DİLHUN

Por lawellia

39.2K 1.7K 816

"Bu gidişlerimin bir gün dönüşü olmayacak. Biliyorsun değil mi?" Başımı sağa yatırıp böyle yapmaması için yal... Más

1.Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11. Bölüm
12.Bölüm
13.Bölüm
14. ve 15. Bölüm
16.Bölüm
17.Bölüm
18.Bölüm
19.Bölüm
20.Bölüm
21.Bölüm
22.Bölüm
23. Bölüm
25. Bölüm

24.Bölüm

968 56 40
Por lawellia

"Keşke tanımasaydım" dediğim hiç kimse olmadı benim. "Keşke beni tanımasına izin vermeseydim" dediklerim oldu.

-Marquez

...

Kızlarla buluştuğumuz kafeden ayrılıp arabayı dağ evine sürmüştüm. Bir saatin ardından eve gelmiş ve kendimi sevdiğim adamın kollarına bırakmıştım. Burası huzurdu. Huzur kavramının bende tanımlanan yerdi. Onun göğsü benim yuvamdı. Nereden mi anlamıştım? Daha önce hiç bu kadar huzurlu olduğumu hissetmememden. Şimdi ise şöminenin çıkartıyor olduğu sesle birlikte ikili koltuğun üzerinde uzanıyorduk. Benim başım onun göğsündeydi. 

"Yerin rahat galiba." dedi kıkırdayarak. "Derin derin nefesler alıp vermeler falan. Seviyor musun bari koku mu?" 

Güldüm. "Güzel kokuyor sevdiğim adam, sen karışmasana. Hem dön önce de bir kendine bak. Saçlarımın müptelasısın. Geldiğimden beri burnun sürekli saçlarımın arasında." dedim kafamı hafif yukarı kaldırıp görebildiğini kanaat getirdikten sonra göz kırparak. 

"Dudaklarının da müptelasıyım. Onu niye söylemiyorsun?" 

"Pardon," dedim. Sesimden eğlendiğim o kadar çok anlaşılıyordu ki kaşlarımı çatmış olsam dahi hoşuma gittiğini anlamıştı. "Unutmuşum senin arsız bir adam olduğunu." 

"Bir şey mi dedik?" 

Güldüm. "Yok sen hiçbir şey der misin? "

Sırıttı. "Demem tabii." 

Gülerek Asaf'a iyice yaklaşıp kafamı boynuna gömdüm. Kolları belimi daha sıkı kavrarken çok rahat bir konumdaydım. 

"Kokla sevdiğin adamı tabii, doya doya kokla. Bulamazsın sonra falan aman." 

Omuzunu tutan elim havaya kalktı ve sert olduğunu bildiğim bir şekilde yumruğumu omzuna geçirdim. "Bulamazsın falan, nereye gidiyorsunuz Asaf bey?"

"Valla şöyle bir pavyondan diğer pavyona çekirge gibi zıplamayı düşünüyorum." 

Gözlerim büyüdü. Hızla boynundan çekilip kollarını belimden ayıracaktım ki buna izin vermedi. Yüzlerimiz karşı karşıyaydı ama temasımızı onun yüzünden kesememiştim. "Pavyon ha? Buyurun Asaf bey, ben tutmayayım sizi." Kaşlarım yavaşça havalandı. "Çekirge gibi zıplayın siz artık kimlerin yanına zıplıyorsunuz onu bilemeyeceğim."

"Yavrum," dedi gülerek. Hayır, gülmüyordu. Pavyona zıplamak isteyen adam kahkaha atıyordu. "Şaka." dedi omuzlarını indirip kaldırarak.

"Tabi sen Ankara'lısın, şimdi olmasa bile daha önceden bin defa gitmişsindir pavyona." İşaret parmağımı ona doğru doğrulttum. "Ben varım diye hiç takma kafana. Git ya sen pavyonuna. Ben de kızlarla gece kulübüne giderim. Oh mis, felekten bir gece." 

"Felekten bir gece," dedi kaşlarını kaldırarak. 

"Aynen öyle. Oh var ya mis, aşırı iyi dans ederiz." 

"Dans?" dedi. Yüzü git gide bana doğru yaklaşıyordu. "Ne dansı?"

"Paso doble," dedim ben de ona yaklaşarak. "Yapacak halim yok ya. Normal dans." 

Güldü. Yüzü ile yüzüm ile mesafesine çok aza indirdiğinde bakışlarımı gözlerinde sabit tutmak için çaba sarf ediyordum. "Birazdan öpeceğim." 

Bu kelimeler dudaklarından dökülür dökülmez dudaklarımı dudaklarına sürterek geri çekildim. Yavaşça gözleri kapanmış ve yutkunmuştu. 

"Pavyona gitmek istiyorum diyordun en son. O yüzden öpemezsin." 

"Ne bu, bir çeşit işkence yöntemin falan mı?" dedi kafasını yana yatırarak. 

Gülümsedim. "Bilmem."

Eli yüzüme uzandı ve gözlerimin önüne gelmiş olan saçı alarak kulağımın arkasına tıkıştırdı. "Benim en fazla zıplayacağım yer helikopterden helikopter olur güzelim. Ha bir de senin yanın tabi."

"Tabi canım bende şaka yapmıştım. Biliyordum bunu kastettiğini hı hı." 

Gülümsedi. "Hı hı, kesin yavrum." 

Aşırı iyi yavrum diyordu. Ama sadece banaydı bu yavrum deyişleri. Diğer tüm kızlar kudurabilir mi? Benim de bu adam, köşelerine çekilip ağlayabilirler. 

Beni göğsüne çekip sol eliyle tüm belimi sarıp çenesini de başımın üstüne koydu. Sağ eli saçlarımın arasında gezinirken derin derin nefesler alıyordum. Başım göğsünde sağ elim baklavalarının üzerinde duruyordu. 

Buraya gelmeden önce telefonuma bir mesaj gelmişti. Bilmediğim bir numaraydı. Geri sayımı kaçtan başlatacağına dair bir mesajdı. Yılbaşı gecesi de böyle bir mesaj gelmişti telefonuma. Bu mesajları artık Asaf'a söylemem gerekiyordu. Telefondaki mesajları geç daha öncesinde kitabımın arasına konan notlardan da bahsetmem gerekiyordu. Ama böyle bir günü bu şekilde bozamazdım. Çok uzun zaman sonra çoğu saati beraber geçirebileceğimiz bir zaman dilimi yaratmıştık ve ben şimdi bunlardan ona bahsetseydim eğer huzurumuz kaçacak ve bu kadar rahat olamayacaktık. O yüzden gün bitene kadar söylemeyecektim. Eve gideceğimiz saat geldiği zaman ona her şeyi anlatacaktım. Öncesinde gelen notlardan ve daha sonra telefonuma düşen mesajlardan... Aslında bunu daha öncesinden yapmam gerekiyordu. 

"Senin belin çok ince. Şuraya bak," dedi. Elini göbeğime kadar getirmiş ve koca elini açarak karnımın üstüne koymuştu. "Göbeğin bile yok. Avucumun içine sığıyor. Belin desen o da incecik. Bir sıksam kırılacak gibi duruyor."

Kahkaha attım. "Kırılmaz Asaf. Hem nasıl kırılsın?" 

"Yavrum sen kaç kilosun ya?" 

"Elli iki."

"Seni altmış yapmamız lazım. Çok az kilon." 

Kaşlarımı çattım. "Boyum 1.73 Asaf, Kilom da normal."

Başımı göğsünden kaldırıp çenemi göğsüne yaslayarak ona alttan bakmaya başladım. "Yemek yemiyorsun değil mi sen?" diye sordu büyük bir şüpheyle. "Akşam yemeği yemiyorsun di mi?" 

"Yani yiyorum ama az." dedim dudaklarımı bükerek.

"Ecmel, ben sana kaç kere diyeceğim öğünlerini aksatma diye. Yesene kızım yemek. Yine mi bayılmak istiyorsun?" 

"Yiyorum ben ya yemek. Hem iyi ki bir bayıldım var ya annemler gibi sen de sürekli bana bunu diyorsun." 

Kaşlarım çatık bir vaziyette Asaf'a bakarken o hiç beklemediğim bir şeyi yapmış ve burnumu ısırmıştı. Ben, "Burnumu niye ısırıyorsun pis adam?" diye söylenirken o bu sefer rotasını boynuma çevirmişti. Boynuma küçük küçük öpücükler kondurmaya başladığında sırtım bir yay gibi geriliyordu.

"Tenim çok hassastır bak sakın boynumu ısırma Asaf." 

Kendimden hiç ödün vermiyor ve söylenmeye devam ediyordum. Asaf ise beni hiç duymamış burnunu boynuma sürtüp bu sefer de ısırmaya başlamıştı. "Ayrıl lan boynumdan." 

İçimi bir titreme almıştı. Bir elimi Asaf'ın koluna sardım. Tırnaklarımı koluna geçirmemek için zor duruyordum. Asaf beni hiç duymuyor boynuma ve bana çektirdiği eziyete devam ediyordu. "Siktir!" diye mırıldandım. Daha sonra sesimi yükselterek Asaf'ın saçlarını çekiştirerek boynumdan çıkması için çaba sarf ettim. "Çık ya boynumdan çık. Çık kafes dövüşü yapacağız. Evire çevire döveceğim seni. Çıksana diyorum ya hu hu." 

Boynumun üzerinde gülmeye başladığında sesi boğuk bir şekildeydi. "Düzgün yemek yiyeceğine dair söz vermezsen eğer devam edeceğim." 

"Sesin gelmiyor. Ne diyorsun anlamıyorum." dedim derin bir nefes alarak. Elimde duran saçını hafif çekiştirdim. "Çık hadi bak kafes dövüşü yapacağız daha seninle." 

Asaf beni hiç duymamış bu sefer boynuma çok sert bir şekilde ısırmıştı. "Siktir!" diye mırıldandım tekrardan. "İmdat, Haluk Levent ısırılıyorum. Yetişin ahbaplar."

Gülerek geriye çekildi. "Haluk Levent ne alaka yavrum?"

"Kafes dövüşü dedim geriye çekilmedi de Haluk Levent dedim geriye çekildi. Şuna bak ya." diye homurdandım.

Saçlarımı geriye attırarak gülümsedim. "Allah razı olsun, beş dakikalık işkenceni sonlandırdığın için." 

Bir anda ayağa kalkıp karşısında dikildiğimde o gülmeye başlamıştı. Gamzelerini göstere göstere gülüyordu. 

"Gördüğün üzere şu an burada bir kafes yok. Kalk," dedim elimi ona doğru uzatarak. "Dövüşeceğiz seninle hadi." 

Uzattığım elimi tutarak ayağa kalktı. Yüzünden gülümsemesi silinmemiş hala bana gamzeleriyle bakıyordu. 

"Bu gamzelerinde lağım çukuru gibi hiç güzel değil." dedim burnumu kırıştırarak. 

Gülümsemesi dondu ve kaşları gittikçe yukarıya doğru kalktı. "Lağım çukuru demek?" 

"Aynen öyle." dedim.

Onu sinirlendirmem gerekiyordu çünkü ben sinirlenmiştim. Ben ona vurduğumda eğer karşılık vermezse hiç de eğlenceli olamazdı. Paslanmış da olabilirdim. İki hareket öğrenirdim özel tim komutanından. 

"E sen bir gülümsesen düşmanlar karşında donar falan diyordun geçen gün. Hayırdır ne bu şimdi? Sinirlendirmeye çalışıyorsan eğer sinirlenmiyorum güzelim." 

Dişlerimi damağıma geçirdiğimde gülümsememi tutmaya çabalıyordum. "Yoo ben öyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum."

Gülerek kafasını iki yana salladı. O gülerken ben bunu fırsat bilmiş ve sol elimi kaldırarak ona kroşe atmıştım. Ama o daha onun çenesine indirmeme izin vermedim engellemiş ve bileğimden tutup beni ters çevirerek göğsüne yaslamıştı. 

"Seni o kadar iyi tanıyorum ki gözlerinin geldiği şekilden bana nasıl vuracağını tahmin edip savunmamı hazırlamam o kadar da zor olmuyor." dedi. "Ecmel, bir dahakine gözlerin aynı bakarken dene vurmayı. Gözlerinin tonu ve bakışların değişince ne yapacağını kavramam çok da zor olmuyor." dedi kulağıma doğru fısıldayarak. 

"Boşluğundan yararlanabilirim sanmıştım." dedim başımı sola çevirerek. Şu an bu durumdan kurtulabilirdim ama konuşuyorduk. Bunu bozamazdım. 

"Yararlanamazsın." dedi. "Kiminle dövüşmek istediğini hatırla önce." 

"Seninle dövüşmek istediğimi hatırlıyorum. Çok şükür B12 eksikliği yaşamıyorum." 

Kulağıma nefesini üflediğinde omzumu kaldırıp kulağımı kapatmaya çalıştım. 

"Özel kuvvetlerde bir askerim, bunun için yetiştirildim. Sana karşı zayıf olabilirim ama yumruklarına karşı hayır."

Hırslandırmaya çalışıp daha kuvvetli ve en iyi şekilde vurmamı mı sağlamaya çalışıyordu acaba? 

Kafamı öne doğru eğip ağır ağır salladım. "Anladım." 

"Neyi?" diye sordu. 

Kafam hala öne eğik duruyordu. "Özel kuvvetlerde bir asker olduğunu," der demez iki omuzumu birbirine yaklaştırıp ağırlık merkezini yere bıraktım. Eğildiğim için kollarıyla beni tuttuğu yerde bir boşluk oluşmuştu. İki elimi de bu boşluktan geçirerek kollarını uzaklaştırmak için ittirdiğimde bir yandan da kafamı geriye doğru atıp ona bir darbe atmıştım. Bunu o kadar kısa bir anda yapmıştım ki bir saniye sürdüğünü bile sanmıyorum. "Ama sen de beni hafife alıyorsun." 

Ona doğru döndüğümde yüzünü buruşturmuştu ama hala bir değişiklik yoktu. Ben ona döner dönmez eski haline geri gelmiş ve hiçbir şey olmamış gibi duruyordu. "Kafan sağlammış." 

"Sadece kafam mı?" diye sordum. 

"Takdir ediyorum bu iyiydi. Kendini koruyabilecek olman çok hoşuma gitti." dedi ve burnunun üstünü kaşıdı. "Bana doğru döndükten sonra yumruk veya tekme falan sallaman gerekmiyor muydu senin?" 

Dudaklarımı büktüm. "Canını yakmak istemiyorum ama evet normalde yumruk sonra da tekme atarak karşıdakini etkisiz hala getirirdim." 

Güldü. "Kıyamadın mı sevdiğine?" 

Bana doğru yaklaşmış ve tam önümde durarak yüzümü avuçlarının içerisine almıştı. Tam bir şey söyleyeceği esnada yumruğumu göğüs kafesine geçirmek için havaya kaldırmıştım ki bacağını bacağıma geçirerek beni dizinin üstüne yatırmış ve üzerime doğru eğilmişti. Yumruğum havada kalmış olsa da bozuntuya vermeden iki elimi de ensesine sardım.

"O sadece bir kere olur." dedi. Gözleri kısık ve çok güzel bakıyordu yüzüme.

"Zorlarsam belki iki," dedim kaşlarımı havaya kaldırarak.

Kahkaha atmaya başladığında başını geriye çekmişti.  Bunu fırsat bilerek tam bir hamlede bulunacaktım ki bundan vazgeçtim. Tek bir eli belimi kavrıyor. Bacakları ise bacaklarımı arasına almıştı. Ama öyle sıkıydı ki şu an buradan nasıl bir hamle yapıp çıkacağımı düşünüyordum.

"Burada bırakalım." dedi Asaf. Ellerini belimden çektiğinde bu teması kesmek istemediğim ve tekrardan elini belime yerleştirmesi için ensesindeki elimi aşağıya çekeceğim sırada bacaklarımız birbirine dolanmış, yere düşmüştük. Sırtım acımasın diye saniyesinde elini belime yerleştirmişti. Yere düşüşümüz sert olsa da, elini acımasın diye sırtıma koymuş olsa da, sırtımdaki yaraların üzerinden aylar geçmiş olsa da, sanki ilk günkü gibi yanıyordu.

"A-Asaf," dudaklarımdan sadece onun adı çıkmıştı.

"Canın mı yandı?" dedi yüzüme endişeyle bakarken.

"H-hayır." dedim.

Esila geçen gün sırtıma fondöten sürerken bir yerine tırnağı takılmış ve etim kalkmıştı. Bu tırnağı yüzünden kalkan beşinci yaramdı. Alışmıştım bu acıya ama şu an yere düşüşümüzle iyice canımı yakmıştı.

Normalde yarama her gün fondöten sürüp o şekilde dışarıya çıkıyordum ama bugün bir planım olmadığı için direk evden çıkmıştım. 

"Üzerimdeki yükün yüzünden nefesim kesildi." dedim aklıma gelen ilk şeyi söyleyerek.

Gülerek üzerimden kalktığında ben de yer de doğrularak oturur pozisyona geçtim. Ellerini uzattığında hala gülüyordu.

"Gülmesene Asaf, niye gülüyorsun?"

Bu sefer gülüşü kahkahaya dönüşmüştü. Ayağa kalktığım da sırtım yavaş yavaş düzelmeye başlamıştı.

"Makarna mı yapsak diye düşünüyordum."

Kaşlarımı çattım. "Et aldığını söylemiştin. Ben şimdi bir et sote yaparım. Uf parmaklarını yersin."

Elimden tutup beni mutfağa doğru yönlendirdiğinde bir yandan da söyleniyordu. "Bugün ki akşam yemeğimizi ben yapacağım. Sen en fazla salata yapabilirsin." dedi. Mutfağa girmiştik. Bir anda bana dönüp beni kendine çekti. "Et sote mi? Hım," dedi bakışlarını yukarıya kaydırarak. "Ben değil de senin parmaklarını yiyeceğin kesin."

"Oo," dedim gülerek. "Bakıyorum da çok iddialısınız  Asaf Bey."

"Her konuda iddialı olabilirim." dedi burnuma bir öpücük kondurarak. "Ama senin bayılacağın bir yemek de daha iddialıyım."

"Eğer," dedim gülerek. "Yaptığın yemeği beğenmezsem ne olacak?"

Gözleri yüzümü talan etmiş ve en sonunda gözlerimde durarak dudaklarını aralamıştı. "Öyle bir şey söz konusu bile olmayacak."

"Bence bu kadar kendinden emin olmamalısın." Yanağına bir öpücük kondurarak bedenimi geriye çektim. "Buyurun," dedim mutfak tezgahını göstererek. "Görelim marifetlerinizi."

Mutfak tezgahında duran etin poşetini açtığında diğer yandan da bana bakıyordu. "Kuşbaşı eti, küp küp kesilmiş almıştım. İşimi kolaylaştıracak." Daha sonra önündeki eti üst dolaptan çıkardığı derin bir kaseye boşalttı. Arkasını dönüp sola doğru ilerlerken ben de masadaki sandalyenin birini çekip oturdum. 

"Sen şimdi bu yemeği on saate yapamayacağın için ben direk salataya başlamaya gerek duymadım." dedim. 

"Seni ve o müthiş olacak yemeğini izlemek varken neden başka bir işle uğraşayım diye düşündün. Anladım." dedi eline bir tane soğan alıp tezgaha koyarak. Doğrama tahtasını çıkarmış ve önüne tüm malzemeleri tek tek dizmişti. Bir yandan da tavayı ocağın üzerine koymuş ve sıvı yağ ile tere yağı dökerek önüne dönmüştü. Seri bir şekilde soğanları doğrayıp ocağın altını açtı. 

Kalk bence Ecmel, adamın nasıl soğan doğrayışını gördün. Kalk ve sen direk salatanı yap kızım, hadi. 

Tavadakileri şöyle bir karıştırdıktan sonra etleri atıp kapağını kapattı. "Et suyunu salıp çekene kadar pişsin. O sırada ben de domatesleri falan doğrayayım." 

Oturduğum sandalyeden kalkıp aşağı dolaptan kendime bir doğrama tahtası alıp salata yapmak için hazırlığa giriştim.  "Erken değil mi ya salata için" diye sordu Asaf gülerek. 

Ben sebzeleri alıp getirirken tüm her şeyi doğramış, çalıştığı yeri ise temizlemişti. Marulları bir kenara bırakıp domatesleri yıkamak için musluğu açtım. Saçım önüme geldiğinde dirseğimle çekeceğim sırada Asaf gelmiş ve saçlarımın hepsini eline alarak sırtıma koymuştu. 

"Tokanı uzatır mısın? Saçlarını toplarsam eğer rahatsız olmazsın." Ağır ağır başımı salladım. Musluğu kapatıp ona doğru döndüm. Kolumu ona uzattığımda kazağımı sıyırıp bileğimden tokamı çıkardı. Arkamı dönüp sebzeleri yıkarken Asaf da saçımı alttan toplayıp yanağıma öpücük kondurup geriye çekildi.

Ben havuçları soymaya başladığımda Asaf da tavanın kapağını açıp yemeği karıştırdı. Ben havuçları rendeleyip diğer malzemeleri keserken Asaf da domates ve biberleri tavaya atıp tekrardan kapağını kapatmıştı. Dereotu ve son olarak sadece domates kaldığında arkamı dönüp ona baktım. Duvara yaslanmış ve beni izliyordu. 

"Salatanın tadının güzel olacağına eminim. Sonuçta senin elin değdi." dedi başını yana eğip gülümseyerek. 

Alt tarafı salata yapıyordum. Kötü olma ihtimali kaçtı? Sıfır.

"Evet benim elim değdiği için çok güzel olacak ama aynı şeyi ben senin yemeğin için söyleyebilecek miyim?" dedim ve bakışlarımı yukarı kaydırıp düşünür gibi yaptım. Ardından tekrar ona baktığımda onun bakışları hala bendeydi. "Orası meçhul." 

Yaslandığı duvardan ayrılıp bana doğru adımlamaya başladığında elimdeki bıçakla ocağı gösterdim. "Domatesler suyunu salmış mı diye bir bak istersen?" 

Göz devirdi. "Aşçının işine karışmasan keşke." diye homurdandı tavanın kapağını açarak. 

"Aşçı mı?" dedim kaşlarımı havaya kaldırarak. "Sen asker değil miydin ya?" 

Önüme dönüp domatesleri doğrarken o da yemeği karıştırıyordu. "Bir iki saatliğine aşçı oldum diyelim." dedi gülümseyerek. 

Asaf ocağa kaynaması için su koyduğunda ben elimdeki dere otlarını temizliyordum. Seri bir şekilde bunu temizlerken o yemeğine karabiber, pul biber ve kekiği ekleyip karıştırmıştı. 

"Yemek yedikten sonra film de izler miyiz?" diye sordum dere otlarını ince ince keserken. 

"İzleriz tabi güzelim." 

İçimdeki çocuk Ecmel dışarı çıkmış ve zamanında babamın bana pamuk şeker aldığı zamanlarda ki gibi kıkırdamıştı. "Ne izlesek ki?" dedim içimde bastıramadığım duyguyu yüzüme taşıyarak. 

"Bu ses tonuyla konuşmaya devam edersen eğer ne yemek yiyebileceğiz ne de film." 

Şu an kedi gibi mırlayıp göğsüne sokulsam ne olurdu? Daha demin dövüştüğümüz için şimdi canım ilgi istiyordu. 

"O kadar emek verip hazırladığın yemeği yememek mi?" diye sordum. Ama bu soru daha çok kendime sorduğum bir soruydu. "Cık, yemezsem içimde kalır." 

Bir iki adımda aramızdaki mesafeyi kapatıp kolunu belime sardı. Hiç vakit kaybetmeden aramızda küçücük kalan mesafeyi de sıfıra indirmiş, bedenini bedenime yaslamıştı. "Tamam." dedi gözlerini yüzümün her zerresinde gezdirerek. "Senin yaptığım yemeği yemezsen içinde kalacağı gibi benimde seni öpmezsem içimde kalacak." 

Dudaklarım kıvrıldı. Bakışları dudaklarıma kaydı. Kendimi zorluyor gözlerinden başka bir yere bakmamak için direniyordum. "Otuz sekiz saat önceydi." dedim zorlukla. 

Gülümsedi. "Ne otuz sekiz saat önceydi?" diye sordu. Neyi kastettiğimi gayet iyi anlamıştı. Dudaklarımızın arasında gözle görülemeyecek bir boşluk bırakmayana kadar yaklaştım ona. Bu sefer ona yaklaşan ben olmuştum. İşi hem onun için hem de kendim için zorlaştırıyordum. 

"Seni öpmemin üzerinden sadece otuz sekiz saat geçti." dedim dudaklarının dolgunluğunu dudaklarımda hissederek. 

"Çok olmuş. Sıfırlamalıyız." dedi ve vakit kaybetmeden dudaklarını dudaklarıma bastırmıştı. Aynı istekle ve aynı özlemle karşılık veriyordum. Alt dudağımı dudaklarının arasına alıp yavaşça öperken parmaklarım ensesinde bir yol izliyordu. Tek hamlede beni yukarıya kaldırmış bacaklarımı beline sarmamı sağlamıştı. Gözlerim ondan başka bir şeyi görmüyor olsa da mutfak masası olduğunu düşündüğüm yere oturtturmuştu beni. 

Dilini ağzımın içerisine ittirdiğinde dudaklarımdan boğuk bir inleme dökülmüştü. Bu onu daha çok kışkırtmış ve elini belimin aşağısına indirmiş ve daha sert bir şekilde öpmeye başlamıştı.

Nefessiz kalmıştım ama ondan ayrılmak da istemiyordum. Ama benim istemediğimi o gerçekleştirmiş ve nefes almamız için benden ayrılmıştı. "Ecmel.." dedi büyük bir hasretle. Gözleri hala dudaklarıma ihtiyaçla bakıyordu. Dakikalardır öpüşüyorduk ama bu yetmemişti. O da böyle düşünüyor olmalı ki dayanamayarak dudaklarıma sert bir öpücük daha kondurdu. 

"Asaf..." dedim sesim inlemeye yakın çıkmış olmalıydı ki gözleri git gide kararıyordu. Konuşmama izin vermeden bu sefer dudaklarını boynuma bastırmıştı. Bayılacak gibiydim. Kendimden geçmiştim. Onun kokusu ve beni sarhoş eden dudaklarıyla bulutların üzerinde yürüyor gibi olmuştum.

"Asaf..." dedim tekrardan. Kendimi toparlamaya çalışıyordum ama dudakları buna izin vermemeye yemin etmişçesine boynumun her yerinde oyalanıyordu. Kafasını kaldırdığında konuşmama izin vereceğini sanıp dudaklarımı aralamıştım fakat anında dudaklarını dudaklarımın üstüne kapayarak tekrardan bir öpüşmeyi başlatmıştı.

Üst dudağıma dişlerini geçirdiğinde inlememek için tırnaklarımı ensesine batırmış ve oturduğum yerde kayarak bacaklarımı sıkıca beline dolamıştım. Kafamı geriye atmak istesem de Asaf buna izin vermemiş ve daha deminkinin aksine başlattığı sert öpüşünü yavaşlatarak durdurmuştu. Dudakları hala dudaklarımda olsa da güçlükle kendimi geriye çektim. Kendimi geriye çekmeden önce alt dudağına dişlerimi geçirmiş ve hızlıca başımı arkaya atmıştım. Eli sertçe kalçamı kavradı. "Yemek..." dedim hızlıca. Bu onu durdurmaya yetmişti. Kendine gelirmişçesine silkelendiğinde beline sarılı olan bacaklarımı ve ensesinde duran ellerimi çektim.

"Aklımı başımdan aldığın için unuttum." dedi yemeği karıştırırken. Ardından içerisine tuz atıp kapağını kapattı. "Beş dakika sonra altını kapatacağım." 

Ben hala mutfak masasının üzerinde oturuyor ve daha demin yaşanmış olanları sindirmeye çalışıyordum. Bir yandan da ne söylediğini kavramaya ve bir şeyler konuşmak için dudaklarımı aralamaya çalışsam da nafileydi. Konuşamıyordum. Elim şişmiş ve sızlayan dudaklarıma dokunmak istese de Asaf'ın bana olan bakışı yüzünden yapmıyordum. Aramızda çok uzun olmasa da bir hayli mesafe vardı fakat buradan bile gözlerinin hala dudaklarımda olduğunu görebiliyordum. İki adımda mesafeyi kapattı ve aralık olan bacaklarımın arasına girerek elini belime attı. Parmakları bel oyuntumda gezinirken gözleri bir saniyeliğine dudaklarıma kaymış ve ardından tekrardan gözlerimi bulmuştu. "Neden doyamıyorum sana?" diye sordu. Bu sefer dudakları dudaklarımı bulmasa da içimi titretecek bir şey yapmış iki gözümü de öpmüştü. "Neden sana bakarken içim gidiyor?" diye sordu dudakları bu sefer rotasını kirpiklerime yönlendirmişti. "Gözünden akan tek bir yaşa sebep olanı yaşatmam. Neden mi?" diye sordu. "Çünkü sana aşığım. Senin bana aşık olduğunun, sevdiğinin on katı kadar  daha fazla aşığım." 

"Ben," dedim. Ama o konuşmama izin vermemiş dudaklarını dudaklarıma bastırarak susturmuştu beni. 

"Sana aşığım." 

"Söylemekten bıkmayacak kadar mı?" diye sordum dudaklarının üzerinde gülümseyerek. 

"Hı hı," diye onayladı beni.

Daha fazla dayanamamış ve bu sefer onu ben öpmüştüm. Acelesiz ve sakince öpüp geri çekildiğimde gözlerinin içi parlıyordu. Benim gözlerimin de ondan farksız olduğunu düşünmüyordum. "Yemeğin başına bir şey gelmeden altını kapatayım." Bacaklarımın arasında usulca çıkarken az öncekinin aksine çok hızlı bir şekilde toparlanmış ve masanın üzerinden zemine atlamıştım. "Ben de buraları toparlayayım." dedim çok azıcık dağıttığım tezgaha ithafen.

Asaf yemeğin altını kapatırken ben tezgahın üzerini toplamış ve salatanın içerisine malzemeleri ekleyip karıştırmıştım. "Sıcak sıcak yiyelim mi?" 

"Biraz dinlensin o canımın içi. O sırada da biz masayı kuralım." 

Kafasını salladı. Üst raftan iki tabak ve çatalları aldığında elimdeki salata tabağıyla içeriye girmek için hareketlendim. Şöminenin önündeki masaya doğru ilerleyip elimdeki tabağı ortaya koydum. Sandalyelerden birine oturduğumda Asaf da gelmiş diğer sandalyeye oturmuştu. "Koltuk mu çekseydik ya buraya?"

"Neden?" diye sordum hafif tebessüm ederek. 

"E sana dokunamıyorum, uzak kaldık." dedi. "Ya da masayı koltuğun oraya mı çekseydik?"

Bu sorusu üzerine kahkaha atmış ve hafif öne doğru eğilmiştim. "Asaf, yemek yiyebilmek için buraya geçtik. Biliyorsun değil mi canımın içi?" 

"Bir daha desene."

"Neyi?" diye sordum bu tepkisine karşı gülümseyerek. 

"Canımın içi dedin ya... Bir daha desene, çok güzel dedin." 

Kahkaha atmamak için dudağımı ısırmamla saniyesinde bakışlarının dudaklarıma kayması bir olmuştu. Toparlanıp omuzlarımı dikleştirdiğimde gözleri tekrardan gözlerimi buldu. "Yemek soğumuştur ben bir yemeğe bakayım. Olur mu canımın içi?" 

Gözleri kısıldı, gamzeleri meydana çıktı. "Soğumamıştır, altını yeni kapattık. Ama bak sen yine de," dedi. Ayağa kalkıp elimdeki tabaklarla mutfağa ilerlediğimde arkamdan duyabileceğim bir tonda benim ona ettiğim hitabı etti. "Canımın içi." İçim gitti. Ayaklarım durdu. Kıpırdayamadım. Bu iki kelime onun dudaklarından döküldüğünde kalbim hızlandı, vücudum can buldu. 

Dudaklarından dökülen tek bir kelime bile beni iyileştiriyordu. 

İçime derin bir nefes çekip mutfağa gittim. Tabaklara yemekleri koyup içeriye girdim. İçeriye girer girmez dudaklarım şoktan aralanmıştı. Şöminenin önündeki sandalyeler gitmiş yerine çift kişilik koltuk gelmişti. 

Bu adam temas bağımlısı olabilir miydi? Olsundu. Çünkü ben öyleydim. 

"Asaf..." dedim zorla yutkunarak. 

"Dikkat et!" diye uyardı beni. "Tabakları düşüreceksin." dedi. "Eğer yaptığım yemek yeri boylarsa... Mecbur, kafes dövüşü." 

Söylediği şeyler üzerine kahkaha atarak ona doğru ilerledim ve elimdeki tabakları masaya bıraktım. Daha demin boynumu ısırması yüzünden ona dövüşmeyi, kafes dövüşünü, teklif etmiştim o da şimdi ona atıf yapmıştı. 

Koltuğa oturduğumda gülerek yüzüme bakıyordu. "Başka zaman yine dövüşelim. Çok eğlendim ben." 

Ağır ağır kafasını salladı. "Yaparız yavrum. Hadi," dedi önümdeki tabağı göstererek. "Bak bakalım beğenecek misin?"

Gülümseyerek önümde duran yemekten bir çatal aldım. "Dur direk yeme." dedi. Ona döndüğümde dudaklarını çatala uzatmış ve ağzımın yanmaması için üflemişti. "Şimdi yiyebilirsin." dediğinde çatalı ağzıma götürdüm. Ağzımdaki yemek bittikten sonra onun bakışlarında ki merak ve heyecan duygusuna rastlamıştım. 

"Nasıl beğendin mi?" 

Çatalı tabağın yanına bırakıp alnımı kaşıdım. "On üstünden iki verdim." 

"Neden?" diye sordu kaşlarını çatarak. 

"Neden mi?" dedim hayrete düşmüş gibi. "Ne tadı var ne de tuzu." 

Kaşları havalandı. Önündeki yemekten bir çatal alıp ağzına attığında çatılmış olan kaşları düzelmiş ve eski haline geri dönmüştü. "Bir an gerçekten kötü oldu sandım. Ama," dedi salataya doğru yönelip. "Senin salatanın da malzemeleri hiç eşit değil. Şu marullara bak." dedi çatalındaki incecik ve gayet güzel duran marulu göstererek. 

Kahkaha attığımda o da gülmeye başlamıştı. "Asaf," dedim gülüşümü durdurmaya çabalayarak. "Yemek çok güzel olmuş. Ellerine sağlık aşkım." 

Dudakları aralandı. "Yemek yemeyelim diye bilerek mi yapıyorsun? Bilerek mi bana böyle aşk sözcükleriyle geliyorsun?" 

Durmayan kahkaham yeniden alevlenmiş ve daha yüksek sesle gülmeye başlamıştım. "Asaf, gerçekten yemeklerimizi yiyemeyeceğiz. Lütfen susalım olur mu?"

Çünkü konuşmaya devam ederse, edersek, gerçekten yemek yiyemeyip ya o ya da ben onu öpecektim. Çok tatlı bakıyordu. Acaba yemeğe geçmeden son bir kere öpse miydim?

Susmuş ve yemeklerimizi bitirene kadar hiçbir şekilde konuşmamıştık. Yaptığı yemek efsane ötesiydi. Bir ara parmaklarımı bile yalayacaktım ama zor tuttum kendimi. Biliyordu bu işi canımın içi. 

Masadaki tüm her şeyi mutfağa taşıdığımız da Asaf film için kahve yaparken ben de bulaşıkları makineye dizdim. Tüm her şeyi makineye koyduğum da kahveler de hazır olmuş ve tekrardan şöminenin oradaki yerimizi almıştık. Asaf masanın üzerine koyduğu bilgisayardan adını daha önce hiç duymadığım bir film açmış ve beni göğsüne doğru çekmişti. Elimdeki kahveden bir yudum alıp masaya bıraktığımda tekrardan kafamı göğsüne koymuş ve filmin jenerik müziğinin bitişinin ardından filmin başlangıç sahnesini izlemeye başlamıştım. Çok tuhaf bir filmdi. Film, kadın ve bir adamın arasında geçen diyalog ile başlıyordu. Biraz tuhafıma gitmişti çünkü kadın adamdan ona gül almasını istemişti. 

"Millet sevgilisinden gül falan ister. Benimki de kafes dövüşü gel diye kafa sallar bana." 

Göğsünden kalkıp filmi durdurdum. Ona doğru döndüğümde hafif kaşlarım çatılmıştı. "Ya illa benim sana demem mi gerekiyor? Sürpriz yapıp alabilirsin bana bir gül." 

"Çiçek gibi kadın çiçek almam." 

"Yalnız çiçek demedim." dedim kaşlarımı kaldırarak. "Gül dedim." 

"Gül de bir çiçek yavrum." dedi. "Hem sana bir gün çiçek alırsam gül değil papatya alırım." 

"Neden?" diye sordum. Koltukta daha rahat olmak için sağ bacağımı sol bacağımın altına almış ve bağdaş kurmuştum. 

"Sevginin en masum halidir papatyalar. Her sapında bir tane olur. Hatta bazılarımız bu çiçeği hiç sevmezler. Parkta gördüğümüzde elimize alıp seviyor sevmiyor diye koparır dururlar. Hiç karşılaşmadım biliyor musun? Bir kere bile papatyanın yapraklarını tek tek koparmayan birini görmedim. Herkes koparır. Bu çiçeğin değerini aslında kimse bilmez. Ama öylesine güzel kokar, öylesine narindir ki bunu kimse fark etmez. Senin gibi. Sen de çok güzel kokuyorsun, çok narinsin, zarifsin, benim için bir papatya gibisin."

Gülümsedim. Ama aklıma bir şey takılmıştı. "Aynı zamanda papatyalar ölüm de kokmaz mı?" diye sordum ve ardından ekledim. "Ölüm de mi kokuyorum yani?"

"Hayır." dedi direk. Sesi keskin ve sertti. "Ölüm değil bir cenneti bahşedebilecek kadar huzur dolu kokuyorsun." 

"Sen de öyle." dedim utanarak.

"Ve ben papatyaların ölüm koktuğuna inanmıyorum."

Konuyu değiştirmek için doğruldum. "Sana insanların neden papatyanın yapraklarını kopardıklarının hikayesini anlatayım mı?"

"Anlat bakalım." dedi bana doğru dönüp elini dizime koyarak.

"Öncellikle bu durum beni de uzuyor ama bu hikayeyi bilen herkes sadece papatya için değil her çiçek de şansını deniyor." Kafasını onaylamak için salladı.

"Bu yanlış ama koparıyorlar işte." dedi derin bir nefes alarak. 

Kafamı onu onaylamak için salladım ve konuşmak için sesimi temizledim. "Bir tane kelebek varmış. Bu kelebek uçmayı yeni yeni öğrendiği bir zaman diliminde ormanın her yerinde dolanmış durmuş. Etrafına şaşkınlıkla bakarken vadinin ucunda bir papatya görmüş. Bir anda afallamış. Toparlandığında ise içinden 'Ne muhteşem bir çiçek.' diye geçirmiş. Daha sonra yanına uçmuş ve tanışmışlar. Kelebek papatyayı çok sevmiş ve bütün gününü onunla geçirmiş, bir türlü onun yanından ayrılamamış. Papatya da onu çok sevmiş. Böylece iki sevgili yan yana ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler. Böylece saatler saatleri kovalamış Günler geçip de, kelebek artık zamanı kalmadığını, gücünü tükendiğini anlayınca, papatyaya dönmüş ve; "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek." demiş."

 Masaya uzanıp kahvemi elime aldım. Hala sıcaktı. "Papatya buna bir anlam verememiş. "Neden?" demiş. "Yoksa benim yanımda mutsuz musun?" "Hayır." demiş kelebek.. "Bilakis, sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim." Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten." Kahvemden bir yudum alıp kupayı dizimin üstüne koydum. 

"Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Seni seviyorum." diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece "Bende..." diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş. İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim. Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş. Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş, sonra da dökülmeye başlamış. Her düşen yaprakta papatya seviyormuş diye geçirmiş içinden." dedim. Derin bir nefes alıp bakışlarımı Asaf'ın yüzüne çıkardım. "İşte o günden beri bunu bilen aşıklar. Sevdiklerine soramadıklarını hep papatyaya sormuş. Seviyor mu, sevmiyor mu?"

Elindeki kahveden bir yudum alıp derin bir çekti. "Eğer bir gün bize bir şey olursa sevip sevmediğimi papatyalara sorma tamam mı? Gel bana sor ben sana direk söylerim."

"Ya ne ayrılması Asaf? Salak saçma konuşma dövüşürüz seninle bak."

Güldü. "Üzücüymüş bu hikaye. Senin sesinden dinleyince daha da üzücü geldi." dedi. "Yalnız film izleyecektik beşinci dakikasından durdurup konuşmaya başladık." 

"Harbiden he." 

"Hadi gel." dedi elini uzatarak. Elimdeki kupanın sapından dikkatlice tutarak Asaf'ın elini tuttum ve beni kendisine çekmesi için izin verdim. Fakat çok kötü bir şey olmuş ve sıkıca tuttuğum kupa bir anda elimden kaymış ve azıcık kalan kahve de kazağıma oradan da pantolonuma dökülmüştü. 

Direk ayağa kalkıp kazağın ucundan tutup kendimden uzaklaştırdığımda Asaf da telaşla ayağa kalkmıştı. "Üzerindeki kazağı çıkar. Buz alıp geliyorum." 

"Çok da sıcak değildi soğumuştu. Gerek yok buza." diye seslendim o salondan çıkarken. 

"Olsun. Giyebileceğin bir şey de getireceğim. Bekle beni." 

Asaf salondan çıkar çıkmaz üzerimdeki kazağı başımdan çıkarıp yere atmıştım. Üzerimdeki atlet de ıslandığı için onu da çıkarmam gerekecekti. Daha demin yere attığım kazağı elime alıp şöminenin yakınına koydum. Üzerimdeki atleti çıkardığımda içim ürpermişti. Şömineden gelen sıcaklık yüzüme vuruyor olsa da bu yetmemiş üşümeye başlamıştım. Yere çöküp ellerimi kollarıma sardığımda adım seslerini işitip arkamı döndüm. Asaf çatık kaşlarıyla bana doğru bakıyordu. Elinde bir buz torbası, kendi kazağı ve eşofmanı vardı. 

"Karnına tutalım bunu." dedi. Elindeki buzu bana uzattığında elime alıp ona arkamı döndüm. Şöminenin içine girip ısınmak istiyordum. Çok soğuktu. 

"Ecmel..." dedi. Sesi sert ve kalındı. Ne olduğunu anlamayarak arkamı döndüğümde gözlerini sıkı sıkıya yummuş, elleri de yumruk olmuş bir Asaf görmeyi beklemiyordum. 

"Ne oldu canımın içi?" 

Elleriyle yüzünü sıvazlayıp arkasını döndü. Ne olduğuna anlam veremeyip oturduğum yerden kalktım. Masanın üzerine koyduğu kazağını başımdan aşağı geçirdiğimde bir anda bana dönerek bağırmaya başladı. "Bana ne zaman söyleyecektin?" dedi. Gözlerim kısıldı. "Bana sırtındaki bu izlerden ne zaman bahsedecektin? Bana bunu ne zaman anlatacaktın?" 

Anında gözlerim doldu. Unutmuştum. Unutup üzerimi yanında çıkarmıştım. Sırtımı görmüştü. Gözlerinde bir acı vardı. Sanki deprem olmuş ve o enkazın altında kalmış gibiydi. 

"Ecmel susma! Konuş!" diye tekrardan bağırdığında korkuyla yerimden sıçradım. "Ne zaman oldu bu? Ne zamandan beri sırtında bu izlerle yaşıyorsun? SUSMA ECMEL, KONUŞ!"

Titremeye başladım. Bedenim kaybetme korkusuyla titredi. Kulaklarım uğuldadı. Konuşamıyordum. 

Elini saçlarından geçirip arkasını döndüğünde gözlerimden bir damla yaş akmıştı. "Asaf," diyebildim en sonunda. Hızla arkasını döndüğünde yutkundum. 

"O adamlar değil mi?" diye sordu gözünü bile kırpmadan. "Üç ay önce..." dedi. Dili bunu söyleyememiş olacak ki anında gözlerini yumup ellerini yumruk yapmıştı. 

"Söyleyecektim." 

"Ne zaman?" diye bağırdı. 

"Yemin ederim söyleyecektim." dedim. Sesimin titremesine engel olamamıştım. 

"Tamam." dedi. "Söyleyip söylemeni geçtim. Söylesen ne yapabilirdim ki bedeninin benim yüzünden çektiği bu acıya nasıl son verebilirdim?" Elini tekrardan saçlarından geçirdi. "Çıldıracağım." Eliyle sırtımı gösterdi. "O yaralar benim yüzünden, benim yüzümden acı çektin." 

Hızla yanına ulaştım. Ellerimi yüzünü kavradığın da gözlerinin irislerine öfke birikmişti. Bu öfke kendisineydi. "Hayır." dedim. "Senin yüzünden değil. O gün ben kendi ayaklarımla gittim oraya." 

"Niçin gittin oraya?" dedi ve yutkundu. "Ben söyleyeyim. Benim yüzünden gittin. " dedi Sakinleşsin diye alnını alnıma yasladım. "Sana acı çektirdiklerinde yetişemedim."

"Canım acımadı. Hiç acımadı." dedim. "Kendini suçlama lütfen yalvarıyorum." 

"Ben sana acı veriyorum." dedi. Alnını alnımdan çekmek istese de buna izin vermemeye çabaladım ama kazanan o olmuş geriye çekilmişti.  

"Sana dokunuyorum. Acıyorsun, kanıyorsun. Çok geç kaldım değil mi?" diye sordu. "Sana onları yaşattıklarında gelip kurtaramadım. Sırtındaki yaralara merhem olamadım. Ben senin hayatında sana sadece acı verdim. Başka hiçbir şey değil." 

"Hayır, hayır..." dedim gözlerimden yanaklarıma doğru süzülen yaşları silme gereksinimi duymadan. "Asaf, sen bana acıyı değil aşkı verdin. Sevdin, sarıldın. Ben seninle yaşadım."

"Bazen sevmek de sarılmak da işe yaramıyormuş. Bak," dedi gözleriyle bedenimi göstererek. "O sırtındaki yaraların acısını kaç gün çektin? Belki bir ay ya da hala çekiyor bile olabilirsin. Kimin yüzünden? Benim. Demek ki sana sadece aşkı değil, acıyı da vermişim. Bilmeden kanatmışım seni, bilmeden acıtmış belki de ağlatmışım." 

Hızla kafamı iki yana salladım. "Hayır," diye itiraz ettim ama o bunu kabul etmezmişçesine gözlerime baktı. 

"Söylesene Ecmel, canın ne kadar yandı?" 

Gözlerimden süzülen yaşlar yüzünden görüşüm bulanıklaşmıştı. "Yanmadı." 

"Yalan söyleme." dedi kafasını iki yana sallayarak. "Bana yalan söyleme Ecmel. O günde yalan söyledin. Bugün söyleme. Gerçekleri konuş benimle. Daha görmediğim kaç yaran var? Benim geç kaldığım, benim yüzünden bedeninde oluşan kaç yaran var?"

"Hiçbir şey için geç değil." dedim titreyen sesimle. Ellerimi ona uzattım. Tutması için uzattım ama o tutmadı. "Yaralar öpmek için vardır. Öpsene," dedim omuz silkerek. "Geçsin." 

"Geçmez." dedi. Sesi keskin ve sertti. "O yara benim yüzümden oluştu." 

Ne söylesem de inanmayacaktı. O beynine onun yüzünden oluştuğunu oturtturmuştu ama öyle değildi. Ben kendim istemiştim. Ben kendim gitmiştim onların ayaklarına.

"Asaf..." dedim. Sesim yalvarır gibi çıkmıştı. 

"Uzak kalalım birbirimizden." dedi. Gözyaşlarım yüzümde dondu. Bedenimin titremesi durdu. Sesi beynimde yankılandı. "Senin benim yüzünden yara aldığını öğrendikten sonra duramam. Ben o yaralara sebep olup daha sonra da o yaraları saramamışken duramam. Yanında duramam." 

Kendime geldiğimde son bir güçle bağırdım. "Sen sebep olmadın." Ellerimle yüzümü kapatıp saçlarımı geriye çektiğimde tokam ayak ucuma düşmüştü. Onun topladığı saçlarım açılmış birer birer omuzlarıma dökülmüştü. Bu beni daha çok ağlamaya sürükledi ama kendimi tuttum. "Böyle mi olacak? Benden gidecek misin? Yara dediğin bu şeyler ne ki? Merhemi var. Süreriz geçer. Acımıyor, sadece dıştan kötü bir görüntüsü var. Ama acımıyor. Eğer sen gidersen ben o zaman kanar o zaman acırım." 

Kafasını olumsuzca iki yana salladı. "Ben sana zarar veriyorum. Bu hep böyle olacak. Ben zarar vereceğim ve sen üzülmemem için bunu bana söylemeyeceksin." dedi ve ardından derin bir nefes aldı. "Bitirelim."

Elimi kalbime götürmek istedim ama yapamadım. Bitirelim demişken ben hiçbir şey yapamadım. Kafasında bizi bitirmişti. "Daha bugün bana aşık olduğunu söyledin Asaf. Ne değişti? Sen aşık olduğun kadının yarasını sarmadan onu bu şekilde yüzüstü bırakıp gidecek misin? Bu mu senin aşkın?"

"Bu..." dedi. "Senin hayatında olduğum sürece sen de bırakacağım tek şey acı olacak." Koltuğa doğru yöneldi. Telefonunu ve cüzdanını alıp cebine koyduğunda hızla ilerleyip arkadan ona sarıldım. Göğsüm şiddetle sarsılırken onun sırtına değiyordu. Hissediyor muydu acaba üzüldüğümü? "Canını yakarım. Daha önce yakmışım. Bilmeden yine yakarım." Ardından bana doğru döndü. Bedenine sarılı olan kollarımı kendinden uzaklaştırdı. Yanağıma doğru süzülen yaşı baş parmağıyla sildiğinde onun da gözlerinin dolduğunu fark etmiştim. "Yoluma çıkma. Çıkma ki sensiz nasıl yaşadığımı hatırlayabileyim."

Ayrıldı benden ve yürüyerek evden çıktı. Arkasında dağılmış bir kadın bıraktı ama bunu umursamadı ve gitti. Belki de sonsuza kadar gitti. 

Daha fazla ayakta duramayan bedenimi yere bıraktım. Yarım saat öncesine kadar onunla gülebiliyorduk. Şimdi ise yollarımızı ayırmıştı. Bir daha birleştirmeyeceğini düşündüğüm yollarımızı ayırmıştı. Artık o ve bendik. Biz değildik. Bizden vazgeçmişti. 

Ben değil o vazgeçmişti.

Ne kadar vakit geçti bilmiyorum ama telefonuma bildirim gelmişti. Belki de gelen mesaj ondandı. Olamaz mıydı? 

Yerimden doğrulup telefonu elime aldım. Ekranı açar açmaz Asaf diye umduğum kişi annemdi. 

"Annecim akşam yemeğine gelmeyeceksin galiba biz yiyelim mi? Hepimiz seni bekliyoruz. Rahatsız etmemek için de aramadım." 

Saate baktım. Altıya geliyordu. Zaman ne de çabuk geçmişti. 

"Yiyin siz ben geç geleceğim." yazıp gönderdim. Ayağa kalktığımda üzerimdeki ona ait olan tişörtü çıkartıp kendi kazağımı giydim. Yerde duran atleti de şöminenin içerisine attığım da elimdeki tişörtle göz göze gelmiştim. Hayır, onu atmayacaktım. Kazağı da yakmak istiyordum ama eve bir erkek kazağıyla girersem sorun yaşayacağımızı bildiğimden mecburi olarak kendi kazağımı giymiştim. 

Dağ evinden vakit kaybetmemek için direk çıkıp arabaya bindim. Bir saatlik yolun ardından evin önüne geldiğimde bakışlarım karşıdaki evi bulmuş olsa da ne odasının ışığı yanıyordu ne de arabası buradaydı. Dikiz aynasını çevirip kendime baktığımda yüzüm hiç ağlamamış hiçbir şey olmamış gibi duruyordu. Arabadan inip evin kapısını kendi anahtarımla açtıktan sonra içeriye doğru adımladım.

"Ecmel, kızım sen mi geldin?" diye bağırdı annem. Sanırım mutfaktaydı. 

"Evet anne ben geldim." diye konuştum. Bağıramamıştım. Ne kadar yorgun olduğum sesimden bile anlaşılıyordu. 

Salona girdiğimde babamın televizyon izlediğin gördüm. "Hoş geldin kızım." dedi. Sesi şefkat barındırıyordu.  

"Hoş buldum baba." diyebildim. 

"Görüyor musun? Bugün bir kadın daha katledilmiş. Sevgilisi tarafından on yedi bıçak darbesine uğramış. Sebebi de neymiş biliyor musun?" Güldü ama bu normal gülüşlerden uzaktı. "Ondan ayrılmak istemiş. O da on yedi yerinden bıçaklayayım ben bu kadını demiş." Kumandayı televizyona doğru uzatıp kanalı değiştirdi. "Ah ben emekli olmayacaktım. O zaman anandan emdiğin sütü burnundan getirmiyor muyum? Bak gör." dedi bana dönerek. Sonra kaşları çatıldı. "Yorgun musun sen?"

"Baba," dedim. Gözlerim dolmuştu. 

"Söyle kızım ama lütfen ağlama. O zaman şu adamı gerçekten gidip öldüresiye dövesim geliyor." 

Hangi adamdan bahsettiğini anlamadım ama yine de kafamı salladım. "Biraz dizinde uzanabilir miyim?" 

"Hayır," dedi. "Ne zaman dizime uzansan ağlıyorsun. Benim dizim senin ağlama yerin değil. Keşke anlatmasaydım sana. Hayır anlamıyorum sen duyduğun bir habere gözlerin doluyor. Nasıl doktor oldun? Onlarca insanın ölümünü görüyorsun. Soğukkanlı olmalısın kızım. Dertlerini benim dizime ya da annenin dizine yatıp ağlayarak halledemezsin. Büyü artık." 

Başımla onayladım onu. "Haklısın baba. Ben üzerimi değiştireyim." 

Ayağa kalkıp salondan çıktım. Merdivenlere ilerleyip trabzanlara tutunduğumda bedenimi ayakta tutmakta zorlandığımı fark ettim.

Yaralandım, babama koştum ama o anlamadı. Hayatımda olan üç erkeğin ikisi beni elinin tersiyle itmişti. Doğa kabul eder miydi acaba beni? Babamın yapmadığını yapıp saçımı okşar mıydı? Hoş, saçlarımı sevse bile bir babanın yerini tutamayacaktı. 

Ben bugün bitik bir haldeydim. Ona sarıldım canımın hep yanacağından bahsedip beni bırakmıştı. Babama geldim. Derdimi anlamadı. Doğa... O hiç olmazdı. 

Ben acımı bir yastığa sarılarak mı dindirecektim? Ama benim istediğim bir yastık değildi ki. Ben biri tarafından koşulsuz sevilip hiçbir şey söylenmeden sarılmasını istiyordum.

Asaf... Kapına gelip yine de sana sarılsam beni itmezsin değil mi? İtme lütfen. Çünkü benim senden başka sarılacak kimsem yok. Bana kimse senin gibi sarılamıyor. Bir tek sen, bir tek sen sevgilim.

Ama yapamazdım. O benden, bizden, vazgeçmişken ben ona gidemezdim.

Yapamazsın Ecmel! Yapmamalısın!

Babam, dizinde yatmama izin vermemişti. Asaf ona bir daha yaklaşmamı söylemişti. Peki ben ne yapacaktım? Üst kata çıkıp, kendi odama girip yastığıma sarılarak uyumaya mı çalışacaktım?

Tenimde Asaf'tan emareler vardı ama kokusu silinmiş gibiydi. Çok azdı. Nereye kaybolmuştu Asaf'ın kokusu? O gidince kokusu da mı terk etmişti beni? Kendisi gitti bari kokusunu bıraksaydı. Ne olurdu hayatımın sonuna kadar onun kokusuyla yaşasam?

Çok güzel kokuyordu. Acaba bunu fark etmiş miydi? Ya da ben ona daha önce teninin çok huzur verici olduğunu ve çok güzel koktuğunu söylemiş miydim? Huzur verici olduğunu söylememiştim. Keşke söyleseydim.

Şimdi hep keşkelerle mi yaşayacaktım?

Bu böyle olmazdı. Yukarıya çıkmayacak ve tekrardan o dağ evine gidecektim. Onu orada bekleyecektim. Gelirdi değil mi? Bence gelirdi. Gelsindi. Çünkü ben onu ve kokusunu şimdiden çok özlemiştim. 

Merdivenin önünden ayrılıp vestiyere doğru ilerlediğimde bir yandan da bağırıyordum. "Hastaneden aradılar. Benim acil gitmem gerek. Eğer arayıp da ulaşamazsanız korkmayın." 

Kapıyı açıp tam çıkacağım esnada annem arkamdan bağırmıştı. "Yeni geldin, iki yüzünü görseydik bari. Ecmel!" 

Evden çıkmış ve arabaya binmiştim. Kafamda kurmak istemediğim için yol boyunca hiç düşünmemiştim. Araba saatler önce bana çok güzel anlar yaşatan ve aynı zamanda birkaç saat öncesinde beni yıkan evin önünde durduğunda gözlerim dolmak üzereydi. Arabası burada değildi ama belki tekrardan gelirdi. 

Hızla arabadan indim. Evin içerisine girdiğimde her şey bıraktığımız gibiydi. Şöminede ki odunların hepsi sönmüş, kül olmuştu. Çantamı koltuğun üzerine bırakıp odunları şöminenin içine dizip bir kibrit aldım elime. Kibriti alevlendirip şöminenin içerisine attığımda odunlar tutuşmaya başladı. 

Biraz oyalanmak istedim. Gelmesi için saatleri kovalamak istedim. Bu yüzden mutfağa girdim. Onca güzel anıların yaşandığı bu yer kalbimin sızlamasına yetmişti. Bulaşık makinesinin kapağını açtım. Tek tek tabakları çıkarıp musluğun içine koydum. Bir süngere bulaşık deterjanı döküp ağır ağır tüm her şeyi köpükleyip duruladım. Sadece yarım saat geçmişti. 

İçeriye geçtim. Koltukların üzerindeki yastıkları alıp çırptım. Üst kattan elektrikli süpürgeyi aşağıya getirdim. Evi süpürdüm. Lavabodan viledayı aldım. Yerleri sildim. 

Gelmeyecek miydi? 

Elime bir toz bezi alıp tozları almaya başladım. Masayı silmek için eğildiğimde saatlerdir beklediğim o an gerçekleşti ve kapı usulca açılmaya başladı. 

Bizden bu kadar erken vazgeçmeyeceğini biliyordum. Yüzümde hafif bir tebessüm oluştuğunda kapı ardına kadar açılmıştı. Ama beklediğim kişi değildi. Ağzım şaşkınlıktan sonuna kadar açılmıştı. Afalladım. 

Asaf sandığım kişi başkası çıkmıştı. 

"Dilhun, içi kan ağlayan kadın. Merhaba." 

...

Nasılsınız? İyi misiniz?

Sizce gelen kişi kim? 

Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Çok öpüldünüz. 🌼

Seguir leyendo

También te gustarán

193K 8.4K 58
Köyde geçen bir aşk hikayesi... O bir inci tanesiydi; Dışı dillere destan bir güzel... Naîf kırılgan ve nârin... Köy kurgusu ve abimin arkadasşı konu...
555K 23.2K 22
Kardeşi Mert için gittiği bir barda seçtiği bir adamdan hamile kalmayı planlayan Duru'nun tek amacı doğacak olan bebeğinin kardeşine nefes olmasıdır...
60.7K 3.5K 22
☆"Kayla ne biçim isim Rus musun sen?" "Hatırlatma travması var"
377K 21.8K 44
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?