yaptırmıyoruz, inan ki! Zaten odasından bile çıkmıyor doğru düzgün."

Minicik kâğıda bakarken suçluluk sanki Siraç'ı öldürüyordu. "Neden?" diye sordu Siraç. "Neden çıkmıyor odasından?"

Başını kaldırıp Eylül'e baktı. Endişe, korku, yüzü olmamasına rağmen delicesine bir hasret dört bir yanını sarmıştı sanki.

Eylül'ün buna vereceği bir cevabı yoktu. Olsaydı, karşısındaki adamın yansımasını anlatırdı.

Ne diyecekti sahi ona?

İki cümle bile kurmuyor. Konuşmuyor, zorla yemek yiyor. Gece öyle kabuslar görüyor ki çığlık çığlığa bağırıyor. Annesi uyutmaya çalışıyor ama yine de uyuyamıyor.

Yıkıldı, toparlayamıyoruz. Yardım da edemiyoruz.

Bu cümleleri söyleseydi şayet, Siraç bunların hiçbirini kaldıramazdı. Elif'in bu halini görmemesi daha iyiydi aslında. İkisinin de yaraları tazeydi. Şimdi yüz yüze gelmeleri hiçbir şeyi çözmezdi.

"Yorgun." diyerek geçiştirdi. "Mide bulantısı da var." Siraç ağzını açtığında onu susturdu. "Hamilelikte normal bunlar." diyerek teskin etti.

Teskin etti ama teselli edemedi. Dakikalar geçti üstünden, Siraç gözünü ayıramadı o minik ultrason görüntüsünden. Oysa küçük bir kese haricinde hiçbir şey gözükmüyordu.

Yine de anlamı büyüktü işte. Sanki küçük bir el parmaklarını tutmuştu. Koca bir güç gibi bağlamıştı onu dünyanın topraklarına.

Öyle büyük bir güçtü ki Elif'in onu yukarıdan izlediğinden habersiz başını kaldırdı ve Demir'e küçük bir tebessüm bahşetti.

Sonra gittiler.

Ayakları geri geri giderken, geri dönmek isterken ardında sessizce ağlayan bir kadın bıraktı. Aralarındaki tek bağ elindeki kağıttı.

Ardına baksa da başını kaldırsa da göremezlerdi birbirlerini çünkü yaşadıklarıyla aralarına dağlar, yollar girmişti.

Geriye minicik bir umutları kalmıştı. Buna tutunmazlarsa kopacaklardı.

🔱⚜🔱

Günler birbiri ardınca akarken her gün yaraların üstünü kabuk bağlatmak yerine kanatıyorlardı sanki. Zaman geçtikçe soluyordu belki yaşananlar ama konuşmanın verdiği kırgınlıklar giriyordu araya.

Gözden ırak olan gönülden de ırak olunca bazı kararlar daha kolay alınıyordu.

Elif'in avukatla konuşması bunun bir örneğiydi. Dedesinin zoruyla görüşmüştü ama bu bile Siraç'ı delirtmişti. Mehmet'in zoruyla görüştüğünden haberdardı, Siraç.

Bu yüzden görüştüğü avukata gidip tehdit etmeye kadar götürmüştü işi.

Kimsenin evliliklerine yaklaşmasını istemiyordu. Elif'ten başka kimsenin bu konuda fikri olsun istemiyordu ama onunla da konuşamıyordu.

Yuvaya gittiğini biliyordu. Bir kere üniversiteye gittiğini biliyordu. Hazırlık sınıfını geçtikten sonra muhtemelen kayıp yaşamayacağını düşünerek üniversitesini dondurmuştu.

Bu süreçte üç kere karşısına çıkmaya cesaret etmişti. Üçünde de onun geldiğini fark ettiği anda gizlenebileceği bir yer buluyordu. Yolladığı çiçekler soluyordu bahçenin kapısında.

Yazdığı hiçbir mesaj ona ulaşmıyordu.

Yüzünü mahrum ediyordu, sesini mahrum ediyordu, öyle bir hale gelmişti ki bazen sesini duyar gibi oluyordu Siraç.

O gülümseyince kalbi hızlanır, sanki bir bahar şarkısı çalardı yer yüzünde. Gülüşünü taşıyordu soğuk rüzgar bazen ona.

Duyduğunu sanıyor, ardına bakıyor, onu göreceğini sanıyordu ama yanılıyordu.

Elif onu görmek istemiyordu. Elif onun yüzüne bile bakmak istemiyordu.

Akli dengesini koruyabildiği tek umudu elindeki küçük bir kağıt parçası, bir de Ali'yi her gün ziyaret edişindeydi. Her gidişinde ona sarılan bu küçük adamla bir saat boyunca konuşuyorlardı. Ondan Elif hakkında bilgi alacak kadar çaresizdi.

Eylül'e sorduğunda her soruyu geçiştiriyordu. Nergis, şahsi korumalığın verdiği kurallarla ilgili bir şeyler zırvalıyordu.

Bahar çıkmıştı bir gün karşısına. Ne kızgındı ne de öfkeliydi. "Zaman verin oğlum birbirinize." demişti Bahar. "Şimdi sana çok kırgın ama yaralarını sarınca seninkilere de yetişir o. Benim kızım kıyamaz sevdiklerine." demişti.

Yüzünde bir anne şefkati vardı. O da yaptığı hatanın vicdan azabını çekiyordu. "Senin de bir şeye ihtiyacın olursa, ben buradayım." demişti ona bir adım atarak. "Yanlış yapmış olabilirsin ama şu an doğrudaysan sana sırt dönmemiz bize yakışmaz."

Şayet izin verseydi Siraç, ona daha da yakın olurdu ama Siraç'ın Elif dışında herkesin önüne koyduğu kalın bir duvar vardı. Acı çektiği belli olmasına rağmen öyle dokunulmaz duruyordu ki ürküyordu herkes.

"Babamı da anla, Korkut'un yerini doldurmaya çalışıyor çünkü uzakta kalmanın vicdan azabını çekiyor o da."

Herkes kendi vicdan azabının bedelini ödüyordu ama en çok uzakta kalan iki yarım yürek yanıyordu.

Onu ruhunu en iyi okuyan kişi Ali'ydi sanki. Her Siraç'ı gördüğünde korkmadan sımsıkı sarılıyor, geçmişi tamamen ortaya çıkan bu yaralı çocuk başını Siraç'ın kalbine koyuyor ve orada konuşuyordu.

"Özledim." demişti bir gün.

Siraç, "Kimi özledin?" deyince başını kaldırıp gülümsemişti.

"Elif." Demişti güzel gözleri sanki ruhunu görüyormuş gibi bakarken. Görüyordu da küçücük çocuk, yaşadıklarından dolayı az konuşuyor ama hep doğruyu söylüyordu.

Ona bakmış, özlemini hissetmiş gibi canını alan o soruyu sormuştu. "Sende özledin mi?" derken sanki ayrı olduklarını hissediyordu.

Özleminin tarifi yoktu. Kelimeler yetmiyordu, sanki bir çilehane odasında susuz bırakılmış gibi bir özlemdi bu. "Özledim." demişti de yetmemiş gibiydi. Defalarca zikretse de yetmeyecek gibiydi.

Delirmemişti elbet. İlginç bir şekilde tekrar da kriz geçirmemişti. Sadece kafasında sürekli aynı yol dönüyordu.

Kurulun intikamını ertelediğinin farkındaydı. Tek tesellisi şu an mahzende hiçbir çocuğun işkence görmemesiydi. Birçoğu adam toplamak için kurulun yanına çekilmişti.

Aslar bekliyordu ki onların da bu bekleyişi istediğini biliyordu. Aklını toparlamak zorundaydı. Neredeyse yıllardır verdikleri emeği bir hiç ediyordu.

Bu yüzden bu süreçte hem kurulu oyaladı. Hem de bilinmeyeni oltaya getirmekle uğraştı. Hastaneye gittikten sonraki gün adı verilen hastane görevlisi bir kez daha ellerinden kaçtı.

Yurt dışına kaçamamıştı ama ellerinde de değildi.

Siraç için o adam önemli değildi. O bilinmeyenle oyun oynayacaktı. Önce şirketin önünde adamlar dikti. Verilen adrese gözcüler koydu.

Saklamadı hiçbirini, her adamını göz önüne dikti ki onun verdiği artıklarla yetindiğini sansın. Aziz Nehar isimli bir kişinin bile ülkede olmadığını öğrenince şaşırmamıştı. Bu da adam için bir oyundu.

Ayarlarıyla oynuyordu, yoluyla oynuyordu. Zafiyetleriyle onuyordu.

Siraç'ta onun tek zafiyetiyle oynayacaktı.

İki hafta boyunca aynı gözcüler geldi gitti. Vural, evini takip eden adamları öldürmeye çalıştı. Beceremedi. Adam her seferinde izini bir şekilde kaybettirmeyi başarıyor ama asla evine gelmeyi bırakmıyordu.

Bunun da bir tuzak olduğunu bilerek kedi fare oyunu oynadı onlarla.

Şirketlerine gitti. Murat Lâl yoktu, yeğeni Mustafa Lâl ise sanki her an bir hamle yapmak için tetikte beklemişti.

O ise gitti, karısı için çalışılması yaklaşık bir ay süren bir kolye tasarlanmasını istedi.

Vural iki kere arka sokaklarda, yakalanacak en kolay tuzaklara düşmesine rağmen onu yakalamadı. Kimseye planından da bahsetmedi.

Levent bile defalarca ne yapıyorsun diye kızsa da iki hafta oynadı onunla. Sinirlendirdiğini biliyordu çünkü aynı şekilde kendi şirketinin etrafında da kurul dışından olduğunu teyit ettirdiği adamlar görmeye başlamıştı.

Misilleme yapıyordu bilinmeyen.

Üçüncü haftanın sonunda yemi attı. Melek' e verilen özel bir ilaçla genç kadını kriz geçirtmiş gibi gösterdi. Bu planı bir tek Eylül ve Demir biliyordu. Onlar da oyunlarını oynarken özel bir hastanede yatan kadına bakan bütün ekibi suçlayarak bir gün içerisinde tüm ekibi değiştirdi.

Köstebekleri temizledikten sonra pusuya yattı. Beklerken Ali'nin yanında Elif'ten bir kez daha haber aldı.

Erzurum'a gitmeyi düşündüğünü öğrendi Nergis'ten. Bir de önemsiz bir şeymiş gibi saçlarını kestireceğini duydu bu bilgilerin arasına.

Sanki aralarındaki bağları bir bir koparıyordu, Elif. Çaresizlik dört bir yanını sardı. Saldırsa ters tepeceğinden korktu. Susarsa kaybedeceğini düşündü.

Sıkıştı yaşattıklarının ardında. Çare buldu kendince, bunun üzerine yaşanan olaylardan sonra akşam Demir evine çağırdı onu.

"Bu böyle gitmez, abi." dedi onun sessizliğinin de daha tehlikeli olduğunu hissederek. Haftalardır sürekli diken üstündeydiler. Murat'ın yaralı bedeni terk edilmiş bir şekilde bulunmuş, hastaneye kaldırılmıştı.

Murat, Siraç'ı suçlamıştı ama hiçbir delil bulunamadığı gibi Levent araya girdiği adamlarla dosyayı kapattırmıştı.

Kurul, çöken şebekeyi tekrar ele geçirmek istiyordu. Her gün birbirinden beter hale dönüşüyordu. Çok fazla içmezdi ama bugün elinde viski vardı. Bunun onu rahatlatacağına inanıyordu.

Siraç ise susuyordu. Yine konuşmuyordu. Sorusuna cevap bile vermemişti. Uykusuzluktan feri sönmüş gözleri sürekli yerdeydi. Başını elleri arasına almış sımsıkı tuttuğu saçlarını çekiştirerek zihnindeki sesleri susturacağını düşünüyordu.

İçmeyeceğini biliyordu ama ona da bir bardak doldurup tam önüne koydu. Bu bir rus ruletiydi Demir için.İçerse aklına gelen planı uygulayacak, bir umut ışığı açacaktı.

Siraç bardağı koyduğu sırada mesaj atıyordu. Mesajı göndereceği an gelen sesle başını kaldırdı ve masanın üstündeki içki bardağını gördü.

"Bu işe yaramaz." dedi sert bir sesle. "Beni yine aynı tuzağa düşürme."

Sesinde tiksinme vardı. Geçmişte yaşanan bir anının hatırasıydı.

"Sustukça daha çok delirdiğin bir gerçek." karşılığını aldı. "Konuşursan seni dinleyecek birkaç kişi tanıyorum."

Demir eliyle içkiyi ileriye doğru ittirdi. "Bir kere bana güven." dedi, Demir. Siraç'ın yorgun gözleri Demir'i buldu.

Eylül'den öğrendiğine göre bir geceliğine Mehmet Erzurum'a gitmek zorundaydı. Bu bilgiyle birlikte tek tek adımlarını hesapladı, Demir.

"Bu sefer bana güven." dedi Demir. Kısa bir an bakıştılar. "Bir bildiğim var." dedi, Demir. Siraç sorgulayacağı zaman susturdu onu. "Sadece güven.

Siraç o kadar çaresizdi ki geri çekildi, olmadı. Sustu olmadı. Zihni tartmak istedi, sanki bu ana inat kafasında ona itiraz eden hiçbir ses duymadı. Sonunda sadece farklı hissetmek için bile olsa bardağı kafasına dikti.

Birbiri ardınca içki bardakları doldurulurken atacağı mesaj kenarda duruyordu.

Gönderilen: Edelweiss

"Bugün de ölmedim."

Mesajı atmadı.

🔱⚜🔱

Elif'ten:

Gönderen: 0563****

"Bugün de ölmedim."

Buruk bir tebessüm ettim. "Ben bugün de öldüm, sevdiğim." diye fısıldadım. Düne ait olan mesaj, her zamanki başka bir numaran gelmişti ama ben kime ait olduğunu biliyordum.

Ama o, her gün bana attığı bu mesajdan sonra gözümü kapatıp birazcık da olsa uyuyabildiğimi bilmiyordu.

Üç haftadır ondan ayrıydım ve o üç haftada her gün birbirinin aynısıydı. Evden ayrılmıştım ve baba evine dönmüştüm.

Sanki her şey sıfırlanmış ve en başa dönmüştük ama hiçbir şey aynı değildi.

Buradan bir genç kız olarak çıkmıştım. Şimdi yaralıydım, kadındım ve bir anne olmaya adaydım.

O anne adayı hiçbir şeyle savaşamıyor gibi hissediyordu. Kabuslarla uyandığım her sabahta mide bulantısıyla savaşıyordum. Midemde tutmaya çalıştığım üç lokmanın savaşını veriyordum sanki.

O da beni tutmuyordu. Bazı günler mideme tek lokma girmiyordu. Ekşi olan şeyleri bile bir iki saat tutabiliyordum.

Eve her gün gelen hemşire birkaç kere serum takmak zorunda yazmıştı. O hemşire bana düzenli olarak düşük iğnesi vuruyordu.

Günün arda kalanı hareketsiz geçiyordu çünkü hafifte olsa kanamalarım oluyordu ve bunun riskli olduğunu duyduğumdan beri kana olan korkum yerini acıya bırakmıştı.

Her minnacık da olsa lekelenmelerim olduğunda bile acı çekiyordum. Kaybetme korkum, uçurumun kenarında yaşanan o kabus gibi o andan sonra o kadar artmıştı ki, kendimi sürekli birilerini ama en çok sevdiğim adamı kaybettiğim rüyaların ardında buluyordum.

O kabus her seferinde ben avazım çıktığı kadar bağırırken onun kendini uçurumdan aşağı atmasıyla son buluyordu.

Annemin kollarında uyanıyordum. Başımı göğsüne gömerek içim kuruyana kadar sessiz sessiz ağlıyordum çünkü sesli ağlasam duyarmış gibi geliyordu.

Camımın ardında duran arabasından çıkar, yanıma gelirmiş gibi geliyordu. Ben ise ilk defa gelmesini istemiyordum.

Ondan ayrıldığım günden itibaren neredeyse her gün kapımın önüne arabasını park etmeye başlamıştı. Orada durduğunu biliyordum. Arabadan çıkmamasına rağmen beni beklediğini tahmin edebiliyordum.

Dedem ilk buraya gelince ortalığa birbirine katacaktı ama onu ben tutmuştum çünkü istediği olmayacaktı. Onun yüzüne bakmayacaktım.

Yüzleşme korkusu nedir bilmezdim ama ilk defa kalbim o kadar kırgındı ki ona olan hasretim boyumu aşarken bile bir adım atamıyordum.

Pes etmiş gibi hissediyordum. Görmezsem belki yüzünü güç kazanırım zannediyordum ama şimdiye kadar hiçbir yol da kat edememiştim.

Bazı günler toparlanamayınca onu suçlarken buluyordum kendimi. Öfkeli oluyordum. O öfkeyle kalan bütün bağlarımızı da yakmak istiyordum.

Adım atıyordum, bir şeyler yapıyordum ama hep eli boş dönüyordum.

Boşanmak için avukatla görüştüğüm günlerde bu ruh halindeydim. Sonra gittiğim anda içimi bir korku sarmıştı, bir korkak gibi geri kaçmıştım oradan.

Dedem konuyu açtığı her seferinde susup dışarıya bakıyordum.

Uzaklaşmak, gitmek istiyordum. Erzurum'a bile gitsem aklımı toparlamışım gibi geliyordu. Sonra akşam arabası yanaşıyordu camımın önüne. Ondan daha fazla uzaklaşamazmışım gibi geliyordu.

Aklımı toparlayayım istiyordum ama her yerde o varmış gibi geliyordu. Evin her tarafında limon çiçeği kokusu vardı.

Eylül demişti, ona mide bulantım olduğunu söylemiş en son görüştüklerinde. "Bundan dolayı yollamış olmalı." diyerek sözlerini tutamayan bir adam için teminat vermişti.

Dedem her seferinde onları bahçeye koyuyordu ama yine de içeriye kadar ulaşıyordu kokusu. Bir tek o koku iyi geliyordu şu aralar.

Dedem, Siraç'a benden daha öfkeliydi. Her seferinde onu öldürmek için and içiyor, evde ona dair hakaretler havada uçuşuyordu.

Bir yanım bu yüzden acı çekiyor, diğer yanım ise susuyordu.

Kendime kızıyordum aslında. Bende her daim öfkeli olmak istiyordum. Kızmak, kendimi tamamen uzaklaştırmak istiyordum çünkü beni ezdiği gibi sevdiklerini, babamı ezip geçmişti.

Çocuk deyince durmuştu.

Çocuğu anınca belki vicdanı sızlamıştı ama bunu tahmin ettiğim için de kızamıyordum bir an sonra.

Ruh halim o kadar dengesiz, o kadar yaralıydı ki aslında bu yüzden kaçıyordum ona. Annem bir kere ne hissettiğimi bilmiyorum, ne yapacağım ben deyince, "Yaralısın, kızım." demişti.

"Yaralı insanlar hep aynı tepkiyi vermez ki! O yarayı sarmak için kızarlar, küserler. İnsan yaralanınca hayata karşını gardını yitiriyor sanki. Sen ilk defa bu kadar bu kadar büyük bir yara aldın. Sonuna kadar hakkın var ama susma, susup da içine atma."

Yine de susmuştum çünkü hislerim o kadar ağırdı ki dilimden dökülemiyordu bir türlü. Sanki taşacak takati bile bulamıyordu.

Kaybolmuştum.

Zihnim sürekli geçmişi sarıyor, sardığı yerde yakıyordu. Bir tek namazlar da susturuyordum onu. Bir tek Allah'a sığınınca sızısı geçiyordu yaralarımın ama ona bile sessizliğimle dua eder olmuştum.

"Yardım et, Allah'ım..." diyordum ama devamı gelmiyordu bir türlü cümlemin.

Sanki bir başlasam susamayacakmışım gibi geliyordu ama o başlangıcı da bir türlü yapamıyordum. Tıkanıp kalıyordum.

Kendimi kızdırmaya çalışıyordum bazen, içimdekiler dökülsün diye geçmişi tekrar tekrar anıyordum ama her girdiğim savaşta yine ben yenik çıkıyordum.

"Bir kadına gitti," diyordu zihnim.

"Dokunamadı bile, kriz geçirdiğinde nasıl yıkıldığını görmedin mi?" diye cevap veriyordu kalbim.

Aklım sinirleniyordu. "Senin sözünü çiğnedi, ölüme bile bile yürüdü!" diyordu.

"Sen ondan tiksinirsin sandı. Çocukluğunda neler yaşadığını duymadın mı? Şimdi yalnız bırakarak sadece yaralarını kanatıyorsun." diyerek karşılık veriyordu yumuşak kalbim.

"Seni geçtim, babanı ezip geçti. Baban o ölsün diye mi kendini feda etti? İnsan hiç mi düşünmez?" Aklımın içindeki düşünceler öfkeyle yanıyordu.

"Onun yerinde olmak istiyordu, Elif." diyordu kalbim. "Nasıl değersiz hissettirilmiş, baksana. Bir anne olacaksın. O da bir annenin evladıydı ve yakıp yıktılar çocukluğunu. Nasıl elini tutmazsın? Her şeyi öğrendikten sonra nasıl sırtını dönersin ona? Sen bu adamı canından çok seviyorsun! Yapamazsın!"

Kalbim de aklım kadar kızgınken ikisini de söküp atmak istiyordum. Aralarında o kadar sıkışıp kalmıştım ki evin içindeki dört duvar beni boğuyordu.

Karanlıkta kalamıyordum artık. Boğuyordu beni, ışık yanıkken uyuyabiliyordum.

Ben onun gün ışığıydım, o gidince karanlıktan bile korkar olmuştum.

Aslında sorun kendimdeydi, biliyordum. Sanki özgüvenimi yitirmiş gibiydim. Öyle ki kendimden ciddi mana da tiksinir olmuştum.

Hamilelikle ilgili koku hassasiyetlerinden bahsedilmesine rağmen, kendi kokusundan tiksinen hamileler çok nadirdi ve ne yazık ki ben bunlardandım.

Günde bir insan üç defa duş alır mıydı? Sürekli soğuk soğuk terler, etrafındaki insanlar defalarca teminat vermesine rağmen kaçarcasına onlardan uzaklaşır mıydı koktuğunu düşündüğü için.

Ben öyleydim.

Yeni giydiğim kıyafetlerim bazen üç saat durmuyordu üzerimde. Sanki tenimde kül kokusu vardı ve bu kokuyu aldığım an midem bulanmaya başlıyordu. Saatlerce de bulantımı geçiremiyordum.

Elim sürekli karnımdaydı. Kendimi koruyamıyorken onu koruyabilmek istiyordum. Bu ruh halimden etkilenmesin istiyordum. Bazen onunla konuşuyordum. "İyisin." diyordum beni bırakmasından deli gibi korktuğum için. O da beni terk eder diye ödüm kopuyordu.

"Birlikteyiz." diyordum sürekli kendimi teselli etmek için.

Bu koku durumundan sonra ise, "Sende mi brütüs?" demiştim. "Sen de mi anneni uğraştıracaksın?"

Onun için acı çekmemeyi deniyordum ama olmuyordu. Sürekli onu kaybetme korkusu zihnimde dolanıyordu. Bu anları Siraç 'la paylaşmamanın hüznü de eklendiğinde kendimi bile çekemeyen bir ruh haline bürünüyordum.

İlk kez kontrole gittiğimde ve ilk ultrason görüntüsünü gördüğümde öyle bir ağlamıştım ki doktor beni annemle yalnız bırakmıştı. Bir yanım bu mucizeye karşı mutluluktan ağlıyordu, diğer yanım ise yalnızlık hissiyatına büründüğü için hüzünlüydü çünkü.

O küçücük can benim hayattaki en büyük bağımdı sanki ama onunla tek başıma tanışmıştım.

Hiçbir kontrolüme gelmesine izin vermiyordum. Bir kere öğrendiğime göre tesadüfen geldiğinde dedemin tepkisi kadar korkakça kaçışım beni mahvetmişti.

Sanki yüzüne baksam öfkelenecek yakıp yıkacaktım her şeyi ya da koşarak sarılacaktım ona. Kendime güvenemediğimden geri adım atmıştım ama onun tepkisini uzaktan izlemekten de kendimi engel olamamıştım.

Gülüşünü görünce de kırık kalbim yerinden sökülmüştü sanki. Ağır adımlarını, çökük omuzlarını izlemiştim.

Uzaktan da olsa nasıl yorgun olduğunu görünce kalbim o kadar acımıştı ki nefes alamamıştım.

Yine de bir adım da atamamıştım. Yine de bir adım atamıyordum.

Odamdan banyoya gitmek bile zor geliyordu. Yuvaya giderken bile zorluk çekiyordum. Çocukları kucağıma alamıyordum. Yalnızca izlemeye gidebiliyordum. Yağmur ve Zeynep geliyordu. Onlarla bile doğru düzgün sohbet edemiyordum. Okulları başlamıştı. Bu yüzden çok yanımda olamıyorlardı ama halimi görünce hamile olmamın sevincini bile doğru yaşatamamıştım onlara.

Bu halim yüzünden bazı şeylerin saklandığını da biliyordum aslında. Birkaç gün boyunca Eylül ortadan kaybolmuştu. Annem ise bir gün telaşla dışarı çıkmıştı. Kimse bana bir şey söylememiş, sonra da bir bahane uydurmuşlardı.

Laf arasında Siraç'a bir şey olmadığını söyleyince umursamamıştım. Umursayamamıştım.

Yorgundum.

Bu sabah banyoya girince doğru dürüst bakamadığım yüzümde tek ifadenin bu olduğunu biliyordum ama bir farkındalık yaptım, bu sefer saçlarıma takıldı gözlerim.

Artık kalçalarıma kadar olan saçlarım dağınık bir şekilde yüzümün etrafını çevreliyorlardı.

"Toparlan artık!" dedim tekrar aynaya bakarak. "Herkes hayatını yaşıyor. Hayat devam ediyor, bir karar ver artık! Bir yol seç artık!"

Karşımdaki kız o kadar yılmış duruyordu ki bu bakışma savaşını da kaybettim, ona daha fazla bakamadım, gözlerimi kaçırdım.

Gözlerimi yumdum. Hisler dört bir yanımı sardı.

Sanki ardımda hissettim onu. Ardımdayken başımın üstünü öpüp bana sarılışı hatıralarımda canlandı.

Ben unutmaya çalışsam da her zerrem onu hatırlıyordu sanki. Bu histen kurtulmak için aynadan uzaklaştım.

Saçlarımı toplamaya çalışırken ağırlığını da kaldıramazmışım gibi hissedince sınıra gelmişim gibi hissettim.

Elimdeki tokayı sert bir şekilde saçıma dolarken toka nınkopuşu ise son nokta oldu. Öfkemi tutan son ip de yok oldu sanki. Tokayı banyonun diğer tarafına fırlatırken saçlarımı tuttum.

"Keseceğim seni." dedim hiddetle. "Bana zulmeden her şey gibi sana da acımayacağım."

Saçımla konuşacak kadar delirmiş hissediyordum. "Kökünden keseceğim!" dedim bacaklarımın dermanı tükenmeden önce.

"Beni yoran her şeyi koparıp atacağım hayatımdan."

Tükendiğimi hissederken saman alevi gibi birden söndüm ve klozet kapağının üstüne çöktüm resmen.

Sanki ruhum çekilmişti. İçim sökülmüştü.

"Toparlanmalıyım." diye fısıldadım. "Artık bir adım atmalıyım." Yoksa hiçbir şeye iyi gelmediğim gibi bebeğime de iyi gelmeyecektim.

Bu yüzden elimi karnıma korumak ister gibi koyarken diğer elimle destek alıp zorla kalktım ayağa. Gittim ve kararımın ardında durdum.

Boynuma bir urgan gibi dolanan tüm yüklerimden bir bir kurtulacaktım artık. Ne kendime ne de ardımda bıraktıklarıma acıyacaktım.

Yalnızca bebeğimi düşünecektim. Kendi adıma vermem gereken tek karar buydu.

Bunları düşünürken bile aslında içten içe yine öfkeli ruh haline büründüğümü biliyordum. O öfkeyle tekrar geçmişin yaralarını kanatacaktım.

Sonra ise pişman olacaktım.

Çünkü şifam öfke değildi.

Şifam benden giden adamdı...

🔱⚜🔱

Bir saat sonra kuaför evimizdeydi. Annem ikna etmeye çalışmıştı. Eylül benimle tartışmıştı ama hiçbiri tarafından ikna edilememiştim çünkü inat etmiştim.

Hala Eylül beni ikna etmeye çalışıyordu. Ben ise verdiğim karardan dolayı daha da hassaslaşmıştım sanki. Öfkeme tutunmaya çalışıyordum.

"Emin misin, Elif?" diyordu.

Uzun zamandır bu soruyu o kadar çok duyuyordum ki artık kulağım aşinalığı yüzünden eski sorularla yankılanıyordu.

Boşanmak istediğine emin misin, Elif? Onu bu halde terk edip gitmek istediğine emin misin, Elif? Taşınmak istediğine emin misin, Elif?

Ben yaptıklarımın sonuçlarını düşünmekten çoktan vazgeçmiştim. Önünü, ardını düşündüğüm tek şey bebeğimdi artık.

Böyle telkin ediyordum kendimi.

Onu da doğru yapamıyor olmalıydım ki yetememek korkusu kabuslarla dolu üç kuruşluk uykumu da zehir ediyordu. Tıpkı yaşanan o son gece gibi beni yerden yere vuruyordu.

O telkin de işe yaramıyordu.

"Eminim." dedim Eylül'ün yüzüne bakmadan. Değil onun yüzüne bakmak, karşımda duran aynadaki kendi yüzüme dahi bakmak istemiyordum üç haftadır olduğu gibi.

O aynaya bakarsam pes edecektim. Çünkü bakarsam görecektim.

Ölümden korkan ben, nasıl yerin yedi kat dibine gömüldüğümü görecektim, şimşekler çakacaktı.

Ben yine o uçurumun kenarına gömülecektim.

Baba evimin duvarlarına baktım. Eve getirdiğimiz kuaför son hazırlıkları yapıyordu.

Başımı eğdim ve kollarıma değen saçlarıma dokundum. Bir bir sıraladım zihnimde onu kesmemin sebeplerini. Kendime cesaretlendirmeye çalıştım.

O kadar uzamışlardı ki yaşadıklarım kadar onlarla da baş edemez olmuştum.

Karnım büyüyecekti, okuduklarıma göre bel ağrıları çekecektim. Gittikçe kilo alacak, kolayca hareket edemeyecektim. Bunun üstüne şimdi bile kalçalarıma kadar gelen saçlarımla baş edemezdim.

Tek başınaydım, yapamazdım.

Yüreğim yine geçmişle sızladı.

Tek başıma bırakmıştı beni, başa çıkamazdım.

Kendime de güvenmiyordum çünkü kendimi o kadar kırılgan hissediyordum ki sanki göğüs kafesimi sökmüşlerdi de savunmasız kalmıştım.

Kalbimi gömmüşlerdi, sesimi dahi çıkaramamıştım.

Annem konuştu. "Yapma annem, sen uzun saçı çok seversin. Bari bu kadar kısa kestirme." dedi. Sesindeki acıyı duyunca irkildim. Annem beni teselli etmekten başka bir şey yapmıyordu ama içte içe bazen hata yaptığımı düşündüğünü biliyordum.

Omuzlarım kendini korumak için yükseldi.

Saçımın teline zarar gelse dünyayı yakacak adam, beni kendisi için yaktı, diyemedim ona.

Saçlarımı kesiyorum çünkü onları tararken saçlarıma bıraktı buseleri hatırlıyorum. Hatıralarım canımı yakıyor, diyemedim.

Yüreğim beni ikna etmek için çırpınıyordu resmen. Acıyla sızlıyordu ve düşünmemeye çalıştıkça daha çok düşünüyordum.

Sustum onların sözlerine. Kendi zihnimdeki acılara.

Yanıma gelen kuaföre, "Siz istediğim gibi yapın." dedim. O da tereddüt ediyordu, görebiliyordum.

Saçlarımı ıslatmak için spreyi eline aldığında odanın kapısı açıldı ve kucağında Ali'yle Nergis içeri girdi.

Ali beni görünce neşeyle güldü. "Elif!" diye o çocuk neşesiyle bana seslendi. Onu görmenin mutluluğuyla gülmeyi unutmuş dudaklarım kıpırdadı.

"Ali'm!" dedim küçük bir heyecanla. Eskiden ayağa kalkar onu hemen kucağıma alırdım ama düşük riskim yüzünden yine yapamadım bunu.

Bu yüzden kollarımı açtım, Nergis bana onu getirsin diye.

Nergis beni anladı, Ali'yi kucağıma verdi ve koşarcasına odadan çıktı. Ali'nin elinde bir şey olduğunu düşündüm ama emin olamadım çünkü Nergis uçarcasına hareket etmişti.

Onun bu tepkisini garipsedim ama düşünmeye fırsatım olmadı. Ali'nin minik ellerinden biri yüzümü kavradı ve dudaklarını yanağıma bastırdı. Bende onu öptüm.

Mis gibi kokuyordu. Başımı gömdüm boynuna belki biraz huzur bulurum diye.

O huzuru buldum, yaşamak için nefes aldım. Bir an yaşadıklarımı unuttum sanki. Sonra Allah bana acımış olacak ki bir başka hediyeyle ödüllendirildim. Onun kokusu haricinde bir başka kokuyu daha aldığımda donup kaldım.

Sanki zaman durdu, hasret saniyelerde vuku buldu.

Kafayı mı yiyorum acaba diye bir an sorguladım çünkü cidden kafayı kokularla bozmuştum.

Bu yüzden bir daha kokladım Ali'nin boynunu. Aynısını üstündeki kazağına da yaptığımda Ali kıkırdadı çünkü onunla oynuyorum sandı ama ben oynamıyordum.

Aldığım kokuyla birlikte neredeyse bir aydır hasret kalmış yüreğim ölü toprağının ardında sarsıldı.

Gözlerim doldu, nefes alamadım. Allah şahitti onun kokusunu alınca sanki ciğerlerim gerçek bir nefes almıştı. Bir an huzur buldum, gerginlikten çalkalanan boş midem dindi sanki.

Onu o kadar özlüyordum ki kalbim buradaymış gibi tepki vermeye başladı.

Uzun zaman sonra hızlandı...

Başımı geriye çektiğimde kucağımda Ali'nin diğer elindeki küçük zarfı fark ettim.

Rengi siyahtı. Bana yalnızca birini hatırlattı.

Ali o küçük zarfı boştaki avucumun üstüne koydu buraya asıl geliş amacını göstermek ister gibi.

"Sanırım birileri Mehmet dedenin nöbet tuttuğu kapıları aşmanın yolunu bulmuş." dedi Eylül. Sesini sabit tutmaya çalışıyordu ama heyecanlandığını görebiliyordum.

Aslında isterse o kapıyı aşabilirdi, bunu hepimiz biliyorduk ama aşmıyordu. Birkaç kere beni görmek istediğini biliyordum ama azimle bir çaba değildi bu.

İkimiz de o belirsizlikte sallanıyorduk.

Eylül kendini tutamayarak ellerini çırptı. Uzun zaman sonra ilk defa onun sesinde bu heyecanı duyuyordum. Annem sessiz kaldı, bu sessizliğin sebebini de biliyordum. O da benden taraf değildi ama susarak beni destekliyordu.

Ali yüzüme baktı. "Siraç verdi." dedi tatlı sesiyle. Adını duyuna irkildim.

"Öp, öyle ver, dedi." derken son cümleyi dedi değil de 'didi' diyerek hala bebek olduğunu göstererek söyledi ama onun tatlılığına değil, sözlerine takılı kaldım.

Ali'den bakışlarımı kaçırdım. Gözlerim öyle doldu ki tek bir kez daha gözümü kırparsam göz yaşlarım pes edecekti.

O, dedi.

O, söyledi.

Adını bile doğru dürüst anamıyordum.

Öp dediği kadının gözlerinin içine baka baka ölüme yürümüştü. Hangi büyük yara öperek kapanırdı ki? Hangi ölüm, bir buseyle yaşam bulurdu?

Saçımı keseceğim diye bütün yaralarımı tekrar tekrar kanatıyordum sanki.

"Bakmak istemiyorum." diye fısıldadım Eylül'e. "Elimden alır mısınız?"

Sanki elimi kıpırdatsam bir mayın gibi patlayacaktı. O patlarsa ben zar zor tuttuğum kalbimin parçaları da yok olacaktı.

Eylül yanımda duruyordu. Bakışları hüzünlüydü. "Elif," dedi beni ikna etmek istercesine uysal bir sesle. "Tamam, anlıyorum çok kızgınsın, kırgınsın. Sonuna kadar da hakkın var buna ama sen adamı süründürmüyorsun." Solgun yüzüme bakarken tek yananın o olmadığını biliyordu.

"Resmen onu hayatından çıkardın."

Susturduğum kalbim sözleriyle ağrımaya başladı.

"Sana ulaşacağı bütün yolları kapattın." Ben değil, o kapatmıştı. Dedem ise o kapının gardiyanıydı.

Eylül, elimde tuttuğum kağıda baktı. Gülümseyişi hüzünlüydü. "Baksana, o kadar çaresiz ki Ali'yi ulak olarak kullanmış resmen."

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Bir mesaj, bir mektup mu bana ulaşmasını sağlayacak, Eylül? dedim. "O çoktan bana ulaşan her yolu kapattı."

Ben değil, o yapmıştı. O yakmıştı aramızdaki bağı.

"Evet yaptı," dedi Eylül. "Ama bak çabalıyor. Herkesi karşısına aldı ama yine de pes etmiyor. Sana ulaşmaya çalışıyor."

Yaptığı sadece dedemi karşısına almaktı, biliyordum. Boşanma avukatını tehdit ettiğini öğrenmiştim ama bunun haricinde bir beni karşısına alamıyordu.

Başıyla zarfı gösterdi. "En azından bir baksan?" Bakışları umut doluydu. "Hiçbir şey kaybetmezsin ki..." Eğildi ve avucumu zarfın üstüne kapattı.

Doğru. Kalbimse mevzu bahis, çoktan kaybetmiştim onu. Bu yolda kendimi de yüreğimi de kaybetmiştim.

"Bari teyzesinin prensesi için." dedi. Kız olacağına o kadar inanıyordu ki eğer bir oğlum olursa herhalde onu doğurduğumda ilk Eylül'e surat asacaktı.

Beni yine en büyük zaafımdan vurdu. Kontrollere gelmesine izin vermediğim için vicdan azabı çektiğimi biliyordu. Bilerek bebeğimizi öne sürdü.

Hala onun için sızlayabilen vicdanıma kızmak istiyordum ben. O bana hiç acımamıştı. O beni yok saymıştı, ben hala vicdan azabı çekiyordum.

Susturmak istedim onu. Zaten ben en çok kendime kıyıyordum.

İç çektim. Anneme kısa bir bakış attığımda, kuaförün yanına gitti. "Biz kısa bir süre çıkalım mı, Mehtap?" dedi.

Böylece görüşünü belli etmişti. Ali hala kucağımda kıpır kıpırdı. Sanki zarfın içinde hediye vardı.

Ben ise kıyametim olduğunu düşünüyordum.

Ali'yi kucağımda sabitleyerek bir elimle zarfı tutup diğer elimle zarfı açtım. İçindeki kâğıdı çıkartırken ellerim titriyordu.

Kâğıt küçüktü. Üstündeki el yazısını tanıyınca dişlerimi birbirine bastırdım ağlamamak için.

Yazanları gördüğümde ise üç haftadır gündüzleri tuttuğum göz yaşlarım pes etti. Satırları okurken titrek bir soluk aldım.

Kuşlar bugün camının penceresine konup hasret kaldığım yüzünü izlemişler.

Bana haberini getirdiler. Duydum ki öpmeye doyamadığım saçlarına kıyıyormuşsun.

Duyduğumdan beri dar geliyor yer yüzü, sana ulaşmak için çırpınıp duruyorum.

Bir çocuğa medet umdurttu beni, Allah. Öyle aciz düştüm ki çaresizlikte en son çareyi Ali'de buldum.

Kıyma... ben sana kıydım ama sen bize kıyma benim güzel karım...

Her saç teline bir ömür vereyim. Her saç telin için bir garibin yüzünü güldüreyim, yedirip içireyim. Sözlerime değil, kıydıklarıma kefaret say ama ne olur kıyma.

Sen bize kıyma...

Yüzüm yok senden bir şey istemeye ama ben yaptıklarımın bedelini çok ağır ödüyorum. Yaşarken kaç kere kendimi o mezara koyduğumu unuttum ama hiçbir ölüm sensizliğin cehennemi gibi yakmadı beni.

Razıyım, yemin ederim razıyım ama kıyma o güzel saçlarına çünkü sen kıyarsan bileceğim ki acıtsa da benle olan bağlarını bir bir keseceksin.

Dayanamam, ben bunu kaldıramam...

Yalvarırım yapma...

Sözlerine, yalvarışlarına gözlerimi yumdum. Göz yaşlarım kapalı göz kapaklarımın ardından süzülürken kahroluyordum. Sanki sesi kulağımda yankılanıyor, yüreğimde haykırıyordu.

Ben de sağır oluyordum.

"Eylül," diye seslendim gözlerimi açmadan. Birçok insan için basit olan sözleri söylerken sanki canımdan can çıktı.

"Çağır annemleri, saçlarım kesilecek." Pes etmiştim.

Öfkem dinmişti ama pes etmiştim. Sözlere, vaatlere ihtiyacım yoktu benim. Bana tekrar ona güvenebileceğim bir kanıt getirmesini istiyordum ama yoktu. Sözler yüreğimi kandırsa da yaralarımı sarmıyordu.

Kanıt getirmiyordu, getirmediği gibi gelmiyordu da.

O da yaralarımın sarılmayacağına inanıyor olmalıydı ki sessiz kalıyordu.

Eylül kağıdı elimden aldı ve sessizce okudu. Ali'ye sımsıkı sarıldım yara almışım gibi.

Mektubu bitirdikten sonra bana doğru eğildi. Yüzündeki hüzünlü ifadeye bakmak istemedim. "Yapma!" dedi. Sesi titreyince boştaki elimle dökülen göz yaşlarımı sildim. Güçlü durmaya çalıştım.

Ali'yi göğsüme yaslamak canımın acısını dindiriyordu ama hala onun kokusunu duyuyordum. Başımı Ali'nin boynuna gömüp uyanmadığım bir uykuya dalmak istiyordum.

"Elif, bak çok acı çekiyor. Biliyorum sende acı çekiyorsun ama bu böyle olmaz. Hiç yoktan yüz yüze oturup konuşun. Siz anne baba olacaksınız. Boşansan bile yüz yüze bakacasınız onun için."

Bunların hepsini bende biliyordum ama yüzüne bakmaktan korktuğumu kimse bilmiyordu işte. Bakarsam tüm gardımı indirirmişim gibi hissediyordum.

"İstemiyorum." dedim bir çocuk gibi omuz silkerek. "Ayrıca bu kadar dramatize etmesin. Alt tarafı saçlarım kesilecek. Boynum ağrıyor." Dudak büktüm sonra. "Ben çocuk taşıyacağım, o değil."

Küçük kızların nazlandığı gibi sitem ettiğimi hissettim ama durduramıyordum kendimi. Bu hamilelik hormonları beni mahvetmişti.

Eylül'e kaçamak bir bakış attığımda gülümsediğini gördüm. "Sen bir yumuşadın sanki?" dediğinde kaşlarımı çattım. Hiç düşünmeden cevap verdim. "Yok öyle bir şey!" dedim öfkeyle.

Değil yumuşamak, aksine daha da sertleşiyordum. Kendimi sakinleştirmek için başını kaldırıp beni izleyen Ali'nin alnını öptüm.

"Ben sevdim bu tepkiyi, tam bir hamile tepkisi. Tut bu kinini anniş! Yakında çok çektireceğin bir baba adayı var." dedi benim aksime daha kuvvetli bir neşeyle.

Yüzümü ekşittim. Eylül öyle keyifli duruyordu ki diline düştüğümü fark etmemek imkansızdı. "Gidip de bu tepkimi dile getirmezsen sevinirim. Söylediği gibi bağları bir bir koparıyorum ben. Tıpkı onun gibi!" dedim. Sözleri yüreğime işlemiş, kalbime dokunmuştu ama acıtmıştı da.

Ona bakarken başına silah dayayışını hatırlamıştım. O an o da aramızdaki bütün bağları koparmıştı. O an o da yalvarmalarımı duymamıştı.

Canımı yakmıştı.

Eylül, böyle yaparak beni gaza getirdiğini fark edince geri adım attı. "Tamam kızma," dedi teslim olurmuş gibi ellerini kaldırarak. "Ama bende onunla aynı fikirdeyim. Saçların o kadar güzel ki!" dedi.

Dinlemedim onu. Ben kendimde güzel olan hiçbir şey göremiyordum bu aralar. Dizilerdeki ben seni unuttukça güzelleşirim modu bende işlemiyordu sanırım. Tam aksine triplere girmişim gibi geliyordu.

Eylül beni sakinleştirmek için annemi çağırdı. Mehtap abla hamileyken saç kestirmekle ilgili hurafelerden bahsetti ama umursamadım. En sonunda omuzlarıma kadar kestirmekte anlaştık.

Kesti saçlarımı.

Keserken boğazıma oturan düğümün sebebini sormamaya çalıştım kendime. Ali'ye bakıp gülümsedim. Onunla uzaktan oyunlar oynadık.

Sorgularsam ağlardım çünkü.

Saçlarım kestirildikten sonra, "Yüzün çok güzel, bu kesimle daha da ortaya çıktı. Hamilelik sana şimdiden çok yakışmış Elif." dedi kuaför Mehtap abla.

Annem övdü saçlarımı, Eylül övdü ama hiçbiri teşvik edemedi beni. Yüzlerindeki zoraki gülümseme mektubun ardından seçtiğim yoldu aslında ama görmezden geldim bu yolu.

Aynaya bile bakmadım. "Teşekkür ederim." dedim sadece. Mehtap ablanın merakını teşvik ettiğimi biliyordum ama benim kendime dair bir merakım yoktu ne yazık ki.

Ali karşımda duruyordu, hayranlıkla bana bakıyor sonra yere düşen saçlarımı izliyordu.

"İstersen bir incele. Sevmediğin bir şey varsa düzeltiriz." dedi Mehtap abla ısrar ederek. Sıkışmış gibi hissetmeye başladım.

Ona baktım zoraki bir tebessümle. "Yok abla, teşekkür ederim. Ellerine sağlık." dedim. Yüzündeki samimi nezaket yerini soru işaretlerine bıraktı.

Annemle kısa bir an bakıştılar. Bu bakışlarda sorgulama olduğunu çok iyi biliyordum. Ben ise Ali'ye döndüm. "Güzel olmuş muyum?" dedim içten bir şekilde gülümseyerek.

Başını yukarı ve aşağıya salladı hevesle. "Çok!" dedi o huzur kokan sesiyle. Gülümsemem genişledi.

"Ne kadar çok?" dedim ondan teselli bularak. Kollarını açabildiği kadar açtı. "Bu kadar çok!" dedi. Ben çabasına gülerken o da benimle birlikte güldü.

"Çiçek gibi." dedi saçlarıma hayranlıkla bakarak. Bu iltifatı nereden öğrenmişti bilmiyorum ama o bakışlarla yüreğim ısındı.

Bana birini hatırlattı. Üstümdeki örtü kaldırıldıktan sonra Ali kucağıma oturunca o biriyle aynı hareketleri yaptı Ali.

Hayranlıkla saçlarımı okşadı. Sonra öptü.

Bu hareketi öyle içimi hasretle doldurdu ki başımı gömdüm boynuna. Kimse görmesin istedim gözlerimin dolduğunu.

Kimse ne kadar özlediğimi bilmesin istedim. Ondan öğrendiğim gibi kaçmayı tercih ettim.

Yanmayı tercih ettim.

🔱⚜🔱

Akşam Levent dedem geldiğinde bana kızgın olduğunu fark ettim. Mehmet dedemle konuşmaya gelmişti ama içeri girdiğinde tavırlarından bana kızgın olduğunu anlayabiliyordum.

Evet, artık dede diyordum ona çünkü annem oturup benimle konuşmuş, onun için dedemin ne kadar değerli olduğundan bahsetmişti. Bir de bu ayrılık sürecinde gitmek istersem yanımda olacağını söylemiş, elinden geldiğince destek olmuştu bana.

Bu yüzden kendimi alıştırmıştım dede demeye. Yine bu yüzden tavrını garipsedim. Saçlarımı görünce çatılan kaşlarını bana bir ip ucu vermişti ama umursamamayı tercih ettim.

Kendi yaptıklarımın hesabını yeterince veriyordum zaten. Bir başkasına hesap verecek takatim yoktu.

Mehmet dedemle konuştuktan sonra odaya birlikte girdiler. Mehmet dedemin de canı sıkkın gözüküyordu.

"Benim Erzurum'a gitmem gerekiyor." dedi.

Birlikte koltuklara oturduk. Annem bir kolunu Eylül'ün omuzuna atmış, korumak ister gibi sarılmıştı ona.

Ben ise bacaklarımı kendime doğru çekmiş, koltuğun bir kenarına oturmuştum. Dedem oturmadan önce üstüme bir battaniye örtmüştü.

"Neden dede?" dediğimde sıkıntıyla baktı bana.

"Yakalanması gereken bir adamımız var. Onun için oraya gitmeliyim. Benim ve kuracağım ekibin çok iyi bildiği bir bölge orası." dedi.

Kim diye sormadım, neden diye sormadım. Annem benim yerime sorguladı.

"Baba bizimle ilgili mi?" dediğinde Levent dedem cevapladı onu.

"Siz boş verin, bizim halledeceğimiz bir durum. Konuşulmaya bile değmez." dedi. Bu onun geçiştirme sözlerinden birisiydi.

Sonra bana döndü. Kafamın üstünde topladığım saçlarıma, sonra bana baktı. Mavi gözleri inceler gibi kısılmıştı.

"Saçlarını kestirmişsin." dedi bana. Ona bir baş onayı vermekle yetindim. Bu konuşmanın iyi bir yere gitmeyeceğini hissediyordum çünkü.

"Çok yakıştı yadigarım." dedi Mehmet dedem. O da olan olayları duymuş olmalıydı. Bu yüzden yanımda olduğunu bu şekilde gösteriyordu.

"Teşekkür ederim, dedem." dedim sadece.

Levent dedemin gözleri ise hala üstümden ayrılmamıştı. "Haberin geldiğinde şirketteydi. Önündeki masayı kırmış, hastaneye götürdük sol eli sarılı şu an, çatlatmış elini." dedi.

Sözlerine tepki veriyormuş gibi davranmak istedim ama canım yandı. Canım yandığında saklayamıyordum kendimi. Bu yüzden başımı eğdim.

Acısına sebebiyet verdiğim için kalbim sızladı. Aklım senin suçun değil, derken kalbim ise canımı yakmak istercesine endişeyle doluyordu.

Mehmet dedem, "Ne gerek vardı da şimdi bunu söyledin, Levent?" dedi diğer dedeme kızarak. "Bu kız o adamdan uzaklaşmaya çalışıyor, sen ise gelip yarasına tuz basıyorsun resmen." dedi.

Yarama tuz basmasaydı bile onun bizim tekrar bir araya gelmemiz taraftarı olduğunu biliyordum.

"Gerek vardı çünkü çocuk gibi davranıyor." dedi Levent dedem. "O adamın yerine getirmesi gereken büyük bir sorumluluk var. Tamam, gitsin ondan. İsterse boşansın da. Haklı bu konuda ama çocuk gibi küsmek ne demek, bunlar oyun arkadaşı mı?" dedi.

Bu sözler benim aksime Mehmet dedemi kızdırdı. "O çocuk dediğin kızı sen bu işin içerisine soktun." dedi bastonuyla birlikte dikleşirken. "O çocuk dediğin kız, kocasını ölümün kıyısından aldı. Üstelik o şerefsiz birde kızı hamile bırakıp da gitmiş."

Dedem Şebnem olayını bilmiyordu. Bunu da öğrenseydi şu an diri diri Siraç'ı toprağa gömmüştü. Bunu bilmemesine rağmen bile bunu düşünüyor gibi gözüküyordu. Bilse ne halde olur düşünmek bile istemiyordum.

Bir de o beni hamile bırakmak istememişti. Ben onu buna zorlamıştım resmen.

Bunun da utancını hissettim. Levent dedemin sözleriyle boğulduğumu hissettim.

"Ben hatalı demiyorum ki Siraç'a ama böyle inat etmek de doğru mu Mehmet?" dedi Levent dedem. "Sende bende bu çocuğun neler yaşadığını biliyoruz. Bu çocuğu on yaşından beri ben büyütmeye çalıştım. Şimdi arkanı dönüyorsun buna eyvallah da nasıl acımasız olabiliyorsun, bunu anlamıyorum ben." dedi.

Sonra bana da döndü. "Sende öyle!" dedi. Mavi gözleri sanki bana bakarken yüreğimi deliyordu. "Sen bu çocuğun neler yaşadığını öğrenmedin mi? Şimdi haklı çıkartıyorsun adamın kafasındaki zehirli düşüncelerini. Ya ondan tiksindiğini düşünmeye başladıysa?" dedi.

Suçlamalarıyla birlikte içime doğru bükülmek, yok olmak istedim. Vicdanımın sesi gibi konuşuyordu sanki.

"Ben bunu istemedim." dedim yine de öfkesiyle aynı karşılığı verirken. Canımın acısını bu şekilde bastırmaya çalıştım.

"Karşımda kafasına silah dayadı, silah!" dedim. "Gözümün önünden gitmiyor bu görüntü. Aylarca yalvardım ona ben, bile bile yürüme ölüme. Bak ben varım, seviyorum seni, dedim ama gözümün önünde kendini öldürmeye kalktı!" dedim.

Yaşanılanları tekrar konuşmak bile içimi bulandırmaya başlamıştı.

"Ben orada bile kendimi anlatmaya çalıştım. Canımı yakmasına rağmen kendimi anlatmaya çalıştım! Siz zannediyor musunuz ki biz tek bir olayla bu hale geldik?" dedim. Ellerim battaniyenin üstünde yumruk oldu.

"Hayır, biz bu döngüyü defalarca yaşadık." Hepsinin yüzünde ilk defa o günü konuşmamın şaşkınlığı vardı ama ben o kadar öfkeliydim ki bunun idrakini bile doğru düzgün yaşayamadım.

"O defalarca o uçurumun kenarında, ölümün kıyısındaydı. Mecazen de olsa hep dediklerimi umursamadı. Ben sustum, çabaladım. Senin o çocuk dediğin kız çabaladı, dede!" dedim.

Çenem titredi sözlerimin sonuna doğru. "Ama olmadı. Duymadı beni. Şimdi bana onu dinlemem için gelse yine dinlerim onu çünkü ben yalnızca onun sevdiği kadın değildim. Ben onun yürümeye çalıştığı yolda destek alması için bir adım ardında, bir adım önünde ama en çok yanındaydım. Bu yüzden yine dinlerim onu ben. Yüzüne bakamam belki ama dinlerim."

Levent dedemin yüzündeki öfke soldu. Kendimi anlatmanın hararetiyle yakıyor, yanıyordum sanki.

"Ama onu seven tarafım yine de onu affetmez." dedim o hiddetim solarken. Karşımdaki herkesin yüzünde hüzün vuku buldu. Ağlamıyordum, hayır. Göz yaşım kurumuştu artık.

Ama yine de sözlerimdeki yasın ağırlığı çöktü sanki odaya.

"Çünkü beni en büyük korkumdan vurdu. İnsana en kötü şekilde sevdikleri yaralarmış. Sevdiklerimin ölümünden bu kadar korkarken gözümün için baka baka sınadı beni."

Başımı yavaşça sağa ve sola salladım. "Ben onun yaralarını sararım da..." dedim, tüm hayal kırıklıklarımla. "Benim yaralarımı kim saracak?"

Herkes sustu. Kimse onun bunu yapabileceğini söyleyemedi çünkü sözü verecek olan oydu ve daha önce bana olan en büyük sözünü tutmamıştı.

Güvenimi kazanmadan da onun sözüne istesem de inanmazdım zaten. Yavaş hareketlerle ayağa kalktım.

"Siz yine de yardım edebileceğim bir şey olursa söyleyin bana." dedim acı bir tebessümle. "Çocuk aklımla yine de elimden geldiğince yardım ederim."

Levent dedemin yüzü acıyla sarsıldı. Giderken ardımdan seslendi ama durmadım. Kendi sorguladıklarımın yüzüme vurulması canımı yakmıştı çünkü.

Ben zaten kendi kendime yeterince zulmediyordum, bir başkasının da aynısını yapmasına ihtiyacım yoktu.

Elimi karnıma bastırdığımda, "Sorun yok." diye teselli ettim kendimi, bedenimde büyüyen o minik canı.

"Biz iyiyiz." dedim ama içten içe buna en çok ben inanmıyordum.

🔱⚜🔱

Gece uyku tutmadı çünkü üç haftadır ilk defa mesajım gelmedi. Saatler geçti, belki de engellenmiştir dedim ama yine de huzursuzluk dört bir yanımı sardı sanki.

Camın kenarına geçtim. Arabası da yoktu.

Belki pes etmiştir, dedim kendi kendime. Zaten karşıma çıkamıyordu. Tamamen önünü kesmişimdir.

Doğru olanın bu olduğunu düşünmeme rağmen ümidini kestiğim için de zulmettim kendime. Camın kenarından ayrılmadan bekledim, bekledim, bekledim.

Gelmedi.

Pes edip döndüm ardımı. Uyumaya çalıştım.

Olmadı.

Kafamda bitirmeye çalıştım. Gönlümden sökmek istedim bu gece sevdamı. Bitirmek istedim.

Bitmedi.

Camın kırılma sesini duyduğumda sırt üstü yatmış, çocukluğumda defalarca baktığım tavanı izliyordum. Hiç yapmamam gereken bir hızda ayağa kalktım ve cama doğru koştum.

Işığın vurduğu bahçede üç kişi vardı. Biri diğerinin omzuna yaslanmıştı. Karşısındaki duran adam ise onlardan kısaydı.

Yerde ise kırılmış bir şişe vardı.

İlk Siraç'ı tanıdım. Demir'in koluna yaslanmıştı. Sanki ayakta duramıyor gibi duruyordu. Soluk ışıkta gözüken saçlarından tanıdım onu.

Yoksa bu yıkılmak üzere halinin yabancısıydım.

Karşılarında ise dedem olduğunu anladığım anda başıma bir yazma geçirdim ve camı sonuna kadar açtım. Soğuk yüzüme değerken dedemin bağırışı ulaştı kafama.

"Leş gibi kokuyor birde! İçki içmişsin, içki! Birde yüzün varmış gibi kızı görmeye geliyorsun." dedi.

İçki.

Kafamda bu kelime yankılanırken onunla en son içki hakkında konuştuklarımız geldi hatırıma.

"Ben sarhoş olmuyorum."

"Denedin sanırım?" Tereddüt ettim sormaya ama dilimi de tutamadım.

" Nasıl sarhoş olmuyorsun peki? Hiç sarhoş olan birini görmedim ama bildiğim kadarıyla çoğu insan içince sarhoş olur." dedim.

Gerildi. Bunu hareketlerinde fark etmesem de artık onun varlığında ki bazı ip uçlarını sezebiliyordum. "Tam olarak sarhoş olmuyorum, diyelim." İç çekti.

Ondan bir açıklama beklediğimi biliyordu. "Kontrolümü kaybediyorum. Her şeyi de hatırlıyorum bu kontrol kaybıyla ilgili. Bu yüzden içmem. İçmek hiçbir şeyi unutturmaz ve hiçbir sorunu da çözmez."

Dedem hatıralarımın ardında konuşmaya devam ediyordu.

"Hadi kendini umursamadın, bari bu kızı umursasaydın. Bu kızın yaşamaya çalıştığı bir hayat şekli var. İstediğin yerde zıkkımlan, umurumda değil ama senin burada olmaya hakkın yok!"

Başımı eğip onlara baktım. Siraç olduğu yerde dikleşti ve bir adım attı dedeme doğru.

"Onu görmem lazım." dedi. Neredeyse ay olacaktı, ilk defa sesini duyuyordum. O hasretle birlikte kalbim göğsümde takla attı sanki.

Sesinde hüzün vardı. Hiç içki içen birisini görmemiştim ama televizyonda gördüklerim gibi dili de dolanmamıştı konuşurken.

Nefes aldım, verirken sanki tekrar yaşamaya başladı gönlüm.

"Göremezsin!" dedi dedem yüksek sesle. Sanki saldırmamak için zor tutuyordu kendisini. "Göremezsin." diye daha kısık sesle tekrarladı.

Siraç inat etti. "Görmek istiyorum. O benim karım, bir aydır yüzünü görmedim!" Sesi yükseldi. Öfkesini, hasretini, hüznünü bile en derinlerimde izliyordum. "Hemen görmem lazım." dedi.

Bir adım daha attı. "Şimdi görmem lazım." dedi. "Hep görmem lazım."

Kalbimin üstüne elimi bastırdım. Sesindeki acı, sanki benim göğsümde yankılanıyordu. O bu haldeyken kendimi zapt etmek için tüm irademi kullanmam gerektiğini biliyordum.

Sanki kendini kontrol edemiyordu. Dedemin üzerine doğru sarsak adımlarla geliyordu. Kimse tehlikenin farkında değil gibiydi.

Demir sakince izliyordu. Belki de o da sarhoş olduğu için müdahale etmiyordu ama Siraç, yangına körükle gidiyordu.

"Ben görmek istersem, siz hiçbir şey yapamazsınız!" dedi. Bu da bardağı taşıran son damla oldu. Amcamlar hep dedemin Osmanlı tokadından bahsederlerdi. İkisi de bir kere yaşamış. Dedem onlara yavaş vurduğunu iddia etmiş olsa da hala acısını unutamadıklarından, çok ağır olduğundan söz ederlerdi.

Kendi biriminde de bu tokadıyla tanınırdı.

O tokadı benim kocam yedi. Sarsılan bedeni yana savrulurken dedem bastonunu bıraktı ve gömleğinden asıldı. Canımdan can gitti sanki.

"Ulan it!" dedi dedem, ona.

"Biz burada bostan korkuluğu muyuz?" Yakalarından asılıp kendine doğru çekiştirdi. Yüreğim ağzıma gelmişti. "Sen hamile bırakıp giderken karın değil miydi o? Şimdi mi aklına geldi karın olduğu!"

Onu ben zorlamıştım ama hiç lafını bile etmedi. "Evet, yaptım. Benim suçum." dedi. Ağzının kenarının kanadığını görünce dayanamadım.

Aşağı inmek için pencerenin kenarından geri çekildim.

Aşağı koşarak inerken bu işin gittikçe kızışacağını biliyordum. Koştum, yetişmeye çalıştım. Kapıyı ardımdan açarken dedem konuşmaya devam ediyordu.

"Dua et gidiyorum." diyordu. Bir kez daha vurduğunu kaşının patlamış olduğundan anladım. "Dua et gidiyorum yoksa seni öldüresiye döverdim."

Onu tekrar kendine çevirip bir kez daha yumruk attı. Dedemin karşısında cüssesi iki katı olmasına rağmen hiç tepkisiz duruyordu.

Çıkan sesle irkildim. Ona vurdukça ben acıyordum. O güzel yüzü dedem tarafından dağıtılıyordu, ben de dağılıyordum.

Donup kalmıştım bu acıyla, kıpırdayamıyordum bile.

Yüksek sesten birkaç ışık yanmıştı. Biraz daha bağrışırlarsa tüm mahalle başımıza toplanacaktı. Müdahale etmek istedim. Bir adım attım. Sonra Demir'le göz göze geldim. O beni ben onu görmeden daha önce görmüş gibiydi.

Başını sağa sola doğru yavaşça salladı. "Gelme!" dedi dudaklarını kıpırdatarak. Işıkların aydınlattığı bahçede yüksek seslerin arasında onu anladım.

Duraksadım. Ne için böyle dediğini anlamaya çalıştım. Bir daha aynı kelimeyi söyledi. Sanki beni dinle, der gibi ısrarcıydı bakışları.

Bende dinledim.

Geri adım attım ama içim yandı. Gitseydim, dedemin daha da delireceğini düşünüyordu muhtemelen. Gidersem yüzünü dağıttığı adamı gerisin geri yollayacaktı. Ben ise ona ne olduğunu düşünerek geceyi sabah edecektim.

Bu yüzden zorla sözünü dinledim. Geri adım attım ve dedemin Siraç'a bir kere daha vurmasını izledim.

"O kız önümde günden güne eriyor. Senin yüzünden, senin yüzünden torunum ne hale geldi!" dedi.

Demir'in arkasından, bahçenin kapısı açıldı. Siyah giyinmiş bir adam ortaya çıktı. "Mehmet bey, uçak kaçacak." dedi gergin bir yüz ifadesiyle. Bir an bakışları bana doğru değince karanlığa çekildim ve kapıyı kıstım.

Bakışları Siraç ve dedeme doğru çevrildi. Dedem uyarıdan sonra Siraç'ı serbest bıraktı. Kaşı ve dudağı patlamış, yüzü dağıtılmıştı.

Sarhoştu, biliyordum ama yine de sendelese de yıkılmadı.

"O kız bir daha sana eş olmayacak!" dedi dedem. Son sözünü söylemişti. Yıkıp geçmişti karşısındaki adamı. Bunu onun yüzünden anlıyordum.

Bunu yanan yüreğimden biliyordum.

Arkasındaki Demir'e döndü. "Götür onu buradan, bir daha da gelmesin. Elif'i sakın uyandırmayın." dedi.

Bir kez daha dedem ikaz edildi görevli koruma tarafından. Bu yüzden aceleyle gitti. Normalde onlar gidene kadar gitmezdi ama önce o terk etti bahçeyi.

Siraç'ın omuzları çökmüştü. Demir, ona doğru yaklaşırken bana bakıyordu. Normalde çıkacaktım karşısına, içim acıyordu çünkü. Yüzünün geldiği hal yüzünden kahroluyordum ama korku sardı dört bir yanımı.

Yapamazmışım gibi hissettim. Gardım düşer diye korktum.

Ta ki Demir ona dokununca yıkılır gibi oluncaya kadar.

O zaman ben değil, yüreğim sebep oldu attığım adıma. Beni görmedi. Başı eğikti. "Göremeyeceğim." dedi kısık sesle.

Hüznü içime işledi. Hasreti beni baştan ayağı yaktı sanki.

"Çok özlemiştim." deyince ağlamamak dişlerimi sıktım. O yaralıyken kalbim kadar vicdanımın da sesini dinledim.

"İyi mi?" diye sordum Demir'e bakarak.

Sesimi duyduğu an da şaşkınlıkla başını kaldırdı. Öyle bir şaşkınlıktı ki sanki umutsuzluğun ardındaki umuttu.

Göz göze geldik. Donup kaldık ikimiz de.

Yüreğim yüreğine değdi sanki. Yaralı kalplerimiz duyumsadı birbirini. Dağılmış yüzü, yorgun gözlerini görünce onun gibi yıkılacakmışım gibi hissettim.

O kadar çok özlemiştim ki her zerrem sancıdı onun hasretiyle. Gözleri yüzümde dolandı. İnanamıyormuş gibi bakıyordu. İnanamıyormuş gibi sanki görüntümü içiyordu güzel gözleri.

Çok özledim.

Zihnimde defalarca aynı cümleyi fısıldadı. Sanki tekrarladıkça bu özlem diner sandı ama dinmedi de.

Kırgınlıklar aramıza duvar oldu, bir türlü geçmedi de.

Nefes aldım, geçmişi andım. Nefes verdim yüreğim yine de onu özlemeye devam etti.

Bakışlarımı zorlukla ondan uzaklaştırdım. Demir'e doğru döndüm. "Bu halde ne demeye onu buraya getiriyorsun?" dedim ona kızamayacağım için.

"Bilmiyor musun dedem onu bu halde görse mutlaka zarar verecek." Demir yayvan olarak tarif edilecek bir şekilde gülümsedi.

"Biliyorum, yenge." dedi. "Ama çok görmek istedi, seni özlemişte. Ben de ikna edemedim." Gözleri neşeyle parıldıyordu. Ben bu bakışı biliyordum.

Aynı bakışı karısında da vardı ve genelde bir şeyler yapmak üzereyken böyle bakıyordu.

"Götür de pansuman yapsınlar." dedim. Bakışlarım kısa bir an ona doğru kaydı. Hala gözünü ayırmadan bana bakıyordu. Sanki bakışlarını çevirse ortalıktan kaybolacaktım.

Öyle bir bakıştı bu.

O bakışlarda kaybolabilirdim çünkü içim gidiyordu. Yaralıydı, özlemiştim.

Bakışlarımı kaçırdım. Yaralıydım, kırgındım.

"Yenge izin vermez. O zaten eskiden de sadece kendi kendine pansuman yapardı. Şimdi sarhoş bir de." dedi.

İç çektim. Tam onluk bir hareketti ve bunun sonucunda bu şekilde bir yere yığılacağını gözlerimde canlandırabiliyordum.

Tekrar göz göze geldik. Hayranlık dolu bakışlarıyla birlikte yavaşça gülümsedi. Dudağının kenarından kan sızıyordu.

"Çok özlemişim." dedi kısık bir sesle.

Kısık sesini de hasretini de yüreğimde hissettim. Öyle bir bakıyordu ki o bakışlarda kendimi kaybettim.

Bende, dedi yüreğim. Bende ama sen beni çok kırdın sevdiğim.

Acı, sanki kalbimi saran bir katran gibiydi. Tekrar tekrar soldum.

Yüreğimin gerçeklerini söyleyemedim bu yüzden. Ardımı döndüm. Kaçmak istedim.

Birkaç adım attım zorlukla. Gitmek istedim ama aklımla katıldığım bu savaşta yüreğime de vicdanıma da yenik düştüm.

Derin bir iç çektim. Ellerim yumruk oldu. Ben onun için bir kez daha kendime yenik düştüm. Başımı çevirip ona baktım ve arkamı dönünce hayal kırıklığına düşmüş iki adamı gördüm.

"Ne bekliyorsunuz?" dedim hissiz tutmaya çalıştığım bir sesle. İkisi de anlamamış gibi bana baktılar. "İçeriye gelin." Tepkilerini görmeden önüme döndüm.

Pişman olmamak için Allah'a dua ederek kapıdan içeri girdim. 

Bu bir af değildi, bu sadece vicdanımın sesiydi.

🔱⚜🔱

Anneniz size  kurban olsun. 🥲

Nasıl buldunuz canımın içleri? 😍

Sizce bölümün en top sahnesi hangisiydi?

İki bakış açısını dinlediniz.

Sizce kim haklı?

Aziz Nehar kim? Ne çıkacak bunun ardından?

Diğer bölümden beklentileriniz neler? Diğer bölüm de çok ayrı bir hayalim var benim...😍

Çok,çok özel...😍🥲

Diğer bölümde görüşene kadar Allah'a emanet olun. Kalın sağlıcakla.😍🥳

Continue Reading

You'll Also Like

1M 30.6K 31
Mahallenin yaptığı yardımları ile dilinden düşmeyen, bütün kızların deli divane olup peşinden koştuğu, ağırbaşlı, yardımsever ve bir o kadar da sert...
2M 87.7K 23
Yetişkin okurlar için uygundur! Bir Mahalle Hikâyesi... Çok daha fazlası... ✨ "Bak bana," diye fısıldadı. Dudaklarının arasından çıkan sıcak nefesi b...
274K 1.1K 39
seks hayatın bir parçası...
105K 356 14
Hikayede sık sık +18 ve şiddete yer verilecektir! Yaş sınırını göz önünde bulunduralım.