Şehir Mektupları

By WattpadClassicsTR

1.3K 92 25

Ahmet Rasim bir istanbul yazarıdır. Onun kitapların-da şehrin nabzını, ruhunu, rengini, kokusunu buluruz. Ahm... More

1
2
3
4
5
6
7
8
10
11

9

35 5 0
By WattpadClassicsTR


Kırk Üçüncü Mektup

Kurtarma

Evvelki gün Edirne Kapısı'ndan Zincirlikuyu semtine doğru funda yüklü, pupa kulak, kısık kuyruk sefere çıkmış olan bir merkep; her nasılsa orta çamurlarına kapılmış ve boğulmasına ramak kalmış iken, yardım isteyen anırışlarına ve komşuların feryadına yetişen kimseler tarafından güç hal ile kurtarılmıştır. Denildiğine göre, köşedeki bakkal dizlerine kadar batmıştır.

Denizde İftar

Akşamüstü, saat on biri çeyrek geçe Köprü'den hareket eden 'tonton' müşterilerinin Selimiye Kışlası önlerinde iftara yetiştiklerini muhabirimiz yazıyor.

İhtar

Sırma gibi süpürgemin ince teli: Bum!

Hiç toz koymaz süpürür her yeri: Bum!

Süpürgeleri satarsam şimdi: Bum!

Döner gider evime rahat ederim: Bum!

Hasır süpürgesi

Hasır süpürgesi

Hasır süpürgem var

Hasır süpürgem var

kantosundaki 'Bum!'ların Topatanlar tarafından Dekadanlar'a birer ölüm çukuru açmak üzere bulunmuş ve icat edilmiş olduğu rivayeti kulağımıza geldi, yalanlamakta acele eyleriz.

Sosyoloji

Hizmet gazetesinde yazılı bulunan Sosyoloji makalesinin Larousse'tan ve La Grand Ansiklopedisi'nden alınma olmayıp Spinoza'dan aşırıldığı hakkındaki rivayeti Ahenk'in Şehir Mektupçusu reddederek bunun karmakarışık bir mahsul ve üstelik araştırma ve incelemeden çok uzak olduğunu bildiriyor. Zihni karışık ve uzağı gören kimselere tavsiyesi yerinde olur.

Güneş

Sokak ve çarşılarda yer yer dikkatimizi çeken çamur ve su birikintileri ile başka süprüntülerin birleşmelerinden dolayı araba tekerlerinden, beygir ayaklarından, iri kunduralardan, sürçme ve türlü türlü düzensiz hareketler sebebiyle fırlayan zifoslardan bezmiş ve lekelenmiş olan halkın; "Ver Allah'ım ver, bir kızgın güneş" mısraı ile bir ağızdan türkü çağırdıkları işitilmiştir.

Kırk Dördüncü Mektup

Eyvah! Beni görenler; "Vah! Vah! Şehir Mektupçusuna pek yazık oldu" diyorlar. Hem o kadar hüzünlü ve o kadar acıyarak yazık oldu diyorlar ki herkes tarafından bilinen dayanıklılığım ağır basmasa hüngür hüngür ağlayacağım geliyor. Adeta garipsiyorum, yüksünecek gibi göğüs geçiriyorum, içimden kabara kabara bir ah yükseliyor, dudaklarımı yaka yaka ağzımdan fırlayıp şu sıkıntılı gökyüzüne doğru yükseliyor. Gözlerim çok ağlamaktan bozulan, kapaklarının kenarı kızaran, mosmor bir kader halkasıyla kuşatılan, akı lekeli lekeli kanlı çizgilerle bulanık duran gözlere dönüyor. Tuhaf bir şaşılık ortaya çıkarak hem önümü, hem karşımdakini, hem de sol tarafa düşen eşyayı bir anda görüyorum. Kaşlarımın uçları, eğiminden kurtularak ok gibi kalkıyor, bana öyle geliyor ki burun deliklerim de şişiyor. Alt dudağım iki milimetre kadar uzayarak üst dudağımın bıyıkla kapanık tarafına uzanıyor. Acı bir yutkunma gırtlağımı aşağı yukarı ediyor. Kesik bir öksürük kuvvetli bir hıçkırıkla birleşerek mide, bağırsak, ciğer, böbrek, dalak, içyağı, safra torbası yerinden ayrılıp; daha ne varsa birer kere hoplayıp yine yerli yerine oturuyor. Kalbim, ah! Bin belâdan arta kalan kalbim o derece şiddetli vuruyor ki zayıflık ve güçsüzlükten Bağdadî bölmelerine dönen zavallı göğsümün altında birinin çekiç vurduğuna ihtimal veriyorum. O anda soğuk bir ter, yaprak yaprak açılan, bir ürpermeyle beraber belimin ortasından sızarak yanaklarımdan yukarıya doğru gidiyor, kıl ve saçların dikilmesinden dolayı bir hışırtı duyar gibi oluyorum. Dizlerim titriyor, bacaklarıma ince buzlu suya batırılıp epeyce sıkılmış bir tülbent sarılıyor zannediyorum. Avucumun içindeki parlak su damlacıkları, ince bir kanal gibi, hafif derince çiziklerden koluma doğru toplanıyor, otuz yediyle otuz dokuz arasında -humma hastalarında görülene denk- bir ateş ayalarımı cayır cayır yakıyor.

Eyvah! Görenler bana boşuna "Mektupçuya pek yazık oldu" demiyorlar. Ben hepsini hissediyorum. Bu bozulma durumunun beni gittikçe mahvedeceğini anlıyorum. Zira beynimde nice zamandan beridir öten beyhude arzuların vızıltısı, artık ses vermez oldu. Kulağımda o günden itibaren çınlayan ümidimin dehşetli sedası, aksede ede dağıldı gitti. Gözlerimin önünde dönen takatsiz heveslerimin hayalleri, söne söne görünmemeye başladı. Ağzımın tadı, gönlümü acıtan korkuyla mahvolarak bir şeyden lezzet alamamak gibi derde tutuldum. Şimdi ne yapayım?

Direktör Şirket-i Hayriye ile uğraşa uğraşa hayrı dokunacak bir yerini bırakmadı, hepsini benden bildiler. İdare-i Mahsusa'ya dokundu, benim teşvik ettiğim rivayet olundu. Tramvaylara takıldı, "Çekemediği için, Mektupçu'yu aleyhimize sürdü" dediler. Trenlere yetişti, "Mutlaka Mektupçu'nun hızıyladır" süsünü verdiler. Sakalara sataştı, yine benim için "Sulandı" söylentisini yaydılar. Tuhafiyecilere ilişti, "Mektupçunun zevzekliği tuttu, eğleniyor" dedikodusu dilden dile gezdi. Hatta adada Yorgoli'ye kadar yayıldı. Tünel idaresiyle altüst oldu. Her taraftan bana beddua. "Yerin dibine girsin" diye eller açıldı. Sarraflar, ah sarraflar! Asıl yandığım bu!

Direktöre hâlâ kırgınım; zerre kadar itibarım kalmadı. Hekimler, eczacılar, operatör ve cerrahlar, sülükçü, tımarcı, hademe, bakkal, kasap velhâsıl bütün esnaf benden yüz çevirdi. Gerçi sevenler de var. Lâkin neye yarar? Benim huyum değişti. Onun için ben de mesleğimi değiştirip artık herkesi methetmeye başlayacağım. Bütün muhabirlerin getirdiği söylentileri bir tarafa bırakarak, güzelliklerle alâkalı olan parçaları önemseyip yazacağım. İnsan sadece dedikoduyla değil, biraz da bilgi ile donanmalıdır.

Kırk Beşinci Mektup

Çalgı'da Bir Gece

Beyazıt'ta teravihi kılıp mahyacının havadaki iplere sıra sıra dizdiği üç çifte piyadeyi seyrettikten sonra nazlı nazlı, salına salına Direklerarası'na seğirttiğiniz var mı? Ne o? Koca meydanda geçecek yol bulamadınız mı? Buranın her tarafı çamur değil ya. Biraz da yandan gelin. Bizim memlekette serpintiyi, zifosu, dam aktarmasını, oluk damlasını, duvar yaşlığını, kundura pastırasını hesap eden sokağa çıkamaz. Gelin, gelin. Kâğıtçılar kaldırımına çıkın. Burada olsa olsa dükkân altlarına, bodrumlara düşüp bacağınız kırılır, incinir. Şemsiyeniz takılıp çıt diye gaflet eseri dayanıklılığı kırılıverir. Ya, Köprü'den geçseniz ne yapacaksınız? Burada bari denize düşmek korkusu yok. Hele biraz daha yürüyün, parke kaldırım, Vezneciler Hamamı. Ay! Yeniçeriler, dayılar hâlâ ayakta. Vay! Fonografçı dükkânı. Gelsin Yakomi'nin bası, allının allısı. Ayvaz'la Nısfışeb'in söyleşmesi, Afet'in kantosu, Vasil'in taksimi, nüktedan Muhsin'in hicazkâr kürdîsi.

Muhallebiciler de artık çok oluyor. Söyleyin, Baba Yaver'e bir tabak tavukgöğsü versinler! Vah, vah! Başı sarılı, benzi uçuk, ağlamış çehreli bir kişi var. Bunlar ne duruyorlar? Anladım. Hamdi Bey'in eczanesi. Aman! Bu geçen ne biçimsiz herif! Pazar kayığı gibi ayağıyla az kaldı çiğneyecekti... Of, omuz başım! Al, bir kakma daha! Canım bu arabalarla halimiz ne olacak? Caddeyi kapamışlar. Ooo! Oo! Hayalî Kâtip Salih! "Sahte Sakal" oynuyor. Matmazel Kâğıt Amelya bir perde, Matmazel Devederisi iki perde kanto söyleyecekmiş. Haydi! Bir sürü insan! Çare yok, arasına katılacaksınız!

Osmanlı Tiyatrosu, "Sefih Tahsildar"ı oynayacak. İşitiyor musunuz? Amerika'dan deniz canavarı gelmiş. Hem canlı, hem sağ imiş. Ah! Sahne-i Âlem, Handehaneile karşı karşıya. Bir tarafında Mösyö Pati! Her taraf çaycı! "Buyurun beyim! Buyurun efendim!" naraları, iskemle takırtıları ile beraber hava boşluğuna uçuyor. Kel Hasan ne kadar şık olmuş! Saçlarını dökmüş, kapının önünde duruyor. Galiba "Firaklı Nameler"i okuyacak! Oturmaz mısınız? Hacı Reşid-i Bî-nevâ'yı bırakıp nereye gidiyorsunuz? Çalgıya mı? Diyorlar ki: Musikimize ait bütün nağmeler buraya birikmiş. Fakat ne kadar kalabalık! Çıkarın çantaları. Kapının yanındaki bankalara üçlükleri teslim edin. Alın markaları. İleriye! İleriye! Oh! Hele yer bulabildiniz. Musiki üstatlarımız istedikleri kadar iddia etsinler. Herkes bir telden çalıyor. İşte, saz takımı. Kemanî Memduh: Zayıf, sivri koz fes, tütün dumanından gözleri ağrımış da siyah gözlük takmış. Enli kaytan bıyık, yağızın açığı ince gerdan, güleç yüz.

İşte Boğos: Kondurma fes, yarım alabros saçlar, o da esmer, kalın dudak, okurken ağzı sulanır gibi pek iştihalı. Acaba yanındaki kim? Ay Karakaş imiş! Altı üstü bir fes, kâküllerini dökmüş, az sakallı, gözleri fırıl fırıl. Şimdi kanuncumuza bir harf atacak, defteri önünde. Sağlam alışveriş ister. Şemsi Efendi "Perde anlatacağım" diye tıngırdıyor. Fakat kim dinler? Udî Selim, hâlâ falso nevâda. Zır zır Seatik'i sormayın. Gözleri kapalı. Sabırlı, tahammüllü, ne olacak diye düşünceli. Ahmet Bey'i unutmayayım diye, sol kulağına yakı yapıştırmış. Memonun dördüncü beytiyle şarkıya başlamaya hazırlanıyor. Yahu, ne kıyafet! Dört yüz fesin dört yüzü de ayrı. Paltolu, ceketli, lâtalı, cübbeli, sakallı, bıyıklı, beyaz, habeş, esmer, zenci, çopur, bodur, şemsiyeli, bastonlu... Hepsinden birer, ikişer numune var.

Bakın şu derya gönüllü adama, hem oynuyor, hem dinliyor. Yanındaki esnemek üzere ağzını açmış. Garsonun biri bin paraya. Havagazları, salkım söğüt fanuslar içinde dumandan halelenmiş. Derin bir gürültü kıraathanenin duvarlarına vurduktan sonra ön, arka kapılardan fırlıyor. Artık dinleyin, size bir rast faslı. Deve katarı gider gibi pes bir inleyiş. Beş taş oynar gibi köşeden köşeye kaçar bir iki çarpma. Tavlada kapı alır gibi bir durak, bilardoda sür dösu, yani üç topun tokuşması denilen tarzda kayma bir taksim, alaca kumaşı andırır bir ara nağmesi! Dinleyene ne mutlu.

Herkes küme küme olmuş. Musiki bahsi öne sürülmüş. Aristo'nun damından, Beyazıt hamamından, gözlük camından, ötekinin hıramından, Dede Efendi'nin hüzzamından, birinin Sahne-i Âlem'e sık sık devamından, hâlâ yılbaşı akşamından, önümüzdeki Şeker Bayramı'ndan, aşkın keder ve gamından, Dekadanların "saat-ı semen-fâm"ından, Topatanlar'ın badem gözlerinden, tontonların durup dinlenmez çarkından, Köprü'nün gürültülü son vapur zamanından tutturarak İzmir gazetesinin terbiye dışı muhabirini, Abdürrezzak'ımızın üzücü ölüm haberini, Osmanlı Tiyatrosu'nun içerisini, Sahne-i Âlem'in maymununu, "Et-tekrar ü ahsen..." dedikleri üzere, yine Kadıköy tontonunu, on bir numaranın dümeni kırılarak Haydarpaşa'ya uğrayayım derken saat ikide güç hal ile Kadıköy'e düşebildiği bahanesini de katarak konuşuyorlar.

Kırk Altıncı Mektup

Vay efendim vay! Yeni Cami'den Köprü'ye onluğu toka edinceye kadar insanda ne kafa kalıyor, ne beyin. Bu satıcılarla ne yapacağız? Herifler kulak belâsı, baş ağrısı, avazı çıktığı kadar bağırıyor.

– Haydi biş, haydi biş!

– Karı da biş, buzu da biş,

Bahçelerde bal kabak

Getirdim tabak tabak

İnanmazsan ye de bak

On paraya bir tabak

– Buyurun gözüm!.

– Buzzz....

– Buz!!.. Otuz iki dişine güvenen...

– Buz deryası...

– İkdam, Sabah, Malûmat...

– Efendi! Efendi! Bir kuruş daha...

– Destur!

Bu sesler birbiri ardınca aksediyor, bir kıyamet. Araba, tramvay, hamal, beygir, küfe, sepet, demet, bohça, omuz başı, baston ucu, şemsiye kenarı, bütün bu görünür kaza oralarda dönüp dolaşıyor.

Yolda yürümeyi bilmek de hüner! Alık alık yürüyenlere kızmamak mümkün mü? Ya birinin ayağına basar, sürçer, düşer, birikmiş sulara dalar, ortalığı zifoslar. Hele elinde şemsiye veya baston varsa iş dehşetlenir, ellerini arkaya çevirir onu da kuyruk gibi sallar.

Bir kere Eminönü'nü düşünün, kalabalığı göz önüne alın ve arabacıların kırbaçlarını hatırlayın, insan mutlaka dehşet içinde kalır. Ya o muhacir arabaları? Allah esirgesin, işin en rezalet olan ciheti bizim sokak köpeklerinin yaya kaldırımlarına serilmeleridir. Geçebilirsen geç! Uyandırmaya cesaret edebilirsen uyandır! Ben, uyku sersemliğinden 'Hart!' diye kapacağından korktuğum için bir kavis çevirerek geçerim!

Şehrimizde her yerin bir şöhreti vardır. Meselâ Beyazıt'ın tozu, Unkapanı'nın çamuru, Eminönü'nün lokantaları. Efendim, bu üç yerden geçebilirseniz geçin. Rüzgâr 'Puf!' dedi mi Unkapanı'nın çamuru kabarır, sabah oldu mu Eminönü lokantacıları dizilirler, gözünüz gözüne ilişmesin, maazallah! Kaç bin buyurun! Bereket versin, herifler gözlerine kestiremiyorlar, yoksa insanı yaka paça tutup içeriye sokacaklar! Zannederim ki artık bu arsızlığa son verilmesinin zamanı geldi.

Galiba yine bize uyku haram olacak! Sivrisinek, tahta biti geliyor, pireler dizlikleri çekmiş, tatarcıklar uyanıyor, karasinekler büyüyor. Dün sabah bir feryatla uyandım. Saat dokuz, kalaycı geçiyormuş. Biraz dalayım dedim, simitçi ünledi. Bir iki esnedim, gözlerim kapanırken sütçü fırlamış, arka odaya koştum. Kırdan anırtı koptu, sofaya atladım. Mutfak da kıyamet, aşağıya indim; civarda ne kadar horoz varsa muhabbet ediyor, ne kadar tavuk varsa gıtgıdakta. Hele biraz daha sabredeyim dedim, bizim kara oğlana saldırmışlar, meydanın ortasında bir hırıltı peyda oldu. Bunlar susar gibi olurken komşunun yavrusu çınladı, o narasını bitirdi bizimkiler patırdadı. 'Ey artık, susun!' demeye kalmadı, 'Fos!' diye kahve taştı, ben bağırmaya başladım. Derken baruthanenin sonu gelmeyen düdüğü aksetti, trenler ondan aşağı kalır mı ya! O mübarek de öttü. Derinden bir ses:

– Ne güzel pantuflalar, basmalar, makaralar, düğmeler diyerek dura dura geçti. Patlayacağım, haydi! Bir çan sedası! Bre aman! Fena halde hırslandım. Bön bön avluya indim, kapıya "Pat!" diye dehşetli bir şey indi. Dışarıdan ince bir ses:

– Bak...ka...l!

Hiddetle onu kovdum. Bir türlü giyinemiyorum, şaşırdım. Al sana bir belâ daha! Bahçedeki kuzu zır zır öter. "Yallah, keserim" diye bağırınca küçük tutturdu. Sus, kızım! Bu arada kalın kötü bir ses:

– Sakız kabaklar, diye nağmelenmesin mi! İşte sabahları böyle, şimdi geceleri de dondurmacıları beklemeli.

Ajans Enternasyonal Binbirçiçek

19 Mayıs; hanımeliyle katırtırnağı arasına soğukluk girmiştir.

Taksim Bahçesi

19 Mayıs; garsonlar, Bomonti birasının bayatını sürerek müşterilerin paralarını pay etmektedirler.

Şişli

19 Mayıs; tramvay şirketinin birinci, ikinci sınıf yürümeyen arabalarından birkaçı karaya düşmüştür.

Kırk Yedinci Mektup

Çocuklar! Hem ağlayacak, hem de sevinecek zaman geldi. Göreyim sizi! Geçen sene verdiğim nasihatleri unutmayın. Fakat akla uygun olan nedir? Henüz burasını bilemediğiniz için, ben size bazı dostça bilgiler vereyim:

Geceden erken yatın. Sabaha karşı uyanın. Babanız, anneniz oruçlu oldukları için henüz uykudadırlar. Asla aldırmayın. Sofaya çıkıp, önce sol kolunuzu dirsekten duvara yanaştırıp başınızı üzerine dayayın. Bel ve kalça tarafları ile duvarın düzlüğü arasında kırk, kırk beş derecelik bir açı meydana gelsin. Bu vaziyete gelince 9/8 veya 27/24 veya 24/27 ile çarparak ufaktan "diyez"lemeye başlayın. Bilirsiniz ki "re bemol"ü "do diyez"e geçirmek için, ilk önce burundan sık sık nefes almaya çabalayarak, gözkapakları kirpiklerle beraber hızlı bir hareket yapmalıdır.

Baktınız ki gözyaşı gelmiyor; bayram davulunu, bekçinin yemeni, mendil, çorap, grep, kese, astar, basma, kumaş asılı olan büyülü halini göz önüne getirin. Artık düşünün, bütün mahalle çocukları giyinmiş, siz giyinmemişsiniz. Elde horoz şekeri, dilde kaymak macunu, cepte sarılı koz helvası olduğu halde beraberce gezinemiyorsunuz. Hayali daha da geliştirin: Fatih salıncaklarını, dönme dolapları, Felek'in karakaçanını, Salkımkuyruk'un tek göz midillisini, Topal Kevork'un baklakırı beygirini, Cündî Meydanındaki atlıkarıncayı, Üçbıyık Haralambo'nun lâternasını, sarı soluk paltolu Lehli'nin panoramasını, kuşlokumcuyu, revaniciyi, köşedeki lokmacıyı, şekerli fırıldak çeviren Hacı'yı, al örtülü arabayı hatırlayın... Nefesleriniz sıklaşır. Ağzınızda ağır ağır sular coşar. Bu taşkın ve coşkun başlangıçtan kirpikleriniz de sulanır. Aman gayret, biraz daha! Hele bir damla yaş gelsin. Geldi mi? Boğazınızda bir sıkışma olmaya başladı mı? Kendinizi verin. Dudaklarınız kımıldamasın. Gözünüzden inen tuzlu suyu dilinizin ucuyla yalayın. Ağlamanın bundan büyük çaresi olamaz. Bakın, ikinci damla da iniyor. Eğer bir parça da hafiften inlerseniz, bütün bütün ağlarsınız. Ha çocuğum, ha! İçini çek, koyuver. Ha, bir daha! Oh, ne âlâ!

İnsan garipsemeyince ağlayamaz. Herkesin çocuğu çiçek gibi giyinsin de sen böyle kalasın... Bu olamaz. Zavallı yavru, bayram günü eski elbise ile gezinecek! Ötekiler gıcır gıcır potinli, hışır hışır elbiseli, sırma mendilli... Halası yüz para, dayısı bir ikilik, yengesi ipekli mendil, babası çil kuruş, anası kıkırdak poğaçası vermiş. Komşunun hanımı içeriye almış da reçel yedirmiş. Katlanılır şey değil, ağla! Ey gözlerim, ağla! Ne gelen var, ne giden! Vay, sen iyi ağlayamıyorsun. Eğer böyle devam edecek olursan, akşama kadar iş göremezsin. Sözümü dinlersen, sol bacağını biraz kımıldat. Sesini çıkar. Sen hiç dikiş makinesi görmedin mi? Bir taraftan ayakların işlesin, bir taraftan ağzın. Burnun da kaneva yapsın! Tepin! Biraz daha gürle. Gözlerini ovuştur. Ooh! Başardın işte! Sakın durma, ha bire ağla, sızla! Aman tepin!... Biraz daha!.. Bak, içeriden bir ses geliyor:

– Oğlan, yine ne ağlıyorsun?

Sesini yay! Sedalar çatlak çıksın! Biraz burun nağmesini, göğüs terennümünü fırlat. Öksüre öksüre ağla. Aksıra aksıra zıpla! Bak, baban kalktı. Oruç hali. Belki döver, dayan. Vurursa, avazın çıktığı kadar bağır:

– İsterim! diye, kendini yerden yere vur.

– Ne istiyorsun, derlerse bir şey söyleme.

Yalnız:

– İsterim, diye hüngürde.

Babandan kaçar gibi yaparken, kahve çömleğini devir. Merdivenlerden bir, iki adım hızlı atlayıp düş. Burnun kanasın. Kanasın ki, annen de babana sırtarsın. Ağzına geleni söylesin. Kırk yılda bir bayram diye, seni ezdirmesin. Aman... Rica ederim. Şangırtıyı unutma. Vah! Yamansın. Gaz tenekesini öyle yuvarladın ki, Kel Hasan bile böyle gürültü yapamaz.

Hah! Hah! Haay! Bahçedeki tavuklara bak! Şerrinden duvara uçmuşlar! Aferin! Gözüne tabak mabak ilişmiyor mu? O köşede duran nedir? Lâmba mı? Ufacık dokun! Haydi! Gazlar da döküldü. Pat! Vay! "Aman babacığım!" diye yalvar, bağır. "Anneciğim, anneciğim!" diye var kuvvetinle haykır. Oh! Bu manzara olur mu? Baban yanlışlıkla paça tenceresine girmiş. Ortalık allak bullak! Ne korkuyorsun? "Geliyor" diyerek camlı odaya kaç. Kapıyı sürmele. İkisini dışarıda bırak. Şimdi tepinme sırası onlarındır. Yarın çarşıda neler yapacağını yazarım.

Kırk Sekizinci Mektup

Tercüme edilmiş bir fıkra:

Bizim Fransızca Servet, ekseriye "Nuvel Alamen" başlığı altında oldukça güzel fıkralar da yayınlar. Ben bunları heceleye heceleye okur, genellikle gülerim. Hele arada sırada karı kocalara ve yayın dünyasına dair öyle güzel şeyler bulup sıkıştırır ki, açıklansa insanın bir hakikatin yuvarlana yuvarlana maskaralaştığına inanacağı gelir, bakın bir tanesini size tercüme edeyim:

Mösyö ve Madam Malariyö, karı kocaymış. Evliliklerinin üzerinden henüz on bir ay geçmiş. Sıcaklar basmış, yazlığa gitmişler. Otur bre otur. Madam, her gün kaşlarını çatarak tabiatın manzarasını seyredip duruyor. Mösyö, her gün dalgın dalgın gazetesiyle uğraşıyor. Yine bir gün Mösyö Malariyö, gazetesinin sayfasını çevirirken madam bu anı fırsat bilerek demiş ki:

– Kocacığım! Artık sen beni sevmiyorsun. Beni gönlünden çıkardın, ben anlıyorum... Ah! Ne olurdu, bir kitap, romanlar güzeli bir sahife olsaydım da her gün beni okusaydın.

– Evet karıcığım! Keşke öyle olsaydın. Fakat bir takvim olsaydın daha iyi olurdun?

– Neden?

– Her sene değiştirirdim de ondan.

Fıkra zararsız. Bizde de incir aşısı fıkrası meşhurdur: Adam bahçesindeki inciri kesiyormuş, komşusu görmüş, sormuş:

– Niçin kesiyorsun?

– Nasıl kesmeyeyim? Şu dalında birinci karım kendini astı. İkinci karım ötekinden düşerek öldü. Sizin bahçeye sarkan dalda üçüncü karıma fenalık geldi, dördüncü günü gitti. Şimdi de dördüncü karımı ağacın dibinde yılan soktu.

Adamın sözü biter bitmez bir aman çığlığı duyulur. Komşu der ki:

– Allah aşkına sabret, aşısını alayım. Zira yirmi üç yıldır çekiyorum.

Kim bilir bu yazıyı okuyanlardan kaçı bu iki hikâyeden birincisini; kaçı ikincisini beğenecektir?

Tesadüf bu ya! Ben bu fıkrayı hatırlayıp da sırıttığım esnada Altımermer'de bir evin önünden geçiyordum. Çıngırak gibi bir ses, evin pencerelerini çak çak ederek sokağa fırladı. Bir kadın köpürmüş, haykırıyor. Sakallı bir adam:

– Hasbinallah, diyerek sokak kapısını kapıyordu. Sese kulak verdim. Kadın bağırıyor:

– Aman! Dürri Hanım! Öyle söyleme! Ben dört koca gördüm, böylesini görmedim. Nedir benim çilem! Otuz yaşında kocakarı oldum... Ne mızmız herif! Gece evde, gündüz evde. İş yok, güç yok, yesin, içsin, yatsın, keyfine baksın; sonra da adı koca. Hay başına koca taş düşsün! Bu sefer de sana fırladım.

"Deliye taş atma, başını yarar" derler, işte gelenler bunun da aşısını alırlarsa fena etmezler. Hem Hanımlara Mahsus Gazete, 'Duyulanlar' faslında şu hikmetli cümleyi boşuna yazmamış!

"Ailesini geçindirmenin üzerine farz olduğunu bilen erkekler, zevcelerini bahtiyar etmişler."

Taze Havadis

Matbaada, başyazar:

– Oğlum! Demek bizde yazarlık yapmak istiyorsun?

– Evet efendim.

– Fakat gazetenin kendisine özgü âdetleri var, onları biliyor musun?

– Âlâsını. Her şeyden önce, daha işe başlamadan yüz elli kuruş kadar avans verirsiniz.

Kırk Dokuzuncu Mektup

Fikrine güvenilir birisine "İrtika ile Terakki arasındaki fark nedir?" diye sormuşlar. Demiş ki:

– Biri okunur çıkmaz, diğeri okunmaz çıkar.

Yine o zata "Yeni Edebiyat-ı Cedide ile Eski Edebiyat-ı Cedide arasındaki fark nedir?" diye sormuşlar. Demiş ki:

– Biri okunur anlaşılmaz, diğeri anlaşılır okunmaz.

Yine o zata sormuşlar:

– Tünel ile tramvay arasındaki fark nedir?

Demiş ki:

– Biri karanlıkta gider adam çiğnemez, diğeri aydınlıkta gider gözü görmez.

O zata sormaya devam etmişler:

– Rumeli ve Anadolu trenleri arasında fark nedir?

– Biri fesli, diğeri şapkalı kondüktör kullanır.

– Rejinin tütünüyle tömbekisi arasında ne fark var?

– Biri içilmez, diğeri geçilmez.

– Beyoğlu ile Galata arasında ne fark var?

– Kırk sekiz merdiven!

– Vapur ile yelkenli arasında ne fark var?

– Biri nefes alır, diğeri nefes verir.

– Kadıköy ile Haydarpaşa arasında ne fark var?

– Yıkık bir rıhtım.

– Boğaziçi vapurlarıyla Kadıköy vapurları arasında ne fark var?

– Biri seri yürür, diğeri aheste.

– Tarik gazetesiyle Saadet gazetesi arasında ne fark var?

– Biri tamir edilmez, diğeri bulunmaz.

– Edebiyat-ı Cedide ile Edebiyat-ı Atika arasında ne fark var?

– Biri şık, diğeri bozuk düzen.

Ajans Enternasyonal İzmir, 20 Mayıs

Sol majör, fa minör diye öten bura Şehir Mektupçusu'nun ahengi falsolaşmıştır, tamirine çalışılıyor.

Küba, 20 Mayıs

Zayıf balıklar açlıktan şikâyet ediyor. Merkuman dönmek niyetindedir.

New York, 20 Mayıs

Kadınlar alayında yeni doğumlar vardır. Doğanlardan biri 'Gönül', diğeri 'Alâka' ve bir kız çocuğu da 'Mahsule' ismini almıştır.

Olmaz şey! Bizim Veled Çelebi büyük bir ziyan içinde kalmış. Lâtife bir tarafa, cidden dikkat edilmesi gereken bir vaka! Arkadaşımız evindeki bir hizmetçinin ihanetinin eseri olarak altı yüz cilt kitabını kaybetmiş! Hizmetçi, yukarı konsolda bulunan sekiz yüz lira kıymetindeki mücevherleri aşırmak ve belli etmemek için evi ateşe vermiş. Geçenlerde Defterdar'da meydana gelen yangına sebep buymuş. Hain, bu suretle kötü fikirlerinin kıymetini artırır; paraları, elmasları çalar; evi barkı yakar. Hazret-i Veled'in kitapları da yanar. Hususiyetle, kendini bildiğinden beri uğraştığı Türk Lugâtı da bu nedenle kül olur, yazık! Hakikaten üzücü! Kötü hizmetçi, bizi neredeyse nihayete ermek üzere bulunan nefis bir kitaptan mahrum bıraktığı için lânet edilmeye lâyıktır.

Gerçi Hazret-i Veled'in mesaisi azalmaz, fakat sarf edilen emeklere acımamak da bizim elimizden gelmez. Kendi kendimizi teselli ederiz.

Bizim direktörün rivayetine, idare memurunun dirayetine, arkadaşların gayretine, dizgicilerin ehliyetine, makinecinin maharetine, kahvecinin kuvvetine, uşakların haber yaymalarına, hamalların dayanıklılığına bakılacak olursa Servet gazetesi hazirandan itibaren Yeni Edebiyat-ı Cedide'ye etkili bir ibret olsun diye Fransızca'dan ayrılacak, her ikisi de ayrı ayrı yayınlanacakmış! Acaba ben orada da şehir mektupçuluğu edecek miyim? Duruma göre yazacağım galiba.

Continue Reading

You'll Also Like

4K 181 26
Oliver Twist, yoksullar evinde dünyaya gelmiş bir yetimdir. Daha fazla yemek isteme cesareti, kapının önüne konmasına yol açar. Hayatta yapayalnızdır...
1.3M 100K 27
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...
3.5K 135 25
Kafka Şato'da, tıpkı Dava'da da olduğu gibi şeffaflıktan yoksun, işlemeyen kurumlarla, otorite ve bürokrasiyi hicveder. Esrarengiz bir kont, ona ait...
36.6K 1.1K 33
Vadideki Zambak, ilk yayımlanışında (1836) beklenen ilgiyi görmemiş, Balzac'ın en az satan kitaplarından biri olmuştu. Oysa yazar, üzerinde en çok ça...