Sıfır Kilometre

Par beyzaalkoc

7.4M 333K 499K

"Işıklar sana evinin yolunu gösterecek..." 3391 Kilometre ile başlayan seri Sıfır Kilometre ile devam ediyor... Plus

Tanıtım
1.Bölüm : Yarından Sonra
2.Bölüm : Sen Benim Şansımsın.
3.Bölüm : Yol Haritam.
4.Bölüm : Artık Uyu.
5.Bölüm + 6.Bölüm
7.Bölüm + 8.Bölüm
9.Bölüm : Sessizlik Oyunu
10.Bölüm : İyi Geceler Gelmemeye Giden Adam...
11.Bölüm : Bizim Şehrimiz
12.Bölüm : İki Küçük Kedi.
13.Bölüm ve 14.Bölüm!
15.Bölüm ve 16.Bölüm!
17.Bölüm : Aptal Ege ve Aptal İzmir.
FİNAL - 20.Bölüm : Göğe Bak İzmir!
Yılbaşı Özel Bölümü!

18.Bölüm ve 19.Bölüm!

406K 17.3K 38K
Par beyzaalkoc

Selam benim güzel ışık perilerim^^

Bugün yine iki bölümle geldim size. Çünkü doya doya okumanızı istedim onların bu anlarını hiç ara vermeden... Kitap hesabıyla 30 sayfalık bir içerik paylaşıyorum şu an sizinle. Buna da kısa demezsiniz sanırım ahahadsbgdgd 

Öncelikle yukarıdaki müziği açalım, karanlık bir odaya geçelim ve öyle okuyalım bölümümüzü^^

İyi okumalar dilerim, yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın :') 


Şövalye dakikalarca insanüstü bir hızda koşarak dağın yamacındaki köye ulaşmış ve bütün kapıları ayağıyla çalmıştır. Bağıra çağıra tüm köyü uyandırmış ve kucağındaki küçük kızla yardım için yalvarmıştı. Köyün şifacısı gecenin bir vakti köylüler tarafından uyandırılmış, kapısı şövalye tarafından kırılmış ve yatağına küçük kız yatırılmıştı. ''Eğer onu uyandırırsan sana 1000 altın veririm!'' demişti şövalye, 1000 değil 1 altını bile yoktu ama bunun önemi de yoktu.



18.Bölüm : Artık Uyan!
*Bu dünya kırıklarının iyileşmemesi gereken insanların dünyası.*


Eve döndüğümde bütün gün bir sıcağın bir yağmurun altında dolaşmaktan kendimi oldukça halsiz hissediyordum. Döner dönmez yatağıma yarım saat uzanmak için yattım fakat gözlerimi kulağımın tepesinde hissettiğim bir sesle açtığımda anladım ki çoktan sabah olmuştu ve ben yarım saat kestirmek için yatmış olmama rağmen uyuyakalıp sabaha kadar uyumuştum. Duyduğum sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştığım sırada sesin sol tarafımdan yani direkt olarak penceremden geldiğini anladım. Bu ses tam olarak bir cama taş atılma sesiydi. Birisi camıma taş atıyordu!

"Ne oluyor?" diye söylenerek perdemi açtığımda karşıma pembe renk bir uçan balon çıktı. Üzerinde "Artın uyan!" yazıyordu. Şok içinde balona bakakaldım önce. Sonra kendi kendime gülmeye başlayarak camı açtım ve balonu elime aldım.

"Artık uyan!" Aynı yazıyı bir kez daha okuduktan sonra kıkırdayarak camdan aşağı baktım. Onun o güzel yüzünü sokakta gördüğümde gülüşüm büyüdü.

"Günaydın!" dedi sessizce dudaklarını oynatarak.

"Günaydın..." diye mırıldandım. Birbirimizi duymuyorduk ama dudaklarımızı okuyabiliyorduk. Sonra bana parmağıyla diğer elindeki telefonunu işaret etti. Kaşlarımı çatarak yüzüne baktım önce birkaç saniye boyunca. Sonra anladım ki telefonla konuşmak istiyordu.

"Tamam!" diyerek içeri koştum ve masamdan telefonumu alıp onu aradım.

"Alo!" dedi dünyanın en pozitif sesiyle.

"Alo..." diyerek cama çıktım. Eliyle yolu gösterdi ve konuşmaya başladı.

"Seni uyandırmak için dernekten buraya geldim... Şimdi geri dönmem gerekiyor. Yol boyunca konuşabiliriz, değil mi?"

"Tabi ki." dedim gülerek. O sırada Ege bana el salladı ve yolda yürümeye başladı. Ben de ona el salladım sanki evlenmişiz de onu işe uğurluyormuşum gibi.

"Annemler..." derken sözümü kesti,

"Onlar dernekte. Şu an saat on bir buçuk. Biz işe başlayalı üç buçuk saat oluyor. Hava yirmi yedi derece, ara ara sağanak yağışlı ve bulutlu." Gülmeye başladığım sırada bir haber spikeri edasıyla konuşmaya devam ediyordu.

"Sabah dokuz gibi tüm şehrin feribot seferleri bir saatliğine durduruldu. İzmir'i Ege bölgesini kasıp kavuran bir yağmur dalgası aldı kısacası... Havalimanındaki uçuşların yüzde yetmişinde rötar var, bu arada ünlü ışık perisi İzmir Aksoy dün gece uyurken kameralarımıza yakalandı ve kendilerine yeni başlayan ilişkileri hakkında mikrofonlarımızı yönelttiğimizde bize cevap vermeyerek uyumaya devam etti. Şimdi spor haberlerine geçiyoruz!" Gülmekten ölmek üzereydim ve ben güldükçe o daha şevkle konuşuyordu,

"Ünsüz futbolcu Ömer Ege Zorlu dün gece yeni evinde gerçekleştirdiği eşya yerleştirme deplasmanı sırasında yemek masasının yerini tek başına değiştirmeye çalışırken bacağını masanın ayağına çarptı."

"Ne? İyi misin?"

"Hemen ardından bacağına buz kompresi uygulayan ünsüz futbolcunun sağlık durumunun iyi olduğu öğrenildi."

"Artık hep böyle mi konuşacaksın?" dedim kahkahalarımın arasında.

"Aynı zamanda yaşadığı kaza sonrasında gerçekleştirdiği basın açıklamasında ünsüz futbolcunun artık hep böyle konuşacağı öğrenildi. Kendisine muhabirlerimiz tarafından yöneltilen aşk sorularına ise cevapsız kalmayan Ömer Ege Zorlu aynen şöyle dedi, 'O kadar aşığım ki o hayatımda olduğu sürece manzaralı bir eve ihtiyacım olmayacak..."

Kısa bir sessizlik, iki derin iç çekiş ve Ege'nin sokaktan çıkışı...

"Bütün gün dernekte mi olacaksın?" diye mırıldandım.

"Evet... Ama yanında olmama ihtiyacın varsa babandan bir kez daha izin isteyebilirim..."

"Hayır... Yani evet... ama hayır..."

"Peki." dedi ve bir kahkaha attı Ege. Utançla gülmeye başladığım sırada camı kapatmış oturma odasına doğru yürüyordum.

"Yani evet yanımda olmana tabi ki ihtiyacım var. Ama hayır, izin isteme. Kendine burada bir düzen kurmuşsun ve bu düzeni benim yüzümden bozma. Babamın tersi kötüdür bir anda kovulursun şoka girersin bu arada bunu da söyleyeyim sana..." Ege gülmeye devam ettiği sırada ben kahve yapmak için ısıtıcıda su ısıtmaya başlamıştım.

"Ciddi misin?"

"Evet. Babam insanlara hiç beklemedikleri anlarda beklemedikleri tepkileri vermesiyle meşhurdur, haberin olsun."

"Ha, yani şimdi ailece gelsek babandan seni istesek... Vermeyebilir diyorsun yani?" Kıkırdayarak buzdolabını açtım ve ne yesem diye düşünmeye başladım.

"Şu hale bak Ege," diye mırıldandım gülerek, "Tumblr'da daha ilk gördüğüm anda Francisco Lachowski'ye benzettiğim gizemli çocuk bana seni ailece istemeye gelsek diyor. Hayat çok ilginç bir oluşum değil mi?" Karşılıklı kahkahalarla gülüyorduk.

"Öyle mi? Peki senin evlilik hayalin neydi bakalım Ege'nin İncisi Hanım?"

"En büyük hayalim beni istemeye gelinmemesi. Bu yeterli." Bir kez daha karşılıklı güldüğümüz sırada dışarıdan bir gök gürültüsü sesi yükseldi. Cama doğru ilerlediğim sırada Ege konuşmaya başlamıştı.

"Ben ciddiyim. Bu konuda hiç hayal kurdun mu?" Camın önünde dışarıda yağmaya başlayan hafif yağmuru izlerken gülerek konuşmaya başladım.

"Eh, hayır..." dedim önce, sonra çocukluğuma inerek devam ettim,

"Ben çok evlilik hayalleri kurmam. Hatta hiç... Sadece lisenin başlarında kurduğum bir hayalim vardı. Her akşam o hayali düşünür dururdum. Kendimi aşka kapatmadan önce... "

"Neydi o?" diye sordu Ege merakla.

"Saçma bulacaksın ama..."

"Hayır, tabi ki bulmayacağım."

"Hayalimde ben yoğun bakımdayım. O sırada bir sevgilim varmış. Ayrılmışız ve ben bir kaza geçirip yoğun bakıma alınmışım. Yoğun bakımda başıma gelip bana evlenme teklifi ediyor ve ben bir anda uyanıp kabul ediyorum. Nasıl, güzel mi?"

"Ne?" Ege karşımda şok içinde kaldığında gülmeye başladım.

"Sana saçma bulacaksın demiştim!"

"İzmir..." dedi anlam vermeye çalışarak, "Kim kaza geçirip yoğun bakıma alındığını hayal eder?"

"Ben!" Gülmekten ölmek üzereydim. Ege ise karşımda şoktan konuşamıyordu,

"Gerçekten bunu mu hayal ediyordun?" Dili tutulmuş gibiydi. Ben ise gülmekten kıpkırmızı olmuştum.

"Ergenlik döneminde kızların böyle hayalleri olabiliyor... Mesela bir arkadaşım şey demişti, hoşlandığı bir çocuk vardı sırf onun dikkatini çekmek için kantinde bayılsam keşke diyordu... Benimki de bu tarz saçma bir hayaldi!" Ege en sonunda ciddiyetini bozup gülmeye başladığında gözümde canlandırdığım hayale odaklandım. Ne garip bir ergenlik geçirmiştim...

"Kantinde bayılmayı dilemek mi? Şu an hayatımın şokunu yaşıyorum."

"Daha neler var... Bir gün anlatırım belki."

"Belki mi?"

"Evet, belki..."

"Neden öyle dedin?" diye sordu Ege sanki morali bozularak.

"Hayat bu... Hiçbir şey net değil. Bir saniyede değişir her şey Ege. Bir şey olur, bir şeyler yaşanır, bir şeyler kaybedilir ve bir saniyede değişir her şey... Sanırım senin yokluğun bana yeni bir kelime kazandırdı. Belki... Artık her şeye belki diyorum."

"Ama sana geri döndüm İzmir... Herkesin gün sonunda evine dönmesi gibi ben de sana geri döndüm. Bu bir şeyleri düzeltmedi mi ruhunda?"

"Düzeltti... Ama her şeyi değil... Ben seninle de güzel günler hayal etmiştim Ege, hem de o hayallerde yoğun bakımda değildim. Mutluydum, gülüyordum hayallerimde. Çimlerde el ele yürümeyi, yürüyen merdivenin yukarı çıkan tarafından aşağı inmeye çalışmayı, güneşin batışından doğuşuna kadar sahile kurduğumuz çadırımızda sohbet etmeyi, bilmediğimiz şehirlerin sokaklarında kaybolmayı ve kaybolmak ne kadar güzelmiş demeyi, acelemiz bile yokken sadece eğlenmek için sokakları koşarak geçmeyi, özgür olmayı... Bunlara hep kesin gözüyle baktım. Sonra sen gittin... kesin olan hiçbir şey kalmadı hayatımda. Yaşadıklarımı düşünsene, annem ve babam öldü sandım ve geri geldiler. Her şeye nasıl kesin gözüyle bakabilirim?"

Kısa bir sessizlik daha, büyük bir gök gürültüsü daha ve sırılsıklam tüm camlar bir kez daha...

"Zor şeyler yaşadın, biliyorum. Zor şeyler yaşadık... Ama kaybettiğimiz tüm zamanı geri alabiliriz, yaşayamadığımız her gün için yaşayacağımız her günü iki gün yaşıyormuşuz kadar dolu yaşayabiliriz. Olmaz mı İzmir?" Derin bir nefes aldım. Ne diyeceğimi bilemiyordum.

"Olur..." diye mırıldandım, "Belki..."

"Belki..." diye tekrar etti Ege, "Belki de bizim evet'imiz olsun o zaman. Tamam mı?" Gülmeye başladım.

"Olur..." dedim bir kez daha, "Belki..."

Karşılıklı gülüşerek biraz daha konuştuktan sonra Ege'nin derneğe girmesiyle telefon konuşmamızı sonlandırdık. Ben kendime hızlıca bir kahvaltı hazırlayıp yağan yağmuru izleyerek kahvaltımı yaptıktan sonra biraz evi toparladım. İşlerim bittikten sonra kendime bir kupa yeşil çay yaptım ve hemen sonra bilgisayarın başına geçtim, tiyatro oyunumuzun gelecek sezonu için oyunun girişine yeni bir şiir eklemem gerekiyordu. Microsoft Word'u açtım ve yazmaya başladım.

"Hiç hiçbir şeyi düzeltemeyeceğinizi iliklerinize kadar hissettiğiniz oldu mu?" diye bir giriş cümlesi yazdım önce.

"Sırılsıklam olmuş iki küçük kedi yavrusunun sarılışı gibiydi,
ikisinin birbirine sarıldıkları an...
Saat hiçbir şeyi hiçbir şey geçmiyordu.
Takvimin es geçtiği bir gündü o gün,
tarihi yoktu.
Küçük kız bir zamanlar ağzından çıkan duaları unutamıyordu.
"Bu çizikleri, bu kırıkları, bu yaraları vermek için beni seçtin, peki." demişti bir gün,
"Ama ben bunların hepsini nasıl düzelteceğim, hepsini nasıl iyileştireceğim..."
"Biliyorum, orada bir yerde beni izliyorsun."
"Dokunsan dokunduğun yerler iyileşecek,"
"Ama dokunmuyorsun..."
"Çünkü ellerin yok."
"İşte bu yüzden ellerin yok,"
"Eğer ellerin olsaydı kimsenin iyileşmeyen yarası kalmazdı."
"Çünkü hiçbir anne çocuğunun kırıklarını birleştirmemeye dayanamaz."
"Ve bu dünya kırıklarının iyileşmemesi gereken insanların dünyası."
Hepimizin kırıkları var bu dünyada,
Ve her kırık alçıya alınamıyor,
Bazılarımız kırıklarımızla ölene kadar yaşamak zorundayız.
Tek yapmamız gereken kırıklarımızı sevmek.
Sağlam yerlerimizden değil, kırık yerlerimizden öpmek.
Çünkü her felaketin tedavisi sevgidir...
Bu hikaye, felaketi sevgiyle yenenlerin hikayesi...
Başkasına değil, kendimize duyduğumuz sevgiyle."

Çok uzun bir süre boyunca içimde hangi nokta acısa o noktayı kelimelere dökerdim. Çocukluğumdan beri... Her düştüğümde koşa koşa günlüğümü alır "Sevgili günlük, az önce düştüm!" yazardım. Ben acımı kendimle ve satırlarla paylaşmayı öğrendim, sonra bir de Ege geldi acılarımı paylaşacak... Ama çok uzun süre sadece biz vardık. Sadece ben ve ben... "Sevgili günlük, canım çok yanıyor..." yazdığımı da bilirim, "Sevgili günlük, keşke dünya biraz daha güzel bir yer olsaydı..." yazdığımı da ağlaya ağlaya. Var olduğumuz ilk an da sadece biz vardır, son an da sadece biz olacağız. Acılarımızı da sadece biz tamir edebiliriz, hayat bana bunu öğretti. Her şeyin bir saniyede değişebileceğini öğrendim. Bir an var olanın bir an yok olabileceğini, bir an gitti sandığımın bir sonraki anda geri gelebileceğini, her nefesin bir de soluk kesici yanı olduğunu öğrendim bu hayattan. Ben bu hayatta hep en sevdiklerimin kaybının acısını yaşadım hem onları geri kazanmanın mutluluğunu yaşadım. Bu hayatta her şeyi kaybedip de kaybetmediğim tek bir şey vardı, o da kendim. Ve hep ayakta kaldım. Çünkü biliyordum ki, herkes gitse bile kendim hep benimle kalacaktı ve onun için ayakta kalmalıydım... Çünkü biz ayakta kalmak için geldik bu dünyaya, yürüyemiyor olsak bile ruhumuz ayakta kalmalıydı. Çünkü oturarak ışıklarımızı yakamazdık, bunu en iyi siz biliyorsunuz. Ayağa kalkmak ve ışıklarımızı yakmak zorundayız. Çünkü biz karanlıktan korkanlarız, ve bunu söylemekten korkmuyoruz...

Derin bir nefes alarak içimi kaplayan tüm bu derin düşüncelerden sıyrıldığım sırada telefonumun titrediğini fark ettim. Telefonumu alıp ekranını açtığımda Ege'den bir mesaj geldiğini gördüm. İçimde oluşan heyecanlı bir mutluluk hissiyle mesajı açtım.

"Akşam sahilde gezelim mi?"

Gülümseyerek bu mesajı birkaç kez okudum. Evet, mutlu oluyordum ama sanki bu mutluluk her an elimden alınabilirmiş gibi bir burukluk da kaplıydı içimde. Ama aylarca haber alamadığım ve yıllarca mesafeler yüzünden bir oraya bir oraya sürüklendiğim Ege'm bana "Akşam sahilde gezelim mi?" diyordu. Bu ne büyük bir lütuftu. Bu ne büyük bir hediyeydi... Ege'yle sahilde gezmek ne kadar mucizevi bir olaydı...

"Olur..." yazdım ve bir mesaj daha attım,

"Belki..."

Çevrimiçi... Yazıyor...

"Tamam o zaman, akşam görüşürüz." Yazdı ve bir mesaj daha gönderdi,

"Belki... :)"

Mesaj sayfasından çıktıktan sonra on beş dakika boyunca yüzümdeki gülümsemeyi söndüremedim. Uzun zaman sonra ilk kez bilgisayarımdan bir şarkı açtım ve odamın içinde şarkıyı bağıra çağıra söyleyip yavaş yavaş dans etmeye başladım.

"Yağmur yağsın, rüzgar çıksın, kuşlar sussun ama sen gitme!" diyordu şarkı. Evet buruktu, evet korkuyla karışıktı ama gerçekten mutlu hissediyordum. Bir süre o şekilde kendi kendime küçük çaplı bir konser verdikten sonra yoruldum ve yatağıma uzandım. Elime aldığım telefonumdan internet sitelerinde ve sosyal medyada gezinirken bir anda karşıma "Önerilenler" kısmında tanıdık bir fotoğraf çıktı.

"A ah... Ege'nin yengesi değil mi bu?" diye söylenerek doğruldum. Evet, bu profil Ege'nin abisinin karısının profiliydi. Onun profilini ilk kez sosyal medyada görüyordum. Merakla profiline girip incelemeye başladım. Sosyal medyayı çok aktif kullanıyor ve her anının fotoğrafını koyuyordu resmen. Profil Lena'nın fotoğraflarıyla doluydu. Lena'nın Kız Kulesi'nde bir fotoğrafı, Galata'nın önünde bir fotoğrafı, Anıtkabir'de, Kapadokya'da, Dolmabahçe'de, Ortaköy'de, Kuleli'de ve daha bir sürü yerde... Kaşlarım çatılarak fotoğrafları incelerken bir şey kafamı kurcalıyordu. Bu fotoğrafların hepsi Ege'nin ailesiyle Fransa'da olduğu tarihlerde atılmıştı. Profilde aşağı iniyor tüm fotoğrafları inceliyordum ve tüm bu iki yıl boyunca neredeyse her hafta Türkiye'nin farklı bir yerinden fotoğraf paylaşmışlardı. Bu fotoğraflar eskiden çekilmiş olabilir miydi? Tamam da bunlar basbaya Lena'nın onu gördüğüm hali değil onun üzerine zaman geçmiş ve büyümüş haliydi... Basbaya Lena da annesi de hatta Ege'nin abisi de o iki yıl boyunca Türkiye'den fotoğraf paylaşmışlardı. Ege bana yalan söylemiş olabilir miydi? Kalbim gerginlik dolu bir gürültüyle atarken ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Aklımda aylar önce Ege'nin telefonunda duyduğum kadının sesi vardı...

"Telefonda duyduğun ses Lena'nın bakıcısının sesiydi." diye açıklamıştı. Ama o sesin geldiği tarihte de ondan önce de ondan sonra da Lena da annesi de İstanbul'daydı!

"Telefonda duyduğun ses Lena'nın bakıcısının sesiydi..."

"Lena'nın bakıcısının sesiydi..."

"Lena'nın bakıcısının..." Bu lanet olasıca cümle aklımın içinde dolaşıp dururken kafayı yemek üzereydim. Bu insanların her hafta Fransa'da Türkiye'ye gelmesi dünyanın en mantıksız olayıydı, böyle bir şey imkansızdı. Üstelik onlar Türkiye'deyken Ege'nin bana telefon bile açamaması? Bu nasıl bir ihtimaldi? Peki ya Ege'nin bana o Fransız kadın hakkında yalan söylemesi? Kafayı yemek üzereydim. Ne yapmalıydım, ne düşünmeliydim bilmiyordum. Ama bildiğim tek bir şey vardı. O tarihlerde Lena Fransa'da olamazdı ve onun bir bakıcısı da olamazdı... Çaresizce odamın içinde dolaşmaya başladım. Aklımda Ege'ye söylediğim ve hayatımın ortasına koyduğum o cümle vardı...

"Bir saniyede değişir her şey..."

Tam olarak bunu yaşıyordum tam şu an. Az önce mutluluktan dans ettiğim odamın ortasında şu an korkuyla bir oraya bir buraya yürüyordum. Telaş yapmamalıydım. Belki de Lena'nın annesinin ailesi Türkiye'de kaldığı için ara ara gidip geliyorlardı. O yolculuklarda çekildikleri bir sürü fotoğrafı da uzun bir zaman aralığında paylaşıyorlardı. Olamaz mı? Ege benimle telefonda bile konuşamıyorken onlar sık sık fotoğraf paylaşıyorlardı. Evet... Olabilir... Çok mantıklı, değil mi? Önce Ege'ye bir mesaj atmayı ve bu durumu sormayı düşündüm. Ama buna cesaret edemedim. Ona "Bana yalan mı söyledin?" demek kolay değildi. Hatta Ege'nin bana yalan söylemiş olma düşüncesi bile kolay değildi. Birkaç dakika boyunca ne yapmam gerektiğini düşünüp durduktan sonra bir karar aldım. Bu durumu araştırmak üzere bir süreliğine Ege'ye karşı bir tavır almayacak ve ona bundan bahsetmeyecektim. Kendimi sakinleştirmeye çalışarak bir kez daha bilgisayarımın başına geçtim. Müziklerim klasörüne gireceğim anda maillerim kısmında bir bildirim gördüm. Kaşlarımı çatarak "1" yazısının üzerine tıkladım. İsmini tanımadığım birinden bir mail gelmişti... Merakla maili okumaya başladım.

Kimden : Kenan Bektaş 
Konu : Tiyatro Yazarlığı.
Mesaj :

"Merhaba sevgili İzmir. Ben Paris College of Art'ta bir öğretim görevlisiyim, ismim Kenan. Tiyatro bölümünde oyunculuk ve tiyatro yazarlığı dersleri vermekteyim. Geçtiğimiz günlerde Türkiye'deki tiyatrocu bir arkadaşımdan bir video aldım. Senin yazarlığını yaptığın bir tiyatro oyunundan bir sahne göndermiş bana... Tiyatronun metnine bayıldığımı söylemek istiyorum. Daha sonra kendisinden bana birkaç video daha göndermesini istedim ve maalesef kurallara aykırı olduğunu bilsem de benim için tiyatro oyununun tamamını gösteren bir video kaydı almış. Öncelikle bu kuralı çiğnediğimiz için üzgünüm. Senden defalarca özür diliyorum. Fakat asıl konuşmak istediğim konu şu ki olağanüstü ve hatta doğa üstü bir yazma yeteneğin olduğunu düşünüyorum. Konuşmaların akışı, kelimelerin birbiriyle dans edişi beni mest etti. Bunca zamandır Türkiye'de de yurtdışında da birçok yerde eğitmenlik yaptım ve senin gibi bir yetenek henüz karşıma bir öğrenci olarak gelmedi. Sana iletmek istediğim konu şu ki... Eğer istersen sana burada Paris College of Art'ta kendi öğrencim olarak bir yılını geçirmen için bir burs sağlayabilirim. Bursu da bizzat ben vereceğim. Senin gibi bir öğrencim olmasından son derece mutluluk duyacağımı ve bu kararı iyice düşünüp bana dönmeni istiyorum. Parıl parıl parlıyorsun, gel bunu dünyaya gösterelim..."

Okuduğum satırların üzerimde yarattığı şok edici etki ve son cümlenin içimde yarattığı yağmur bulutuyla olduğum yerde kalakaldım birkaç dakika boyunca. Birkaç dakikalığına her şeyi unuttum. Hayat ne garipti... Çocukluğumdan beri yazdığım satırlarım önce Ege'yi şimdi de bir yetenek avcısını bulmuştu. İkisi de Fransa'daydı. Hayat beni Fransa'ya doğru itiyordu. Fransa beni çağırıyordu, Fransa sanki beni istiyordu. Bu yıllardır böyleydi... Ama artık maalesef ki, Fransa'yla bir işim yoktu. Her şeyim buradaydı, bulanık da olsa içinden su içtiğim göl burasıydı işte. Evet, bu harika bir fırsattı. Bu belki de başıma gelebilecek en iyi fırsattı. Satırlarım tüm dünyaya ulaşabilirdi, çoğalabilirdik, büyüyebilirdik, kalabalık olabilirdik, tıklım tıklım olabilirdik ama dünyanın en büyük kalabalığı da savaşlardır bunu unutmamak lazım. Hayatımın fırsatı olarak gördüğüm şey hayatımı bir savaşa da çevirebilir. Üstelik Ege benim için buraya gelip kendine burada bir hayat kurmuşken ona "Hadi ben şimdi Fransa'ya gidiyorum bu sefer de benim için oraya gel!" diyemezdim. Ne Ege'yi, ne annemi ne de babamı burada bırakamazdım...

"Miyavvv!" Kapıdan duyduğum kızgın Uçak sesiyle buruk bir gülümsemeyle Uçak'a baktım.

"Tabi," dedim, "Seni de bırakamam..."

Uçak kucağıma tırmanırken aldığım maile bir cevap yazmaya başladım.

"Sevgili Kenan Bey, merhaba. Size ne direkt olarak evet diyebilirim ne de hayır deyip kestirip atmak içimden geliyor... İlginiz için de iltifatlarınız için de sonsuz teşekkür ederim size. Hayır demeye çok daha yakınım, çünkü burada bir hayatım var. Ailem ve sevdiklerim var. Sevgilerle..."

Birkaç dakika boyunca parmağımı bilgisayar masamın üzerine vurarak stresli bir şekilde düşünüp durdum. Diğer elimle ise Uçak'ı seviyordum. Kucağımda keyiften uyuyakalmıştı... Sadece birkaç dakika sonra mail kutumda yanan "1" yazısıyla garip bir heyecanla maili açtım.

"Sevgili İzmir, seni kesinlikle anlıyorum. Bu asla hemen verilecek bir karar değil... Ama lütfen bana kesin olarak hayır deme. En azından biraz da olsa düşün. Senden haber bekliyor olacağım, acele etmene gerek yok. Herkesin bir parlama zamanı vardır. Seninki geldiğinde sen de bana geleceksin. Bundan eminim. Kendine iyi bak..."

Mail sayfasından çıkıp Uçak'ı yatağıma bıraktıktan sonra sadece evin içinde vakit geçirmeye çalıştım. Bir an önce akşam olmasını ve Ege'yle görüşmeyi istiyordum. Ona Fransa'da ailesiyle neler yaptıkları konusunu açacak ve Lena ile annesinin orada olup olmamasıyla ilgili laf almaya çalışacaktım. Bir yandan ona güveniyor ama bir yandan da bana yalan söylemiş olma ihtimalinin daha yüksek olduğuna inanıyordum. Ama eğer gerçekten bana yalan söylediyse ve ben ona fırsat vermiş olmama rağmen bana yalan söylemeye devam ederse... işte o zaman bir daha ona nasıl güvenirdim bilmiyordum.

(Saatler Sonra)

"Anne, ben bir iki saatliğine dışarı çıkıyorum. En geç iki saate gelirim!" diyerek salona seslendim kapıda ayakkabılarımı giyerken. Annem birden telaşla kapıya koştu.

"Nereye gidiyorsun yine?"

"Sahilde yürüyeceğim..."

"Kızım tek başına gitme bu saatte. Ömer'i arayayım mı o da gelsin seninle?" Bir an donakaldım. Zaten Ege ile dışarı çıkacaktım ama annem Ege'yi arayıp yanıma çağırmasın diye anneme Ege'yle dışarı çıkmamak için bir yalan söylemek zorundaydım. Beynim yandı şu an.

"Eh, anne tek başıma gideceğim demedim ki... Kuzey de gelecek benimle..."

"Kuzey kim o nereden çıktı şimdi!"

"Anne yapma Allah aşkına, tanıyorsun ya Kuzey'i... Merve'nin kuzeni hani, tiyatrolarımın hepsine geldi..."

"Haa, şu soğuk çocuk... Kasıntı. Aman neyse, kötü birine benzemiyor en azından. Tamam bakalım, iki saati geçirme ama." Gülümseyerek annemin yanağına bir öpücük kondurdum.

"Tamam anne, görüşürüz!"

Evden çıkıp kulağıma kulaklıklarımızı taktım. Korumaların önünden onlara başımla selam vererek geçtikten sonra bir tanesinin yüz elli metre kadar gerimden yürümeye başladığını gördüm. Gözlerimi devirerek yürümeye devam ettim. Ege ile sahilde buluşmaya karar vermiştik. Evin yakınlarında buluşup sahile yürürsek bir şekilde annemin ya da babamın bizi görmesinden ve bir şeyleri sorgulamalarından korkuyorduk. Gerçi annemin bana Ege'yle dışarı çıkmamı teklif edeceğini bilseydim böyle bir plan yapmazdık, ama yapacak bir şey yoktu artık... Sahile ulaştığımda telefonuma gelen mesajla ekranımı açtım.

"Saat üç yönü." Başımı saat üç yönüne doğru kaldırdığımda Ege'nin deniz kenarındaki çimlerin üzerinde oturmuş bana el salladığını gördüm. Gülerek ona doğru yürümeye başladım. Ona soğuk davranmamalıydım, belki de tüm bu Instagram olayı bir yanlış anlamaydı. Ona kendini açıklaması için o anlamadan bir fırsat vermeliydim...

"Selam!" diye mırıldandım gülümseyerek.

"Hoş geldin. Senin sayende korumalar da gezmeye çıkıyor deniz kenarında, ne güzel bir iş..." Ufak bir kahkaha attığımda Ege beni gülerek izliyordu.

"Bence benden nefret ediyorlar..." diye söylendim.

"Neden?"

"Sürekli yağmurun altında gezdiriyorum onları. Ertesi gün hep hasta olup izin alıyorlar. Bana bir şey olmuyor ama, yağmura karşı bağışıklığım var." Ege gülerek bir bana bir ileride oturan korumaya baktı.

"Ne şartlar altında olursa olsun dünyanın en güzel işi bu. Senin koruman olmak... Bundan daha güzel bir iş olabilir mi? Ömrümün sonuna kadar yapmak isteyeceğim tek iş. Senin peşinde oradan oraya sürüklenmek için nelerimi vermezdim..." Yanaklarımın kızarmasıyla birlikte gülerek bakışlarımı denize çevirdiğimde Ege hala beni izliyordu.

"Beni izlediğini görebiliyorum." dedim utanarak.

"Sorun değil, görebilirsin. Seni sen bunu görmeden izlemekten çok yorulmuştum zaten..." Kaşlarımı çatarak ona döndüm.

"Sen iki ay boyunca buralarda beni mi izledin Ege?" diye sordum merakla. Derin bir iç çekerek başını salladı.

"Evet... Çok zorlandım. Ama zamanının gelmesi için biraz daha beklemem ve her şeyi netleştirmem gerekiyordu..."

"Peki şeyi gördün mü? Yani... ara ara buraya gelip ağladığımı... filan..." Ege acıyla yutkunarak başını salladı.

"Zaten en zorladığım anlar onlardı. Seni üç kez öyle gördüm. Her seferinde tam şu bankta oturuyordun. Akşamın zifiri karanlığında güneş gözlüğü takıyordun. Ama ağladığın çok belliydi. En azından ben anlayabiliyordum... Hep dibine kadar geldim, geri döndüm. Hep önünde diz çöküp bir anda af dilemek istedim, ama yapmadım, kendimi tuttum. Çünkü belki de öyle bir anda yanına gelsem seni sakinleştiremeyecektim, bana olan öfkeni dindirmek çok daha zor olacaktı. Biraz daha toparlanmanı beklemek zorundaydım... Şeyi hatırlıyor musun..." diyerek başıyla sahilin karşısındaki yolu gösterdi.

"Neyi?" diye sordum anlamayarak.

"Hani bir ay önce bir gün sahilden eve doğru yürüyordun, yürürken yolda art arda düşmüş birkaç tane pilli mum şeklindeki ışıklardan gördün. Sonra onları çaldın!" Ege kahkahalarla gülerken şok içinde yüzüne baktım.

"Onları çalmadım!" dedim şok içinde gülerek, "Sadece yere düşmüşlerdi, ben de aldım!"

"Yani çaldın!"

"Hayır, asla! Sadece aldım! Onları en son Fransa'daki mağazalarda görmüştüm, Türkiye'ye döndüğümde ise her yerde aradım ama buraya henüz gelmemişti. Bulamadığım için çok üzülmüştüm. Onları öyle yerde görünce... arabalar ezmesin diye alayım dedim. Sanırım Avrupa'dan gelen biri getirmişti, yazık olmasın dedim!"

"Hmm," diye mırıldandı Ege gülerek, "Demek Avrupa'dan gelen biri getirmişti... Öyle mi?" O an bana imalı gözlerle bakıyordu ve ben ne demek istediğini asla anlamıyordum. Ve tam o an jeton düştü!

"Sen düşürdün onları!" dedim şok içinde! Ege büyük bir kahkaha attı.

"Düşürdüm demeyelim, onları oraya bizzat ben koydum. Sen al diye. Ama ne oldu biliyor musun? Sen tam o yola girecekken markete uğradın. O sırada bir adam onları aldı ve tam ışıklarla birlikte giderken koşarak önüne geçip adamla kavga edip ışıkları ondan geri aldım ve tekrar yere koydum."

"Ciddi misin!" dedim kahkahalarımın arasında.

"Evet, koskoca adam gelmiş yoldan ışık çalıyor."

"Çalmak demeyelim..." diye düzelttim, "Ben de çalmadım sonuçta. Aldım."

"Evet," dedi Ege gülerek, "Aldın... Aslında bir de senin şu çok sevdiğim Fransız lazanyasından getirmiştim. Evde yapıp bir tabak sana ulaştırmak istiyordum. Ama nasıl yapacağımı bilemedim."

"Bir tabak lazanya yapıp yere koysaydın onu da alıp eve götürürdüm sanırım sokak köpeği gibi. Sonuçta o bir lazanya ve ben ona asla hayır diyemem. Eee, başka bir şeyler getirip yola koymayı düşündün mü?" Aramızda kahkahalarla gülüştüğümüz o anın büyüsünü aklımdaki soru işaretleriyle bozmak istemiyordum. Uzun süre esprileştikten sonra en son yorgunluktan çimlerin üzerine uzandık.

"İzmir..." diye mırıldandı Ege yorgun bir sesle.

"Efendim?"

"Beni telefonuna ne diye kaydedeceksin? Ege olarak kalmasını istemiyorum..." Gülümsedim.

"Seni telefonuma Aptal Ege diye kaydedeceğim." diye mırıldandım yüzüne bakarak, "Hani hep diyorduk ya... Aptal Ege ve Aptal İzmir'in büyük aşkı diye... Bence bize en uygun sıfatlar bunlar."

"Neden?"

"Çünkü sınırlarımız yok. Hayatlarımızın ne şekilde nasıl değişeceği umrumuzda değil. Bir anda ben kalkıp Fransa'ya taşındım, bir anda sen kalktın buraya geldin. Sonuçlarının ne olabileceğini asla düşünmedik. Salak değiliz, aptal da değiliz ama aşk aptalı olmuş olabiliriz. Bu kötü bir şey mi? Asla..." Ege gülerek telefonunu çıkardı ve rehberine girdi.

"Aptal İzmir." diye değiştirdi ismimi. Kahkahalarla baktım ona. O an ben de telefonumu çıkardım ve "Aptal Ege." diye değiştirdim ismini. Gülmekten ölecektik. Sonra telefonlarımızı çimlerin üzerine bırakıp nefes nefese kahkahalarımızın dinmesini bekledik.

"Çok gülmedik mi?" diye sordum yüzümde aptal bir gülümsemeyle karnımı tutarak.

"Hayır," dedi, "Çok gülmedik. Daha fazla gülmeliyiz. Bugün, yarın, sonraki gün, gelecek hafta, gelecek ay, gelecek yıl ve tüm yıllar boyunca. Bir şey söyleyeyim mi İzmir?"

"Söyle..."

"Dünyanın bir ucuna gitsen yine peşinden gelirim. Belki geç gelirim, belki iş işten geçtikten sonra gelirim ama gelirim. Umrumda değil mantıklı olan her şey, umrumda değil etikler, umrumda değil geleceğim..."

Derin bir nefes aldım. Dakikalarca sustuk, gökyüzünü izledik. Yıldızları saydık, ayın hangi dönümünde olduğunu tartıştık. Bazen sustuk, bazen güldük, bazen ellerimiz değdi birbirine ve ilk günmüş gibi heyecanlandık.

"Geçen tüm bu zaman boyunca her gece gökyüzüne doğru başımı kaldırır gökyüzünden sana seslenirdim biliyor musun İzmir..." diye mırıldandı Ege saat gece yarısını geçerken yorgun bir sesle.

"Ne derdin?" diye sordum gözlerimi gökyüzünden ayırmadan.

"Derdim ki... göğe bak İzmir, Ege seni özledi."

Bir yıldız kaydı o an, bir dilek diledim kaşla göz arasında. Ege elini uzattı ve elimi tuttu gözlerimiz gökyüzünden ayrılmazken. Sonra bakışlarını bana çevirdi ve uzun uzun yüzüme baktı ben gökyüzünü izlerken. Dudaklarımı araladım ve sessizce konuşmaya başladım.

"Göğe bak Ege..." dedim, "İzmir seni özledi."

---

---

Şövalye ve küçük kızın babası, günlerce köyün şifacısının kapısının önünde beklemişlerdi. Küçük kızın durumu ne iyiye ne de kötüye gidiyordu. Küçük kız sadece nefes alıyor ve başka bir yaşam belirtisi vermiyordu. Günler günleri kovaladı, haftalar haftaları... Ve tam 3 hafta sonra küçük kız gözlerini açtı. Şövalye ve küçük kızın babası hayatlarının en büyük mutluluğunu yaşarken küçük kızın babası şövalyeye, ''O annesini arayamayacak kadar küçük, ben ise ona bakamayacak kadar güçsüzüm. Sen onu alıp buralardan götür, ben de son gücümü sırf onun mutluluğu için yollarda annesini arayarak feda edeceğim, eğer bir şansım varsa annesiyle birlikte ben de dönerim...'' Küçük kızın babası şifacıyı oyalarken, şövalye küçük kızı kucakladı ve köyden kaybolup gitti. "Neyden kaçıyoruz?" diye sordu küçük kız şövalyeye, "Soğuk kış günlerinden..." diye cevap verdi şövalye gözlerinde sıcak bir sevgiyle...

19.Bölüm : Artık Uyu.
*Dünya bizimdi, onlara vermeyecektik.*

O gece Ege'yle tam üç saat boyunca çimlerde aylardır hayal ettiğim gibi bir gece geçirdik. Gece o kadar güzeldi ki ona başka hiçbir konudan bahsetmemeyi tercih ettim. Gerçekler biraz daha bekleyebilirdi, değil mi? Oysa gerçekler benim sandığımdan çok daha uzun süre bekleyeceklerdi, onları ertelemek benim korkularımdan kaçış yolum olacaktı... Eve döndükten sonra yatağıma geçer geçmez telefonumun mesajına geçtim.

"Selam!" yazdım Ege'ye,

Çevrimiçi... Yazıyor...

"Selam!" yazdı cevap olarak.

"Hadi aynı anda bir dizi açıp izleyelim... Eski günlerdeki gibi."

Çevrimiçi... Yazıyor...

"Tamam, hadi Cennet Mahallesi izleyelim." Şok içinde bir kahkaha attım.

"Ne?"

"Çocukluğumuza geri dönüyoruz. Hadi, bir geceliğine."

"Ta-mam!" Yazdım ve yüzümde aptal bir sırıtmayla bilgisayarımı yatağıma taşıdım. Bilgisayarım açılırken Ege'ye mesaj yazmaya başladım.

"Birinci bölümü açıyoruz, değil mi?"

"Evet!"

İşte bu yüzden onu seviyordum. İşte bu yüzden o benim bu dünyadaki diğer yarımdı. Çünkü bir başkasıyla gecenin bir vakti ayrı ayrı evlerde aynı anda oturup da Cennet Mahallesi'ni izleyemezdim. Bir başkasıyla Ege'yle saçmaladığım kadar saçmalayamazdım, onunla güldüğüm kadar asla gülemezdim... O benim diğer parçamdı. Diğer yarımdı. Ege'yle her bir günümüz o kadar eğlenceli geçmeye başladı ki her gün ona sormak istediğim o soruyu erteleyip duruyordum.

"Hadi!" demişti bana ertesi gün alışveriş merkezinde gezerken, "Yürüyen merdivenin inen tarafından yukarı çıkma yarışı yapıyoruz! En kısa sürede çıkan kazanır!"

"Ne?"

"Evet, hadi!"

Günlerimiz hep böyle geçmeye başladı, o bana bir şey diyordu, bense ona "Ne?" diyecek kadar şoka giriyor ve işin sonunda gülmekten ölecek noktaya geliyorduk. O gün telefonda ona saydığım bütün hayallerimi bir bir gerçekleştirmek ister gibi önüme sunuyordu her geçen gün.

"Hadi eve koşarak dönelim." demişti bir gün sahilden dönerken.

"Ne?"

"Hadi, koşarak geçelim sokaklardan!"

"Tamam, hadi!" demiştim kahkahalarla ve gülmekten ölmekle nefes nefese kalmak arasında koşarak geçmiştik tüm sokakları insanların anlamsız bakışları arasında.

"İzmir Hanım bir şeyden mi kaçıyorsunuz!" diye sormuştu peşimizden gelen koruma endişe içinde.

"Evet," demiştim gülerek, "Sıkıcı hayatlarımızdan kaçıyoruz!"

İnsanlar ne yaparsak yapalım bize her zaman anlamsız bakışlarla bakacaklardı. Eğer biz özgür hissediyorsak, koşuyorsak örneğin ve orası bir koşu yolu değilse insanlar bize bakacaklardı. Bu her zaman böyleydi hep de böyle olacaktı. Oysa eğer biz koşmak istiyorsak üstünde yürüdüğümüz her yol bir koşu yoluydu. Dünya bizimdi, onlara vermeyecektik. İstediğimiz yerde gülecek, istediğimiz yerde koşacaktık.

"Çimlerde el ele yürümek ister misin?" diye sormuştu bir gün. Yüzüne bakıp kıkırdamıştım.

"Bak işte bu teklif ettiğin en çılgınca şey!" demiştim. Sonra elini uzatıp elimi tutmuştu ve gün batımında dakikalarca yalın ayak yürümüştük çimlerin üzerinde.

"Ege..." diye mırıldanmıştım o gün ona.

"İzmir?" demişti gün batımının tam karşısında durmuşken. Gözlerini gözlerime dikti ve derin derin baktı gözlerime.

"Seni çok özlemişim biliyor musun?" Bu cümleyi kurarken gözlerim dolmuştu. Yavaş yavaş eskiye döndüğümü, donmuş bölgelerimin yavaş yavaş ısındığını hissediyordum. Ege'nin de dolduğunu gördüğüm gözlerinin içleri gülmüştü o an.

"Ben seni daha çok özlemişim..." demişti ve sonra eklemişti,

"Ama şimdi bu kelimeyi senden duyunca içim gitti..." O an ona öyle bir gülümsemiştim ki sanki bana şey gibi bakmıştı, "Bu bir daha kimseden göremeyeceğim kadar güzel bir gülümseme." der gibi.

Haftasonu ise annemden yalvara yalvara Merve'yle birlikte Merve'nin kuzeninde kalacağımı söyleyerek zar zor izin almıştım Ege'nin ricasıyla. Akşama doğru yola çıkmış ve Çeşme'ye gitmiştim. Güneş batmadan hemen önce çadırımızı deniz kenarına kurmuş ve saatler boyunca güneş tekrar doğuncaya kadar sadece konuşmuştuk. Sadece sohbet etmiştik, sadece sohbet... Ve size bir şey söyleyeyim mi? Bu bir insanla yaşayabileceğim en güzel şeydi. Dünyanın en güzel hediyelerinden daha güzeldi, dünyanın en güzel sürprizlerinden daha güzeldi, Ege'yle saatlerce konuşmak benim için cennetin dünyadaki yansımasıydı. Tüm saçma sorularımı ilgiyle dinlemişti, yeryüzünde merak ettiğim her saçma konuyu dikkatlice dinlemiş ve bana cevap vermişti.

"Sence kediler neden bu kadar umursamaz?" diye sormuştum mesela. Baya gülmüştü.

"Ege..." demiştim başka bir konuyu konuşurken, "Seç birini, çikolatalı kahve mi sıcak çikolata mı?" Baya bir düşünmüştü. İnanabiliyor musunuz? Bu soruyu oldukça ciddiye almış ve üzerinde baya bir düşünmüştü!

"Çikolatalı kahve." demişti en sonunda.

Sonra sahilde uzun uzun koşmuştuk ve bu sefer peşimizde bir koruma da yoktu. Çünkü koruma bizi bir süre saklanıp arka kapısından kaçtığımız başka bir binanın önünde bekliyordu. Kendimi uzun zaman sonra ilk kez bu kadar özgür hissediyordum.

"Özgürüz!" diye bağırmıştım kahkahalarımın arasında. Hava ılıktı, ne soğuk ne de sıcaktı. Bir süre dizlerimize kadar denize girdik ve suyun içinde aynı düzlemde koşuşturduğumuzu çok net hatırlıyorum. Yorulduktan sonra çadıra geri dönmüş ve Ege'nin bilgisayarından bir film izlemeye başlamıştık. Yorgun başımı onun başına yaslamıştım.

"Sen..." demişti bana, "Sen..."

"Ben ne?"

"Sana sevgimi anlatacak bir kelime bulamıyorum..." demişti pes ederek, "Seni anlatabileceğim bir sıfat bulamıyorum..." Göz gözeydik, alın alına.

"Ben aptalın tekiyim..." demiştim dolu gözlerimle gözlerini izleyerek,

"Ben de öyleyim."

"Ama ben cidden öyleyim!" diye üstelemiştim,

"Ben de cidden öyleyim!"

"Aptal Ege ve Aptal İzmir..." diye mırıldanıp gülmeye başladığımı hatırlıyorum. O sırada dudaklarımız birbirine o kadar yakındı ki öpüşmekten başka çaremiz yoktu sanki. Evren bizi birbirimize itiyordu. Ege dudaklarımız birbirine değmeden birkaç saniye önce konuşmaya başlamıştı,

"İzmir," demişti, "Sanki bir şey arkamdan beni sana doğru itiyormuş gibi hissediyorum. Bu hisse karşı koyamayacağım sanırım..."

"Yani?" diye sormuştum nefes nefese.

"Yani eğer bu hisse karşı koyamazsam... seni öpmek zorunda kalacağım. Seni öpebilir miyim?"

"Öpebilirsin..." demiştim ve eklemiştim bir fısıltıyla, "Belki..."

Dudaklarımız iki kayıp puzzle parçasının birbirine kavuşması gibi kavuşmuştu. Ait olduğum yerdeydim, ait olduğum insanın yanındaydım... Huzur doluydum, içimde beni rahatsız eden ufak tefek dürtüleri yok saymış buradaydım ve onunlaydım. Tek önemli olan buydu, tek umrumda olan buydu. Sabaha karşı uykumuzdan uyanmış ve güneşin doğuşunu izlemek için çadırdan çıkmıştık. Ege gün doğarken kumsala kocaman bir Eyfel resmi çizmeye çalışıyordu. Oysa her seferinde bir deniz dalgası geliyor ve resmi bozuyordu!

"Deniz bizimle savaşıyor resmen ya!" demişti Ege denize doğru bir tekme savurarak.

"Sen denize tekme mi attın bana mı öyle geldi?" diye sordum kahkahalarla.

"O da bizim resmimizi bozuyor!" Gülmekten ölecektim.

"Tamam," demiştim, "Ben onunla konuşurum, davranışlarını düzeltmesini ve bir daha resmimizi bozmamasını söylerim. Tamam mı?" Ege onunla dalga geçtiğimi anlayınca bozularak bana o kadar güzel bir bakış atmıştı ki o bakışı asla unutamayacaktım.

"Hey deniz!" diye bağırmıştım denize doğru, "Bir daha resmimizi bozarsan bedeli ağır olur!" Bu sefer gülen Ege'ydi, ben ise bağırmaya devam ediyordum,

"Bütün çöplerimizi içine filan atarız!"

"Bu mu tehdidin? Bu biraz ağır olmadı mı?" diye sormuştu Ege gülmekten ölmek üzereyken. Başımı sallayarak denize bağırmaya devam etmiştim,

"Tamam, özür dilerim. Seni seviyoruz deniz, seni kirletmek istemiyoruz! Lütfen resmimizi bozma! Arkadaş olabiliriz!"

Ve çok garip ki o gün denizin dalgaları durulmuştu sanki... Bir daha biz gidene kadar Eyfel resmi asla bozulmamıştı, orada öylece kalmıştı.

"Ben bir insanın sahip olabileceği en iyi kamp arkadaşı değilim de neyim?" demiştim Ege'ye yolculuğumuzun son dakikalarında. Arabasının sürücü koltuğunda bana uzun uzun bakmıştı.

"Sen bu dünyanın başına gelebilecek en iyi her şeysin." demişti. O gün benim hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Ege'yle muhteşem bir hafta geçirmiştik. Özgürlüğüme geri döndüğüm, mutluluğumu geri almaya başladığım muhteşem bir hafta...

Şimdi ise odamda bir yandan müzik dinliyor bir yandan bloğuma bir şeyler karalıyordum. O sırada odamın kapısı açıldı ve annem içeriye iki tabak pastayla girdi.

"İzmir, yavrum şu tabak senin, bunu da Ömer'e götürüver..."

"Ömer'e mi?" dedim anlık bir heyecanla.

"Evet, ne bu mutluluk?"

"Eh, şey... Güzel bir haber almıştım da az önce. Anlatırım sonra..."

"Tamam kızım, anlatırsın. Şu pastayı bir götürüp gel de..."

"İşim vardı aslında ama neyse o zaman hemen götürüp geleyim ben..."

Annemin elinden bir tabak pastayı alıp saçlarımı düzelterek evden çıktım. Merdivenleri hızla geçtikten sonra heyecanla Ege'nin kapısına vurdum. Ege yaklaşık beş saniye sonra kapıyı açtı ve karşısında beni görünce heyecanla gülümsedi.

"Şey..." diye mırıldandım kaş göz hareketleriyle aşağıda annemin beni dinliyor olabileceğini anlatmaya çalışarak,

"Bunu annem yolladı da..."

"Öyle mi? Çok teşekkür ettiğimi söylersin. Birkaç dakika beklersen ben de size bir şey yollayacaktım. Hemen getiriyorum." dedi Ege merdivenlere doğru sesinin duyulabileceği bir şekilde. Sonra beni kolumdan tutup hızla içeri çekti ve kapıyı kapattı. Bedenimi kendi bedeni ve kapı arasında bırakıp beni öperken gülerek kendimi ondan çekmeye çalıştım.

"Gitmem lazım!" dedim nefes nefese,

"Tamam, günlük öpme hakkımı kullandığıma göre gidebilirsin."

"Bir şey vermeyecek misin?"

"Ne bir şeyi?"

"Ben de size bir şey vereceğim dedin! Annem dinliyorsa duymuştur!"

"Haa, doğru ya... Ben o an beynimle değil kalbimle düşünüyordum... Dur bakalım, bir şey bulacağım." Ege hızla mutfağa girdi ve elinde bir tabak muzla geri döndü.

"Muz mu? Muz mu yollayacaksın bize?" diye sordum gülmemek için kendimi zor tutarak.

"Annene ve babana şöyle diyeceksin... Ege'nin Güney Asya'dan gelen bir misafiri bu muzları oradan getirmiş. Güney Asya'nın muzları çok meşhurmuş bize de yollamak istemiş filan falan. Tamam mı? Sen güzelce süslersin bu hikayeyi."

"Sen ciddi misin?"

"Seni öpmemin bedeli böyle bir yalan uydurmaksa evet gayet ciddiyim..."

"Ta-mam! Peki Güney Asya'nın muzları gerçekten meşhur mu?"

"Öyle olmasını umuyorum!" Ege'nin cevabına gülmemek için kendimi zor tutarak bir tabak muzu alıp merdivenlere yöneldim. Ege'ye son bir bakış atıp hızla merdivenleri inip aralık kalan kapımızdan eve girdim. Annem mutfak kapısının önünde meraklı gözlerle beni bekliyordu. Bir an elimdeki bir tabak muzu görünce şaşkınlıkla kaşlarını çattı.

"Bunu mu yollayacakmış?" diye sordu bir anlık gaflete düşerek.

"Yollayacakmış derken?"

"Yani bu ne? Kim verdi bunu sana?" diye toparladı sanki bizi dinlememiş gibi.

"Ömer yolladı... Güney Asya'dan bir arkadaşı getirmiş. Oranın muzları çok meşhur, bilmiyorum deme sakın anne..." Annem memnun bir bakış yerleştirdi yüzüne. Gülerek muzları elimden aldı.

"Biliyorum tabi." diyerek oturma odasına girdi ve olayı babama anlatmaya başladı. Gülmemek için elimle ağzımı kapatıp koşarak odama girdim ve odama girdiğim an büyük bir kahkaha patlattım. Gülerek bilgisayarın başına geçtim ve telefonumu elime alarak Ege'ye mesaj yazmaya başladım.

"Annemin evimize Güney Asya'dan muz gelmesi çok hoşuna gitti! Bir numaralı damat adayısın şu an..."

Çevrimiçi... Yazıyor...

"Annenin kalbini nasıl kazanacağımı çok iyi biliyorum." diye yazdı ve bir mesaj daha yazmaya başladı,

"Kızının kalbini nasıl kazanacağımı çok iyi bildiğim gibi..."

"Nasıl kazanılıyormuş benim kalbim?"

Çevrimiçi... Yazıyor...

"Çok kolay... Pencereye çıksana." Gülerek cama doğru ilerleyip penceremi açtım ve bir kez daha pembe bir balonla karşılaştım. Bu sefer aşağıdan bırakılan bir uçan balon değildi bu, yukarıdan salınan içi ışıklarla dolu bir balondu! Başımı kaldırıp üst cama baktım. Ege elinde bir iple balonu aşağı doğru balonu salmış gülerek bana bakıyordu.

"Gerçekten delisin sen, biliyorsun, değil mi?" diye fısıldadım sessizce.

"Biliyorum." dedi göz kırparak. Balonu elinden alıp üzerindeki yazıyı okudum sessizce.

"Artık uyu..." yazıyordu üzerinde. Ona gülümseyerek baktım ve elimle bir öpücük gönderdim yukarıya doğru. Öpücüğümü eliyle havada yakalamış gibi yapıp yanağına değdirdi. Kıkırdayarak ona el salladım. O da bana el salladı ve penceremi kapatıp içeri girdim. Balonun içine bile rengarenk ışıklar koymuştu. Odamın içinde olabilecek her şekilde ışık vardı! Hep demiştim, Ege hayatımdayken karanlıkta kalmam imkansızdı... Balonu komidinimin üzerine bıraktım. Odamın ışıklarını kapatıp balonun içinden gelen renkli ışıkların aydınlattığı kadarıyla loş bir aydınlıkta kalarak yatağıma geçtim.

"İyi geceler dünyanın en güzel Ege'si..." yazdım en içten duygularımla.

Çevrimiçi... Yazıyor...

"İyi geceler dünyanın en güzel İzmir'i..."

Mesaj sayfasından çıktıktan sonra dakikalarca gözlerim kapalı bir şekilde düşünüp durdum. Ege'ye yengesinin ve Lena'nın fotoğraflarıyla ilgili olan konuyu açmaya o kadar korkuyordum ki bunun her şeyi bozabilecek bir şeyi öğrenmemle sonuçlanabilecek olması beni çok ama çok korkutuyordu. Ama bir şekilde bu konuyu ona açmak zorundaydım ve bunu yarın yapmayı düşünüyordum. Yarın akşam deniz kenarında ona bu konuyu açacaktım, ve eğer bir şekilde bana yalan söylüyor olduğunu öğrenirsem ne yapardım bunu dahi bilmiyordum. Tek bildiğim onu çok sevdiğimdi. Ve onun da beni çok sevdiği... Ama zaten yeni yeni tamir ettiğim bir güven duvarım vardı ona karşı ve tüm dünyaya karşı. Eğer bu güven onun sebep olduğu bir şekilde yıkılırsa onu affedebilir miydim, ne tepki verirdim, ne hissederdim bilmiyordum... Kendimi tanıyamadığım, eski İzmir'den uzaklaştığım ve duygularımı neredeyse kaybetmek üzere olduğum bir dönemden çıkmıştım ve eskiye dönmeye başlamıştım. Tek dileğim hiçbir şeyin bozulmamasıydı... Tek dileğim Aptal Ege ve Aptal İzmir'in bir arada kalmasıydı...


Tekrar selam :') 

Onları böyle görmeyi çok özlememiş miyiz ama? Şahsen ben bu sahneleri yazarken aşşşırı heyecanlıydım. İkisinin de evrende oluşturduğu enerji o kadar güzel ki çok güzel cümleler çıkıyor ikisinin de ağzından. Sanki ben yazmıyorum da onların ağzından dökülüyor gibi... Çok güzeller, çok ama çok güzeller...

Şimdi size şöyle de bir açıklama yapmak istiyorum. Bir sonraki bölüm FİNAL bölümümüz :') Ve evet beklediğiniz haberi de nihayet veriyorum, SIFIR KİLOMETRE KİTAP OLUYOR^^ Çok az kaldı, her an sizinle kapağını paylaşabilirim. Kapağı bir ressam çizdi, ben tarif ettim ve o kalemiyle Ege ve İzmir'i resmetti. Şahsen ben kapağa hayran kaldım. Belki yarın bile sizinle paylaşabilirim kapağı, tam halini gönderdikleri an paylaşacağım ama aşşşırı sabırsızlanıyorumm^^

O zaman ne diyelim, final bölümünde görüşmek üzere. Sizce nasıl bir final bekliyor bizi? 

Unutmadan, bir sorum daha var, Ege'nin yengesinin İstanbul'da olması, fotoğraflar paylaşıyor olması, İzmir'in bunu görmesi vs sizin bu konudaki düşünceniz ne? 

Tek tek öpüyorum hepinizi canımın içleri. Görüşürüüüüz! 

Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

59.2K 150 19
Türkçedir kısa sex bölümleri içerir
65.1K 163 10
Hikayede sık sık +18 ve şiddete yer verilecektir! Yaş sınırını göz önünde bulunduralım.
Abi Par ✨️

Roman d'amour

129K 8.3K 22
Ömer abi: Melis nerde? BxB kurgusudur
1.4M 63.8K 62
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...