"Son kaleler düşene kadar, kendimi kazanmış sayamam." diyerek bozdu.

"Bazı kaleler hiçbir zaman düşmeyecek, bunu aklında tutsan iyi olur."

"Ne derler bilirsin; asla asla deme."

Gözlerimi kıstım.

"Bana benim sözümle geliyorsun."

Nihayet o da, beni hipnotize eden bakışlarını üzerimden çekti, sadece o zaman yerimden kıpırdayabildiğimi farkettim ve onunla işimin çok zor olduğundan bir kez daha emin oldum. Buzdolabının kapağını açarken,

"Saçlarını kurutsana artık." dedi. "Yemek neredeyse hazır."

Atlas'la sohbet etmek, didişmek kadar kolay ve rahattı. Fırında tavuk çok lezzetliydi, salata da aynı şekilde ama sanırım onun elinden olması bile benim için yeterliydi. Güzel soğutulmuş bir beyaz şarap açtı.

"İçmesek mi?" dedim yine de faydasız bir girişimle.

"Katılıyorum, alkolü hayatımızdan çıkarmamız lazım. Tırmanışa kadar spora ve sağlıklı beslenmeye ağırlık vermeliyiz. Ama diyorum ki, yarın başlarız herşeye. Bu gece kutlamamıza özel son kez içelim."

"Neyi kutluyoruz?"

"Bizi." dedi becerikli elleriyle şarabı açarken.

Daha içmeden kızarmaya başlamıştı yanaklarım. Açık beyaz - sarımsı renkli şarabın bardaklara dökülüşünü izledim. Kadehini kaldırdı.

"Bize..." dedi güzel gözleri gözlerimde.

Biz diye bir şeyin hiç olmadığını ve olmayacağını bilmek ve bunu bile bile o gözlere bakmak içimi sızlatıyordu. Kadehimi kadehine tokuşturdum. Atlas'ın, bana dair gerçekleri öğrendiği gün, tıpkı tokuşturulan iki cam kadeh gibi çarpacaktı gerçeğim gerçeğine ve eminim birden çok kırık kalacaktı bu çarpışmadan geriye. Biz demek ne büyük bir lüks. Bir hayali gerçekmiş gibi yaşamak. Ama güzel bir hayal, diye geçirdim içimden. Gülümsedim burukça. O farketmedi burukluğumu, dudaklarımdan döküleni duydu sadece.

"Bize..." dedim ona eşlik ederek.

Yemekten sonra bahçede yürümeyi teklif etti. Elimi sıcak eline bıraktığım an yeniden bir ateş bastı içimi, peşi sıra çıktım bahçeye. Soğuktu hava. Keskindi hatta. Ama ben yanıyordum bu yüzden iyi gelmişti. Gündüz beni koşturduğu yokuşa doğru tırmandık el ele. Seyrek ağaçların arasından geçip, tepede yalnız, diğer tüm ağaçlardan bağımsız, tüm görkemiyle yükselen bir çınar ağacına ulaştık.

"Gülmeyeceksen sana bir şey anlatacağım." dedi elinde getirdiği örtüyü ağacın dibine sererken.

"Gülmem, söz."

"Bu ağacın yukarılarında, çok güzel bir manzara var. Tepeden aşağı, uzakta kalan şehrin ışıklarını görebiliyorsun. Müthiş bir sakinlik içinde olup da gelecekte bekleyen karmaşayı gözlemlemek gibi. Geleceği görmek gibi bir nevi. Çocukken, özellikle yaz akşamlarında ben bu ağacın tepesine tırmanır, dalların arasında oturup saatlerce hayal kurardım."

Dalga geçilecek ne vardı ki bunda? Atlas'ın küçüklüğünü hayal ederek içimi eritmekten başka bir şeye sebep olmamıştı.

"Neyin hayalini kurardın?" diye sordum.

"Özgür olmanın." dedi. "Çok uzaklara gitmenin."

"Gerçekleşmiş hayalin."

Kafasını salladı.

"Biliyorsun sen de; dağa tırmanmak, kendinle baş başa kalmanın en güzel hali. Geri dönüyorsun bir zaman sonra tekrar gidesin geliyor. Özlüyor insan. Ben hep gideni olacağım herhalde hayatın."

POBEDAWhere stories live. Discover now