iki

262 36 12
                                    

yeonjun'dan

mekana girdiğim gibi sırtımdaki gitarı masalardan birinin üzerine hızla bıraktım. işten eve, evden de buraya geliyordum her gün. sabahları kafede garson olarak çalışıp akşam da barda şarkıcılık yapıyor ve başta kiram olmak üzere diğer ihtiyaçlarımı karşılıyordum. fazla kişi gelmediği için rahattım, çoğunlukla dinlenmeye de vaktim oluyordu.

yorgun bedenimi sandalyeye bırakıp kafamı arkaya bıraktım. günlerim büyük bir koşuşturma ile geçiyordu. hayat telaşının acımasız rüzgarı beni de sürüklüyordu bir sonbahar yaprağı gibi. fakat kimilerine göre monoton bir hayata sahiptim. sanırım dışardan hiç yol gitmemişim gibi görünüyordu ama içimde kilometrelerce koşmuş kadar yorgundum.

küçük bir evde köpeğim rosa ile birlikte yaşıyordum. yani sahip olmak istediğim her şeye sahiptim. hayattan pek bir beklentim yoktu. çünkü ne kadar istersen, o kadar az alırdın. ben şimdiye kadar her gün beklentiyle ve her gün bir önceki günden daha ümitli uyandım. aklımın çıkmaza açılan sokaklarından deniz, duvara bakan penceremden güneş bekledim. ve beklemekten yorulunca insan, "ölürüm." dediği yere bile ev yapıyor.

"ölürüm" dediğim yere ulaşmak kolay olmamıştı benim için. devasa bir yangının ortasında yapayalnız kalmıştım. bir günde değil, ateş bedenimi yaka yaka seneler içinde yok olmuştum. en kötüsü de bunu fark edemeyecek kadar bi'haber oluşumdu.

bir yangının ardından kalan tek şey de küller değildir ne yazık ki. yanmış olmak da kalır, değil mi? bunu nerede söndürür insan? ne kadar su ve ne kadar zaman gerekir? çünkü zaman durmaksızın akan bir nehir gibi, her şeyinizi akıntısına çekip yoluna devam eder. seneler birer birer, ağır ağır, fakat hiç durmadan geçer.

oturduğum yerden kalkıp tuvalete ilerledim. küçük, dikdörtgen şeklinde ve iki kişilikti. tavana yakın yerde duran küçük pencereden ne kadar ışık alırsa da o kadar aydınlıktı içerisi. ellerimle lavabonun mermerine yaslanıp soluklandım önce. daha sonra ise musluğu açıp yüzüme soğuk su çarptım. işte böyleydi, üzerini örttüğünüz her şeyin altında kalıyordunuz. çünkü bazı hisler kambur olurdu, gitmesi hem zaman alır hem de bir hayli yorardı sizi. en kötüsü de o hisleri bu duruma sizin getirmiş olmanızdır sanırım. bazen kimseyi kırmamak için kırk yerinden kırarsınız kendi, en masumane duygularınızı; bazen de hiç beklemediğiniz bir anda biri, elinde büyük bir baltayla gelir ve evinizi başınıza yıkar. zaten evin bütün penceleri kırılınca da kimse içeri girmek için kapıya ihtiyaç duymaz.

aynaya baktığımda yine yüzümde o yorgun ifade vardı. ama bu fiziksel bir yorgunluktu. dedim ya, hayatta fazla anlam aramayacak kadar yakından tanımıştım onu. geriye kalan ise yalnızca koca bir saçmalıktı. doğruyu söylemek gerekirse böylesi daha kötüydü. sanki pencereden bakıyorsun ama dışarı çıkamıyorsun, güneş doğuyor ama önünü kapatan bulutlar yüzünden karanlıkta kalıyorsun; yoldasın ama ilerleyemiyorsun.

eski kapının gıcırtı sesiyle toparlandım. birileri gelmişti ve benim paraya ihtiyacım vardı. bu düşüncelerimi kendime saklayıp işimin başına dönmem gerekiyordu, ben de öyle yaptım.

eveet diger bolum olaya giris yapicam birazcikk beklemeniz gerek 🤍

perdeler kapansın, bu ev güneş sevmiyorWhere stories live. Discover now