Çöp Torbası//Ep.3

97 11 2
                                    


Yaptığım seçimler hiçbir zaman için beni doğruya götürmüyordu. Geçmişte yaptığım bir seçim şimdi tam şu anda hayatıma mâl olabilirdi. Yine her zaman yaptığım bir şeyi tekrarlayarak okkalı bir küfür savurdum. Önceden yapabileceklerimin sınırı yoktu ve yaptığım şeylerden de zerre pişmanlık duymazdım. Ancak o aptal porsuk herif yüzünden son iki ayım mahvolmuş durumdaydı. Yapmak istemediğim her şey önüme liste halinde gelmiş, ne kadar dirensemde yapmak zorunda kalmıştım. Her işin sonunda kıl payı kurtulma şansım olsa bile, bu gecenin sonunda faka oturacağım su götürmez bir gerçekti.

Elimi hırsla dalgalı saçlarım arasından geçirip kalkmak için hazırlandım. Fakat Soo kolumu sıkıca tutup beni yeniden soğuk mermere oturtmuştu. ''Baekhyun, bu işin sonunda seni bırak ben, babam dahi kurtamaz.'' Göğsümün sıkışması sonucu zor bela yutkunup, karanlığın içinde yüzüne seçebildiğim kadarıyla iri gözlerine baktım. ''Buna mecbur olduğumu biliyorsun Soo. Hatamın bedelini ödüyorum.'' Kolumu çekip bu defa ayağa kalktım. Elimdeki küçük fener sınıfı aydınlatırken sınıf başkanının dolabına yöneldim. Birazdan hayatımın en büyük yanlışlarından birini yapacaktım. 

Kendimi nefes almaya zorlayarak dolabın küçük kilidini elime alarak, üzerindeki numaraları çevirdim. ''925. Oldu!'' Gecikmeden dolabın kapağını açıp, içinde duran metal kutuyu elime aldım. Yeniden kilidi yerleştirirken, bir anda kendimi sıraların altında bulmuştum. Fenerimin kucağıma saklanmasıyla, sınıfın camından içeri güçlü bir ışık yansıdı. Işık kaybolduğunda Lu ellerini ağzımdan çekmiş, korkmuş gözleriyle bakıyordu. Bu defa feneri söndürüp arkamda duran sıraya yaslandım. ''Sıçtım, biliyorsunuz değil mi?'' İki kafanın sallanışıyla ölüm fermanımı imzalamıştım.

Sabahın ilk ışıkları odama vuruyordu, ya da ben öyle sanıyordum. Yastığımın altında titreşen telefonu elime alıp onaylayarak kulağıma götürdüm. Tüm gece olanları düşünüp zaten sabahı zor etmişken bir de o herifin sesini duymak iyi gelmiyordu. Aslında bana iyi gelmeyen bir şey varsa, o da Park Chanyeol'ün varlığıydı. ''Güzel bir pazar öğlenindeyiz ve sen ancak mı uyanıyorsun? Çok zavallısın bebeğim.'' Arkadan gelen kahkaha sesleri ben de hiçbir etki uyandırmamış, üstelik cevap vermeye bile tenezzül etmemiştim. ''Hallettin mi?'' Öyle yorgundum ki sadece başımı sallamakla yetinmiştim, hemen sonrasında bunu görmediğini hatırlayarak hafifçe öksürüp sesimi temizledim. ''Akşam gelip al.'' Onun ayağına gidecek değildim. Tam bir şeyler zırvalıyordu ki, telefonu suratına kapatıp odanın bir ucuna fırlatarak yorganımın içine sığındım. 


Ne kadar geç kalkmış olsam da işe vaktinde yetişmiş, bu yorgunluğuma rağmen akşamı kolayca getirmiştim. Hafta sonu olması dolayısıyla dükkan tıka basa doluydu ve hani derler ya; adım atacak yer yok. Yine de masa masa dolaşıp porsiyon porsiyon tavuk ve onun her bir organından birer parça, yanında ise biraz içki götürüyordum. Normal şartlarda bu tür bir zorluğa katlanacak biri asla değildim, ki ben zaten zoru görünce kaçan biriydim. Yine de şu an burada çalışmaktan memnundum. Hep bir çıkarlarım olurdu ve buradan çıkarım ise hem saatlerinin bana uyması, hem de aldığım maaş. Artık okulda haraç kesemediğim için evin kirası omuzlarıma biniyordu. Hatta bazen tüm günümü aç geçirdiğim oluyordu, işte öyle zamanlarda sevgili annem imdadıma yeşitiyor kutu kutu yemeği evimin önüne bırakıyordu. Nedensiz bir şekilde suratıma yayılan ve şefkatli olduğuna inandığım tebessüm, omzumun dürtüklenmesi ile silinmişti.

"Teslim vakti." Uyuz sırıtması esmer suratına öyle bir yerleşmişti ki, küçük yumruğumu oraya indirmek istiyordum. Cevap vermeden göz devirerek kasanın arka kısmına yürüdüm. Peşimden geldiği önüme düşen gölgesinden belli oluyordu. Herifin gölgesi bile benden uzundu. Sebepsiz yere triplere giresim vardı. Sadece şu üç manyağın yanındayken boy takıntım ortaya çıkıyordu.

LiúmángWhere stories live. Discover now