ANDERSON MÜZESİ

Zacznij od początku
                                    

Son kez kendimi inceledim. Tamamen temizdi. Bedenim temizdi fakat ruhum gırtlağına kadar kire batmıştı. Artık sakin kalmayacağımı, daha doğrusu kalamayacağımı biliyordum. Küçümsemişlerdi. Neylerine güvendiğini bilmediğim insanlar bana aşağılarcasına bakıp bir hiçmişim gibi davranmıştı. Ben, Andrew Anderson'dım. Güçsüz düşmeye kalkışsam köşeden bir Anderson çıkıp beni hırpalar ve "Kendine gel!" diye söylenirdi. Sırtımı dayadığım bazı şeyler vardı. En başında, unutmama izin vermedikleri bir gerçek yer alıyordu. Dünyayı yok edecek bir güç taşıyordum. Pekala, bunu ortaya çıkarma vaktiydi.

Çenemi sıktığımda dişlerim kavgaya tutuştu ve kulakları rahatsız eden bir gıcırtı çıkardı. Akmakta olan suyu ellerimi bile kullanmadan telekineziyle kapatmamın ardından hızlıca buharlı duşakabinden çıktım ve benim için kapalı klozetin üzerine bırakılmış kıyafetlere göz attım. Beyaz sweatshirt ve oldukça geniş gelen kot pantolon kesinlikle bana ait değildi.

Kapıyı aralayıp kendimi dışarı attığımda boş koridora göz gezdirdim. Kıyafetler gibi bu ev de ne bana ne de babama aitti. Daha önceden görmediğim bir evde, loş ışıklarla aydınlatılmış sonsuz gibi görünen koridorda yalnız mıydım?

"Beni takip edin lütfen Bay Anderson." dedi anlaşılır bir İtalyan aksanıyla konuşan iri adam. Normalde güvenmezdim fakat çok yakında kokusunu aldığım Hendrix Anderson, daha yumuşak karşılamama sebep olmuştu.

Büyük ihtimalle İtalyan olan adam beni uzun yollara sokmuş, sonunda oymalı bir kapıyı aralayıp beklemişti. Adımımı attığım anda burnuma çarpan lavanta kokusu, bir yerlerde Hendrix Anderson'ın yemek yediğini gösteriyordu. Lavantanın, koku duyusunu geliştirdiğini söyler dururdu. Uzun ahşap masanın en başında oturan takım elbiseli adam düşüncelerimi kanıtlar nitelikteydi.

"Duştan çıktın demek." Odada masa dışında sol tarafa dizili olan kırmızı koltuklar vardı. Edgar'ın himayesindeyken gözümün önünden gitmeyen kırmızı renk saniyelik bir zaman zarfında şimşek gibi aklımda patlamış, gözlerimi kırpmaya zorlamıştı. Odanın geri kalanını görmekte güçlük çekiyordum. Aydınlığa kavuşan tek kısım masanın üzeriydi ve bunu da şamdanlara konulan mumlar sayesinde başarmışlardı. Masa, Leonardo da Vinci'nin Son Akşam Yemeği tablosundaki kadar uzun bir masaydı. Babam, bıçağın ucuyla masanın öbür ucunu gösterdi. "Senin için bir şeyler hazırladım."

Yiyemeyecek kadar kötü durumda olduğumu bilmiyor muydu bu adam?

"Aç değilim."

"Otur yerine Andrew." dedi gözleri, dilimlemekte olduğu etteyken. Bıçağın, eti parçalara ayırması; istemsizce Harry'i getirmişti aklıma. Gözlerimi yumdum kusmamak için. Boğazıma kadar yükselen yakıcı sıvıyı geri gönderip bana gösterilen yere oturdum zorlukla. "Nasıl hissediyorsun?"

"Nasıl hissetmemi bekliyorsan öyle hissediyorum." dedim ahşap masanın üzerindeki işlemeleri incelerken. "Neredeyiz?"

Masanın üzerinde duran peçeteyle nazikçe sildi dudaklarını. "Bunu soracağını tahmin etmiştim." Mumların aydınlattığı suratından hiçbir duyguyu okuyamıyordum. Gerçi, artık buna şaşırmamam gerekiyordu.

Sandalyesinden kalkıp odanın ortalarına doğru ilerledi. Pahalı ayakkabının yüksek topukları zeminde tok sesler çıkarıyor, Hendrix Anderson'ın varlığını kanıtlıyordu. "Burası benim gizli sığınağım. Yardımcılarım dışında kimsenin haberi yok."

"O yüzden senin kıyafetlerini giyiyorum." Şimdi daha anlaşılır geliyordu.

"Ah!" Aniden dönüp dudaklarına sinsi bir gülümseme yerleştirdi. "Senin yaşındayken giydiğim kıyafetler onlar. O zamanlar biraz kiloluydum, geniş geliyor olabilir."

SONSUZOpowieści tętniące życiem. Odkryj je teraz