A.T.▪ 30 : Amen

Start from the beginning
                                    

Söz, diyordu Polemos. O denli yüce bir yaratılıştır ki tek bir tanesi yeterlidir bir küçük metrajın yaşadığını kurguladığı o küçük dünyanın sönmesine.

Hava kapalıydı. Bir an önce bu tütsü kokusundan kurtulmak istiyordum çünkü koku, başımı ağrıtmaya başlatmıştı bile. Yine de yerimden kalkamazdım. Sadece, kendimi bir türlü ikna edemiyordum. Kilisenin yanındaki cenaze evinde bir tabut bulunuyordu. Tabut, yarısına kadar açıktı ve içerisinde, beyaz smokin ile süslenmiş, sanki biraz gözlerini kırpıştırsa uyanacakmış gibi duran Aramis yatıyordu. Kendime bir türlü anlatamıyordum bunu. Sanki... gerçek değil gibiydi.

İlahiler kulaklarımda çınlarken, Savaş'ın eline uzandı, elim. Bana baktığında, yalancı bir tebessüm titreşti dudaklarında. Bunun gerçek bir gülücük olduğunu bilsemde, içimde bir şeyler kanatlandı sanki. Midemde küçük bir fare vardı ve sanki içeride dönüp duruyordu. Bu garip bir duyguydu fakat, iyi hissettiriyordu. Başımı yavaşça Savaş'ın omzuna yasladığımda, kolunun belime sarılarak beni kendine çektiğini hissettim.

Kolunu belime dolamasını seviyordum.

İlahiler bittiğinde, herkes, cenaze evine gitmek için ahşap sıralardan kalkarak kucaklarına bırakılmış olan İncilleri sakince sıraların üzerine geri bıraktı. Siyah elbisemi düzelterek, Savaş'ın elini sımsıkı tuttum ve düz koridor boyunca ilerlemeye başladım. Savaş, yavaş yürüdüğünden, hızımı kesmek zorunda kalmıştım. Bir süre ilerledikten sonra, aniden durup, hafifçe döndürdü başını omzundan arkaya. İsa'nın çarmıhtaki heykeline, biraz hüzün, biraz da özlemle baktığını gördüğümde, gülümsedim. Bazen, alışkanlıklarınızdan vazgeçtiğinizi düşünürdünüz, fakat aslında sadece kısa bir ara verdiğinizi fark etmeniz zaman alırdı.

Savaş'ın yüzündeki o farkındalık ifadesini tanımıştım.

Bazı alışkanlıklar, sizden giderken arkasında küçük ekmek parçacıkları bırakırdı. Sizin en zayıf anınızda, kapıyı açar ve içeri girer, bıraktığı ekmek parçalarını takip ederek beyninizi ele geçirir, hala orada olduğunu hatırlatırdı, sizlere. Bu iyi miydi, yoksa kötü müydü bilmiyordum fakat Savaş'ın eski alışkanlıklarına dönmesi gerektiğini biliyordum. İnsanlar, geçmişten bu yana, sürekli bir şeylere inanma ihtiyacı ile yaşamışlardı. Bu nedenle, gerçek olmayan imgelere, hayvanlara ve bazense kendi yaptıkları derme çatma heykellere tapınmışlardı. Çünkü insan beyni, ne kadar uçsuz bucaksız olursa olsun, sorular ile ince ince örülmüş koca bir labirentti ve yeni sorular keşfettikçe, labirentin çıkışı size bir o kadar uzak gelirdi. Sorularla boğuştukça, o karanlık labirentte kaybolurdunuz. Bu nedenle, insanlar cevaplar üretmeye çalışırdı. Sadece çalışmakla kalmaz, inşa eder, sayfalarca resmederlerdi. Mitoloji dediğimiz o koca ciltli kitaplar ve şimdilik bize saçma gelen inanışlar, aslında birer inanıştan çok, ihtiyaçtı. İşte Savaş'ın buna ihtiyacı vardı. Kafasındaki soruları yanıtlamak için yaratılmış cevaplar... Savaş'ın bir şeylere dayanmaya ihtiyacı vardı. Yalnız olmadığını görmeli, bu kutsal gücü hissetmeliydi. İşte, ihtiyacı olan şey buydu. Başka bir şey değildi.

Kiliseden çıkarak, cenaze evine doğru yürüdük. Burası, ince bir koridoru andıran bir yoldu. İki tarafında, küçük çekmecelere benzeyen kapaklarla kaplı mermer duvarlar bulunuyordu. Küçük kapakların üzerinde, isimler, tarihler ve İncil'den alıntılar yazılıydı. "Burası külleri sakladıkları mezar." Dedi, Savaş, etrafa merakla baktığımı gördüğünde. "İlk defa mı bir kiliseye geliyorsun?"

"Hayır," dedim. "İlk defa bir katedrale geliyorum." Savaş, yavaşça başını salladı. Katedral, kiliselerin büyüklerine verilen genel isimdi. Bizim camilerimizde, öyle bir ayrım yoktu, büyüğüne de, küçüğüne de aynı isimle sesleniyorduk fakat kiliselerde, krematoryum ve cenaze evlerini de içine alan büyük olanlarına, katedral deniliyordu. Bir katedrale daha önce hiç gelmemiştim. Daha önce okul gezisi ile gittiğim eski kiliseden pek farkı yoktu fakat İstanbul'da bir katedral olduğunu bile bilmiyordum.

Aşka TapanlarWhere stories live. Discover now