Annesinin başında bekleyerek sabaha kadar onunla kaldığı gecenin sonunda güneş tüm ihtişamıyla doğup Yibo'nun odasına yavaşça süzüldü. Her şeyi çoktan hazırlamıştı babası. Genç oğlana düşen tek şey sağlam bir şekilde kahvaltısını yapıp en zorlandığı, asla gelmemesini istediği veda kısmına gelip verdiği kararla içten içe çatışmadan uçağa binip üniversitesinin olduğu şehre, O soğuk, gizemli ülkeye gitmekti. Wang Yibo böyle bir gençti. Başkalarının karar verme sürecindeyken kaç kez düşündüğü bir kararı hiç düşünmeden onaylar ardındansa kendisini sorgular dururdu. Ama şunu biliyordu ki Çin'de daha fazla kalırsa kafasındaki düşünceler onu yiyip bitirecekti. 

Annesinin saçlarını şefkatle okşarken yaptığı kahvaltıda babası gururla kendisini izliyor, kendi ayaklarının üstünde durmayı kendisi istediği için oğluna güveniyor, ilk günlerde kabullenmekte zorlandığı bu yurtdışı fikrine alışmış görünüyordu.

Kahvaltıdan sonra Yibo'nun Stavanger Üniversitesine oldukça yakın olan dairesine tüm eşyalar gönderildiği için elinde duran küçük çantayla aşağı indi. Annesi, gözlerinin kenarındaki kızarıklıkları belli etmemeye çalışarak kendisine gülümseyip ellerini birbirine kenetledi. Babası önden gidip arabayı çalıştırmış, onları bekliyordu. Arabaya bindikten sonra güneşli havaya baktı Yibo. Eylül ayı için oldukça güzel bir meltem esiyordu. Ara tatile kadar son kez göreceği olan sokaklara iç geçirerek bakmıştı. Bir yandan hüzünlüyken diğer yandan buradan başka bir gökyüzünü göreceği için heyecanlıydı. 

Havaalanına geldiklerinde uçuşuna oldukça az bir zaman kalmıştı. Babası yine oraya gittiğinde yakın arkadaşlarından birinin ona yardım edeceğini söyleyip Yibo rahat olsa bile onu rahatlatmaya çalışıp durdu. Annesinin yersiz endişelerinden sonra anonsla birlikte ailesine boğazından atamadığı büyük bir yumruyla sıkı sıkı sarılıp uçağa bineceği yer için check-in işlemlerinin olduğu kısma gitti. Sorunsuzca işlemleri hallettikten sonra açılan kapıyla uçağa bindi. Bu dakikadan sonra yalnızdı. 

9 saat 15 dakikanın sonunda kendisini başka bir yerde bambaşka bir olay örgüsünün içinde bulacaktı.

----

Uçaktan indiğinde eline aldığı küçük çantasıyla hızlı bir şekilde güvenlik kısmından çıktıktan sonra havaalanından çıktı. Hava yeni yeni kararıyordu. Oysa Çin'de saat çoktan gece yarısını geçmiş olmalıydı. Dışarıya adımını attığı an buz gibi hava, vücuduna çarpıp bir yaprak gibi Yibo'yu titreterek geçmişti. 

Etrafına baktığında birçok yabancı hızlı adımlarla bu büyülü ülkeye adım atıyor, onları bekleyenleri daha fazla bekletmemek adına adımlarını hızlandırıp havaalanından ayrılıyorlardı. Böyle bir havada lapa lapa kar yağması kaçınılmazdı. Yibo en çok kışı severdi. Böyle güzel bir kente şuan kar yağsa ne kadar üşürse üşüsün gıkı çıkmazdı. Fakat annesini endişelendirmemek adına elindeki küçük çantadan kalın paltosunu çıkarıp giydi. Üstündeki ince kazağa daha fazla rüzgar çarpıp ince vücudunu titretmesin diye önünü sıkıca ilikledi. Bu sırada dışarı çıktığından beri onu uzaktan izleyen bedeni sonunda fark etmiş, hafifçe kaşlarını çatarak kendisinden çok az uzun olan gencin ona yaklaşmasını izlemişti.

Genç adam mütevazı bir şekilde gülümseyerek kendisine el sallayıp yanına doğru geldi. Üstünde Yibonunkine benzer bir palto vardı. Boynunda olan buz mavisi hırkasını boynuna sıkı sıkı sarmış, beyaz yüzüne yakışan inci gibi dişlerini hafifçe göstermişti.

"Sen Wang amcanın oğlu Yibo'sun değil mi?"

Yibo hala çatık olan kaşlarıyla karşısındaki genci başını sallayarak onayladı. Babasının bahsettiği arkadaşının bu kadar genç olacağını tahmin etmemişti. Fakat etrafına pozitif enerji yayan bu adam hafifçe yeniden gülümseyip Yibo'ya elini uzattı.

Stjernestøv | YizhanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin