“Dokun bana.” Hiç düşünmeden klonumun eline dokundum ve aniden ortadan kayboldu. Kaybolmasıyla birlikte kıyafetlerim değişmiş ve ok ile yayım da bu değişime ayak uydurmuştu. İçimdeki gücü net bir şekilde kavrayabiliyordum. Hawkins'e tekrar odaklanmalıydım. Hawkins'e bir anda bakmamla, Hawkins'in etrafında beliren mor bir aura ve yükselen ışık gözüme çarptı.

“En güçlü ve son formumu görmeye hazır ol İlaisis.” Hawkins'ten çıkan mosmor, göz alıcı ışık gitgide büyüyordu. Kolumla gözlerime giren ışığı biraz olsun engelleyebildim. Çıkan ışık metrelerce yayıldı ve birkaç saniye göremez oldum. Işığın kesilmesiyle Hawkins'e tekrar baktım. Ağzım açık kalmıştı. Hawkins devasa olmuş ve sadece üst vücudu gözüme çarpmıştı. Bacakları neredeydi?

“Bedenim metrelerce yayıldı İlaisis. Ben uzayın vücut bulmuş haliyim. Artık bana zarar vermen imkansız. Hatta biraz daha yaklaşırsan uzayın boşluğunda ölüp gideceksin!”

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Savaş şimdi başlıyordu. Sonucu bilinmezliklerle dolu olan bu savaşın kazananı ben olmak zorundaydım. Hawkins'e ne canımı ne kalbimi veririm.

“Görelim Hawkins.”
Öne atıldım. Yayı iyice gerdim ve serbest bıraktım. Atılan oklar farklıydı. Hawkins'te olan değişime ayak durmalıydım. Okum kudretli bir şekilde Hawkins'in içinden geçti. Hawkins'in yüzünde acı veya başka bir duygudan eser yoktu ama aklımda bir plan oluşmuştu.

Hawkins kendinden emin bir şekilde saldırmaya başladı. Yer sarsılıyor, Hawkins'in yaptığı saldırıların sağır eden gürültüsü etrafa yayılıyordu. Hawkins inanılmaz güçlü ve durduralamaz görülse de hızıma ayak uyduramıyordu. Yıldırım gibi hareket eden oklarım sürekli olarak Hawkins'in bedeninden geçip gitmeye devam ediyordu.

Hawkins duraksadı. Bir elini açtı ve elinin ortasında küçük bir galaksiye benzer birşey oluşturdu. Etrafa koyu mor renkler, beyaz parıltılar ve bilinmezlik yayıyordu. O şeyi bana atacağı belliydi ama bunun sonucunda büyük bir yok oluş açığa çıkacak gibi geliyordu.

Pozisyon aldım. Eğildim, bir elimi yere koydum ve olacak tek bir hamlede kurtulmayı garantiye aldım.

“Sürekli o şekilde duracak hâlin yok ya İlaisis.” Evet, sürekli böyle duracak hâlim yoktu. Aklımda başka birşey vardı. Yüzümde saklayamadığım bir gülümseme meydana geldi. Yukarı şiddetle atıldım ve ok arkasına ok gönderdim. Tekrar işe yaramamış olan oklar, Hawkins'in kafasını karıştırmış gibiydi.

Hawkins'in takip edemeyeceği bir hızda ilerledim ve Hawkins'in sağ gözüne yaklaştım, ardından sağ gözüne etrafa inanılmaz ışık saçan okumdan bir tane fırlattım. Hawkins'in tek gözü geçici kör olmuştu. Afallayan Hawkins elinde oluşturduğu gücü istemeden bozup yok etti.

Şimdi uzaydan oluşmuş, fiziksel güç işlemeyen bir bedeni durdurmaya sıra gelmişti.

Kazanabildiğim az zamanla nişan aldım ve gücümü tek bir okta topladım. Tam karşımda duran Hawkins'e fırlattım. İnanılmaz bir gücün açığa çıkmasıyla, bu okun Hawkins'te bile biraz olsun işe yarayacağını düşünüyordum ama asıl planıma daha geçmemiştim.

Hawkins'e attığım ok, onun devasa bedenini tamamiyle saf ışığa boğmuştu. Hawkins âdeta attığım sarı okun rengini almıştı ve parıldıyordu.

Fırsatı kaçırmayıp saniyeler içinde elimi zemine dokundurmadan, yaklaştırarak Hawkins'in etrafında bir daire çizdim. Çizilen daireyi gören Hawkins inanılmaz derecede paniklemişti ve sonunda amacımı anlamıştı.

“Seni mühürlüyorum Hawkins, gerçekten de uzayı, yani boşluktan varolan bir bedeni yenmem imkansız ama farklı yollar olduğunu unuttun sanırım.”

Hawkins deliye dönmüştü çember, Hawkins'e âdeta bir duvar örmüştü ve şimdi tamamen hapsedecekti.

“Şuan kazanmış olabilirsin ama er ya da geç geri döneceğim İlaisis. Beni kurtaracak kişiler mevcut ve sen benim tarafımdan öldürülmediğin için kendin pişman olacaksın.”

Kaşlarımı çattım ve Hawkins'e baktım.
“Hiç akıllanmayacaksın değil mi? Senin arkanda olan kişiler varsa, kim olduklarını tam bilemesem de benim de arkamda birileri var ama önemli olan bu değil, önemli olan senin sonun. Cehennemden beter, bomboş bir yerde tek başına sonsuza kadar sıkışıp kalacaksın. Üzgünüm bunlar gerçek.  Zamanın doldu elveda Hawkins.”

Hawkins'in mühürlenmesi sonunda tamamlanmıştı. Ortadan tamamen kaybolmuştu ve geriye kalan tek şey mühürlü olduğu sarı ve şimşeğe benzeyerek siyahlarla donatılmış bir küreydi. Ne pahasına olursa olsun bunu korumalıydım.

Hawkins'in mühürlü olduğu küreyi aldım ve savaş alanını terk ettim. Bu savaşın kazananı ben olmuştum ama daha çok fazla kişiyle karşı karşıya kalacağım kesindi. Güçlendiğimin farkındaydım, yinede hâlâ bazıları için kolay lokmaydım. Hawkins'in kalbimi istemesi diğerlerinin de bunu istediği anlamına geliyor olabilirdi ve büyük ihtimalle öyleydi. Önceden karşılaştığım Şeytan Kral Daimon ile teke tek savaşsaydım benim için durum vahim olurdu.
Daimon'dan hissedilen güç başka bir seviyedeydi ve aşık atamayacağım bir hıza sahipti. Muhtemelen onun için kalbimi almak, bir bebeğin elinden şekerini almak gibi olurdu.
Yinede moralimi bozmamalı, kendime güvenmeli ve en önemlisi de kendim hakkında bilmediğim gerçekleri öğrenmeliydim. Amacım Hawkins'ten gizli olarak İllumi'nin yani Dixit'in yanına gitmekti ama Hawkins beni fark edince savaşmak zorunda kalmamla epey zaman kaybetmiştim.

Ayrıca Hawkins'in söylediği sözler hâlâ zihnimde yankılanıyor ve bedenim herşey için bir cevap aramaya yelteniyordu.

İllumi'nin bölgesine doğru gitmek için yola koyuldum. Yürürken düşünmeye devam etmiştim, düşünürken de temkinli olup suikaste uğramamaya büyük bir çabayla özen gösteriyordum.

Hawkins, bir anlaşmanın sonunda bozulduğuna dair birkaç şey dile getirmişti. Bu çok önemli bir noktaydı. Aklımda oluşan teoriye göre tüm hayatım yalandan ibaretti. Ailem, krallık, belkide bildiğim birçok şey yalandı ve bunların önemi bu saatten sonra kalmamıştı. Artık istediğim intikam başkalarının intikamı değil kendi intikamımdı. Ama önce gerçek düşmanlarımın kim olduğunu öğrenmeliydim.

Aynı zamanda Hawkins'in söylediklerinden çıkardığım diğer şey ise mecazi olarak dünyanın benim etrafımda döndüğüydü ve bu benim için bir kabustan ibaretti.

Yürümeye devam ediyordum. Hızlı ama sakin adımlarla. Karşımda oluşan manzara mükemmeldi. Güneş doğuyordu, etrafta seyrek olarak kiraz ağaçları vardı, buna rağmen etraf pespembe kiraz çiçekleriyle kaplanmıştı. Hemen sağımda bir capcanlı, tertemiz bir dere akıyordu. Etrafın güzelliği uzaktaki ağacın arkasından kafasını çıkarıp bana bakan kırmızı siyah gözlü, korkutucu bakışlarıyla ödümü kopmasına sebep olan Daimon'u görmemle sonlanıvermişti.

Gözlerim sonuna kadar açılmıştı ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Onunla çatışmaya girmekten kaçınmalıydım ve neyseki aramızda yeterli mesafe vardı. Ama Daimon'un inanılmaz hızı bu mesafeyi kolaylıkla kapatabilirdi.

Daimon ile göz göze gelmişken yüreğim de ağzıma gelmiş gibiydi. Beklenmedik bir şekilde Daimon aniden ters tarafa koştu ve silüeti görülemez bir hâle geldi. Şaşkındım, bir şeyler planlıyor olabilirdi, Daimon'un benim tarafımda olduğunu birkaç saniyeliğine düşündüm ama kulağa imkansız geliyordu. Sadece beni öldürmek ve acı çektirmek için bakan ürkütücü gözleri aklımdan gitmiyordu.

Daimon izini kaybettirse de onun olduğu yönden gidecek hâlim yoktu, bu yüzden rotayı biraz değiştirmeye karar verdim.

Açıklık, kimsenin gizlenemeyeceği ve kolayca farkedilebileceği bir yola saptım. Ancak böyle bir yol beni de kolayca fark edilebilir yapacaktı ve bunun riskleriyle beraber yürüyecektim. Yinede böylesi benim için daha iyi oldu, eminim ki Daimon ile karşılaşma ihtimalimi biraz olsa da düşürmüştür.

❀♡⚝❀♡⚝❀♡⚝❀♡⚝♡❀

Bölüm sonu...

Biliyorsunuz ki bu bölümde birçok şey yaşandı. Kitabın kurgusu akıp gidiyor ve bölümlerde de sadece kurgu-diyalog-iç düşünce ağırlıklı olduğu için bundan sonraki bölümlerde betimlemelere de yüklenmeye çalışacağım.

Hepinize iyi okumalar dilerim♡

Mueva : İntikam LorduWhere stories live. Discover now