GÜL AHKERİ

By siladamlaakcicek

660K 39.3K 100K

Geçmiş, ne kadar sürede geçerdi? Ya da... Geçer miydi? "Benim yaptığım her şeyi yapacaksan, çok şey yaparım,"... More

GİRİŞ
2.Bölüm "Ölümün Yayılan Ezgisinden Düşen Kan Damlaları."
3.Bölüm "Ruh İpine Dolanan İlmek."
4.Bölüm "His Boşluğundan Yuvarlanıp İntihar Eden Duygular."
5. Bölüm "Kabuk Tutmayan Yaraya Sürülen Merhem."
6. Bölüm "Şafağın Sökülerek Dikiş Attığı Gökyüzü"
7. Bölüm "Boş Kalbin İçindeki İs Lekesi" (Part 1)
8. Bölüm "Kıyametin İzmihlal Çanları" ( Part 2)
9. Bölüm "Kanlı Ellerin İçinde Kurşun Geçirmez Kalp."
10. Bölüm "Paslı Makasın İki Ucu."
11. Bölüm "Gülüşüne Saklanan Yara Yamaları."
12. Bölüm "Açık Oynanan Kartlar."
13. Bölüm "Yağmurlu Geceler."
14. Bölüm "Yıkılması İçin İnşa Edilen Adam."
15. Bölüm "Işıkları Söndürseler Bile."
16. Bölüm "Yakalanan Hisler, Örtbas Edilemeyen Ritimler."
17. Bölüm "Güneşin Katlettiği Ay."
18. Bölüm "Bir Mumun Yanışı."
19. Bölüm "Hatıranın Ateşinde Kavrulan Kayıp."
20. Bölüm "Alışık Olunan Sıfatlar."
21. Bölüm "Sığınak Mı Mezar Mı?"
22. Bölüm "Deja vu."
23. Bölüm "Yüzleşmenin Sillesi."
24. Bölüm "Bir Yutkunuş, Binlerce Susuş."
25. Bölüm "Vazgeçmek mi, kendinden geçmek mi?"

1.Bölüm "Geçmeyen Geçmiş."

63.7K 2.9K 3.6K
By siladamlaakcicek

Merhaba!

Öncelikle yeni gelenler, veya önceden beri burada nöbet tutanlar, kitabıma hoş geldiniz. Tiktok hesabım ve Instagram hesabım üzerinden çok kez kitabın düzenlemeye alınacağı hakkında açıklama yapmıştım. Açıkçası bu tamamen benim kendi kararımla alakalı, öncelikle bunu belirteyim. Okuduğum zamanlar içime sinmeyen kısımlar vardı. Örneğin betimleme fazlalığı, diyalog azlığı gibi. Sebebiyse o zamanlar sadece kendimi anlatmak için yazdığım bir kurguydu Gül Ahkeri. Şimdiyse yanına sizi anlamak için sebebi de eklendi. :)

!

Düzenleme sadece ilk beş bölüm için geçerli olacak. Bugün ilk bölümün düzenlenmiş hâlini yayımlayacağım, tahminimce bir aksaklık çıkmazsa üç dört günde bir, diğer dört bölümün düzenlenmiş hâllerini sizlere sunacağım. Merak etmeyin, kurgu değişmiyor. Olay hâlâ aynı, kişiler aynı, yaşananlar aynı sadece biraz daha içselleştirdim ve akıcı, keyifli bir kurgu hâline getirdim. Yine de okumazsanız anlamayacağınız kısımlar olacaktır.

!!! Yapılan bütün YORUMLAR, revize edildiği için silindi ve bu yüzden biraz mutsuzum. O yüzden Gül Ahker'lerimden ricam, her bir satırı doldurmanız ve onları yalnız bırakmamanız. Biliyorsunuz, bu hikaye etrafı kalabalıklarla dolu olanların ama aslında yapayalnız insanların hikayesi.

Size ve desteğinize inanıyorum, hep inandım. Buna minnettarım.🖤

-Sevgilerle,
Lada.

Başlama Tarihiniz;

🌘

No Clear Mind - Static

Izzamuzzic - Shootout

Bir yangın,
harlandı göğsümde
Bir adam,
sindi gölgesine
Bir kan
döküldü üzerime
Bir yakarış,
devrildi yüreğime.

1. Bölüm
"Geçmeyen Geçmiş."

Bir meşalenin ucundaki alev, bendim.

Bir kibritin ucundaki harlanan ateş, bendim.

Bir mumun fitilinde var olan, gölgesi üzerine bile devrilmekten çekinen o kor, bendim.

Adım Hazan Dora Kızıltan.

İnsanlardaysa çok daha farklı sıfatlardı benim adım. Kendimde başka, diğer insanlarda bambaşkaydım. Kendime göre obsesif kompülsif bozukluğuna sahip olan, yine de bunu derslerine yansıtmayıp hukuk üçüncü sınıf öğrencisi olan biriydim. Beni tanımayan, sadece kabuğuma bakıp nitelendiren kişilerdeyse; sürtüğün tekiydim.

Evet, bu böyleydi. Tanıdığım veyahut tanımadığım kimin ağzına ismim dolansa, bana söylenen sözler bundan farklı olsa da, anlamı neredeyse aynı kapıyı çalan sözcüklerdi.

Babasını on yedi yıl önce kaybetmiş, ona dair tek hatırladığı şeylerin mavi gözleri olduğu, polis olduğu ve kokusu olduğuydu o kızın. Küçücüktüm, ne yaşadığımın bile bilincine varamayacak kadar gelişmemişti zihnim. Babamın sedyeden sarkan elini tuttuğumda ayağa kalkacağını ve her zaman beni salladığı parka götüreceğini sanmıştım. Ya da buna sebep olan açık gözleriydi.

Babam ölmüştü ama ölürken bile gözleri benim üzerimdeydi.

Gözlerim telefon ekranıma kaydığında 12 Eylül tarihini görmek yüreğimi hiç olmadığı kadar burkmuştu. On yedi sene önce bu tarihte babam hayata gözlerini kapamıştı. Tarihe değen irislerim titrediğinde gözlerimi bu kabusa kapatarak derin bir nefes aldım. Her sene aynı tatavaydı yaşadığım; tıpkı bir dejavu gibi. Babam her sene yeniden ölüyordu.

Hava bugün hiç olmadığı kadar kapalıydı. En azından diğer günlere göre öyleydi. Böyle havaları çok severdim. Parmaklarımı etrafına sarıp içimi ısıtan kahve kupalarım, kitaplarım ve Spotify çalma listelerim bana böyle zamanlarda hep iyi gelirdi.

Aslında bugünkü planımız, ben babamın mezarına gittikten sonra Muğla'ya gitmekti. Okulların açılmasına bir hafta kalmıştı ve düşük olan modlarımızı yükseltmekti amacımız. Planımız demiştim değil mi? Bu plana ortak olan üç silahşör daha vardı.

Onlar da hemen gözümün önündelerdi.

Alkan, Bade ve Doğu.

Üç isimlerdi ama hayatıma kattıkları değerler, bu isimlerin çok ötesindeydi. Bade, çocukluktan beri yanımdaydı. Doğduğumuzdan beri ayrı geçirdiğimiz günlerimizin sayısı bir elin parmağını geçmezdi. Doğu ve Alkan kuzenlerdi, onlarla lisenin başında tanışmıştık ve bu küçük arkadaş grubumuza onlar da dahil olmuştu. Yalpaladığım, ayağa kalkacak gücü bulamadığım her daim o üçü yanımdaydı. Kaldıramadığımda, yüklerim birer ağrı olup göğsüme saplandığında bile omuzları hep başımı yaslamam için yanı başımdaydı.

Kendime güvenemediğim zamanlarda bile en çok onlara güveniyordum.

Dudağımda beliren silik tebessüm ilk önce yerini yadırgasa da onların hatrına birkaç saniye asılı kaldı. Ardından bakışlarımı aynadaki yansımamdan kopardım. Beyaz tenli biriydim ama ten rengim diğer beyaz tenlilere göre kesinlikle daha açıktı, bu yüzden güneşe çıktığım an yanaklarım kıpkırmızı olurdu. Kan kırmızısı saçlarım, bir ölünün bedeninden dökülen kanlar kadar acımasız ve yakıcıydı. Onlara eşlik eden mavi gözlerimse bu kızıllıkla inatlaşıyordu. Gözlerim güzeldi, saçlarım güzeldi. Ama sevmezdim. Bende yara olarak kalmış şeyleri sevemezdim.

Mavi gözlerimi denize benzetip, bana sevdirmesine sebep olan kişi hayatımdan çıktığından beri o denizin içinde kulaç atmayı bırakmıştım. Sadece durmuş, derin suların kurbanı olmayı seçmiştim. 

Başımı iki yana sallayarak onu aklıma getirmemeye çalıştım ve kendime bakmaktan kaçınarak banyodan çıktım. Alkan'ın evinin koridorlarını aşarken, salonun kapısına geldiğimde Doğu'nun sesi yükseldi. "Gelmeyi düşünüyor musunuz Hazan hanım? Yoksa ben gelip sizi baş aşağı sarkatarak omzuma mı atayım?" diye sordu arsız bir sesle. "Biletleri alacağız, gelsene."

"Kızım neredesin bir saattir?" dedi Bade, sarı saçlarını ensesinde sıkı bir topuz yapmıştı. "TC kimlik numaran lazım, bileti alacağız. Ne yaptın tuvalet deliğine falan mı düştün de çıkamadın?"

"Ne kadar komik bir uşak," diye homurdandım, Alkan telefonuyla uğraşıyordu, sanırım biletleri alma görevi onundu.

Bade derin bir nefes alıp dudağını yaladı. "Rizeli olan herkes laz değildir Hazan. Artık bana uşak demeyi kes."

"Uşak," dedi Doğu. "Hamsi koyayım mı tavaya? Başlarsın hemen iki dakikaya oynamaya."

Bade ayağındaki terliği havaya fırlatıp ustalıkla eliyle yakaladı. "Ben şimdi sana bir koyacağım..." dedi ve terliği Doğu'yu tehdit eder gibi salladı. "...Göreceksin tavayı da uşağı da."

"Tavayı mümkünse şu herife de sokar mısın Bade?" dedi Alkan, bıyık altından gülüyordu.

Doğu hızlıca arkama geçip, "Bana sokmaya bayağı meraklısın sen bakıyorum," dedi Alkan'a dik dik bakarak. Öğürür gibi ses çıkardığımda Doğu, "Amacın ne birader? Ne yaşansın istiyorsun? Ne yani ikimizin ikiz bebekleri olsun mu istiyorsun?" diye sordu.

Alkan, Bade'nin elindeki terliği kapıp Doğu'nun kafasına fırlattığında geriye kaçtım ve terlik Doğu'nun kafasına çarptı. "İkizmiş," dedi Alkan alayla. "En az bir dördüz vardır."

Saçma muhabbetlerine göz devirip Bade'nin yanındaki armut koltuğa bedenimi bıraktım. Doğu gözlerini çapkınca kırpıp, "Benim için bu kadar hevesli olduğunu bilseydim, futbol takımı kurmana izin verirdim Alkan'cığım!" deyip, öpücük attı.

Bade olumsuzca başını sallarken, Alkan, "Biri şu gerizekalıya her türlü golü yiyenin o olduğunu söyleyebilir mi?" dedi bize bakarak.

Bu sefer de Doğu Bade'yle bana dik dik baktı. "Biri şu herife bu aktiviteden gayet keyif alacağımı söyleyebilir mi?"

Bunu dediği an biz daha cevap veremeden Alkan hızla eğildi ve Bade'nin ayağındaki diğer terliği de kaptı. Tam Doğu'ya fırlatacakken Doğu çığlık atarak salondan kaçtı. Alkan homurdanarak terliği yere fırlatıp, "Avel," dedi ve yeniden telefonuna döndü. "Hazan TC?"

"Atıyorum, direkt kopyalarsın," dedim ve WhatsApp'a girip, Alkan'ın ismini buldum. TC kimlik numaramı gönderdim ve telefonu kapatarak başımı Bade'nin omzuna yasladım. Yorgun hissediyordum. Son üç yıldır biri bana her nasılsın diye sorduğunda 'iyiyim' yanıtını versem de değildim işte. Yorgun bir ruha sahiptim ve bu ruh benim sonumu getirecek kadar acı veriyordu benliğime.

Belki de tüm bunların yorgunluğumla değil de hastalığımla alakası vardı. Hasta bir kızdım sonuçta ben, değil mi? Birine, sadece birine değil; birçok şeye, birçok düşünceye takıntılı olan o obsesiftim. Evet, bunların hepsi okuduğum lisenin son yılında çokça yüzüme vurulmuştu.

Bade'nin narin parmaklarının saçlarımın üzerinde gezindiğini hissettiğimde göz kapaklarım, gözlerimin üzerine bir örtü gibi serildi. "İyisin güzelim," dedi Bade, aslında bundan emin değildi, sadece emin olmaya çalışıyordu. Parmakları saç diplerime masaj yapıyordu, narince okşuyordu saçlarımı. "Değil mi?"

"Ne kadar olabilirsem," diyerek açık uçlu bir yanıt verdim bu soruya. Uzun süredir iyi veya kötü ayrımı yapamıyordum. İyi hissetmek aslında nasıl hissetmek bilmiyordum. Bana göre iyi hissetmenin tanımı kriz geçirmemekti.

Bade'nin saçımdaki parmakları bir an donakalsa da, ne kalın ne de ince telli olan saçlarımın üzerinde dolaşmaya devam etti. "İyi olmak zorundasın," dedi Bade, her kelimenin üzerine bastı. "İyi olmak senin için bir seçenek değil artık, zorunluluk."

Siktiğimin zorunluluğu.

Ruhumda sürekli yazı yazan küçük bir kız vardı. Yaşadığı her şeyi not eder, unutmamaya çalışırdı. Ama artık o kız zihnime uğramıyordu, bana hatırlamak zorunda olduğum şeyleri hatırlatmıyordu.

İyi olmayı bana sürekli anımsatmalıydı çünkü ben nasıl olunur bilmiyordum.

Omuz silkerek sessiz kalmayı tercih ettim. Bu sırada Doğu elinde bir kupayla salona giriş yaptı. Alkan'la neredeyse aynı boya ve cüsseye sahiplerdi. Boyları oldukça uzundu, bedenleriyse Bade'yle ikimizin yanlarında çocuk gibi kalmasını sağlayacak kadar büyüktü.

Alkan telefonunu koltuğa bıraktığında, "Akşam dokuza aldım biletleri," dedi, geriye yaslanıp. "Dönüşü almadım."

Doğu kahvesini höpürdeterek içerken, "Okeyto," dedi. "Bu arada valizim hazır değil."

"Neyi bekliyorsun acaba?" diye sordu Bade. "Uçağın kalkmasını mı?"

Doğu başını iki yana salladı. "Hayır," deyip sırıttı. "Kahvemin bitmesini."

"Hızlı bitirsen iyi olur koca kıç," dedi ve gözleri saate kaydı. "Bir saat önceden check-in yaptırmamız gerek, kalan saatimiz dört. Köpükleri höpürdet çabuk!"

Durgun ifadem benimkilerin dikkatini çekmiş olacak ki Alkan, "Sen iyi misin?" diye sordu, sesi şüpheyle dolup taşmıştı. Sorusuyla birlikte Doğu kahveyi höpürdetmeyi kesti ve Bade'nin de saçımdaki eli durdu. Bana karşı her zaman korumacı davranırdı Alkan, sahiplenir, yanımda olurdu.

Ama iyi misin sorusunun beni ne kadar yaraladığını bilmiyordu.

Fırtınalar koparan, hıçkıra hıçkıra iyi değilim diye ağlayan o küçük kızı susturup, ben her zaman iyiyim ifadesini takındım ve gülümsedim. "Tabii ki. Tatile gidiyoruz, kötü olmam mümkün mü?"

Heyecanlı çıkarmak için zorladığım sesim sona doğru kısılırken Alkan'ın ifadesi yumuşadı ama aynı şeyi Doğu için söyleyemeyecektim. İyi olmadığımı biliyor gibi bakıyordu.

"Bir durgun geldin gözüme ama iyiysen sıkıntı yok," dedi Alkan, güven verici bir şekilde göz kırptı. Açık kahve saçlara ve saçlarından bir tık daha koyu olan gözlere, kemikli bir yüze sahipti. Oldukça iyi bir sayısal zekaya ve aynı zamanda da abilik iç güdüsüne.

Başımı salladım ve ayağa kalkıp, telefonumu kot pantolonumun cebine sıkıştırdım. "Gidiyorum ben, buluşacağımız saati mesaj atarsınız."

Bade telaşla, "Nereye?" diye sordu, bu telaşlı sesine Alkan ve Doğu'nun kaşları sertçe çatılırken Bade dağılan ifadesini toparladı. "Bensiz alışverişe mi gideceksin yoksa?" Sesi normale dönerken, yüzü de toparlanmıştı. Bu anlamsız ifade değişikliğine anlam veremesem de üstünde durmadım.

"Mezarlığa," dedim, tek düze bir sesle.

Bir ses, bağırarak ağlardı bazen ama etrafta çok fazla kulak olmasına rağmen duyan olmazdı.

Bir insan, ölmek üzere olurdu bazen ama etrafta çok fazla doktor olmasına rağmen yaşayamazdı.

Çünkü yaşanması gereken şey her neyse, yaşanırdı.

Mezarlık kelimesini duydukları anda hepsi sustular, yüzleri, dilleri, gözleri. Hepsi. Başka insanlar bile benim hissettiklerime böyle tepki verirlerken, ben nasıl iyi olabilirdim?

Bade seslice yutkunduğunda, perçemimi kulağımın arkasına sıkıştırıp, "Görüşürüz," diye mırıldandım, sarsak adımlarla ilk önce salonu, daha sonra Alkan'ın evini ve yaşadığı siteyi terk ettim. Üzerimde yünlü siyah bir sweat, altımdaysa sonbahara yeni giriş yapmış olmamıza rağmen giydiğim uzun botlarım vardı.

Adımlarım, yıllardır hiçbir yolunu unutmadığı o yere doğru giderken, sancılı ruhumun gözleri çoktan oradaydı ve tanıdığı ismin üzerinde gezdiriyordu bakışlarını. Yağmur atıştırmaya başlamıştı, insanlar koşuşturuyordu. İnsanları görünce içime dolan ürperti hissine engel olamıyordum. Sanki her an biri kolumdan tutup bana zarar verebilecekmiş gibi hissediyordum.

Belki de bunun hastalığımla değil de doğduğum ülkeyle alakası vardı.

Ayaklarım beni o kapıya götürdüğünde, gözlerim istemsizce kapandı ve ruhumdan yangınlar yükselmeye başladı. Bu kapıdan adımladığım her an, dört yaşına dönüyordum. Eskiye döndüğüme göre küçük bir kıza dönüşmem de gerekiyordu, ağlamam, bağırmam, mızmızlanmam.

Yapamıyor, sadece babama konuşuyordum. Onunla acılarımı paylaşmak istiyordum, ona ağlamak, ona sızlanmak istiyordum. Yirmi iki yaşında bir kız olsam da hâlâ bunları babalarıyla paylaşan küçük kızları kıskanıyordum.

Gömülmüş bedenlerin arasından geçerken, sessiz mezarlıkta benden başka birinin de olduğunu görmek, beni bir anlığına duraksattı. Babamın mezarının hemen yanındaki mezarlığın başında uzun boylu, yapılı bir adam vardı. Kaşlarım çatılırken atıştıran yağmur tanelerinin avuçlarımdan aşağı kaymasını izledim. Deri ceketli adamın elinde yalnızca bir çiçek vardı.

Siyah gül.

Avucunda sıkı sıkıya sıktığı o siyah gülün sapı kanla dolmuştu. Yumruk hâlindeki elinden kanlar akıyordu. O kadar sıkmıştı ki, gülün dikenleri eline batmış ve avucunun yara almasına neden olmuştu, acımasız kan damlaları beyaz mezar taşına damladı, sıçrayan kan toprağı da suladı.

Ve ardından o gülü eli titreye titreye, ölüm kokan toprağın üzerine bıraktı.

Adımlarım şimdi bıçak gibi kesilmişti işte. Yağmurdan dolayı ıslanan saçlarını karıştırdı, görebildiğim kadarıyla parmaklarında şekilli dövmeler yer alıyordu. Bu yabancıyı neden izlediğimi bilmiyordum, yalnızca içimden bir ses izlemem gerektiğini söylemişti. Fakat babamın yanına gitmek yerine biraz daha onu izlemeyi tercih edersem, biletim yanacaktı.

Islanan kızıl saçlarımı tek omzuma aldım ve onun başında dikildiği mezarın hemen yanındaki mezar taşına oturdum. Kısık bakışlarım Murat Kızıltan ismine düştüğünde, gök haykırırcasına gürledi ve bu beni gülümsetti. Babam geldiğimi anlamıştı. Benim burada olduğumun farkındaydı.

Soğuktan kızaran parmaklarım ismini okşarken, yanımdaki adam sessizce mezar taşını izliyordu. Geldiğimi fark etmemiş miydi? Bu korkmam için yeterliydi. Ne tepki veriyor, ne konuşuyor, ne de hareket ediyordu. Babamın ismini okşayan parmaklarım istemsizce duraksarken, boğazımdaki yumrunun gitmesi için yutkundum ve bakışlarımı büyük bir cesaretle ona çevirdim.

Ve o an, onunla göz göze geldim.

Kehribar harelere sahip, çatık kaşlı ve keskin yüzlü bir adamdı. Gözleri doğrudan gözlerime saplanınca bir anlığına tüm nefesim kesilmişti, kısık bakışları tüm vücudumu baştan aşağı yakmaya başlamıştı. Yüzündeki ifadesizliğin ardına gizlenen tanıdıklık hissi bedenimi ürpertirken kaşlarım yeniden çatıldı.

Bana neden böyle bakıyordu?

Sanki tanıdıkmışız gibi.

"Bana neden öyle bakıyorsun?" diye sordum çat diye, aralık dudaklarımın arasından firar eden sözcükleri engelleyememiştim.

Karşımdaki adamın daha da tanıdıklaşmaya başlayan oldukça sert gözleri yüzümde dolanmaya başladığında, tırnaklarımı avuç içime batırarak tepki vermemeye çalıştım. Gözleri daha da kısılırken serseri bir tavırla burnunu çekti. "Nasıl bakıyorum?"

Öyle bir sesi vardı ki, daha önce duymadığıma emindim. Oldukça kalın ve vurgulu bir sese, aynı zamanda da zehirleyici gözlere sahipti. Esmer tenine büyük bir zıtlık sağlayan amber rengindeki gözleri onun gibi sert bakan birine uygun olmamalıydı.

Gözlerimi gözlerinden ayırmadan, "Bir şey söyleyecekmiş gibi," dedim, sesimde kırık parçalar vardı.

Büyük elleri deri ceketinin fermuarına gittiğinde, fermuarı yukarı çekti. Keskin gözleri bana oldukça soğuk bir bakış attı. "Bir şey söyleyeceğim yok," dedi, erkeksi bir sesle. "Önüne dön."

Kaşlarım havalanırken, bana karşı emir vermesi yatıştırmakta zaten zorlandığım sinirlerimin hoplamasına neden oldu. "Bana dik dik bakan sensin," dedim, ben de onun gibi katı bir sesle. "Asıl sen önüne bak. Sağını solunu bu yaştan sonra benden öğrenme."

Tanıdık bu yabancının, ifadesiz tuttuğu yüzü sertleşirken, hırıltılı bir nefes verdi ve başını yana doğru eğip, sabır ister gibi dudağını yaladı. "Bak sen," dedi, alay dolu bir yüzle. "Bir şey öğrenmesi gereken biri varsa bu sensin," dedi sertçe. "Mesela tanımadığın ve kim olduğu hakkında en ufak dahi bir iddian olmadığı insanlara laf atmamak gibi."

"Niye? Seri katil falan mısın da sana laf ederken çekinip korkacağım?" diye sordum tek kaşım havadayken.

"Belki öyleyimdir," dedi, ıslak damlalar yüzünden aşağı doğru kayarak intihar ediyorlardı. "Seni şurada tek kurşunla öldürebilirim. Mesela bundan korkmalısın." Gözlerindeki harlanan ateş de neyin nesiydi? Sanki gözlerinde anıları yaşıyordu. Küçük bir çocuğun günlüğüydü, defterdeki sayfaların hepsi farklı birer anıydı ve bu anıların hepsini, kendi ufak elleriyle yakıyordu.

Her ne kadar bakışlarından ürküyor olsam da, dişlerimi sıktım ve bunu belli etmemek için özen gösterdim. "Bunun beni korkutuyor olabileceğini düşünmen ironik," dedim, aşağılar bir sesle. "Ölülerin yanına sürekli gelen ve onlarla konuşan biri, onların yanına gitmekten korkmaz veya çekinmez." Kollarımı göğsümün önünde birleştirdiğimde, yüzümde sisli bir gecenin geride bıraktıkları vardı. "Bence bir şey öğrenmesi gerekenin kim olduğu çok açık."

Bu sefer keskin gözleri de ifadesi de sarsıldı ve burnundan alayla nefes verdi. Gözleri...Bu adamın gözleri neden bu kadar ifadesiz olmasına rağmen anlamlı bakıyordu? Sanki bir şeyleri fark ettirmeye çalışıyordu. "Yaklaşık iki dakika sonra hıçkırıklarını duyacak olduğum bir kızın bu kadar kendinden emin konuşması beni sadece güldürür," dedi, acımasız kelimelerle.

"Yaklaşık üç yıldır gözümden tek damla dahi yaş akmadı," dedim, titreyen sesimi kontrol altına almaya çalıştım. "Senin gibi duygusuz bir herifin önünde şurada canımı alsan yine de ağlamam anlayacağın."

"Ne yani bu bir başarı mı?" diye sordu.

"Değil fakat bir yenilgi de değil."

Hazırcevaplığım karşısında bir an duraksadı, bu olması gerekendi. Benimle yarışamazdı, özellikle hiçbir lafın altında kalmayan ve kalbinin nerede olduğunu unutmuş bir kızla asla bir olamazdı.

Gözlerini yüzüme iğne diker gibi diktiğinde gök bir kez daha şiddetle gürüldedi.  Oturduğum taşın üzerinde irkilirken, bunu onun gözünün önünde yaşadığım için dişlerimi yeniden kırarcasına sıktım. "Ufak bir gök gürültüsünde bile ellerin titriyor," dedi bir anda, gözleri ellerime düşene kadar ellerimin titrediğinin farkında bile değildim. "Kendinden çok emin konuşma."

Acımasız, sert ve belki de yaralayıcı kelimelerdi bunlar ama hepsinden daha kötüleri, adımın önüne konulan sıfatlar olmuştu benim. Bunlar etkilemezdi. Gözleri hâlâ kızarık ellerimdeyken, ellerimi bacaklarımın altına alarak gizledim. "Babam öldüğü gün de gök bu kadar gürüldüyordu," diye mırıldandım, omuz silkerken. "Her gürüldediğinde o benimle konuşuyor gibi hissederim, o yüzden içime bir titreme düşer." Kabukları bağlanmış gibi görünen ama aslında kanaması henüz durmamış yaralarıma tuz basıldığını hissettim. "Korkudan değil bu, özlemekten."

Sert ifadesi bir anlığına bile sarsılmadı. Gözleri de aynı duygusuzluktayken, "Bu benim sana merhamet duymamı sağlamayacak," dedi, bir iğne sanki diline zehir enjekte ediyordu.

Kaşlarım daha sertçe çatılırken, bu sefer başımı hızlıca bu yabancıya döndürdüm ve, "Senin merhametine ihtiyaç duyan kim?" diye konuştum, bir öfkenin zehrini soludu sesimde. "Bir de içinde merhamet olduğunu mu düşünüyorsun sen bu hâlinle?" Gözleri gözlerime değdiğinde güler gibi oldum. "Ne yazık."

Karşımdaki adam neden beni senelerdir tanıyor gibi konuşuyordu? Aramızda bir samimiyet yoktu, herhangi bir şey yoktu. Acısını yaşamaya gelen biriyken, neden başka insanların acısıyla alay ediyordu?

Öfkeli ve soğuk duvarlardan oluşan gözlerini üzerimde çekti ve bakışları da benden koptu, yağmur hızlanırken bu sefer benim gözlerim onun hemen yanında durduğu mezar taşına kaydı.

Sezen Alkor.

12.09.2004

Yazan ismin ölüm tarihi, babamın ölüm tarihiyle aynıydı. Bu imkansız tesadüf, soğuk kalbimin çevresindeki buzları tutuşturup harlarken, sorguyla açılan gözlerim sadece izledi.

Bir an, yalnızca bir an zihnimdeki yıkık harabenin içerisinden sesler duyar gibi oldum. Bu seslerin birçoğu telaşlı bağırma sesleriydi ama bağıran insanların kimlikleri yoktu. Gözlerimi kapatarak bu düşüncelerin hepsini aklımdan uzaklaştırmak istedim ama ilaçları yeni yeni bırakmışken bu pek de kolay olmuyordu.

Tanıdı bakan yabancı, benimle uğraşmaya son vermişti; ben de ona bakmıyordum zaten. O kadar uzun boyluydu ki yüzünü görmek için başımı kaldırmam gerekiyordu. Bir süre gözleri sadece toprakta asılı kaldı, baktı, baktı ve baktı.

Belki de aradığı yalnızca bir parça sevgiydi ama bu soğuk mezar taşında onu bulamadı.

"Annen," dedim, teyit edercesine. "Değil mi?"

Onunla konuşmamın tek sebebi daha fazla susacak olursa kafayı yiyecek olduğumdu. Soğuk bakışları göz ucuyla bana değdiğinde, harelerinde yıkılan evlere şahit oldum. Toprağın üzerindeki siyah tek güle baktı, ardından kan damlasına. "Öyle."

Ben babamın mezarına gelirken çiçek almazdım, çünkü bilirdim ki annem her 12 Eylül'de, akrep ve yelkovan akşam dokuza vurduğunda, buraya ellerinde çiçeklerle gelir ve toprağı kendi sular; süslerdi.

Uzun süredir hiçbir yabancıyla konuşmamış olmanın verdiği çekingenlik üzerimde hüküm sürerken, bu tabumu sadece bir dakikalığına yıkmak istedim. Belki de onun da ailesini kaybetmiş olduğu gerçeğiydi bunun asıl sebebi, beni anlar düşüncesiyle onunla konuşmak istiyordum.

Hem, insanlar onlarla benzer yaraları paylaşan insanlara söylerdi tüm sessizliklerinde gizlediklerini değil mi?

"Annen gittiğinde..." diyerek soğuk bakışlarının yüzüme tokat gibi çarpmasına neden oldum. "Kaç yaşındaydın?"

Benimle konuşmak istemediğini sürekli yüzünü başka tarafa çevirmesinden anlasam da, "Yedi," dedi, zoraki bir sesle.

"Peki nasıl hissettin?" Bu soru ağzımdan bir an kaçmıştı, düşünecek vakit bile bulamamıştım. Bu sefer sorgu dolu gözleri tarafından gerçekten kurşunlanacağımı sanıyordum çünkü çok korkutucu bir ifade vardı yüzünün kıyısında.

O kıyıda boğulmama ramak kalmıştı.

Çünkü bu kız, kulaç atmamayı çok önceden kesmek zorunda kalmıştı.

İri ve acı barındıran yağmur taneleri bedenini ıslatırken, ıslanmış gece karası saçları alnına yapışmıştı. Kıvrımlı burnunun ucu kızarmış, elmacık kemikleriyse parlamaya başlamıştı. Onu incelerken gerçekten güzel bir adam olduğunu fark ettim. Kısık gözleri, hafif ucu kalkık burnu, aralık ve kalemle çizilmiş gibi birbirlerine eşit dudakları vardı.

Onu incelediğimi fark edince benimle dalga geçeceğini düşünmüştüm ki, beni şaşırtarak bunu yapmadı. "Penceresiz gibi," dedi, tek nefeste. O bunu tek nefeste söylemişti ama sanki konuşursa nefessiz kalacağı içindi tek nefesi.

Annesiz bir çocuk olarak büyümüştü karşımdaki bu adam. Yedi yaşından beri, anne sevgisi ne demek bilmemişti. Tatmamıştı. İlk aşık olduğu kişiyi annesine anlatırken annesinin ona vereceği tavsiyeleri dinleyememişti.

Tıpkı benim gibi.

Babalar kızlarının masallarının kahramanıdır derler, bazı şairler.

Bana kahramanlık yapamayacak kadar erken gitmişti benim babam ve bana çok şey öğretmişti. Kendi kendimin kahramanı olmuş, kimseden medet ummamıştım.

İsmini bilmediğim ve asla da öğrenemeyeceğim kişi bunu söyledikten sonra gözlerimin içine bir kere dahi bakmamıştı. Kemikli parmaklarını süsleyen yüzükleri mezar taşına değdiğinde, kızarık ve büyük elleri Sezen yazısını okşadı, soy adına parmaklarının değmemesi için özen göstermişti.

Bu detayı fark etmek beni rahatsız etmişti.

"Buradayım," diye fısıldadı, sesindeki tokluğun kendini sıkmasından kaynaklandığını bilmek ona yansımama bakıyor gibi bakmamı sağladı. "Senin için, sadece senin için, buradayım." Sezen yazısının üzerinden parmakları kayarken, büyük damlalar, o parmağını çekse bile ismi okşamaya devam etmişti. "Hep," diye ekledi.

Gözünden tek damla yaş dahi akmıyordu, ya da kızarık gözleri dolmamıştı bile, ifadesi sert, tıpkı çelik gibiydi. Eklediği son kelimenin hemen ardından, adımları mezar taşından uzaklaşacaktı ki yüreğimdeki konuşma arzusuna engel olamadan, "Mekanı cennet olsun!" diyebildim.

Hareket hâlindeki adımları sesimi duyduğunda bıçak gibi kesilirken, sanki gözlerim deri ceketinin altındaki kasılan bedenini görebiliyordu. Botunun tabanını yerdeki kurumuş yaprağa bastırdığında, gök şiddetle gürüldedi ve kalın sesli bu adam, annesini terk etmeden hemen önce sadece şunları söyledi.

"Umudum o yönde."

Kehribar gözlü ve sivri dilli adam yanımdan ayrıldıktan sonra, bir süre babamla konuşmuş, ona hissedemediğim ama hissetmek için can attığım şeylerin neredeyse hepsini anlatmış, yağmurun altında bayağı bir ıslanmıştım. Eylül ayı çetin bir soğuk geleceğinin habercisiydi bana kalırsa. Bu hava pek sonbahar havası gibi değildi çünkü.

Şimdiyse valizimin fermuarını çekiyor, bir yandan da zihnimde dönme bir dolabın her farklı bir kolu gibi yer edinen bağımsız düşüncelerime, korkunç intiharıma destek olmaları için kılıf uyduruyordum.

Fermuarı çekip valizimi kapının hemen yanına ittirdim ve son bir kez kombinime boy aynamdan göz gezdirdim. Oversize krem rengi sweatimin altına beyaz uzun kollu bir badi giymiş, altıma ise gri eşofmanlarımdan birini geçirmiştim. Uçakta üşüyeceğime emindim. Bir de başımda saçlarımı geriye ittirmeme yardımcı olan yine krem renkli bir gözlüğüm vardı.

Makyaj masama oturma gereksinimi duymadan, çekmecedeki birkaç yüz ürünümü aldım ve hepsini yüzüme yedirerek cildimi nemlendirdim. Hemen ardından sık kirpiklerimin diplerinden başlayarak kirpiklerimi kıvırıp, rimeli doğal görünmesi adına hafifçe gezdirdim. Likit allığımdan bir iki damla elmacık kemiklerimin üzerine damlatarak allık fırçamla dağıttım, kılları kalın fırçanın ucunda kalanları biraz da burnumun ucuna sürdüm. Dudağımla aynı tondaki dudak kalemiyle dudağımı ustaca çerçeveledim. Son olarak da, daha geçen bana göre çok yüklü miktarda bir ücret ödeyerek aldığım lipglossumu dudaklarımın üzerinde bir iki kere istediğim parlaklığı tamamen alabilmek için gezdirdim.

Ve artık hazırdım.

Birkaç desenli yüzüğümü parmağıma, yıllardır boynumdan eksik etmediğim baş aşağı sarkan gül kolyemi de boynuma takıp siyah telefon kılıfımı taktım ve son kez odama baktım. Kısa bir süre sonra dönecek olsam da odamdan ayrı kalmak huzursuz hissettiriyordu. Burası benim kendi özel alanımdı, ve bu duvarlarsa onlara derdimi çok kez anlatıp; ağladığım arkadaşlarım.

Odamdan çıkarken, mutfaktaki konuşma sesleri kulağıma ilişti ve valizi hole çekerek, mutfağa doğru ilerledim. Annem ve Kaya abi akşam yemeğini hazırlıyorlardı. Yemek yemeye vaktim yoktu, zaten bir şeyler atıştırmıştım. Annemin yüzünde bir gülümseme vardı Kaya abiye bakarken ama...Bu gülümsenin sebebi belliydi aslında.

"Selam!" diye seslendim ve bakışlarının bana dönmesini sağladım. Annemin mavi hareleri, bendeki yansımasına değer değmez gözleri parladı ve beni kendine doğru çekerek sıkıca kucakladı. "Oy kuzum benim!" diyerek, saçlarımın üzerindeyken iç çekti. "Tatile gidip annesini burada tek mi bırakacakmış?"

"Tek mi? Bak alınıyorum Bahar," dedi Kaya abi gücenmiş bir ifadeyle. Kaya abi yaklaşık yedi yıldır bizimleydi. Annemle ben dokuzuncu sınıfa başlarken evlenmişlerdi. Annemin kanayan yaralarını sarar, bana kızı gibi davranırdı ama aramızda hep bir mesafe olurdu aslında. Ona güveniyordum evet ama bu sonsuz bir güven değildi. Sonuçta sadece bir abimdi.

"Tek değilsin ki annecim," dedim saniyeler sonra. Daha sonra Kaya abiye göz kırptım. "Kaya abi ne güne duruyor?"

Annem omuz silkerek, "Aynı şey mi?" diyerek burnunu çekti. "Sonra beni çok ararsın oralarda."

"Anne sanki nereye gidiyorum ya?" dedim hayretle, "bak beni lafa tutuyorsun, geç kalacağım."

Annem yavaştan yavaştan sırıtmaya başlayınca, yanağıma sulu bir öpücük kondurdu. Eli saçlarımın üzerine giderken, "Dikkatli olun güzelim olur mu? Aklımı sizde bırakmayın benim," dedi ve başımı okşadı. "Aradığımda da aç o telefonu. Anne ben duymadım, görmedim, bilmiyorum ayağına üç maymunu oynama."

Bana karşı olan düşünceli tavrı tebessüm etmeme sebep olurken, "Tamam sen merak etme," dedim ve son kez ona sıkı sıkı sarıldım.

Kaya abi kıvırcık saçlarını eliyle düzeltip gözlüğünü gözüne geçirdi ve o da bana kollarını doladı. "Lazım bir şey olursa çekinmeden ara," diye ikaz etti beni.

Daha sonra beni kapıdan geçirmişlerdi, Alkan'ın arabasına binmiştik ve valizlerimizin hepsini de bagaja sığdırmayı başarmıştık. Rahat bir nefes verip başımı araba koltuğuna yasladım ve tek gözümü açıp yanımdaki Doğu'ya baktım. O da benim gibi üzerine kalın bir sweat almıştı, Bade uzun kollu bir crop altına da tayt giymişti. Alkan da sweat pantolon takılıyordu.

"Ne bakıyorsun cücük?" diye sordu Doğu, Alkan bu sırada arabayı çalıştırdı. "Seksepalitemden etkilendin ve bayılacaksın da yüzümü şu tarafa çevirmem için mi bakıyorsun?"

Alkan'ın burnundan gülmeye benzer bir ses çıktı. "Ney palite?"

Doğu'nun yüzündekü gülüş kaybolurken gözlerini kıstı ve Alkan'a araba aynasından olabildiğince kötü bir bakış attı. "Birader benimle uğraşma sıçacağım yoksa çarkına."

"Daha dur o kanatsız meleğini aratacağım," dedi Alkan sırıtırken, Bade kıkırdarken bluetooth'unu ne ara bağladıysa bir anda Yerle Yeksan çalmaya başladı ve Alkan eşlik etmeye devam etti.

"Yeniden şahlanacağım, küllerimden doğacağım!" diye bağırdı Bade, bir yandan elini sallıyor ve kıpırdanıyordu.

"Bunu da bir gün evel Allah aşacağım," diye mırıldandı Alkan, Bade'yle birbirlerine bakarak dans ediyorlardı. Ve evet, bunu direksiyon başındayken yapıyordu.

"Daha dur o kanatsız meleğini aratacağım," dediler aynı anda.  "Sana dünyada cehennemi yaşatacağım." Seslice gülerken Doğu onlara kötü kötü bakışlar atmakla meşguldü.

Ben onları izlerken Doğu sadece, "yazıklar olsun" kısmına ikisinin de gözlerine baka baka eşlik etmişti. Hareketleri keyfimi yerine getirirken sırıttığımı görmemesi için başımı diğer tarafa çevirdim. Yolculuk Doğu'nun müziklere eşlik etmemek için gösterdiği uğraşlarla geçerken Alkan bilerek Doğu'nun ezbere bildiği şarkıları açıyordu.

"Çıktın gittin bir anda! Umrumda mı hiç sanmam?"

"Sen de yanarsın inşallah, ettirdin beni illallah!"

Doğu en son şarkı biraz daha devam ederken dayanamadı ve bir anda moda girerek, "Allah  gönlüne göre versin!" dedi ve ritme göre kafasını değişik hareketlerle sallamaya başladı. "O gece bana bir söz verdin. Beni görmeden ölemezsin."

Normalde hepsi, özellikle Doğu ve Alkan gerçekten dışarıdakilere karşı soğuk insanlardı ama bizim yanımızda olduğu gibilerdi, kendileri gibi davranıyorlardı. Mesela okuldan biri Alkan'ın asla bu kadar keyifle ritme uyduğunu ve dans ettiğini görse bile inanmazdı.

Yol boyunca dans ederek bu tarz şarkıları dinlediler ve benim de başımın etini şişirdiler, yine de yüzümdeki bu asık ifadeyi en azından onların modunu düşürmemek için bir haftalığına rafa kaldırmak zorundaydım.

Nihayet havaalanına vardığımızda, gökyüzü artık daha kapalıydı ve kasveti tüm insanların ruhuna bulaşmış gibiydi. Alkan ve Doğu valizleri arabadan indirirlerken Bade bedenimi kollarının arasına çekti. "Hava tam istediğin gibi, değil mi?"

Uzun ve salık sarı saçlarını çok severdi. Saçlarını bir dönem çok kısa kestirmek zorunda kalmıştı ve bu dönemde kendisini ne kadar eksik hissettiğini hatırlıyordum. Saçları şimdi eski uzunluğundaydı. Ve hafif bir şekil vermişti. "Evet," dedim kısık bir sesle. "Babam her yıl hissediyor olmalı."

Göz bebeği yavaşça büyürken, dudakları düz bir çizgi hâlinde gerildi. Bana olan tutuşu sıkılaşırken, "Hissediyor güzelim," dedi, bana hak verip. "Her zaman hissediyor."

"Hissetmeli," diye fısıldadığımda gök mezarlıktaki gibi şiddetle gürüldedi. Hava zaten kapalıydı ve akşam saatlerinde olduğumuz için erkenden de kararmıştı. Sanki bir ressam fırçasını en sevdiği renge batırıp, yer ve göğü benim için karıştırmıştı bugün.

Alkan ve Doğu valizleri bize vermemek konusunda ısrarcı olsalar da Bade'yle onlara "ne yani biz taşıyamaz mıyız?" diyerek iğneleyici bir sesle konuşmuştuk ve vermek zorunda kalmışlardı.

Doğu havaalanının kapısından girerken kulağıma yaklaşıp fısıldadı. "Kanka benimkini de taşısana bari ya."

Sonra Alkan tarafından ensesine şaplak yedi ve geri çekildi. Burası en sevmediğim kısımdı. Doğu ve Alkan hızlıca kontrollerden geçerken biz Bade'yle takılarımızı çıkarıp kutuya koymakla meşguldük.

"Bade her an küfür edebilirim," diye homurdandım sinirle. "Şu olaydan ciddili nefret ediyorum."

Bade küpesini çıkarmak için binbir çaba gösterirken, "Aynısından," dedi dişlerinin arasından. Uzun uğraşlar sonucu ben geçmiştim ama Bade hâlâ küpeyle uğraşıyordu. Doğu erkek güvenliği dürtüp, "Küpe çıkmıyor, geçse bir sorun olur mu?" diye sordu.

Görevlinin bakışları telefonundayken ona sert bir bakış attı ve Bade'ye baktı. "Olur."

"Ney?" lafı çıktı ağzımdan. Görevli soğuk ifadesini sabit tutarken Alkan, "Beyefendi check-in yaptırmamız lazım," dedi aceleci bir tavırla.

Görevli, "Beni ilgilendirmez," dedi, hâlâ telefonuyla ilgileniyordu.

Bade bunu duyduğu an, dudakları öfkeyle aralandı ve, "Çıkmıyor Allah'ın belası küpe. Ben şimdi ne yapayım? Kulağımı mı kesip koyayım buraya ne yapayım?" dedi tek kaşı havalanırken. "Üzerimde başka metal cisim yok, olmadığı da gayet belli."

Bade'nin sert tavrı güvenlik görevlisinin sert ifadesinin daha bir sertleşmesine neden oldu. "Yapabilecek bir şeyim yok."

"Nasıl yapabilecek bir şeyim yok?" dedi Doğu, ciddi bir şekilde. "Bilet mi yansın dayı?"

"Biletlerimizin parası sizden çıkar yalnız," dedim sessizliğime son vererek. "Farkındaysanız sadece basit bir küpe yüzünden uçağı kaçıracağız. Ve prosedür değil, sizin despotluğunuz yüzünüzden. Nedense ondan önceki diğer kadının yüzüğü çıkmıyor diye geçirdiniz ama?" Bade'yi işaret ederek, kaşımı kaldırdım. "Ve şimdi arkadaşım buradan geçecek, çünkü yetişmemiz gereken bir uçuşumuz var tahmin edersiniz ki. Bir sorun çıkarırsanız emin olun üstlerinize bu konuyu bildirmek ve hakkımızı sonuna kadar aramaktan hiç çekinmem."

Bade söylediklerimin peşine cihazdan geçip, ötse de yanımıza geldi ve çıkardıklarını yeniden takmaya başladı.

Bana teşekkür eder gibi göz kırptı.

Alkan'ın eli belime giderken, güvenlik görevlisinin çatık bakışları yüzümde dolandı. Ona aynı bakışlarla karşılık vermekten hiç çekinmedim, fakat Doğu adamla aramıza girerek bu teması bozdu. "Başka yolcularla ilgilenin siz artık," dedi, resmiyetle. "Biz devamını hallederiz."

"Sabır," çekerek yanımızdan uzaklaştı görevli.

"O telefonu şimdi bir tarafına soktuğumda görecek sabırı," diye homurdandı Doğu, adama ters ters bakarak. "Avel ya."

Alkan, Doğu'nun omzunu sıvazladı. "Sıkıntı yok birader, moral bozma." Kahve gözleri Bade'yle bana değdi. "Hadi hızlı."

Bade bana sırnaşarak koluma girdi ve neredeyse yarım saat içinde bütün rutin kontrolleri hallettik. Chechk-in işi de tamamdı, bavulları da vermiştik. Bade'nin valizi on beş kilodan dört kilo fazla olduğu için, yanına aldığı makyaj çantalarından bir tanesini ağlaya ağlaya valizden çıkarıp vermek zorunda kalmıştı. Çünkü söylediklerine göre sistemde bir sorun vardı ve ücret ödeyip bagaj sınırını yükseltemiyorduk.

"Ya bütün servetimin gitmesi şaka mıdır şu an?" dedi ağlamaklı bir sesle. Eliyle yüzünü kapatarak inledi. "Vallahi bayılacağım şimdi şuraya. İndirim kovalayamam daha ya!"

"Yavrum almayacaktın," dedim dudağımı bükerek. "Dört kilo nasıl olabilir aldıkların Allah aşkına?"

Doğu, sweatshirtinin kapüşonlusunu kafasına geçirip, "Alırız yenisini üzülme uşak," dedi ve Bade'yi omzunun altına aldı. "Ne kadar tutar tahminen?"

Alkan elini aniden kulağına götürdü ve kulaklarını kapattı. Ona dik dik bakınca, "Önlem alıyorum kızım," diye homurdandı ve Bade hüzünlü bir sesle, "En az beş milyar vardır," dedi.

Doğu kapağını yaklaşık iki saniye önce açtığı suyu havaalanının ortasına püskürdü ve bir anda deli gibi öksürmeye başladı. Bade şokla Doğu'nun sırtına vururken, "Ya sana bile fenalık geldi bir de beni düşün!" dedi dehşetle.

Gülsem mi ağlasam mı bilemezken Alkan Doğu'yu kendine doğru çekti ve sırtına kulaklarımızı çınlatacak kadar sert olan bir darbe indirdi. Doğu bu darbeyle öne doğru eğilirken, "Dayıoğlu arkadan dayadığını fark edebiliyorum ha," diye konuştu öksürüklerinin arasından. "Malafat da malafatmış."

"Iyy!" Bade'yle ikimizin de yüzleri aynı anda buruşurken Alkan gözlerini devirerek, "Ne aptal adamım lan ben?" dedi, kendi kendine. "Bırakacaktım ölecektin ben niye sana elimi sürüyorum ki?" Eline tiksiniyormuş gibi baktı. Bana elini gösterip, "Tarak şeklindeki bıçağın yanındaysa elimi kesip şu puştun ağzına tıkar mısın?" diye sordu.

"Kesin sesinizi ikiniz de!" diye parladı Bade. "Servetimden oldum diyorum. Tek servetim ellerimden kaydı gitti. "Shawty'im gitti..."

"Lisedeki edebiyat hocamız seni duysa camdan atar kendini herhalde," dedi Alkan.

"Kes çeneni kes kes kes kes."

Bizim uçuşumuz anons edildiğinde, "Emir büyük yerden," diye mırıldandım, ardından Doğu, Bade ve Alkan kendi aralarında birbirlerine sataşmaya devam ettiler. Bu havaalanı diğerine göre kesinlikle daha büyüktü. Gideceğimiz uçuş kapısına gitmek için neredeyse yirmi dakikamızı harcamıştık. Sonunda G kapısına varınca derin bir nefes aldım.

Bulunduğumuz yerdeki kalabalığın havaalanının diğer taraflarına göre daha fazla olması dikkatimi çekmişti. "Burası neden bu kadar kalabalık?" diye sordum, içimde huzursuz bir his vardı ve bu his canımı ağrıtıyordu. "Bir gariplik var gibi."

Bade kot ceketini omzunun üzerine attıktan hemen sonra o da benim baktığım yöne baktı. "Sanki," dedi mırıltıyla. "Belli ki Muğla''ya gidecek olan tek biz değiliz."

Bakışlarım kalabalığın üzerinde dolanırken, "Öyle değil," dedim şüpheyle. "Sanki başka bir şey var?"

Alkan ve Doğu da sesimdeki şüpheyi soludular ve etrafa bakınmaya başladılar. "Yani sıkıntılık bir şey olduğunu sanmıyorum," dedi Doğu, güven verici bir sesle. "Bayram sonrası sakinleşir kafasındadır hepsi. Ondandır."

Başımı sallayarak sessiz kalmayı seçtim, zaten oluşmaya başlayan sıraya girmiştik. Bu sırada Alkan annesiyle konuşuyordu. Doğu ve Alkan'ın annesi birlikte olduğu için Doğu da konuşmalarına atlıyordu. Bade beni dürterek, "Hazan garip bir şey var," dedi aniden, gözlerinde gördüklerim içimdeki şüphe tohumlarının yeniden yeşermesine yetmişti.

"Ne gibi?"

Bade etrafına birkaç kere daha bakıp kulağıma eğildi. "Şu güvenlik görevlisini görüyor musun?"

İşaret ettiği yerdeki güvenlik görevlisine bakıp, "Evet?" diyerek onayladım. Yaklaşık bir altmış beş boylarında, kilosu yerinde ama biraz bodur görünen bir adamdı.

"Az önce biriyle telefon görüşmesi yaptı, bu sürede de bakışları bizim üzerimizdeydi. İlk önce sen bir şey var deyince evham yaptım sandım ama..." Duraksadı, gözleriyle yeniden güvenliği işaret etti. "Sana bakıyor ve hayra alamet olan bir bakış şekli değil."

Bakışlarım bir kurşunun tene saplanması gibi adamın gözlerine saplanınca, gözlerinde gördüğüm değişik ifadeler kaşlarımı çattırdı. Gözleri onca kişi arasından doğrudan bendeydi. Bade bakışmamızı bölerek beni önüne alınca, onu görmemi engelledi. "Neden öyle bakıyor? Alkan'lara söyleyelim ya da ben gidip kafasına bir tane patlatayım mı? Ne dersin?"

Alkan ve Doğu hâlâ telefondalardı, onları dahil edecek kadar büyük bir şey olmadığını düşünmek istiyordum. "Dikkatini çekmişimdir belki," dedim normal bir şekilde. "Başka bir şey olduğunu sanmıyorum."

Fakat kafamı yeniden güvenliğin olduğu tarafa çevirdiğimde, büyük bir boşlukla karşılaşmayı beklemiyordum. Siktir, diye fısıldadı iç sesim. Bade de dönüp bakınca, "Emin misin?" diye sordu fakat daha cevap veremeden kulakları sağır edecek büyüklükte bir uğultu sesi etrafı sardı.

İnsanlar şaşkınlıkla gözlerini büyüttüğünde, Doğu'nun telaşlı gözleri direkt bizi buldu. Alkan telefonu hemen kapattı ve "Bu ses ne?" diye sordu.

"Bilmiyoruz," dedi Bade, iri gözlerle.

"Lan ufo mu iniyor ne oluyor?" dedi Doğu, etraftaki ses giderek büyüyordu. İnsanlar bağırışıyor, kulakları sağır edecek olan o ses tempolu bir ritim hâlinde yayılmaya devam ediyordu.

Bu sefer göğsüm korkuyla şişerken içimin babam yanının sarsıldığını hissettim. Alkan ve Doğu bizi ortalarına aldılar ve Doğu, "Ha siktir," dedi, dudakları şaşkınlıkla aralanırken. Yüzümde bir yangın yeri var oldu, göğsümde bir mahşerin başlangıcı yok oldu. Ve sonra, uçuşlarla ilgili bilgi veren ekranların hepsi karanlığa gömüldüler ve bozuk ekran uyarısı verildi.

Ve bir anda omzuma aldığım darbeyle Alkan'ın kollarına savruldum, kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başlamıştı. Bir adam koşarken bana büyük bir şiddetle çarpmıştı. Alkan öfkeyle, "Birader önüne baksana!" diye bağırdı fakat adam çoktan ortadan kaybolmuştu.

"İyi misin?" diye sordu Alkan, artık o da sakin değildi çünkü burada normal olmayan bir şeyler vardı. Sadece şokla başımı sallayabildim ama devamı gelmedi.

"Birinin açıklama yapması gerekmiyor mu oğlum?" diye hayıflandı Doğu fakat yolcuları şu an ipleyen yoktu bile. Bade iyi miyim diye beni korkuyla süzdüğünde elini sıktım güven vererek.

Alkan'ın sorgulu gözleri insanları süzgecinden geçirirken, "Kapı açıldı," diyerek yutkundum. "Gidelim çünkü benim içimde çok kötü bir his var. Daha fazla burada durmak istemiyorum."

Kapı açıldı, insanlar dışarı çıktılar ama bizimkilerle tam kapıdan geçecekken telefonumdan gelen bildirim sesini uğultudan sebeple zar zor duydum. "Bir dakika," diyerek hemen telefonumu cebimden çıkardım. Tam o sırada cebimde başka bir şeyin varlığına daha rastladım. Kaşlarım çatılırken elim kağıt parçası gibi hissettiren cisme gitti ve cebimden aldım.

Bizimkiler sorguyla ve telaşla gözlerinizi üzerime diktiklerinde, "Hazan çabuk," dediler, bir izmihlal denizinin içerisine düştüğümü anımsadım. Bir denizden ibarettim. Ama bunu ben çok kez belirtmiştim. Boğulacağımı bilsem de kulaç atmak için su yutmayacaktım.

Bu eskiz kağıdıydı.

Ve üzerinde bir yazı vardı.

"Babanın kaderini yaşamak istemiyorsan, o uçağa sakın adımını atma."

Uğultu büyüdü, büyüdü, büyüdü.

Bir hemşireden kanamamı durdurması için yardım istemiştim, lakin o, ruhuma enjekte ettiği iğnenin içine panzehir değil, zehir yerleştirmişti. Harfler teker teker beni zehirledi, babam yanımdaki küçük kız bu acıya dayanamadı ve göz yaşlarını bu yolda kurban ettirdi.

Ve sonra içerisinde çok kişiyi öldürdüğüm gibi yaşattığım gözlerim, sadece bir anlığına hemen karşıma tutundu. Karanlık bir silüetin içerisine gizlenen gözler, gözlerimi yakaladığı anda, alev gibi büyüyen öfkeyi gördüm amberlerde. Bir ağıtı yaktı bakışlarında, bununla birlikte tanıdıklık hissi yeniden bir çember gibi hafızamı sardı.

Bu adam, mezarlıkta gördüğüm adamdan başkası değildi.

Ve bu adamın dövmeli parmaklarının arasında, elimdeki kağıdın aynısından vardı.

Bir yangın,
harlandı göğsümde
Bir adam,
sindi gölgesine
Bir kan
döküldü üzerime
Bir yakarış,
devrildi yüreğime.

Bu yakarışın adı geçmişti.

Hayır...

Geçmiş henüz geçmemişti.

🌘

Instagram: siladamlaakcicek

-Dinçer biraz acımasız olacak gibi, ne diyorsunuz? Sebebini bilenler var mıdır acaba? Ya da o sahnede söylediklerini kavrayan?

Sizi seviyorum. ❤️‍🩹

Continue Reading

You'll Also Like

1.4M 56.2K 26
(18+ cinsellik ve şiddet içerir.) Başımızın üstünde ki elçilik binasının içinde bir ses yankılandı. "Şuandan itibaren; Onun tek bir saç teline zarar...
134K 9.3K 89
Öğretmen ama AŞKA ÖĞRENCİ (Texting) • Anaokulu öğretmeni olan Beyza yoğun bir sene geçirdiği için yeni dönemde dinlenmek için görev değişikliği yapmı...
1.4M 53.9K 54
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Defne çocuk ruhlu biridir. Bir akşam canının sıkıntısı ile anonim bir uygul...
1.2M 84.9K 64
Klişe ama orjinal karışan bebekler klasiği... İlk yayımlanma tarihi: 19.11.2022 Final yayımlanma tarihi: 29.07.2023