Yüzüme vuran güneş bir kez daha laflarıma mağruz kalmıştı. Aslında güneşe değil örtmediğim perdeye savurmuştum laflarımı. Perde kendi kendine örtülmüyor İklim.

Devreye giren iç sesime gözlerimi devirmiştim.

"Herşey benim yüzümden zaten iç ses."

Kendi kendine konuşmak yerine benim ağzımdan da söyleyebilirsin ufaklık, kendi konuşana deli diyorlar çünkü.

Biri şu iç sesi susturabilir mi? Her sabah onun laf çarpıtmalarına mağruz kalmak eziyetten de beterdi.
Derin iç çekişlerimin ardından kalkmış, yatağın kenarında duran terliklerimi giymiştim. Her ne kadar kalkıp okula gitmek istemesem de buna mecburdum. Mecbur değilsin, zorundasın.
Sanki çok farklı bir şey iç ses. Sabahın 7'si ve sen beni bir rahat mı bıraksan artık!? Niye iç sesimizi susturamıyoruz?
Benden başka kimin var?
Bir kez daha beni buradan vuracaktı belli ki. Elimi yüzümü yıkadığımda uykum açılmamış, aksine daha da artmıştı.
Her zamanki gibi okul üniformaları mı giymiş ardından da dağınık topuzumu yapmıştım. Çevre kirliliği yapıyosun, şu haline bak.
Sende laf kalabalığı. Her neyse. Aşağı indiğimde gözümün önüne serilen o tablo geldi. Tek bugün değil, buradan indiğimde her sabah bu tablo hep gözümün önündeydi. Ne zaman geçecek diye sormayın, bu acı hiç geçmezdi. Bu acı hep benimleydi senelerdir. Ben bu acıyı içimde büyüttüm ama o da beni büyüttü. Ben o acıyı taşıyorum, ben onları taşıyorum içimde. İçimin en derinlerinde. Sabah kalkıp hazır bir kahvaltı olmadığında, ince giyindiğimde hasta olursun diyip hırka veren ya da birlikte film izlediğim bir ailem yoktu. Ama onlar içimde vardı. Ben her film izlediğimde onlarla izliyordum. Yediğim yemekleri onlarla yiyordum. Onların bedenen burada olmalarına gerek yoktu, onlar hep vardı, buradaydı, kalbimde.
Televizyon dolabının alt boşluğunda duran fotoğraflarına baktığımda onları her geçen gün daha çok özlediğimi anlıyordum.

"Günaydın anne, günaydın baba." Ufak bir tebessüm ettikten sonra mutfağa geçtim. Dün akşamdan sıktığım portakal suyunu ve az bişey kahvaltılık çıkardım. Kahvaltıyla çok alakam yoktu ama okula aç gitmek bana cazip gelmemişti hiç bir zaman. Küçükken yemek istemediğimde annem zorla yediriyordu ve tatlı bir tartışma yaşıyorduk aramızda. Belki de onun için az da olsa kahvaltı yapıyordum. O da aç gitmemi istemezdi okula. Ama şimdi bu masada, aynı masada bir tek ben kahvaltı yapıyordum. Ben bu masada yalnızdım. Belki yalnızdım ama onları yanımda hissediyordum. Biliyordum beni görüyorlardı bir yerlerden. Duygularımı, onlara olan özlemimi, acımı, yükümü hissediyorlardı. Görüyorlar ve senin üzülmeni hiç istemezler. Artık üzülme İklim.

Okulun kantininde otururken içeri giren Sude beni görmesiyle hemen gelip oturmuştu yanımdaki sandalyeye.

"Günaydın şekerim." Her sabah onun enerjisi bana da renk katıyordu kimi zaman. Onun başına ne gelirse gelsin o hep enerjikti. Şu an senelerdir sevdiği çocuğun peşinde koşmaktan sefil haldeyken o hâlâ enerjikti. Deli doluydu. Bazı yanım ona hayrandı ama bazense üzülüyordum, bir gün bu enerjisini sömürürler diye.

"Günaydın." Dediğimde gözlerinin devrilmesini görmüştüm. Onun enerjisi benimkinin kaç katıydı kim bilir. O yüzden de böyle olmamı sevmiyordu.

"Kızım artık bir neşelen, kaç senedir qrkadaşımsın ve her gün şu enerjin benim enerjimi de bitiriyor."

Aslında olan biten herşeyi çok iyi biliyordu. Ne hissettiğimi, içimdeki acıyı da en iyi o biliyordu. Kabuslarımdan uyanıp onu çağırırken o görüyordu o solmuş, bitik halimi. Evet kendime gelmemi istiyordu, iyiliğim için diyordu bunu ama ben çabalamak için birşeylere koyulduğumda hep başarısız olmuştum. Belki yine çabalardım ama tekrar başarısız olmak benim bünyeme çok gelirdi. Kaldıramamaktan korkuyordum.

KÖRDÜĞÜMWhere stories live. Discover now