-35- Kamp Kahkahaları.

Start from the beginning
                                    

-----

"Ya İngiltere bu kadar yakın mıydı cidden ?"

"Kapat çeneni Kaan."

O aptal cümleyi kurduğumdan beri dalga konuları ben olmuştum, her saniye başı alay edip duruyorlardı. Biri bitince diğeri başlıyordu dalga geçmeye, ve böyle bir döngü içinde devam ediyordu olay. Kahkahalarının ve dalga dolu cümlelerinin hiç bitmeyeceğini biliyordum.

Kaan bana laf yetiştirirken ben de etrafı gözetlemekle meşguldüm. Belgrad Ormanı'nın o çift kapımsı -yani kapıya benzeyen- girişinden içeri adımımızı atar atmaz gür bir orman ve rahatlık dolu bir hava karşılamıştı bizi. Her nefes alışımda temiz havanın ciğerlerime kadar ulaştığı yolu hissedebiliyordum. Ve ağaçlar... Onlar hakkında pek bir bilgim olmamasına rağmen ne kadar yaşlı ağaçlar olduğu tartışmasız bir gerçekti.

"Sevgilime sataşmayın." diyen Buğra'ya baktığımda onun da gülmemek için kendini zor tuttuğunu fark etmiştim. Kahkahasını serbest bırakmamak için alt dudağını dişlerinin arasına almıştı ve yüzünde yalan olduğu fazlasıyla belli olan kaşları çatık bir ifade vardı,  "Sarıyer'i İngiltere'de sanması gayet de -"

Buğra, karnına yediği sert dirsek darbesi sayesinde susmak zorunda kalınca ondan alışkanlık edindiğim alaycı sırıtışı yerleştirdim yüzüme. Vurduğum yerdeki kaslarının, pardon düzeltiyorum, kas yığınının kasıldığını aradaki Buğra'nın tişörtüne rağmen hissetmiştim. Ona her dokunduğumda hissediyordum bunu, ufak bir dokunuşta bile oluyordu aynısı.

"Aoovv," gibisinden bir ses çıkarttı. Elini vurduğum yerde gezdirip karnını ovuşturuyordu, "Acıttın." Acımadığına emindim, dalga geçiyordu.

"Laf atmasaydın o zaman."

"Kaan deyince hiçbir şey olmuyor ama ben deyince dirsek atmayı ihmal etmiyorsun. Neden ona ayrımcılık yapıyorsun ?"

"Çünkü....Sana vurmak alışkanlık haline geldi bende, vazgeçemiyorum."

"Deneme tahtasıyım ben zaten," diye homurdanarak önümden ilerlemeye başladığında, ona yetişmeye çalışarak paytak adımlarımı atıyordum arkasından.

"Pişt," Başarısız.

"Buğra," Yine başarısız.

"Aşkım." Ve bu kelimeye rağmen yine başarısız.

Farklı şekillerde üç kere seslenmiştim ona ama o bana cevap vermeye bile tenezzül etmemişti. Etrafımızın sık ağaçlarla çevrili olduğu ormanda adımlarını yavaşlatmadan yürüyor ve yaprak hışırtıları dışında hiç bir ses çıkartmıyordu. Adımlarının çıkardığı ses olmasa tam bir sessizliğe bürünmüş olacaktı burası. Ah, tabii doğa sesleri hariç.

Ona son seslenmemin üstünden yaklaşık 1 dakika falan geçmişti ki, adımlarını durdurdu aniden. Sonra da vücudunu hafifçe yana çevirdi, başı ise tamamen bana doğru dönüktü.

"Ne dedin sen ? En son ?" Dediklerimi daha yeni yeni idrak ediyor gibiydi.

Kollarımı önümde bağlayıp klasik baş kaldıran pozisyonumu koydum devreye. Kaşlardan bir tanesi yukarıda, ayaklar hafif tempoda yere tekrarlı bir şekilde vuruyor ve gözlerde o deli bakışı var. "Dediklerimi tekrarlamamı bekliyorsan daha çok beklersin." Klişelerle uğraşıp "Ne demişim ya ?" gibisinden şeyler demek benim tarzım değildi, direkt olarak aklımdakileri cümlelere dökmeyi daha çok severdim. Normal bir kız değildim, kabul. Zaten şu önceden gittiğimiz sahil partisinde bile elbisenin altına converse giyen bir kızdan ne kadar normal olmasını bekleyebilirdik ki ?

"Aşkım dedin değil mi ? Sen ?"

"Art arda sorularını sıralamaktan zevk mi duyuyorsun ?"

Konuyu değiştirme çabalarım hüsrana uğramış olacak ki, "Hazal," dedi gözlerini kapatıp, başını ovuştururken. Şimdi vücudu da tamamen bana dönüktü. "Sadece delirmediğimi kontrol etmeye çalışıyorum."

Sen Gitmeden Önce.Where stories live. Discover now