Şehir Mektupları

By WattpadClassicsTR

1.3K 92 25

Ahmet Rasim bir istanbul yazarıdır. Onun kitapların-da şehrin nabzını, ruhunu, rengini, kokusunu buluruz. Ahm... More

1
3
4
5
6
7
8
9
10
11

2

132 9 3
By WattpadClassicsTR

Beşinci Mektup

Ağlayın çocuklar! Hem de var kuvvetinizle ağlayın. Bayram geliyor. Fakat sade ağlamayın, tepinin.

– Cici giysi isterim, diye ağzınızı yayarak, gözlerinizden yaş akıtarak, yerlere serilerek, çırpınarak, merdivenlere sarılarak, dayak yiyerek, giysiden başka bir şeyle susmamak üzere ağlayın. Öyle bir ağlayın ki evin içi zırıltıyla dolsun, o derece dolsun ki babanızın da, annenizin de kendilerine gelecek güçleri kalmasın... diye düşünürken çarşı kapısında bir tanesine rastladım.

Henüz altı yedi yaşlarında, başında püskülsüz ve ipeğinin yukarı kalkık durmasından dolayı para kumbaralarının yarısını andıran dilim dilim bir fes var. Saçlar kıvırcık, biraz tombul, kirli beyaz çehreli, kulakları kalkık, gözleri cin gibi fırlak, evde ağladığını ispat eden sağlı sollu yaş yollarıyla yüzü çift çizgili, dudakları kızarmış, feryat etmeye hazır, hırkalı, askılı pantolonlu, kunduraları birer tarafa son derecede basık bir ufaklık anasının eline yapışmış; babasının arkasından yürüyordu. Fakat ne yürüyüş, kavga edercesine! Gözleri fırıldak gibi dönüyor. Muhallebicinin önüne gelince ufacıcık gerildi. Giysi hevesini anında unutarak, zıplaya zıplaya, ağzını yaya yaya yürümeye başladı. Eliyle, parmağıyla her dükkânı gösteriyor, simitçiye gülüyor, poğaçacıya imreniyor, önündeki çocuğun püskülünü çekiyor, ayağı sürçüp kayıyor, anasının eteğine asılıyor, Japon malı şişirme düdüklerden istiyor, yeşilli, allı, morlu balonlara saldıracak gibi bakıyor.

Bu küçük, gözümün önünden kaybolur kaybolmaz, sümbüle benzeyen yüzüyle bir tanesi daha göründü. Sarışın, fesi bir buçuk aylık kalıbın dayanıklılık veren etkisinden mahrum, fakat püsküllü. Hurma kabuğundan terlik, gümüş güğüm, şap, sarımsak, yirmi bir çörekotu saklı nüshalı, gözler ağlamış, dudaklar bükülmüş, surat asık, galiba birkaç tokat yemiş, yarı resmî ceketli, pantolonlu, çıkıtık çıkıtık öten lâstik ayakkabılı... Sürekli önüne bakıyor. Büyükannesi nohut renkli elbise giymiş, önünde; anası siyah çarşaflı, yanında; hizmetçi mavi çarşaflı, arkada gidiyorlar. Bakılsa, ezberlenmiş gibi giyim dükkânına gittikleri zannedilecek.

Alın bir daha! Fakat bu fena. Kıvırcık, gözlerinin içi gülüyor; sevimli, hüngür hüngür ağlıyor. Dönüp dönüp iskete kuşu gibi öten düdükleri satan Yahudi'ye bakıyor.

Alın bir daha! Pembe şapkalı, önü dantelâlı. Kırmalı kanarya sarısı elbiseli, elinde mor şemsiye; zayıfça, biraz ağlamış. O da haline rağmen direniyor.

Bunların sonu gelir mi? Fakat bu gelen dehşetli! Elbiseli, kılıç belde, apolet omuzda, asker püskülü anasının hızla çekip götürmesinden fırıl fırıl dönüyor, o da tin tin gidiyor, elinde bir simit kemiriyor.

O! Bu daha yaman! Aman Allah! Çarşı birbirine karışacak. Babası elinden tutmuş, o yerlere yatıyor, fes elinde, hıçkıra hıçkıra ağlıyor, lâstiğin biri fırlamış, pantolonunun arkası çamur içinde. Bağırmaktan kısılmış sesiyle:

– Gitmem, gitmem! diye haykırıyor. Babası hem çekiyor hem:

– Yürü hınzır! Bak eve gidelim de, seni nasıl gebertiyorum! diye tehdit ediyor. Fakat kim dinler, haydi!

– Ne âlâ makaralarım var, dikiş iğnelerim! diyen Yahudi'ye tutunuyor. Babası ikisini birden çekip götürüyor; Yahudi hayrette! Kendini zor kurtarıyor. Aman! Aman! Dokunmasın. Eyvah! İhtiyar kadının değneğine çarptı. Varda! Destur! Ben demedim mi? Poğaçacının sehpasına ayağını taktı.

Oh! Bu ne kadar nazik, ne kadar terbiyeli... Mavi püsküllü al fesi, sarı güzelce kesilmiş saçlarına, kaşlarına kadar oturtulmuş; lâcivert, içi kırmızıya çalan gözleri huzurlu; bakışları sevinçli, ağırbaşlı fakat azıcık endişeli. Pantolonu kısa, siyah çorapları meydanda. Bağlama ayakkabı üzerine temiz lâstikler çekilmiş, eller serbest, ta önde kibarca yürüyor, arada balona bakıyorsa da hırslı değil, tokgözlü.

Bayram geliyor. Düşünün babalar! Telâşın lüzumu yok! Masraf kapıları açılıyor! Fakat bunlar güzel günlere özel masraflardandır, kıskanılmaz. Sevine sevine alınır, giydirilir. Herkes herkesin gülüp sevinmesini ister. O ağlayan çocukları, bayram günü davulun arkası sıra gezerken; arabalarda, beygirler, eşekler üzerinde giderken görseniz tanıyamazsınız. Bizimkiler de şimdiden ağlama-darılma yok, ama böyle giderse, gözyaşlarını anlatmaya biz de matbaada başlayacağız. Acaba öteki arkadaşlar ne haldedirler? Herkesin bayramda cebinde harçlığı olur, gazete yazarlarının bir parası bulunmaz. Sebebini soracak olursanız, onu da söyleyeyim. Sebebi; idarecilerin, bayram günü elemanlar matbaaya gelsinler de iş görülsün, diye para vermemeleridir.

Altıncı Mektup

Boğaziçi, yer yer mesirelerini açıyor. Sefa günleri yine geldi. Baharın kalan kısmı yaz başlangıcı ile birleşerek, ne pek terletici, ne de üşütücü esen yellerle o zarif girintinin kıyılarını ve tepelerini tazelikle kaplamış. İnsan, derhal bir kayığa veya sandala atlayarak gün batarken tepeden tepeye akseden renk oyunlarını, sahilden sahile vuran renkli dalgaları seyretmeye hevesleniyor. Bakış, her yanı dolaşıp durdukça, o daracık yerde toplanan benzersiz tabiî güzelliklere hayran kaldıkça, zevk ve şenliğin buraları terk edeceğine inanamıyor. Bana kalırsa Haliç, yalnız bir Sadabat'ıyla buralara karşı övünemez. Göksu, manzaraca ondan aşağı kalır mı? Akşamları süzüle süzüle vadiye sokulan sandallar, sağda solda dinlenerek gün batarken Küçüksu önüne çıkınca, suların coşkun akışındaki hüzünlü ilhamlar, Kâğıthane dönüşünde bulunur ki görülür manzaralardan değildir. Gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahı görmek istiyor. Gece, yıldızlı örtüsünü semaya yayar yaymaz insanın içine, yorulmuş zihinlere ferahlıktan ve şenlikten ibaret bir sevinç hissi geliyor; terlemiş alınlara rahat ve huzur verecek rüzgârlar temas ediyor.

Göksu gölgeler içinde kaldığı zaman, batan güneşin son ışıkları, o hafif karanlık içinde ayrı bir güzellik aksi meydana getiriyor. Sulara doğru eğilen yaprakların uçları, toprağa doğru inen dalların her yanı karararak renk zıtlıkları ortaya çıkarıyor. O zaman, ta içerilerden ağır ağır gelen, gittikçe hafifleşen uzak bir gürültü, bir vakit oralarda aksedip kalan neşeli seslerin geri döndüğünü hatırlatıyor. Sanki zayıf bir ses haline gelmiş gibi boyuna tekrarlanan, gönül âlemlerine mahsus garip bir hüzün duyuluyor. İnsan, ağlamaya bahane ararken seviniyor. Sandal ilerledikçe, gölgeler koyulaşıyor. Bir yere geliniyor ki, oradan öteye geçilmiyor. Uzun, karanlık, titreşimli, derin bir koridoru andıran bir boşluk, iç burukluğu veren bir ıssızlık gitmenize engel oluyor. İşte, Göksu'nun son şairane manzarası...

Geceleyin oradan çıkılmaya gelmez. Yuvada barınan kuşlar, sanki insanların orada bulunuşundan hoşlanıyormuş gibi, ara sıra o yıldızlı semaya, sessizce akan suya baka baka ötüşürler. Uçuş yok, yalnız ilâhî, tabiî bir nağme havalarda uçuşur, bir yerde duramayıp yine yuvaya döner. Ayın doğuşu, mehtap töreni ayrı ayrı makamda ötüşlerle icra edilir. Beliren yıldızlar kesik, etkisiz ışıklarla, oralara esmer gölgeler yağdırır.

Ben böyle seyredeğer şeylere tesadüf edeceğimi bildiğim için, bu mevsimi oralarda geçiririm. Dün, yine oradaydım. Gece, kıyısında düşünceye dalmış olarak sona erdi.

İşte, Göksu'daki duyuşlarımı size yazdım. Geceden bahsetmem dolayısıyla, bir aralık hatırıma geldi. Bir imtihanda talebelerden birine:

– Gece hayvanlarını say, derler.

Bîçare öğrenci, canının pek ziyade yangınlığından mı nedendir, derhal başlayarak:

– Sivrisinek, tahta biti, tatarcık, pire! diye söylenir.

Nasıl sizde henüz bu sevimli mahlûklardan şikâyet yok mu?

Ben, "dalları bastı kiraz"ı "çiğ bal" bastırdı derken, şimdi bu yadigâr çiftleşti. "Kuru kaymaklı, vişneli dondurmam" diye gece gündüz, sokak sokak dolaşanları ne yapalım? Zavallı talebe, bunları saymayı unutmuş olmalıdır. Eğer sayaydı, belki tam numara alırdı.

Allah bilir ya, artık yağmurların ardı alındı gibi. Fakat gözümüz yılmış, havada bir bulut parçası görür görmez, işkilleniyoruz. Bakırköy'den aldığım haberlere göre, yağmur Belediye Bahçesi'nde epeyce feyiz ve bereket meydana getirmiş, bilhassa yeni yapılan havuzu doldurmuş.

Yedinci Mektup

Şehrin hâkimi olan Voltaire'in Mikromega'sını Fransızcasından okuyanlar veyahut Türkçe'ye tercüme edilmişini gözden geçirenler, mutlaka pireye, mikro; file, mega derler. Yani pire büyümüş büyümüş fil olmuş; fil küçülmüş küçülmüş de pire olmuş gibidir. Fakat aralarında ne kadar büyük fark var, değil mi? Birinde koca bir hortum, iri, sivri iki diş, incir yaprağı biçiminde iki kulak, yerinde rahat! Kumandasına alışmış bir çift göz, yayvan ve üstünde ahşap bir köşk yapılabilecek denli büyük bir sırt, abanoz direkleri andırır dört ayak, ufak bir kuyruk; diğerinde -tutabilip de mikroskobun altında zapt edebilirsen ancak görürsün- acayip, fırıl fırıl dönen, yalanan, uzanıp kısalan bir hortum, vıcır vıcır kaynayan birkaç ayak, sırt, göz vardır. Yalnız tabiatları birbirine uymaz. Birinin yanına gidilmez, diğeri insanın her tarafına sokulur. Biri vahşî bir hayvan, diğeri evcil. Biri eve sığmaz, diğeri rahat durmaz; zıp zıp zıplar, minderde gezerken mama dadının ensesi budur diye yapışır. Yatakta ayaklara sataşır, sofrada gerdana sulanır, merdivende bacağa dolaşır. Mutfakta belkemiği üstünden hafif hafif yürüyerek koltukaltı yoluyla sineye yanaşır. Yükte yorgan arkasına sıkışır, bahçede süprüntüye karışır, askılıkta çamaşıra asılır, yaz gecesi sivrisinekle dalaşır, iki parmak arasında üzülür, hilesinden büzülür, bırakınca yavaş yavaş süzülür, aldırmazsan süratle yola düzülür, fındıkçı, hoppa, züppe, muzip, sevimli, köftehor bir hayvandır.

Lisanımızda her ikisi de dahil oldukları alanda hayli önemli yer işgal ederler. Meselâ çok yiyenlere; "Fil misin mübarek?", "O yalan, bu yalan; fili yuttu bir yılan" falan denir. Arapça'dan alınan bu kelimeye Acemler "pil" demişlerdir. Şimdilik Türkçesi yoktur. Şiirde benzeyen yahut kendisine benzetilen olduğu zaman, "Dünya bir pire, güneş de fildir" diye yaygın bir söyleyiş vardır. Pire Türkçe'de sezinlemek, kuşkulanmak, yani pirelenmek anlamına gelir. Atik olanlar için bizde "pire gibi" benzetmesi kullanılır. İhtiyar kadın manasında olan "pirezen"deki pire bu manada değildir. Onun için dil bilginlerine göre, pirezen denildiği zaman pire kırıcımanasının verilmesi doğru değildir. "Deveciyle görüşen kapısını yüksek açmalı" denildiği gibi "Filciyle görüşen de mutfağını geniş yaptırmalı" atasözünün söylendiğini Baba Yaver'in ağzından işitmiştim. Sahafın anlattığına göre fil, bilmek eyleminin emir kipinde olan bil ve pire de dikişte kullanılan tire veznindendir. Yabancı birkaç dilde, fil kelimesi muhabbet anlamındadır. Filântrop, insan sevgisi, insaniyet, insaniyete âşık olan, demektir. Piro kelimesi de pire kelimesi gibi gelmiştir. Pirotekni; ateş ilmi diye tercüme edilir.

Sekizinci Mektup

Garip şey! Şu Amerikalılar ne tuhaf adamlar! İşleri güçleri yokmuş gibi ta yeni dünyadan kalkarak eski dünyada bulunan şehrimize kadar gelmişler ve demografi yani belediyelerin ve belediye sakinlerinin genel hallerinden bahseden ilmi, araştırmaya koyulmuşlar. Hatta Türklerle kurdukları muhabbeti meyhane âlemlerine kadar vardıran Amerikalılardan biri New York'ta yayınlanan Comic-Review adlı mizahî gazeteye yazdığı özel makalede, memleketimizde fizyolojiyle alâkalı birtakım yerler göstermiştir.

Bu yazarın söylediklerine göre şehrimizde görülür görülmez hayretle gülünecek ve gülündükçe kahkahaların büyüyeceği yerler; tiyatrolarla matbaaların içi.

Ağlatacak ve zorla gözlerden yaş getirecek olan yerler; balık ve patlıcan satılan bakkal dükkânlarının önleri.

Akşamdan uykusuz kalanlar için 'kestirme' diye de ifade edilen 'mızganacak' yerler; Kadıköy'ün 4 ve 5 numaralı vapurlarıyla Haliç çektirmeleri ve tramvaylar.

Kavga çıkan mahaller; köprübaşlarıyla Şirket-i Hayriye bilet barakaları.

Mide hastalığına kuvvet veren yerler; herkese açık lokantalar.

İshal, basur ve barsak hastalıkları için ilâç satılan dükkânlar; Fatih kasaphaneleri.

Şehrin kuzey kutbuna tesadüf eden kısmı; şimdilik kömür depoları.

Elbise mağazaları; Batpazarı (Bitpazarı).

Sarhoşluktan kurtulmaya vesile olan başlıca yer; küfe.

Görünür kazalar; muhacir arabaları.

Kaza ve kaderin ekser gezindiği taraflar; bahçe havaleleriyle duvarları.

Düşüp kafa göz yarılan, bacak kırılan, kol incitilen yerler; sokaklar.

Para verilen mahaller; dükkânlar.

Boş yere para alınan mahaller; köprü, Kadıköy vapurları.

Geceleyin işleyen tramvay; Tünel.

Gürültüsü az olan yer; kadınlar hamamı.

Alafranse yemek yenilen yerler; Yani, Nikoli, Löbon, Isponek, Kare do Siüs, Gambrinoz, Bertoli.

Alaalman jimnastik yerleri; Aksaray'dan Topkapı'ya ve Samatya'ya giden büyük caddeler.

Alarus tiril tiril titrenilen yerler; Köprüüstü, başmuharrir odası, Rumeli şimendiferi vagonları.

Kulelerin göremediği duman çıkaran yerler; sigara ağızlıklarıyla pipolar.

Sulak yerler; Kuruçeşme, Çukurçeşme, Aynalıçeşme, Selâmiçeşmesi, haftada iki defa Terkos boruları.

Kurak yerler; Balıkpazarı, Yemiş, Unkapanı, Cibali, Ayakapısı, Fener, Hasköy.

Güzel havasıyla meşhur olan yerler; Kazlıçeşme, Kurbağadere, Balat, Kasımpaşa.

Alaturka sohbet edilebilecek yerler; mahalle kahveleri, sokak içleri, çarşı, köprüdeki bekleme salonları.

Alışveriş merkezleri; Hanaki, Mezon Ruso ve Kafe do Komers'in gizli odaları, Konkordiya'nın rulet dairesi, Pale Kristal'in iç salası, Tokatlıyan'ın yukarısındaki bir çeşit hücre, Doğruyol'da ne olduğu pek de belli olmayan özel yerler.

Yağcı esnafı; kumarbaz yardakları.

Miktarı günden güne artan nüfus; dilencilerle arabacılar.

Yolda serbest yürüyenler; hamallar.

Yol kesiciler; köpekler.

Soyucu esnafı; düzinesini on beşe satan, indirim ilân eden şık mağazalarla, Tünel başındaki açık artırma dükkânları.

Ot pazarı; Iştayn, Mayer, Viktor Tring, Goldenberg.

Aktariye ve tuhafiye dükkânları; Bonmarşe.

Antika; Galata Kulesi.

Zeminden aşağıda bulunan bulvarlar; Eyüp, Karacaahmet, Edirne, Mevlevihane kapıları.

İç deniz; Haliç, yağmurlu havalarda yol ortaları.

Dış deniz; Marmara ve etrafı.

Kasten yangın meydana getiren; patlıcan vaktinde gündoğusu rüzgârı.

Lodosa karşı metris; Kadıköy mendireği.

Poyraza karşı barınılacak yer; kömürün yokluğu nedeniyle yatak ve yorgan.

Kömürcü sevindiren fırtınası; karayel.

Bahar müjdecisi; leylek.

Yaz habercisi; çiğ bal, dut.

Sonbahar çığırtkanları; 'âsâr-ı hazan', 'efkâr-ı hazan', 'ebkâr-ı hazan' redif ve kafiyeli kaside-i nuniye sahibi.

Kış alâmeti; 1290'da basılan takvime göre kış rüzgârlarının esmeye başlaması.

Sayılan günler; kasım, hıdrellez, ramazan, bayram, zorunlu olarak verilmiş söz, sıkıntı zamanları, erbain, hamsin ve sittin.

Züğürt partisi; gazete muhabirleri.

Paralı alayı; imtiyaz sahibi kimseler.

Kibar takımı; Şirket-i Hayriye'nin Kuzguncuk müşterileri.

Ayaktakımı; kunduracı alet ve edevatı.

Tek olan insanlar; on ikilere kadar sırasıyla gelen kimseler.

Beyoğlu'nun haritada olmayan mahalleleri; Elmadağı, Yenişehir, Dolapderesi, Sinemköyü, Kalyoncukulluğu, Macar (Kanatsız).

Kullanılan paralar; öskü, beyaz, çıngarlı moruk ösküsü (Fransız altını), gargili (Sterlin), terazi aşındıran (noksanından dolayı karamis), pendi frank (tokat), patakos (çeyrek).

Yeni sözlük; 'lûgat-ı garibe' imiş.

Bahsettiğim makale epeyce uzatılmış olduğu için seçip ayırdığım bu kısmını tercüme edebildim. Bilmem hoşunuza gider mi? Arzu edildiği takdirde gerisini de yayınlayabilirim.

Dokuzuncu Mektup

Kurban bayramı! O ne telâş! Peştemal nerede? Tülbendi getirin, ödağacı yakın, gülsuyu serpin, çengeli takın! Çukuru kazın, bıçaklar haniya? Satır! Satır! Verin satırı! Çocuklar mutfağa bakın. Ayol! Küçükhanım! Dadı! Teyze! Anne! Satır nerde? Ay şaşırdım! İlâhî, kör ol kedi! Yiyemez ol! Şimdi ha! Baksana Ahmet Ağa! Şu oğlana böbreği çıkarıver! Aşçı kadın! Büyük tencere ne yerin dibine geçti? Huu! Efendi kahve istiyor. Hah! İşte sırası! Aman!... Tütününden, kahvesinden bıktım. Biliyor işte, işimiz var. İspirto yanında! Aman erkekler!

– Anne!..

– Ne var?.. Ay çıldıracağım!

– (Biraz küçüğü) Anne!

– Hasbinallah! Ne var?

– (Biraz daha küçüğü) Anne!

– Aman Yarabbi! Mübarek günde Yarabbi!

– (Biraz daha küçüğü) Anne!

– (Gırtlağın var kuvvetiyle) Annesiz kalın...

– Aman...n! Teyze! Sen de!

Yukarıdan kalın bir ses:

– Yahu! Bir parça külbastı yapın.

– İşte böyledir... İş arasında iş!...

– Çat! Çat! Çat!

– Kapıya bakın...

Dışardan:

– Etten, kurbandan...

– Kapıyı açın! İnayet ola, de...

– İnayet ola!...

– Aman küçükhanım... Bir parça etten...

Çat kapı!

– Kimdir o?

– Biz.

Kapı açılır:

– Selâm ettiler. (Beze sarılı bir parça)

– Anne! Kırmızı perdeli hanımların...

Çat kapı!

– Selâm ettiler.

– Anne, muhasebecilerinki...

Büyükhanımın elleri dizinde:

– Bizim durmuş ne cehennemde? Hasan nerede? Ayol yollasanız ya! Bana bak! O budu Târân-ı Dil'e ayırın! O gelir alır. Benimkinin budunu Hoca Efendi'ye götürsünler. Yukarıdan kalın bir ses:

– Yahu! Bir parça kavurma yok mu?

– Anne! Görüyor musun? Hiç dili duruyor mu? Aman Allah!

İnce bir bağırtı:

– Aman! Elim!... Aman!

– Ne oldun? Oğlan...

– Aman hanım nine!... Acıyor. Yandı...

– Oh olsun! Acelen ne? Patladın mı? Sahana alsınlar da ondan sonra yiyeydin...

Çat kapı!

– Kimse olmasın...

– Anne! Misafir geldi...

– Alın yukarıya!

– O kemikleri ayır... İşkembeleri beriye çek... Hu! Kadın, o budu, tatlılı yahni gibi kır. O inceleri sarımsaklı yapmalı.

– Aman hanımnine! Sen bari sus! Çıldıracağım...

– A! Kız şaşırdı.

Satır yavaş yavaş işitilmeye başlar. Çat çatlar ziyadeleşir, koyun yüzülüp kesilir, parçalanır ama... Külbastının dumanı ortalıkta tüter.

Continue Reading

You'll Also Like

3.1K 1K 29
Ben Gece! Gece Alabay. On dört yaşındayken şu hayatta en sevdiğim insanı kaybettim. O daha minicikti, zor konuşuyordu, minicik elleri, minicik ayakla...
16K 1K 12
Alice Harikalar Diyarında, yazıldığı tarihten bu yana geçen yüz elli yılı aşkın süre boyunca, edebiyatın eşsiz eserlerinden biri olma özelliğini hep...
2.5M 134K 15
Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir.
16.1K 441 5
İngiliz centilmen Phileas Fogg, üye olduğu kulüpteki arkadaşlarıyla 80 günde dünyanın etrafını dolaşacağına dair iddiaya girer. Uşağı Parisli Passepa...